Darbeyi kim kışkırttı? Rıza Zelyut
zelyut@gunes.com
Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce; eski başbakanlardan Bülent Ecevit'in 28 Şubat sürecinde darbeyi önlediğini söyledi.
Sayın Gülerce'nin üzerinde durduğu konu Merve Kavakçı'nın türbanlı olarak TBMM'ye girmesi süreciydi.
Amerika'da yaşayan türbanlı Merve Kavakçı, 18 Nisan 1999'da yapılan genel seçimlerde Fazilet Partisi'nden milletvekili seçildi. Aynı partiden milletvekili olan Nazlı Ilıcak; 2 Mayıs 1999'da yemin için Merve Kavakçı'yı türbanlı olarak Meclis'e getirdi.
TBMM'ye türbanla girişin yasak olması yüzünden Meclis'te tepki oluştu. Merve Kavakçı aleyhinde özellikle DSP'li milletvekilleri 'Dışarı!' diye bağırdılar.
DSP Lideri Bülent Ecevit bu ortamda kürsüye çıkarak kısa bir uyarıda bulundu ve şunları söyledi: 'Burası devlete meydan okunacak yer değildir. lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.'
Ve Merve Kavakçı yemin edemeden TBMM'den çıkmak zorunda kaldı.
Sonraki süreçte; Merve Kavakçı'nın 5 Mart 1999 tarihinde, ABD'nin çıkarlarını her yerde her zaman koruyacağına yemin ederek ABD vatandaşlığına geçtiği Dışişleri Bakanı İsmail Cem tarafından açıklandı.
Daha sonra Fazilet Partisi'nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dava açtığında, Merve Kavakçı'nın konumu önemli bir delil olarak kullanıldı ve parti kapatıldı.
GÜLERCE NE DİYOR
Hüseyin Gülerce diyor ki: 'Bülent Ecevit, kibar birisiydi, böyle sert tepki göstermezdi. O; askeri kanatın Merve Kavakçı'yı da bahane ederek darbe yapabileceğini bildiği için böyle davrandı. Bu tavrı ile de darbecilerin elindeki gerekçesini almış oldu.'
Mantıklı bir yorum gibi gözüküyor.
Ama şimdi yeni bir soru doğmuş oluyor:
-Acaba bazıları darbeye ortam yaratmak için mi türbanlı Merve Kavakçı'yı Meclis'e götürdü? Bu planlanmış bir operasyon muydu?
Götüren isim; Nazlı Ilıcak...
O zaman Nazlı Ilıcak; askerin darbe yapabilmesi için bir sebep yaratmak adına mı Merve Kavakçı'yı elinden tutup türbanlı olarak Meclis'e götürdü?
Hüseyin Bey; olayın bu boyutunu görmek istemiyor.
ASİLTÜRK DE SUÇLAMIŞTI
Refah Partisi'nin ve devamındaki Fazitet Partisi'nin önde gelen isimlerinden olan Oğuzhan Asiltürk; Merve Kavakçı'nın 2 Mayıs günü Meclis'e götürülmesiyle ilgili olarak düşündürücü şeyler söylemişti. Sayın Asiltürk, Kavakçı'nın yemin için salona girmesinden parti lideri Erbakan'ın ve kendisinin haberi olmadığını belirtip; Kavakçı'yı daha sonra AKP’yi kuracak olan isimlerin salona götürdüğünü iddia etmişti. Şu ayrıntı ilginç değil mi: 'Meclis’i yöneten Septioğlu ile anlaşmıştık. Kendisi, 'Başörtülü birinin yeminini engelletmem. Sizden isteğim tenha bir zamanda getirin' dedi. Bizim arkadaşlara bunu söyledik. Hatta tahrik olmasınlar diye ben salona bile girmedim. Bir de baktık ki Merve Hanım salona girmiş, nasıl girmiş bilmiyorum. Ne Hoca’yı ne beni dinlemediler.'
SOYULAN TÜRKİYE
O süreç, o dumanlı hava, o 'dud-i muannid' eğer aydınlatılmak isteniyorsa; herkes dürüst olmalıdır. Bu sorgulamayı bile üste çıkmak için kullananlar var.
Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki 28 Şubat; Kemalistlerin de 'Şeriat gelecek!' diye kışkırtıldığı, kullanıldığı bir dönemdi.
Bu yolla da Türkiye acımasızca soyuldu. İnsanların yıllarca dişiyle tırnağıyla kazandıkları paraları; şirketleri ellerinden alındı.
Öyleyse; 28 Şubat, özünde ekonomik bir operasyondur.
Kimler; kimleri, neleri, hangi kurumları/kuruluşları kullanarak bir gecede zengin olmuştur?
İşin bu boyutunu araştırmaz isek; mağdurlar birbirleri ile dövüşmeye devam eder; 28 Şubat zenginleri de zenginliklerine yeni servetler katarlar.
Anayasa’nın sonu!
Melih Aşık
m.asik@milliyet.com.tr
Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu gündemine Başbakan Erdoğan’ı aldı. Sebep Başbakan’ın “çabuk bitirin” diye baskıya başlaması.
Ne demişti Başbakan 3 Ekim’deki grup toplantısında:
“... Süre belli, artık bu yılın sonuna kadar bu iş oldu oldu. Olmadı, artık bizi daha fazla meşgul etmeyecek. Önümüze bakacağız.... Biz yeni anayasa masasından kalkan taraf asla olmayacağız. Tek başımıza kalsak dahi elimizden gelen gayreti göstereceğiz...”
Tercümesi: Anayasa yılbaşına kadar bitmezse biz yola tek başımıza veya bir ortakla (MHP gibi) devam ederiz.
CHP Komisyon üyesi Atilla Kart’a Başbakan’ın tavrını sorduk:
- Yaptığımız protokolde bir süre sınırı yok.. Biz Başbakan’ın verdiği takvime göre çalışma yapmak, onun baskısı altında çalışmak zorunda değiliz, dedi...
Kart’a göre Anayasa üzerinde daha en az 6 ay çalışmak gerekiyor...
Başbakan ise sabırsız... Belki de eninde sonunda anayasaya iki parti ile devam edileceğini düşünerek vakitten kazanmak istiyor!
Atilla Kart ile konuyu değiştiriyor, komisyonun CHP’li üç üyesi arasındaki anlaşmazlığı konuşuyoruz...
Süheyl Batum “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türktür” diyen 66. maddedeki “Türk” sıfatını korumak görüşünde, Atilla Kart ile Rıza Türmen ise “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” deyimini yeğliyor. Kart diyor ki:
- Bana göre de 66. maddedeki Türk sözcüğü şemsiye bir kavramdır. Ancak bu bir algı meselesidir de... Kişinin kendi özelidir, kendi inanışıdır. Kendi özelinde Türksün, Kürtsün, Çerkezsin tasnifine kalkışmayalım. Ayrışmayı desteklemeyelim.”
Atilla Kart şunu da ekliyor:
“Türk milleti kavramı ve Atatürk’ün kurucu önder rolü yeni anayasa metninde elbet yerini alacaktır.”
PKK’nın taktikleri...
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, İsviçre’nin Le Temps gazetesine verdiği röportajda “PKK ne istiyor, barış olasılıkları nedir?” merakındaki kişiler için yararlı olabilecek bilgiler veriyor. Altını çizdiğimiz satırları aktaralım:
- Oslo’da Türk delegasyonu ile bir mutabakat protokolünde anlaşmıştık. Türk Başbakanı Erdoğan’ın protokolü onaylaması gerekiyordu. Ama hiç cevap vermedi. Aksine tüm cephelerde saldırılarını artırdı. Özellikle geçen kış ağır kayıplarımız oldu.
- Taktik yaklaşımı değiştirdik. Önce biz vuruyor, ardından dağılıyorduk. Ordu da bizi takip ederek kayıplar verdiriyordu. Artık Türk güçlerinin olmadığı bölgelerde giriyor ve gelmelerini bekliyoruz. Aslında, alan işgal ediyoruz ve ordu bizi çıkarmaya geldiğinde bile buraları tutuyoruz.
- Bu yolda devam edeceğiz ve hatta silahlı mücadeleyi yoğunlaştıracağız.
- Recep Tayyip Erdoğan birkaç hafta önce Oslo görüşmelerinin yeniden başlayabileceğini söyledi. Çok iyi, ancak sadece kelimelerden ibaret. Pratikte Kürt sorununa bir çözüm bulma iradesi göstermiyor. Diyaloglara açığız ama silahlı eylemlerimizi durdurmayacağız.
- PKK, farklı siyasi partiler ve Kürt sivil toplumu Abdullah Öcalan’ı Ankara ile müzakerelerde muhatap olarak belirledi. Bir ev hapsi olabilir. Böylece önderimiz hükümet ile müzakereleri yürütebilir. Bu şiddetin durması için vazgeçilmez bir koşuldur.
- Kürtlerin meşru bir demokratik özerklik arzuları var, haklarının tanınmasını istiyorlar.
- Eğer Türk ordusu Suriye Kürtlerine saldırırsa çok şiddetli misillemelerde bulunacağız.
Sendika
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne genç bir kadın vize talebiyle başvurur. Vize bürosu herkes gibi ondan da çeşitli belgeler yanında hesap cüzdanı fotokopisi ister. Birkaç gün sonra fotokopiler gelir. Vize görevlilerinin ağzı hayretten açık kalır. Çünkü cüzdanda görünen para 20 milyon dolar civarındadır. Amerikalı görevliler küçük bir araştırma yapınca kadının bir sendikada sıradan bir maaşla muhasebeci olarak çalıştığını öğrenirler. Elçilik ek bir bilgiye daha ulaşır. Kızın babası uyanıklığı ile ünlü ilimiz kökenli Ankara’da ünlü bir sendikacıdır.
Bu olayı Yıldırım Koç bir hafta önce Aydınlık’taki köşesinde yazdı. Acaba kendisini arayan bir savcı, maliye yetkilisi falan olmuş muydu? Hayır olmadı, dedi...
Sabah akşam futbol konuşan bir ulusun milli takımının başarısızlığı bu oyunun çeneyle değil kafa ve ayakla oynandığını hepimize bir kez daha hatırlatmış olmalı...
Haldun Ertem
PKK
PKK, okulları ve öğretmenleri neden hedef alıyor?
Öğretmenleri neden kaçırıyor?
Meğer 4+4+4 sisteminin Kürtleri asimile ettiğini düşünüyorlarmış...
Bunu demokratik yollardan dile getirme imkânları var...
Meclis’te 20 milletvekilleri bulunuyor.
Ancak onlar istek ve eleştirilerini yine de terör yaratarak ifade ediyorlar...
Sonra da barıştan, uzlaşmadan, kardeşlikten söz ediyorlar...
* * *
Van’da bir okuldan Atatürk adını silip Başbakan’ın annesinin adını verdiler.
Atatürk’e saldırırken Başbakan’ı kullandılar yani...
Acaba Erdoğan bunu olağan buldu mu?
Ergenekon’un gizli tanığı çocuğa tecavüzden 31 yıl hapis cezası yemiş.
Ne yani? “Hukuka tecavüz” gibi çocuğa tecavüzün de ödüllendirileceğini düşünmüş olamaz mı!
Fahrettin Fidan
Kurbağa
Emekli öğretmen Ahet Kantarcı yazıyor:
“İsmi lazım değil bazı ülkeler La Fontaine’in masalındaki kurbağaya benziyor.
Hani şu dere kenarında yaşarken kendinden büyük hayvan görmemiş kurbağa, bir gün dereden su içmeye gelen öküzü görünce kendinin küçük olduğunu anlamış, ben de onun gibi büyük olmalıyım demiş içinden, başlamış şişmeye... Şişmiş şişmiş şişmiş, tabii ki sonunda çatlamış.”
Bölün denebilir mi?!
Arslan Tekin
Once IRA ve ETA vardı. Şimdi MORO ve FARC çıktı. Bakın onlar nasıl anlaştılar, siz de PKK ile anlaşın ve bölün Türkiye’yi gitsin, diyorlar.
Her ülkenin şartları kendisine göredir.
“Bask modeli”ni yerinde görmek için İspanya ve Fransa’ya gitmiş, çatışmaya bile şahit olmuştum. Bir Arap ülkesinde de Filipinli Müslümanları tanıdım. Tesadüf, şu sıra ünlü Kolombiyalı yazar Márquez’un hatıraları elimde... İlk ayaklanmada, 1948’de, belki bir milyon insan ölmüş. Başşehir Bogota’da öğrencilik yıllarında şahit olmuş bütün olup bitenlere... Liberal lider Gaitán’ın öldürülüşünü ve katil sanılan kişinin linç edilişini, olayların çığırından çıkışını ve acımasızca bastırılışını dehşetle takip ediyor. Kendisini hâdiselerin içinde bulan biri daha var: Fidel Kastro... O sıra 20 yaşında, öğrenci temsilcisi olarak bir toplantı için Havana’dan Bogota’ya gelmiştir. Bu komünist lider sonra Küba diktatörü olacaktır. Márquez, Kastro’dan, “Çok iyi dost olduk” diye bahseder. Şimdi tıpkı PKK gibi Oslo’da masaya oturdukları FARC (Kolombiya Devrimci Silâhlı Güçleri), PKK gibi bir komünist örgüt. Silâhlı hareketler 1948’den sonra hızlanmış, 1964’te de FARC kurulmuş. Hükûmetle birçok defa görüşmüşler. FARC’ın efsanevî lideri Manuel Marulanda... Asıl ismi başka; bu isim ünleniyor. 2008’de, 78 yaşında kalp krizinden hayatını yitiriyor. Antlaşmalar bozulmak için yapılır. Zaman ne gösterecek bilinmez.
Ne IRA, ne ETA, ne MORO, ne de FARC, bizim örneğimizdir.
Türkiye’de yalnız PKK, yıkıcı bölücü faaliyet göstermiyor... Bir sürü harf yığını örgüt var. Daha yakın zamanda polislere suikast düzenleyen örgütün lideri hayatını geçen yıllarda yitirdi, örgüt ise hâlâ ayakta... Sivil uzantıları var; türküler söylerler, birçok tanınmış şarkıcı, türkücüye de propagandalarını yaptırırlar. Grup üyelerinden biri bir eylemde gözaltına alınsa fikir paralelliği kurulmuş gazeteciler, “masumiyet”lerini sıralayıverirler! Taraftar kazanmalarına gazeteciler ve türkücüler yardımcı olurlar! Sonuç alamayacaklarını bile bile inançla, kararlılıkla yürüyorlar, adamları gözlerini kırpmadan ölüme koşuyorlar.
Alevî kardeşlerimizi kışkırtmak, yandaş toplamak isteyen zaman zaman silâh patlatan örgütler de var. Dünyada neredeyse örneği kalmamış, kalsa bile değişen veya can çekişen komünist yönetimler ortada iken, bu örgütlerin ve etnik temelli yine aynı kaynaktan çıkmış PKK’nın, Marxist-Leninist fikirlerle (arada Mao’yu da katarak) beyin yıkayabilmeleri aklın sınırlarını zorluyor.
Hâl böyleyken, az veya çok silâh patlattı, az veya çok adam öldürdü diye, örgütlerle masaya oturulur mu?
En kolayı insanlarımızı ayrıştırmaktır, en zoru ise, aynı ülkü etrafında bir arada tutabilmektir. Ayrıştırırsanız yok olursunuz, bütünleştirirseniz var olursunuz.
Hani böyle izahtan sonra bir cümle ekliyorlar: “Bu kadar basit!” veya daha kısa “Nokta!” diyorlar ya... Öyle işte!
“Oslo” yok oluştur; “mücadele” var oluştur!
Ve Atatürk Bölündü...
Bekir Coşkun
Bölmedikleri bir şey kalmadı...
*
Ordu:
Yarısı içeride...
Yarısı dışarıda...
*
Mahkemeler:
Cemaatin mahkemeleri...
AKP’nin mahkemeleri...
*
Sermaye:
Mor...
Yeşil...
*
Sendikaları, TÜSİAD-MÜSİAD’ı, medyayı, üniversiteleri, sivil toplum örgütlerini, bürokrasiyi, toplumu saymıyorum bile...
*
HES’lerle dereleri böldüler mesela:
Yukarısı akıyor...
Aşağısı kurudu...
*
Ormanları böldüler:
“2-B...”
*
Markette salam, sucuk, pastırma bölündü:
- Haram gıda...
- Helal gıda...
*
Çocukları böldüler:
Dindar nesil olacaklar...
Geri zekâlılar...
*
Bayramlarımızı böldüler:
Kurban Bayramı’nda dört gün belediyelerin toplu taşıma hizmetleri bedava...
Bir gün sonra Cumhuriyet Bayramı’dır, hiç sevmezler...
Paralı...
*
Yönü bölündü memleketin:
Yarısı Batı’ya gitmek ister, yarısı Doğu’ya...
Sanat, kültür, yaşam, plajlar, oteller, lokantalar, çarşılar...
Marşlar bölündü...
İnançlar, duygular, umutlar, sevgiler, hayaller paramparça...
*
Ve Atatürk...
İkiye böldüler:
- Atatürk...
- Gazi...
Ne de olsa Atatürk’ün askeri yönünü kabul ediyorlar artık... Ama çağdaşlaşma devrimlerini istemiyorlar...
Bu nedenle ona askeri yanı ile “Gazi” diyor bademgiller...
Tarihten utandıkları için, hadi çok çok Gazi Mustafa Kemal...
*
Milyona bölseniz...
Zerresi etmezsiniz ya... Son on yılın en şahane haberi!
Mustafa Mutlu
mmutlu@gazetevatan.com
Bana göre son on yılın en şahane haberi, dünkü Hürriyet’in ekonomi sayfalarından birinde yer alan “Potemkin Mahallesi” başlıklı haberdi.
Okumayanlar için özetleyeyim:
AKP’li Esenler Belediyesi, TEM otoyolu ve O-3 otoyolunun kenarında bulunan binaların çirkin görüntüsünü ortadan kaldırmak için, 1 milyon 900 bin lira harcayarak, 141 binaya mantolama yapıyormuş...
Buraya kadar “şahane” değil mi? Gerçekten de çok iyi bir icraat...
Haberin devamını da okuyalım o zaman:
“Binaların sadece ön yüzleri yenilenirken yanları ve arkaları ise ‘Potemkin Köyleri’nde olduğu gibi yıkık, dökük duruyor.”
Yani aslında ortada “mantolama” diye bir şey yok... Sadece “dekor” var!
Evlerin yanları, arkaları yine çirkin kalıyor...
Ama önden bakıldığında karşınızda bir Osmanlı ya da Selçuklu kenti duruyor!
Peki; Hürriyet, bu habere neden “Potemkin Mahallesi” başlığını atmış?
Çünkü Potemkin Köyü ya da Potemkin Panoları terimi, dışarıdan bakana gerçekte olduğundan daha iyi gösterilmeye çalışılan yapılar için kullanılıyormuş...
Kökeninde ise Çarlık Rusyası’nda 1787’de yaşanan bir olay varmış:
Avusturya İmparatoru II. Joseph resmi bir görüşme için Rusya’yı ziyaret edecekmiş. Gezi programında Kırım da varmış. Çariçe II. Katerina, ziyaretin organizasyonuyla Mareşal Potemkin’i görevlendirmiş...
Ancak yol boyunca görülecek köyler bakımsız, sefil durumdaymış! Bunları tek tek yenilemek de oldukça masraflıymış...
Bu yüzden Mareşal Potemkin işin kolayını bulmuş İmparator‘un geçeceği güzergâhta bulunan bütün köy evlerini, güzel ev panolarıyla kapattırmış...
Yani, dekor kurdurmuş!
Bu olay da tarihe Potemkin Panoları olarak geçmiş.
***
Bu habere, “Son on yılın en şahane haberi” dememin de nedeni var elbette:
Çünkü haber, son on yıldaki “ülke yönetme mantığını” ortaya koyuyor!
Başta ekonomi, Kürt sorunu, demokrasi, özgürlükler ve sıkıntı yaratan yasalar olmak üzere hiçbir konuda sorunun özüne yönelinmiyor.
Bütün sorunlara sadece “göstermelik müdahalelerde” bulunuluyor.
Yani hepsinin önü, Potemkin Panoları’yla kapatılıyor; arkalarındaki ve yanlarındaki çürümüşlük umursanmıyor...
Paramız, enerjimiz, zamanımız bu “kandırmacalara” heba ediliyor...
Ve biz, toplum olarak bu dekorları gerçek sanıp, bal gibi yiyoruz...
Hepimize afiyet olsun!
***
İSİM!
Van ve Erciş’teki depremlerde ağır hasar gören ya da yıkılan okulların yerine yenileri yapılıyormuş. Ama..
Bu okulların tamamına yakınının isimleri değiştirilmiş!
Örneğin Erciş’te 1944’ten beri adı “Atatürk” olan ilköğretim okuluna, Başbakan‘ın annesinin adı verilmiş...
Tamam; birileri Başbakan’a yağcılık yapmak istemiş olabilir, ne yazık ki artık bu çok doğal...
Ama bunun için tam 68 yıldır ulu önderin adını taşıyan okulun ismini değiştirmek yerine, yeni yapılan bir okul bulamazlar mıydı?
Yoksa...
Acaba özellikle böyle mi yapmak istediler?
***
GÜNÜN SORUSU
Ülkemizde ilk kez bir polis sendikası kuruluyormuş... Adı Pol-Sen olacak sendikanın amacı, polislerin özlük haklarının iyileştirilmesi, amir baskısı, uzun çalışma saatleri ve sendikal haklar gibi sorunları çözmekmiş... Sorum ortaya:
Bu sendikaya üye olacak polisler de hak arama eylemi yaparsa, acaba meslektaşları onları da önce buz gibi havuzda ıslatıp, sonra gözlerine “doğal” biber gazı sıkacak mı? Yani, polis, polisle de karşı karşıya gelecek mi? Yoksa ayrıcalık tanıyacak mı?
***
Maaş var, ders yok!
Önceki gün yayınlanan “Takunyalı Üniversite” başlıklı yazımda Bilim ve Gelecek isimli derginin son sayısında yapılan bir araştırmadan söz etmiştim. Bu araştırmada ülkemizdeki 103 üniversitenin rektörlerinin, kamuoyunun gündemine nasıl geldikleri tek tek anlatılıyordu.
Elbette siyasete ve cemaatlere yakınlık, birinci sıradaydı.
Bu yazım büyük ses getirdi. Gelen mektuplar sayesinde Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde yaşanan haksızlıkları görme olanağı buldum.
Tek bir örnek vereceğim:
Yardımcı Doç. Dr. Necmi Akyalçın, Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışıyor. Sözleşmesi temmuz ayında sona erdi ama yenilenmesi ancak ekim ayında, o da yerel basının yayınları sayesinde oldu!
Sonuçta herkese üç yıl uzatma hakkı verilirken onun sözleşmesi sadece iki yıllığına uzatıldı.
Sözleşme uzatıldı ama defalarca başvurmasına karşın bu kez de kendisine ders verilmedi! Üstelik anabilim dalıyla ilgili biri ödüllü üç kitabı ve onlarca makalesi bulunmasına karşın...
Verdiği bütün dersler, bu konuda tek kitabı bile olmayan, iki makaleden fazla yayını bulunmayan, bölüme yeni gelmiş bir akademisyene verildi...
Yani Necmi Akyalçın üniversiteden maaşını alıyor, her gün düzenli olarak gidiyor ama işini yapamıyor!
Neden biliyor musunuz?
Çünkü kendisi, altı yıldır Çanakkale Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanlığını yürütüyor...
MÜSLÜMANLARIN İKİ BÜYÜK ZAAFI
Mehmet Tezkan
mtezkan@milliyet.com.tr
Önceki akşam Haber Türk’teki Teke Tek’in konuğu Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi idi..
Eygi muhafazakarlık üzerine, Müslümanlık üzerine, Türkiye’nin hali üzerine çok ilginç şeyler söyledi..
Milli maçın karşısına denk geldiği için çoğu kişi izleyememiştir.. Ben kayda aldım daha sonra izledim..
*
Ne mi konuşuldu?
Eygi çok hassas meseleleri anlaşılır bir üslupla tane tane anlattı.. Onun muhafazakarlar için, Müslümanlar için söylediklerini bir başkası söylese tefe konulurdu..
Hakarete uğrardı..
Gelelim söylediklerine..
Türkiye’nin temel sorununun kalite olduğunu söyledi.. Türkiye vasıfsızlık ülkesidir dedi.. Cehaletten dert yandı..
Eygi’ye göre; ekonomik kalkınmanın yanına edebiyatı, sanatı, mimarlığı, peyzajı koyamadık..
O yönümüz eksik kaldı..
Kültürsüz toplum olduk..
Yani, Türkiye muhafazakarlaşmıyor, kültürsüzleşiyor.. Fatih Altaylı’nın deyişiyle köylüleşiyor..
*
Müslümanlar zengin ama kültürsüz diyen Eygi, Müslümanların iki büyük zaafı olduğunu söyledi..
İslamiyet’i anlayamamak..
Çağı yakalayamamak..
*
Uzun sohbette sağlıklı bir toplum olmadığımız, müşterek değerlerimizin ortadan kalktığı ama bunun farkında olmadığımız konuşuldu..
Bunun da ötesinde.. Öfkeli, kavgacı, kindar bir toplum olduk..
Eskiden böyle miydik?
Hayır..
Eygi gençlik döneminden örnek verdi; İstanbul’un nüfusu bir milyondu.. Bu bir milyonun 300-350 bini Rum, Ermeni, Yahudi’ydi.. O günlerde bu kadar düşmanlık yoktu..
Haklı..
Eskiden bir arada yaşardık.. Kimse komşusu Ermeni diye dert etmezdi.. Halkın böyle bir sorunu yoktu..
Şimdi.. Var..
12 milyonluk İstanbul’da yaşayan Ermenileri, Rumları, Yahudileri toplasan 30 bini bilemedin 40 bini geçmez..
Ama düşmanlık had safhada.. Düşmanlık tavan yaptı..
Türkiye Hollanda milli maçını hatırlayın.. Tribünleri harekete geçirmek isteyenler şöyle bağırmıştı..
Ayağa kalkmayan Ermeni olsun!..
Haber Türk, Mehmet Şevket Eygi ile yapılan sohbeti bir kez daha yayınlamalı..
‘Yetmez ama evet’ten..
‘Yetmez ama evet’ referandumun simgesiydi.. Yazar Oya Baydar da bu sloganı benimseyenlerdendi..
Evetçiydi..
T24 adlı haber sitesindeki köşe yazısına bu başlığı atmış ama peşine yeni bir slogan ekleyerek..
‘Yetmez ama evet’ten ‘yetti artık hayır’a..
Demiş..
Niye mi ‘evet’ten ‘hayır’a geçmiş.. Yazısında uzun anlatmış..
Final bölümü şöyle..
*
“Hep doğru olduklarını, hep kendi takımının haklı olduğunu düşünenler en çok yanılanlardır. Doğru gördüğüne, takım ruhuyla değil özgür iradesiyle ‘evet’ diyebilenlerin yanlış gördüklerine ‘hayır’ deme hakları hem herkesten fazladır hem de o hayır, takımcı taraftar evet’lerinden daha ağırlıklı ve saygıdeğerdir. Kendi payıma, hiçbir kişiye, gruba, partiye, dünyevi ya da uhrevi hiçbir mercie ödenecek diyetim yok. Kendi kendimi tutsaklaştıran aidiyetlerim de yok. Böylece kendi takımımın yanlışlarını savunmak zorunda olmadığım gibi, doğru saydıklarımı ötekinden geliyor diye reddetmek mecburiyetinde de değilim. Elde edilmesi güç ama tadına doyulmaz bir özgürlük, sadece insanın kendi vicdanına dayanan bir ahlâktır bu. Taşıması ağırdır ama herkese tavsiye ederim.”
Uludere de ‘doğal afet’ sayılsın
Meclis’te kurulan alt komisyon Uludere soruşturmasını tamamlamış..
Hani, 34 sivilin yanlışlıkla bombalandığı olay vardı ya.. Hani, PKK’lı zannedilerek savaş uçakları üzerlerine bomba yağdırmıştı ya..
O olay..
Komisyon soruşturmasını tamamlamış da hatanın kaynağını bulmuş mu?
Hayır..
CHP’li komisyon üyesi Gök’e göre dört sorunun cevabı yok..
Nedir onlar?.
BİR: Heron görüntülerini kim değerlendirdi..
İKİ: Hedef tayinini kim yaptı..
ÜÇ: İstihbarat bilgisi nereden geldi..
DÖRT: Vur emrini kim verdi..
Bu soruların cevabı yoksa geriye ne kalıyor.. Bir yıl oldu Meclis hâlâ bu sorulara yanıt veremiyorsa gerisini düşünün..
*
En iyisi Uludere’yi de Afyon gibi yapsınlar..
Nasıl yani..
Doğal afet saysınlar.. 25 askerin öldüğü mühimmat deposundaki patlamayı doğal afet saymadılar mı?
Uludere’ye de doğal afet desinler dosyayı kapatsınlar!
Gaddarlığın böylesi görülmedi!
Ruhat Mengi
rmengi@gazetevatan.com
Aslında “barbarlığın” da denebilir, çünkü yapılanlar gaddarlık sınırını çoktan aştı. Normal insanların yapamayacağı boyuta gelince ona artık başka tanımlar aramak gerekir. Bu ülke vatandaşının çilesi zaten dünyada en çok suçun işlendiği, en çok tecavüzün, cinayetin görüldüğü bir yere doğmuş olmak.. En akla gelmeyecek rezillikleri, sapıklıkları, vahşet olaylarını duyarak ve o sapıkların-suçluların “cezalandırılmadıklarını” görerek yaşama eziyetiyle karşılaşmak.. “Küçücük çocuklara hatta bebeklere tecavüz edebilecek kadar, öldürebilecek kadar iğrenç ruhlara sahip yaratıklar”la aynı havayı solumak zorunda kalmak..
Ve öte yanda hiç kimseyi öldürmemiş, zarar vermemiş , vereceğine dair kesin kanıt da bulunmamış, çoğu “bilgisayarlara gönderilmiş ve bilirkişiler tarafından ortaya çıkarılmış virüslere, ilavelere dayanan kurgular, iddialar” üzerine ülkenin yüzlerce onurlu insanı hapislerde çürümeye mahkum ediliyor. Tanınmış, başarılı gazetecilerinden rektörlerine, profesörlerinden milletvekillerine kadar onlar hapisten çıkamıyor ve kendilerine de en aşağılık, en canice suçları işleyenlere gösterilmeyen acımasızlık gösteriliyor.
7 CİNAYETE TEK CEZA, YOK YA?
Bu olayları gizleyen ve “siyasetçilere, iktidarlara yaranmayı asıl görevi sanan” gazete ve gazetecilere bakıyorsunuz herşey güllük gülistanlık, bu olaylar sanki hiç olmuyor, ülkede hiçbir sorun yok, demokraside hiçbir sorun yok, hukukta hiçbir sorun yok.. Pespembe tablolar çiziyor ve en büyük hata, suç ve haksızlıklara bile gözlerini kapatıyorlar. Oysa hiçbir şeyi görmeyen göz bile o “üçüncü-beşinci vs” diye isim takılan yargı paketleriyle katillerin, tecavüzcülerin ve diğer en ağır suçları işleyenlerin, kim bilir kaç cana kıymış teröristlerin bırakıldığını ama bu “somut bir suçu olmayan, kimsenin canını yakmamış, ilgili birçok iddianın tutarsızlığı bilim kurullarınca belirlenmiş” insanlara en ağır cezaların fütursuzca verildiğini görür.
Bu ülkede katliam sanıkları “7 cinayete tek ceza” gibi hukukta görülmemiş aflarla, indirimlerle kurtarılıyor. Kanlı cinayetlerden yatanlara “kravat-takım elbise” kullanırlarsa “iyi hal indirimi” yapılıyor.. On binlerce gencin ölümünden sorumlu Öcalan 5 yıldızlı otel gibi yerde tutulmasına rağmen “serbest bırakılması” için her numara deneniyor. Ve yakında bırakılır da.. Ama öte yanda senin hayatını eğitime adamış, bugüne kadar tek bir suç işlememiş onurlu rektörün hapisten çıkamaz. Gencecik oğlunun öldüğü gün bile..
SUÇU NE, ÇABUK SÖYLEYİN!
Yıllarca üniversite rektörlüğü yapmış, binlerce gencin eğitiminde rol oynamış, değerli bir profesör olan Fatih Hilmioğlu “Ergenekon tutuklusu” olarak cezaevine konmuş (çocuk tecavüzcüsü ‘tutuksuz’ yargılanıyor efendim ve nerede olduğu, başka hangi çocuklara zarar verdiği belli değil. Toplu tecavüz edenler bile tutuksuz yargılanıyor)..
Dikkat, henüz “tutuklu”, yani hüküm giydiği bir suç yok.. Ve ayrıca karaciğer kanseri, yani ölümcül bir hastalığın pençesinde.. Kendisine reva görülen bu ağır hakaretin hastalıktaki rolü de yadsınamaz.
Ama “terörist”lere yapılmayan ona yapılıyor, teröristler Habur’dan oradan buradan gelince serbest bırakılırken o “trafik kazasında kaybettiği” gencecik evladının ölüm haberini aldığı gün bile cezaevinden çıkarılmıyor. Bu en büyük acıyı orada tek başına yaşaması sağlanıyor. Cenaze töreni için “jandarmalar eşliğinde” evine getiriliyor ama orada kalmasına “güvenliğin sağlanamayacağı” gerekçesiyle izin verilmiyor. Yani PKK’lı kaçmaz, bir daha suç işlemez, katil bırakılır, tecavüzcü tutuksuz yargılanır, katliam yapan affedilir ama senin onurlu rektörünün , evladını kaybetmiş (ve ağır hasta) bir babanın kaçacağına inanılır.
Bu barbarlığı yapanların yargı karşısında hesap vermesi gerekiyor. Hangi büyük suçu işlemiş, hangi katliamı yapmış, kimi öldürmüş ki Fatih Hilmioğlu’na bu hakaret ve haksızlık yapıldı, bunun derhal halka açıklanması gerekiyor. Bu ülkede halihazırda da “katliam yapan terör örgütü mensuplarının da affedilmesi, hatta siyaset yapmasına izin çıkması” tartışılıyor. Askerlerimizi öldüren, bebeklerini beşikte, analarını gözyaşları içinde bırakanlar affedilecek de Hilmioğlu ne yapmış ki hapiste tutuluyor? Ve ne hakla tutuluyor?
İNSAN OLAN DAYANAMAZ
Bu olaylar artık susulamayacak, sabredilemeyecek noktaya vardırıldı. Haksızlığın, acımasızlığın bu kadarına “insan olan” dayanamaz. Ama açalım dünkü gazeteleri, “iki küçücük yeğenini boğan yenge”, “kendisine tren bileti alan, koluna girdiği arkadaşını öldüren adam”, “cezaevinde gardiyanlar tarafından öldürülen genç”, iki gün önce “evinde tecavüz edilip öldürülen genç kız”, “15 yaşında 100 vahşinin tecavüzüne uğrayan çocuk” haberlerini okuyalım, böyle olayların duyulduğu (ve hiçbir çözüm üretilmeyen ama hala “en az 3 çocuk” telkini yapılan) ülkede bunun da olmasına şaşırmayacağız.
Kimsenin bu olaylara tepki vermediği toplum, bu ahlaksızca, bu vahşice, bu canice haberleri ve her tür hukuk cinayetini duyarak yaşamaya mahkumdur. Ben ve benim gibi duyarlı olanlar ise “toplumunun tepkisizliğinden , korkaklığından, tembelliğinden, bencilliğinden utanarak” yaşamaya..
Hilmioğlu’nun “hem de ‘ağır tutukluluk şartları’ gerektiren”, “ailesiyle acısını paylaşma hakkı” bile verilmeyen suçunu derhal millete açıklasınlar!
Seçmeli 'Kürt milleti(!)' olmayı öğrenme dersi
Selcan Taşçı
selcantasci@gmail.com
Milli Eğitim Bakanlığı’nın “üniversitelerin Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerindeki öğretim üyeleri ile Talim Terbiye Kurulu pedagoji uzmanlarına” hazırlattığı Kürtçe ders kitaplarında “zaman” kavramını öğretirken kullanılan takvim sayfalarında Yılmaz Güney resimleri varmış.
Kış mevsimi “kartopu oynayan poşulu çocuklar”la anlatılmış.
Çocukların Şemmamme eşliğinde egzersiz yaptığı yazıyormuş...
Olgun erkek figürleri kara ve gür bıyıklıymış...
İyi tarafından bakarsak; demokrasiyi de “taş atan çocuklar”la anlatmaya kalkmadıklarına şükür tabii!
Aman yanlış anlaşılmasın “her poşuluya PKK sempatizanı” muamelesi yapan kafadan gelmiyorum; her yörenin kendine has giyimi, kuşamı, ezgisi, deyimi, sözü olur elbet;
Ege’nin, Trakya’nın, Karadeniz’in yok mu?
Rahatsız edici olan herhangi bir objeyi “etnik kimlikle özdeşleştirme”, “sembol” haline getirme gayreti.
“Seçilmiş” kimi isimleri yeni nesil Kürtler için “ikon”a dönüştürme çabası.
Bir “milli tipoloji(!)” yaratma yolunda atılan adımlara “devlet” in alet edilmesi!
Atkı ve bere ile kartopu oynayan Kürt çocuğu yok mu yani?
Veya her Kürt çocuğunun “kahramanı” Yılmaz Güney olmak zorunda mı?
“Resimdeki şahsın” kim olduğunu nasıl anlatacaksınız; “Sinemacı, oyuncu, yönetmen, sanatçı ve hatta aydın” mı?
Bir hukuk adamını katleden, kadınların kafasının üstüne bardak koyup atış talimi yapan bir kanun kaçağı mı?
Bu “rol model”le mi çocuk yetiştiriyor artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eğitim kurumları?
Seçmeli Kürtçe dersi için hazırlanan kitaplarda yer alan fotoğraflara bakarken kendi çocukluğuma döndüm, İngilizceyi nasıl öğrendiğimi hatırlamaya çalıştım.
This is a pencil...
This is a table...
İngiliz veya Amerikalı öğretmenlerimiz hiç bir takvim yaprağının üstüne, “iyi eğitimli, yakışıklı, kibar görünümlü, karizmatik ama en nihayetinde katil olan Theodore Robert “Ted” Bundy”nin fotoğrafını koymuşlar mıydı acaba;
“Ted Bundy was a handsome and charismatic American serial killer, rapist, kidnapper, and necrophile!..”
Yoo hiç böyle bir metin hatırlamıyorum ders kitaplarımda.
En fazla Mr. and Mrs. Brown ile tanıştık işte!
Bir de annemin portakal kabuğu rendelenmiş vanilyalı kekinin yerini “cheesecake” aldı; özendik tabii!
İyi de onlar “yabancı dil” değil “anadillerini” öğreniyorlar diye celallenenler olacaktır;
Celallenmeyin!
Bu yapılanın “dillerini öğrensinler” meselesini fersah fersah geçtiğini kabul edin.
“Kürtçe” öğretmiyor, doğal, geleneksel yahut genetik değil üzerinde çalışılarak oluşturulmuş, suni bir “Kürt kimliği” dayatıyorlar; “toplum mühendisliği” nin daniskasını yapıyor, tek tipleştiriyorlar.
Hâla mı görmüyorsunuz bütün bunlar “devlet”leşebilmenin ön şartını yerine getirmiş olmak; “milletleşebilmek” adına...
Evlatlarınızın ayakta tutabilmek için her gün can verdiği “milli devlet”i “milletleşerek” bölüyorlar hem de “devlet”in himayesinde!
Çok kötü bir haber aldım dün.
Banu Güven, içinde kendisinin de yer alacağı yeni bir televizyon oluşumundan bahsetmiş.
Kaçın;
Eeeeeee...
Aaaaaaa....
Iııııııııııı....
Hımmm.....
Ve yazıya dökemediğim envai çeşit inleyen nağme geri dönüyor hayatımıza!
Malala'lar ülkesi...
Pakistan’da, okuldan dönerken Taliban militanları tarafından başından vurulan 14 yaşındaki Malala Yusufzay’ın yarattığı etkiyi anlatan dokunaklı bir yazı yazdı dün Ertuğrul Özkök;
“İşte böyledir.
Bir gün 14 yaşında bir kız çıkar...
Kız bile değil, bir kız çocuğu çıkar...
Bir bakışı yeter.
Sadece duruşu, üç-beş cümlesi yeter. Ne süper güçlerin süper ordularının, ne tankın, ne tüfeğin yapamadığını yapar.
İslam adına İslam’a en büyük kötülüğü yapan Taliban’ın karşısına dikilir.
Ve dronların, pilotlu, pilotsuz uçakların, özel kuvvetlerin dağıtamadığı Taliban’ı darmadağın eder.
Taliban’ı, ta(li)bansıza çevirir.
Müslüman’ım diye ortada gezen o korkak soytarıyı tek kurşun atmadan tam vicdansızlığından vurur”
Öyle midir gerçekten; bir gün “vuruldu” sandığınız bir çocuk çıkar ve devletlerin, siyasilerin, askerlerin yapamadığını yapabilir mi?
Bir çocuğun “Benim sokağa çıkma hakkım var. Okula gitme hakkım var. Şarkı söyleme hakkım var...” demesi terör inlerini darma dağın eder mi?
Dünyanın başka coğrafyalarında belki coşkuyla, umutla karşılanabilir ama daha 2 ay önce PKK’nın saldırısında katledilen 1.5 yaşındaki Almina’yı “gömdüğümüz” bu ülkede bütün anlamını kaybediyor Özkök’ün “samimiyetle” yazıldığından şüphe duymadığım satırları.
Biz Almina’yı gömdük ve başarabildiğimiz tek şey unutmak oldu çünkü!
3 yaşındaki Süleyman’ı gömdük ve unuttuk!
11 yaşındaki Sevgi’yi gömdük ve unuttuk!
Malala için bütün Pakistan’ın, bütün dünyanın ayakta olduğunu belirterek “O kız çocuğunun adını bir tarafa yazın” diyor Özkök;
“Çünkü o isim, dünyanın her yerindeki zulme, gaddarlığa, adaletsizliğe, teröre karşı direnişin sembolü olacak...
Bir millet uyanıyor.
O milletin adı, kız çocuklarıdır...
İşte o millet şimdi ayağa kalkıyor.”
Beyaz kundağına kırmızı kanlı delik açılan bebeklerin ülkesi burası; ve bakın sağınıza, solunuza; kim var, kaç kişi var ayakta?
Hani?
Bu toplumun vicdanından kaç “Malala” geçti gitti...
Gidin bakın mezarlıklara;
Burası 30 yıldır, 3’ünde, 5’inde, 7’sinde, 10’unda kurşunlanan, bombalanan, taranan, yakılan Malala’lar ülkesi...
Ve...
30 yıldır “bir millet” oturuyor.
30 yıldır “ayakta” olduğu tek yer cami avluları; ki musalla taşına kadar; sonra “çöküyor” .
Siniyor...
Susuyor...
Unutuyor...
Malala’nın adını bir kenara yazalım tamam da;
Malalar ülkesinde kaç gün duracak ki silinmeden!
Neydi PKK mermisiyle göbeği delinen o bebeğin adı?
“Bir tarafa yazan” çıktı mı?
Kimse bilmiyor!
Milletvekillerine ‘torpilli’ Hac
Saygı Öztürk
Dostları ilə paylaş: |