Üçüncü Bölüm Huşu’nun Beyanı Hakkındadır
İbadetlerin tümünde özellikle de bütün ibadetlerin başında yer alan ve kapsayıcı bir özelliği olan namazda sâlik için gerekli olan şartlardan biri de huşudur. Onun hakikati, sevgi veya korku ile karışık tam bir huzu’dan ibarettir. Ve o da, cemal ve celalin azametinin üstünlüğünün ve heybetinin idrak edilmesiyle hasıl olur. Bu özetin açıklaması ise sülûk ehlinin kalplerinin, yaratılış ve fıtrat açısından muhtelif oluşudur.
Bazı kalpler, aşık ve cemalin mazharı olup fıtrat açısından sevgilinin cemaline yönelmiş durumdadır ve sülûkta cemilin gölgesini idrak veya cemalin aslını müşahede ettiklerinde, cemalin sırrındaki gizlenmiş azamet onları mahveder ve kendinden geçirir. Her bir cemalde bir celal gizli ve her bir celalde de bir cemal saklıdır. Ariflerin efendisi, mümin ve sâliklerin emiri –Allah’ın selamı ona ve tüm ehline olsun- şu buyruğunda ihtimalle buna işaret etmiştir: “Azabı şiddetli olduğu halde rahmeti dostlarını kapsayan ve rahmeti geniş olduğu halde azabı düşmanlarını kuşatan kimse her şeyden münezzehtir.”1 Öyleyse, cemalin heybet, azamet ve üstünlüğü onları kuşatır ve sevgilinin cemali karşısında onlara huşu hali hasıl olur. Bu durum, işin başlarında kalbin sarsılmasına ve ızdırabına neden olur. Yatıştıktan sonra ise, huzur hali meydana gelir, azamet ve üstünlükten hasıl olan vahşet ve ızdırap, huzura dönüşür ve sakinlik hali ortaya çıkar. Tıpkı kalbi bu şekilde olan Halil’ür-Rahman (a.s) gibi.
Bazı kalpler ise korkulu ve celalin mazharlarındandır. Onlar her zaman azamet, kibriya ve celalin idrakindedirler. Onların huşusu, korku üzeredir. Esma-i kahriyye ve celaliyye onların kalbine tecelli eder. Tıpkı Hz. Yahya’nın (a.s) böyle oluşu gibi. O halde, huşu, bazen sevgi ve bazen de korku ve dehşet ile karışıktır. Gerçi her sevgide bir dehşet ve her korkuda bir sevgi saklıdır.
Huşunun mertebeleri azametin, celalin, güzelliğin ve cemalin idrak edilmesinin aşamaları hesabıncadır. Bizim gibiler bu hal ile müşahede nurundan mahrum olduğundan çaresiz olarak ilim veya iman yoluyla huşuyu elde etmeye çalışmalıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Müminler gerçekten felah bulmuştur; onlar namazlarında huşu içinde olanlardır.”1 Allah-u Teala namazdaki huşuyu imanın sınır ve işaretlerinden karar kılmıştır.
Öyleyse, her kim namazda huşu içinde olmazsa, Hakk’ın mukaddes zatının buyruğuyla, iman ehli zümresinin dışındadır. Ve bizim namazlarımızın huşudan yoksun olması, iman eksikliğinden veya yokluğundan dolayıdır. İnanç ve ilmin iman olmaması nedeniyle Hakk’a ve O’nun isim ve sıfatlarına ve de diğer ilahi marifetlere yönelik bizde oluşan ilim, imandan başka bir şeydir. Şeytan Hakk’ın mukaddes zatına şahadet etmekle, yaratılış ve ahireti bilmekle birlikte kafir olmuş ve “beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın”2 demiştir. Öyleyse şeytan Allah’ı ve O’nun yaratıcılığını itiraf etmektedir. Zira “(insanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele)”3 demiştir. O halde ahirete inanmaktadır; kitaplara, peygamberlere ve meleklere yönelik ilmî bulunmaktadır. Bu sıfatlarla birlikte Allah, ona “kafir” diye hitap etmiş ve onu müminler zümresinden çıkarmıştır.
Öyleyse, ilim ve iman ehli birbirlerinden ayrıdırlar. Her ilim ehli, iman ehli değildir. O halde ilmî sülûktan sonra insan kendini müminlerin sülûkuna dahil etmeli ve Hakk’ın azamet, celal, aydınlık ve cemalinin görkemli yüceliğini kalbe taşımalı ve böylece kalbi huşu sahibi kılmalıdır. Aksi halde ilim yalnız başına huşu getirmemektedir. Tıpkı Allah’a, ahirete ve Hakk’ın azamet ve celaline inanmakla birlikte kalbinizin huşuya sahip olmadığını kendinizde görmeniz gibi.
Ve ama “iman edenlerin, Allah’ın ve Hakk’tan inmiş olanın zikri için kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi?”1 diye Allah-u Teala’nın buyurduğu ayette belki de maksat, peygamberin (s.a.a) getirdiği şeye inanmak olan şekilsel imandır. Yoksa, hakiki iman huşudan bir mertebeyi gerekli kılmaktadır. Veya ayet-i şerifedeki huşu, kamil mertebedeki huşudur. Tıpkı ilim aşamasından iman aşamasına yetişmiş bir kimseye bazen alim deyişleri gibi ve muhtemelen “Allah’tan ancak alim olanlar içleri titreyerek-korkar”2 ayeti de onlara işarettir. Kitap ve sünnet literatüründe ilim, iman ve İslam değişik mertebeleri kapsamaktadır ve onların açıklanması, bu sayfaların görevi dışındadır.
Ahiret yolunun sâlikinin -özellikle namaz miracı vasıtasıyla- kalbini ilim ve iman nuruyla huşu sahibi kılması gerekir. Bu ilahi cevheri ve rahmani nuru edebildiği ölçüde kalbe yerleştirmeli, ondan da öte namazın tamamında bu hali koruyabilmelidir. Gerçi işin başında yerleşme ve istikrar hali, bizim gibiler için biraz zor ve güçtür. Ancak birazcık kalbi alıştırma ve riyazetle çok mümkün bir iştir.
Azizim! Kemal ve ahiret yurdunu elde etmek, talep ve ciddiyet ister. İstenilen şey büyük olduğu ölçüde, onun yolunda ciddiyet göstermek daha da gereklidir. Elbette ilahi yakınlık miracı ve izzetli Rabbin civarına yakınlık makamı, bu gevşeklik, durgunluk ve aldırmazlık haliyle elde edilmez. İstenene ulaşmak için mertçe kıyam etmek gerekir.
Sizler ahirete iman etmişsiniz, ister saadet ve kemal ve isterse de mutsuzluk ve vebal yönünden o alemi, bu alem ile kıyaslamamaktasınız. Çünkü o alem ölümü ve yokluğu olmayan ebedi/daimi bir alemdir. Onun saadete ereni rahatta, izzette ve ebedi olan nimetlerdedir. O rahatlığın da bu alemde benzeri yoktur. O ilahi izzet ve saltanatın bu alemde eşi bulunmamaktadır. Oradaki nimetler kimsenin hayaline gelmemiştir. Aynı şekilde mutsuzluk yönünden de o alemdeki azab ve acının da benzeri ve eşi yoktur. Saadete ulaşma yolu, sadece izzetli Rabbe itaattir. İtaat ve ibadetler arasında hiçbir ibadet, ilahi boyutlu bir karışım, beşerin saadetinin kefili ve kabulü tüm amellerin kabul nedeni olan bu namazın mertebesinde değildir. O halde, onu talep etmede tam bir ciddiyet gösteriniz, çabalamadan kaçınmayınız.
Onun yolunda meşakkatlere tahammül ediniz; gerçekte ise onun meşakkati de yoktur. Ondan da öte birazcık dikkat etseniz ve kalbi bir huzur hasıl olursa, bu alemde, Hak ile münacat etmekten, bu dünyanın hiçbir lezzeti ile kıyaslanmayacak lezzetler alırsınız. Nitekim Hak ile münacat ehlinin hallerini okumada da bu konu aydınlığa kavuşmaktadır.
Bu bölümdeki açıklamalarımızın özeti şudur: İnsan, burhan veya peygamberlerin (a.s) beyanı ile Hakk’ın azamet, cemal ve celalini anladıktan sonra, onu kalbe hatırlatmalı ve yavaş yavaş hatırlatma, kalbi dikkat ve Hakk’ın azametinin ve celalinin zikrinin sürekliliği ile kalbe huşu sokulmalıdır. Böylece istenen netice hasıl olur. Sâlik her haliyle taşıdığı makam ile yetinmemelidir. Bizim gibiler için hasıl olan her makam, marifet ehlinin pazarında bir kuruş bile etmez ve kalp ashabının pazarında bir hardal tanesi ile kıyas edilemez. Sâlik, tüm hallerde kendi eksiklik ve ayıplarını hatırlamalıdır. Böylece belki bu vesileyle saadete bir yol açılır. Hamd Allah’a mahsustur.
Dostları ilə paylaş: |