Düşünün ki bu, sömürge ve yarı-sömürge devrimlerinin o henüz çok zayıf olan başlangıç evresidir. Birçok ülkede daha komünist partileri bile yok, işçi sınıfı zayıf, bilinçsiz, örgütsüz, dolayısıyla köylülük devrimci bir önderlikten yoksun vb. İşçi sınıfının kendini toparladığı ve ortaya bir devrimci önderlik inisiyatifi koymaya başladığı, köylülüğün toprak ve özgür(161)lük için harekete geçmeye kalktığı bir evrede, devrimci geçmişe ve geleneğe sahip bir milli burjuvazinin bile nasıl davrandığını bize Çin Devrimi’nin 1920’lerdeki o ilk trajik aşaması gösteriyor.
Kuomintang ile Çin Komünist Partisi bir dönem için birlikte savaşıyorlar. Ama ne pahasına? Çin milli burjuvazisinin önderliğinin fiilen kabul edilmesi, onun çizdiği sınırlara ve belli dayatmalarına katlanmak pahasına. İşçi sınıfının ve köylülüğün devrimci dinamizminin sınırlanması, köylülüğün toprak talebinin dizginlenmesi pahasına. Zira işçi sınıfının devrimde bir hegemonya kurmaya kalkması ve devrimin bir köylü-toprak devrimi olarak gelişmesi durumunda Kuomintang, yani milli burjuvazi bu ittifaka yanaşmıyor. Kendi önderliğini ve çizdiği sınırları yapılan işbirliğinin zorunlu koşulları olarak dayatıyor. Bu nedenledir ki, işbirliğini koruyabilmek için toprak devrimi bir dönem fiilen dizginlenmiştir. Bu ise köylülüğün devrimci dinamizmini sınırlamak anlamına gelmiştir. Ama ne olmuştur? Birkaç sene sonra, işçi sınıfının sancılı bir sürecin ardından devrimci bir inisiyatif ortaya koymaya yöneldiği bir noktada, aynı Çin milli burjuvazisi, Şangay’da gerçek bir işçi katliamı gerçekleştirmiştir. İlkin bu katliamı onaylamıyormuş gibi davranan “milli burjuvazinin sol kanadı”, yalnızca birkaç ay sonra, gelişen köylü-toprak hareketi karşısında Çan Kayşek ile aynı yolu tutarak karşı-devrim kampına geçmiştir. Ve ancak Kuomintang’la girilen ilişkilerin sınırlayıcı etkisinden kurtulduktan sonradır ki, Çin Devrimi’nde köylülüğün devrimci potansiyelinin önü açılabiliyor. Ama bu arada işçi hareketi çok büyük bir darbe yemiş oluyor. Şangay ayaklanmasının bastırılmasıyla birlikte Çin işçi sınıfı hareketi çok büyük bir darbe yediği için, Çin köylü hareketi işçi sınıfının gerçek sınıfsal önderliğinden yoksun kalıyor. Ve bu durum Çin Devrimi’nin sonraki sürecinde değişmeden kalıyor.
Çin örneği, özellikle milli burjuvazinin kendi konumundan en devrimci tavır gösterebildiği bir ülkede bile, olayın na(162)sıl seyrettiğine çarpıcı bir örnektir. Çin milli burjuvazisinin ta 1910’lardan gelen bir devrimci mirası ve geleneği var. 1911 Devrimi’ne ve ilk Çin Cumhuriyetinin kuruluşuna önderlik etmiş bir sınıf. Bu sınıfın önderi olan Sun Yat Sen, yaşadığı sürece burjuva demokrat bir kişilik göstermiş az-çok tutarlı bir burjuva devrimcisidir. Lenin kendisinden sıcak sözlerle söz eder. Çin Komünist Partisi, Kuomintang’ın ihanetine rağmen, Sun Yat Sen’in “yeni üç halk ilkesi” diye nitelediği mirasına bütün bir devrim tarihi boyunca sahip çıkmıştır. Düşünün, bu kökten, bu kaynaktan gelen bir ulusal burjuva hareket bile ilk fırsatta devrimci işçi inisiyatifini boğma yoluna gidebiliyor. Toprak devriminden öcü gibi korkuyor ve ona karşı kesin bir tavır alıyor. Milli burjuvazinin sol kanadı bile köylü-toprak devriminin ilk belirtilerini görür görmez devrime ihanet ediyor ve karşıdevrim saflarına geçiyor.
Bundan kendiliğinden çıkan bir tarihsel ders ya da sonuç var. Yüzyılın ilk çeyreğinde, yani sömürge, yarı-sömürge devrimlerinin henüz o başlangıç döneminde bile, milli burjuvaziyle ittifak politikaları, ancak işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci dinamizmi, devrimci inisiyatifi sınırlanabildiği ölçüde, işçi sınıfı ortaya bir önderlik iddiası koymadığı, daha doğrusu koymaktan kaçındığı ölçüde, olanaklı olabiliyor. Yoksa milli burjuvazi yanaşmıyor ittifaka. İttifaka yanaşmak bir yana, gelişen devrime karşı, karşı-devrimin kollarına atılıyor, emperyalizme teslim oluyor. Proletaryanın üstünlüğü ele geçirdiği, devrimci hegemonyasını kurduğu, devrimin bir köylü-toprak devrimi olarak geliştiği her durumda, milli burjuvazinin şaşmaz tutumu bu olmuştur. Proletaryanın önderlik konumu kazandığı bir süreç devrimin burjuva sınırların ötesine geçeceğini işaretlediği içindir ki, mülk sahibi bilinçli bir sınıf olarak milli burjuvazi buna karşı tavır alıyor.
Burada özellikle dikkat çekmek istediğim bir nokta, bir ayrım var. Sorun hiçbir biçimde tarihsel olarak burjuva ulusal(163)kurtuluş sorunu ve süreciyle yüzyüze olan bir sömürge ya da yarı-sömürge ülkede, milli burjuvazinin olumlu ya da devrimci bir rol oynama potansiyeline sahip olup olmadığı değildir. Eğer sorun bu olsaydı yanıtı kolay olurdu. Zira tarih bu yanıtı fiilen vermiştir. Özellikle ikinci emperyalist savaş sonrasında birçok sömürge ülkede ulusal kurtuluş mücadelelerine ulusal burjuvazi önderlik etmiştir. Ve o bunu tam da işçi sınıfını, köylülüğü, öteki emekçi katmanları kendi önderliği ve inisiyatifi altında birleştirerek, kendi çizdiği sınırlara tabi ve bağımlı kılarak yapmıştır. Fakat sorun, proletarya önderliğinde gelişen ve köylülüğün toprak devrimi eksenine oturan bir devrimci süreçte milli burjuvazinin yer alıp almayacağı olarak konulduğunda, işin rengi tümden değişmektedir. Böyle bir durumda, böyle bir devrimci süreç karşısında milli burjuvazinin nasıl davrandığını bize, devrimci geleneği güçlü ve devrimci anılarının henüz çok taze olduğu bir sırada, bizzat Çin milli burjuvazisi göstermektedir. Üstelik Sovyetler Bırliği’nden son derece cömert bir siyasal, askeri ve maddi destek aldığı ve buna çok ihtiyaç duyduğu bir durumda ve sırada. Nitekim, 1920’lerin toplam deneyimini, özellikle Çin Devrimi’nin trajik akibetinden yararlanarak genelleyen Komünist Enternasyonal Altıncı Kongresi’nin (1928) milli burjuvaziye ilişkin vardığı ve tezler biçiminde formüle ettiği sonuçlar bu çerçevede yeterince açıktır. (Bu tezlerden bazı pasajları ekte sunuyoruz -Red.)