Üçüncü Bölüm Uluhiyyete Tanıklığın Bazı Adabı ve Onun Ezan ve Namazla İrtibatının Beyanı Hakkında
Bil ki uluhiyyet için bir takım makamlar vardır ki cem/birlik hasebiyle iki makam olarak tabir edilmektedir. Birincisi, zatî uluhiyet makamı, diğeri ise fiilî uluhiyet makamıdır. Eğer uluhiyyetin Hak’ta münhasır olmasının şahadetinden maksat, zatî uluhiyyet ise, hakikati tekbirle birbirine yaklaşmaktadır. Eğer “elihe fi’ş-şey” kökünden türemişse “tahayyere fihi” (onda hayrete düştü) anlamındadır. Eğer “lahe” kökünden türemişse “irtefee” (ref oldu, yükseldi) anlamındadır. Ama eğer “lahe, yeluhu” kökünden türemişse “ihtecebe” (perdeye büründü, örtüldü) anlamındadır. Bu taktirde de tekbir babına müracaattan sonra anlamı açığa çıkmaktadır. Bu konudaki adabı da malum olmaktadır. Tekbirin tekrarlanması da bazı faydalar içermektedir. Ama ihtisar (özet) ile aykırı durumdadır. Eğer “elihe” kökünden türemişse “abede” anlamında olup “me’luh” kelimesinden maksat da “mabud” anlamındır. O halde sâlik kimse mabudiyetin, azameti yüce Hak Teala’ya münhasır kılınmasının şekilsel şahadetini, kalbi ve batınî şahadetle mutabık kılmalı ve bilmelidir ki eğer kalpte başka bir mabud varsa, bu şahadetinde münafıktır.
O halde her riyazetle uluhiyet şehadetini kalbine ulaştırmalı, kalp kabesinden şeytanın ve nefs-i emmarenin tasarruf eliyle yontulmuş olan putları kırmalı ve aşağı indirmelidir ki Hazret-i Kuds'ün huzuruna layık olabilsin. Dünya sevgisi ve dünyevi işler putları, kalp kâbesinde oldukça, sâlik asla maksadına ulaşamaz. O halde uluhiyet şahadeti mülki ve melekuti kuvvelerin ilanı içindir. Bu durumda batıl mabudları ve karmaşık hedefleri ayaklar altına almalıdır ki yakınlık miracına yükselebilsin.
Eğer uluhiyet inhisarından maksat fiilî uluhiyet ise, bu tasarruf, tedbir ve tesirin başka bir ifadesidir. Dolayısıyla da şahadetin anlamı şöyle olmaktadır: Ben şehadet ediyorum ki tahakkuk diyarında yüce ve celil olan Hak Teala’nın mukaddes zatından başka bir tasarruf sahibi, gayb ve şahadet aleminde etkili bir varlık yoktur. Eğer sâlikin kalbinde varlıklardan herhangi birine itminan varsa kalbi hastadır, şahadeti de doğru değildir.
O halde sâlik “vücutta Allah’tan başka bir etkili yoktur” hakikatini evvela sağlam delillerle güçlendirmeli, peygamberlerin bisetinin hedefi olan ilahi marifetlerden kaçmamalı, Hakk’ı ve zatî ve sıfatî işleri hatırlamaktan yüz çevirmemelidir ki bütün saadetlerin kaynağı da Hakk’ı zikretmektir: “Her kim zikrimden yüz çevirirse ona dar bir geçim vardır.”1 Bütün ilahi marifetlerin kaynağı ve gaybî hakikat kapılarının kapısı olan bu ilahi latifeye, tefekkür ve bürhan adımıyla ulaşacak olursa, riyazet ve tezekkür adımıyla da kalbini onunla menus kılar ve böylece kalp ona iman eder. Bu, onun sözünün doğruluğunun ilk mertebesidir. Alameti ise Hakk’a bağlanmak ve diğer varlıklardan ümit ve tamah gözünü çevirmektir. Onun neticesi ise fiilî tevhittir ve bu da marifet ehlinin büyük makamlarındandır. Allah’a doğru sülûk eden bir kimse bütün etkilerin Hakk'ın elinde olduğunu anlar ve mukaddes zat dışında bütün varlıklardan tamah gözünü çevirirse, mukaddes huzura layık olur, artık kalbi fıtraten ve zaten o huzura yönelir. Şahadetin tekrar edilmesi de belki kalbe yerleşmesi içindir ve şahadetten maksat da iki şahadetten biridir, belki de tekrar değildir; birisi zatî uluhiyete işarettir, diğeri ise fiilî uluhiyete işarettir. Bu durumda da onun sonunda iade edilmesi, kalbe yerleşmesi içindir. Bu açıdan da orada şahadet lafzıyla zikredilmemiştir.
İrfani Bir Uyarı
Bil ki şahadet için bir takım mertebeler vardır ki, biz bu sayfalarla uyumlu olarak onun bazı mertebelerini zikretmekle yetiniyoruz.
Birinci mertebesi sözlü şahadettir ve o da malumdur. Bu sözlü şehadet en düşük mertebesiyle de olsa, kalbi şahadetle birlikte olmazsa, artık şahadet değildir. Aksine aldatma ve nifaktır. Nitekim tekbir babında İmam Sadık’tan (a.s) bu anlamda bir hadis nakledilmiştir.1 İkincisi ise fiilî şahadettir ve o da insanın organlarının amelleri hasebiyle şahadette bulunmasıdır. Örneğin amellerine ve amellerin şekline “Vücudda Allah’tan başka bir etkili yoktur” hakikatini yerleştirmesidir. Nitekim sözlü şahadetin gereği de Allah’tan başka hiç kimseyi etkili kabul etmemesidir ve amellerinin suretinin de böyle olmasıdır. Böylece ihtiyaç elini yüce Hak Teala’nın mukaddes huzurundan başka bir yöne uzatmaz, ümit gözünü varlıklardan her hangi birisine dikmez, zayıf kullar nezdinde zenginlik ve müstağni olma izharında bulunur. Zayıflık, zillet ve acizlikten uzaklaşır. Bu konu bir çok hadislerde de yer almıştır. Nitekim Kafi’de yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Müminin izzeti halktan müstağni oluşundadır.”2 Nimet ve zenginlik izharında bulunmak da şer’i müstahaplardan biridir. İhtiyaçlarını insanlardan istemek ise mekruhtur. Özetle insan “vücutta Allah’tan başka bir etkili yoktur” ilahi latifesini zahir memleketinde icra etmelidir.
Üçüncüsü ise kalbi şahadettir ve o da fiilî ve sözlü şahadetlerin kaynağıdır. O olmadığı müddetçe bunlar da gerçekleşmez ve hakikate ulaşmaz. O da Hakk’ın fiilî tevhidinin kalpte tecelli etmesi, kalbin batınî sırrıyla bu latifenin hakikatini elde etmesi ve diğer varlıklardan ayrılmasıdır. İsmet Ehl-i Beyt’inden nakledilen rivayetlerin başlıcaları da insanların eline tamahlanmayı terk etmek, kullardan ümidini kesmek, Allah Tebarek ve Teala’ya itimat etmek hakkındadır ve bunlar da bu makamla ilgilidir.
Kafi’de yer alan bir rivayete göre Ali b. Hüseyin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ben hayrın tümüyle insanların elinde olan şeylerden ümidini kesmekte toplandığını gördüm; her kim herhangi bir şey hususunda insanlara ümit bağlamaz ve tüm işlerini Allah’a havale ederse Allah da her şeyde kendisine icabet eder.”1 Bu tür hadisler oldukça fazladır.
Dördüncüsü ise zatî şahadettir ve maksat vücudî şahadetten ibarettir. O da kamil velilerde tahakkuk eder. Evliyanın görüşünde bütün varlıklarda bir anlamda bu şehadet vardır. Belki de: “Allah, melekler ve ilim sahipleri Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederler”2 ayeti de bu zatî şahadete işaret etmektedir. Zira Hak Teala, toplu birlik makamında vahdaniyetine zatî şahadette bulunmaktadır. Zira salt vücud, zatî ahadiyete sahiptir. Kıyamet günü şafağında da tam vahdaniyetiyle zuhur eder. Bu ahadiyet evvela cem’/birlik aynasında, ondan sonra da tefsil (ayrılma) aynasında zuhur eder. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: “Melekler ve ilim sahipleri” ve burada, bu sayfalarda zikri uygun olmayan marifet makamları da vardır.
Muhammed b. Mes’ud Ayyaşi, kendi tefsirinde Abdussemed b. Beşir’den şöyle dediğini nakletmektedir: İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda ezandan bahsedildi. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Resulullah (s.a.a) Ka’be’nin gölgesinde uyumuş idi Cebrail içinde cennet suyunun bulunduğu bir kapla onun yanına geldi, onu uyandırdı ve o suyla gusletmesini emretti. Ardından Resulullah binlerce renkten oluşan bir mahfeye bindi ve daha sonra göklere götürüldü. Gök kapısına ulaşınca melekler onu gördüler. Göğün kapılarının etrafından kaçıştılar ve şöyle dediler: İki ilah vardır; biri yerde, diğeri ise gökte.” Cebrail ise Allah’ın emriyle şöyle dedi: “Allah-u ekber Allah-u ekber” Böylece melekler göklerin kapılarına doğru geri döndüler, o zaman gök kapıları açıldı ve Resulullah içeri girerek ikinci göğe ulaştı. Melekler onun kapısından da kaçıştılar Cebrail şöyle dedi: “Eşhadu en lailahe illallah, eşhedu en lailahe illallah” Böylece melekler geri döndüler ve Resulullah’ın bir yaratık olduğunu anladılar. Bunun üzerine kapı açıldı ve Peygamber içeri girdi…” 1
İlel’uş Şerayi’de yer alan bir hadis de bu anlama yakın bilgiler içermektedir.2 Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere uluhiyete şahadette bulunmak gök kapılarının açılmasına sebep olmakta ve hicapları yırtmaktadır. Allah’ın meleklerinin toplanmasına sebep olmaktadır. Uluhiyete şehadet ve uluhiyetin Zat-ı Mukaddes’e özgü olduğuna tanıklık vasıtasıyla yırtılan bu perdeler, zülmani kalın perdelerdir. Sâlik kimse bu örtülerde olduğu müddetçe Hakk’ın huzuruna varamaz. Bu kapı fethedilmedikçe sülûk için bir yol söz konusu değildir. Bu örtüler ef’alî kesret örtüleridir. Bu kesret örtüsünde vaki olmanın neticesi ise varlıkların failiyet ve etkili oluşunu görmektir. Onun da semeresi failiyette onları bağımsız görmektir. İmkansız tefvizdir ve de en büyük şirktir. Nitekim uluhiyet şahadetinin ve uluhiyetin Hak Teala’ya özgü olduğunun tanıklığının neticesi de ef’alî tevhittir, kesretin Hakk’ın fiilindeki fenaya erişidir. Gayrisinin faaliyet ve tesirini reddetmektir ve Hak Teala dışında bütün varlıkların bağımsızlığını kabullenmemektir. Bu açıdan melekut aleminde melekler, “gökte bir ilah ve yerde bir ilah” kesret örtüsünden bu şehadet vasıtasıyla dışarı çıktılar, kaçışma ve tefrikadan ünsiyete ve toplanmaya geri döndüler, göklerin kapıları fethedilmiş oldu. Dolayısıyla da sâlik ehli kimse de bu şahadetiyle zulmanî hicaplarını yırtar, gök kapılarını kendi yüzüne açar, bütün bağımsızlık örtülerinden geçerek yakınlık miracına yükselir. Bu hakikat, dil lakırdısı ve sözlü zikirle hasıl olmaz. Bu açıdan bizim ibadetlerimiz suret ve dünyanın ötesine geçmez ve de kapılar açılmaz. Önümüzdeki örtüler kenara itilmez.
Dostları ilə paylaş: |