Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Orijinal adı: Adab’us Salat Merhum İmam Humeyni (r a) Yayımlayan: İmam Humeyni’nin (r a) Eserlerini



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə58/68
tarix27.07.2018
ölçüsü1,26 Mb.
#60516
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   68

Sonuç


Bu makamı da bu mübarek surenin fazileti hakkında bir takım hadisler zikrederek tamamlamak istiyorum. Gerçi bu surenin fazileti hakkındaki hadisler, bu kısa çalışmaya sığmayacak kadar çoktur.

Kafi kitabında Bakır’ul Ulum’un (a.s) şöyle buyurduğu yer almıştır: “Her kim kulhuvellahu ehad” suresini bir defa okursa, ona bereket verir. Her kim iki defa okursa, ona ve ehline bereketli olur. Her kim de üç defa okursa; ona, ehline ve komşularına bereketli olur. Her kim on iki defa okursa, Allah onun için cennette on iki köşk bina eder. Koruyucu melekler şöyle der: “Bizi falan kardeşinizin köşklerine götürün de falan kimseyi görelim.” Yüz defa okuyan kimse ise kan dökme ve mal hakkı dışındaki yirmi beş yıllık günahı bağışlanmış olur. Her kim dört yüz defa okursa, atları öldürülmüş ve kanları dökülmüş dörtyüz şehidin sevabını elde eder. Bir gece ve gündüz bin defa okuyan kimse ise, cennetteki makamını görmedikçe veya makamı kendisi için görülmedikçe asla dünyadan göçmez.”2

Hakeza Kafi’de İmam Bakır’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim uyumak için yatağına gittiğinde, yüz defa “kulhuvellahu ehad” suresini okursa, Allah elli yıllık günahlarını bağışlar.”3

Hakeza İmam Sadık’dan (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Babam şöyle buyurmuştur: “Kulhuvellahu ehad, Kur’an’ın üçte biridir ve Kafirun suresi ise Kur’an’ın dörtte biridir.” 1

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) Sad b. Muaz’ın cenaze namazını kıldı ve şöyle buyurdu: “Aralarında Cebrail’in de bulunduğu yetmiş bin melek geldiler ve Sad’ın cenaze namazını kıldılar. Ben Cebrail’e şöyle arzettim: “Hangi şey sebebiyle, Saad sizin namazınıza müstahak oldu.” Cebrail şöyle buyurdu: Ayaktayken, otururken, süvari iken, yaya iken, giderken ve gelirken “kulhuvellahu ehad” suresini kıraat ettiği için.”2

Vesail de ise Mecalis ve Mean'il Ahbar'dan naklen, kendi senediyle İmam Sadık’tan (a.s), o da babalarından, onlar da Selman’dan (r.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini işittim: Her kim bir defa “kulhuvellahu ehad” suresini okursa, Kur’an’ın üçte birini kıraat etmiştir. Her kim iki defa okursa, Kur’an’ın üçte ikisini kıraat etmiştir. Her kim üç defa okursa, bütün Kur’an’ı hatmetmiş gibidir.”3

Sevab’ul A’mal kitabında ise şöyle yer almıştır: “Her kim Cuma günü kulhuvellahu ehad suresini okumadan geçirir ve ölürse ebu Leheb’in dini üzere ölür.”4

Müstedrek'te ise bu surenin fazileti hakkında bir çok uzun hadisler nakledilmiştir. İsteyen kimse Müstedrek ve Vesail kitaplarına müracaat etsin.5 Hamd Allah’a mahsustur.



Yedinci Bölüm


Bu kitapla uyumlu olacak miktarınca mübarek Kadir suresinin kısaca bir tefsiri

Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz biz onu Kadir gecesi nazil buyurduk.” Bu ayet-i şerifede çok yüce konular vardır ki, onlardan bazısına işaret etmek faydalı olur kanısındayız. Birinci konu şudur ki, bu ayet-i şerife ve diğer bir çok ayetler, Kur’an’ı nazil buyurmayı, Allah’ın mukaddes zatına isnat etmektedir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Biz onu mübarek bir gecede nazil buyurduk.”1 Hakeza: “Şüphesiz biz zikri nazil kıldık ve şüphesiz onu biz koruyacağız.”2 Bunlar ve benzeri bir çok ayet-i şerifeler… Bazı ayetlerde ise Kur’an’ın nüzul olayı, Ruh’ul Emin olan Cebrail’e isnat edilmiştir: “Onu Ruh’ul Emin nazil kılmıştır.”3 Zahir alimleri bu makamlarda, bunun “Ey Haman! Bana bir kule yap”4 kabilinden mecaz olduğunu söylemektedirler. Örneğin, tenzilin Hak Teala’ya isnadı, mukaddes zatın tenzil hususunda sebep ve emredici olmasındandır veya tenzilin Hak Teala’ya isnadı hakikattir, Ruh’ul-Emin aracı olduğu için de ona mecazen isnat edilmektedir. Bunun sebebi de Hakk’ın fiillerinin yaratıklara isnadını, yaratıkların fiilinin yaratıklara isnadı gibi düşünmeleridir. Dolayısıyla da onlar Azrail ve Cebrail’in Allah tarafından görevinin, tıpkı Haman’ın Firavun; usta ve mimarların da Haman karşısındaki görevi gibi olduğunu sanmışlardır. Bu batıl bir kıyastır ve de ayrı bir konudur. Yaratıkların Hak Teala’ya isnadını, yaratıkların fiilîni ve yaratıcıyı anlayabilmek, ilahi marifetlerin en önemlisi ve felsefi konuların en temelleridir. Bundan bir çok önemli konular açıklığa kavuşmaktadır. Bu konulardan biri de cebir ve tefviz meselesidir ve bu konumuz da onun dallarından biridir.

Bilmek gerekir ki yüce ilimlerde ispat edildiği üzere bütün varlık alemi ve vücud mertebeleri, Hakk’ın işraki (nursal) tecellisi olan feyz-i mukaddesin suretidir. İzafe-i İşrakiyye (nursal görecelik) salt ilgi ve fakirlik olduğu için de, özdekleri ve suretleri de salt ilgidir. Kendiliğinden hiçbir bağımsızlığa sahip değildir. Başka bir tabirle bütün varlık alemi; zat, sıfat ve fiil boyutlarında Hak Teala’da fanidir. Zira eğer varlıklardan birisi, zatî işlerinden birinde, herhangi bir bağımsızlığa sahip olacak olursa –ister vücudî hüviyetinde ve isterse de varlıksal işlerde olsun- bu durumda imkan sahasından çıkacak, zatî vücub makamına dönüşecektir. Bunun batıl olduğu ise açıktır. Bu ilahi latife kalpte kökleşince ve kalp bunu gerekli olduğu gibi tadınca kendisine kaderin sırlarından bir sır ve “iki iş arasındaki iş” hakikatinin bir latifesi keşfolur.

O halde kemaliye fiil ve eserleri, yaratıklara isnat ettikleri şekliyle, aynı nispetle Hakk’a da isnat etmek mümkündür. Hiçbir tarafta mecazın olması da gerekmez. Ve bu da vahdet ve kesret ile iki işin toplamı görüşünde tahakkuk etmektedir. Evet salt kesrette vaki olan ve vahdetten örtülü kalan kimse, fiili, yaratıklara isnat eder ve Hakk’tan gafil kalır. Tıpkı örtülü kalan bizler gibi. Ama kalbinde vahdet tecelli eden bir kimse, yaratıklardan örtülü kalır ve bütün fiilleri Hakk’a isnat eder. Muhakkık bir arif vahdet ve kesretin arasını bulur ve mecaz olmaksızın fiilî, Hakk’a isnat ettiği halde, mecaz olmaksızın yaratıklara da isnat eder ve, “Attığında sen atmadın Allah attı”1 ayeti de atmayı ispat etmekle birlikte, onu nefyetmektedir ve nefyettiği halde de isbat etmektedir. Bu ayet irfani meşrebe ve dakik imani mesleğe işaret etmektedir. Kemali etkiler ve fiiller demekle, noksanlıkları istisna etmiş olduk. Çünkü noksanlar yokluğa dönmektedir ve kemalî etkiler ise vücudun tecellilerindendir. Bilaraz (ilineksel olarak) Hakk’a mensuptur. Bu konunun detayları bu sayfalara sığmayacağından bununla yetiniyoruz.

Bu bilgilerden de Hak Teala’ya ve Cebrail’e tenzilin; İsrafil ve Hakk’a ihyanın; Azrail’e, nefislere müvekkel meleklere ve Hakk’a ölümün isnadı açıklığa kavuşmaktadır. Kur’an-ı Şerif’te bu konuya bir çok işaretler vardır. Bu Kur’an-ı Kerim’in marifetlerinden biridir. Kur’an’dan önce, filozofların kitaplarında bunun bir izi dahi yoktur. Beşer ailesi bu ihsan hakkında, ilahi sayfanın (Kur’an’ın) lütfüne borçludur. Tıpkı diğer ilahî ve Kur’anî marifetlerde olduğu gibi.

İkinci konu ise “inna” diye buyurulması nüktesine işaret hakkındadır. Burada çoğul kipi kullanılmıştır ve hakeza “enzelna” fiilinde de çoğul kipi kullanılmıştır. Bil ki bunun nüktesi Hak Teala'nın bu değerli kitabın tenzil mebdei oluşunu ta’zimdir. Belki de bu cem’iyyet, esmaî cem’iyyettir ve de şuna işaret etmektedir ki Hak Teala, bu şerif kitap için bütün sıfat ve isimlerin mebdei konumundadır. Bu açıdan da bu değerli kitap, bütün isim ve sıfatların ehadiyet-i cem (toplu birlik) suretidir. Ve Hak Teala'nın mukaddes makamını bütün yönleri ve tecellileri ile tanıtmaktadır. Başka bir ifadeyle, bu nuranî sahife, ism-i azamın suretidir. Çünkü kamil insan da, ism-i azamın suretidir. Hatta bu ikisinin gaybdeki hakikati birdir. Sadece tefrika (ayrılık) aleminde suret hasebiyle birbirinden ayrılmaktadır, ama yine de mana hasebiyle birbirinden ayrı değillerdir. “Havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar” 1 hadisinin bir anlamı da budur. Nitekim Hak Teala celal ve cemal eliyle, kamil insanın ve ilk Adem’in tıynetini yoğurmuştur. Cemal ve celal eliyle kamil kitabı ve kapsamlı Kur’an’ı nazil buyurmuş ve belki de bu yüzden Kur’an olarak adlandırmıştır. Zira ahadiyet makamı, vahdet ve kesretin cem makamıdır. Bu açıdan bu kitapta, neshedilme veya kopma imkanı yoktur. Zira ism-i azam ve mazharları ezeli ve ebedidir. Bütün şeriatlar bu şeriata ve Muhammediye velayetine davet etmiştir.

Belki de “inna enzelnahu” cümlesinde beyan ettiğimiz bir nükte de, “inna ereznel emanete”2 ayeti hakkında da çoğul kipi kullanılmış olmasıdır. Zira emanet batın hasebiyle velayetin hakikatidir ve zahir hasebiyle de şeriat, İslam dini, Kur’an veya namazdır.

Üçüncü konu ise Kur’an’ın nüzulünün niteliğinin kısaca bir beyanıdır ve bu da ilahi marifetlerin inceliklerinden ve dini hakikatin sırlarındandır ki, hiç kimse ilmî bir yolla onun hakkında bir bilgi sahibi olamaz. Sadece ilkleri son Peygamber’in vücudu olan kamil veliler ve daha sonra Peygamber’in ellerinden tutmasıyla diğer veliler ve marifet ehli kimseler, bunun hakkında bilgi edinebilirler. Başka hiç kimse keşif ve şuhud yoluyla bu ilahi inceliklerden haberdar olamaz. Zira bu hakikati müşahade etmek, sadece vahiy alemine vasıl olmak ve imkani alemlerin sınırlarından çıkmakla mümkündür. Biz bu makamda işaret ve sembolik olarak bu gerçekleri beyan etmeye çalıştık.

Bilmek gerekir ki manevi sülûk ve batınî sefer ile Allah’a doğru seyreden ve nefsin karanlık konağı ile enaniyet evinden hicret eden kalpler, genel olarak iki gruptur. Birincisi ilallah’a yolculuğunu bitirdikten sonra ölümün kendilerine gelip çattığı kimselerdir. Onlar bu halde cezbe, fena ve ölüm halinde baki kalırlar. Bunların ecri Allah’a aittir ve onlara ecir veren Allah’tır. Bunlar Allah’ta fani olmuş meczublardır. Kimse onları tanımaz, onlar kimseyle irtibata geçmez ve onlar, Hak Teala’dan başkasını tanımazlar: “Benim velilerim örtümün altındadırlar. Onları benden başkaları tanımaz.”1

İkinci grubu ise Allah’a doğru ve Allah’taki seyrin bitmesinden sonra kendilerine dönebilme kabiliyetine sahiptirler. Bunlar da sahv (kendine gelme) ve uyanıklık haletine bürünürler. Bunlar “kadr”in sırrı olan feyz-i akdes’in tecellisi hasebiyle, kabiliyetleri taktir edilmiş kimselerdir. Allah onları kulları kemale erdirmek ve beldeleri imar etmek için seçmiştir. Bunlar Hz. İlmiyye’ye ittisalden ve özdeklerin hakikatine irca ettikten sonra, özdeklerin seyrini, onların Hz. Kuds’a ittisalini, ilallah’a ve saadete doğru yolculuklarını keşfederler ve nübüvvet elbisesine bürünürler. Bu keşif Cebrail’in vahiy alemine inmesinden önceki ilahi vahiydir. Bu alemden daha düşük alemlere teveccüh edince de, ilmî ihataları ve esmaî hazretlere tabi olan kemali neşetleri miktarınca, yüce kalemlerde ve kudsî levhalarda olan şeyleri keşfederler. Şeriatların, nübüvvetlerin ve hatta bütün ihtilafların kökeni buradandır. Bu makamda bazen Hz. İlmiyye’de, kalemlerde ve en yüce levhalarda müşahade ettikleri o kudsi sır ve gaybî hakikat Hz. Cebrail olan vahiy meleği vasıtasıyla, nefis gaybı ve şerafetli ruh sırları vasıtasıyla mübarek kalplerine nazil olur. Bazen Cebrail, onlar için misal hazretinde misali bir tecessüme bürünür. Bazen mülki bir temessüle bürünür ve o hakikat vasıtasıyla gayb mümkününden, şehadet aleminin meşhedine kadar zuhur eder ve o ilahi latifeyi nazil kılar. Alemlerin her birinde vahiy sahibini bir şekilde idrak ve müşahade eder. Hz. İlmiyye’de bir şekilde, Hz. A’yan’da (özdeklerde) ise başka bir şekilde, kalemler hazretinde başka bir şekilde, levhalar hazretinde başka bir şekilde, misal hazretinde başka bir şekilde, ortak histe başka bir şekilde, mutlak şehadetlerde ise başka bir şekilde… Bu da nüzulün yedi mertebesidir. Belki de Kur’an’ın yedi harf üzere nazil oluşu da bu anlama1 işaret etmektedir. Bu anlamın bilindiği gibi “Kur’an bir olan Allah katından inen bir kitaptır”2 ile hiçbir aykırılığı yoktur. Bunun da, burada zikredilmesi uygun olmayan detayları vardır.

Dördüncü konu ise “enzelnahu” cümlesindeki gaip “ha”nın sırrı hakkındadır. Malum olduğu üzere Kur’an’ın bu aleme nazil olmadan önce bir takım makamları ve dereceleri vardır. Birinci makamı, onun zatî tekellüm ve ehediyet-i cem yoluyla zatî seslenişle gaybî hazretlerdeki ilmî makamıdır. Gaip zamiri de belki o makama işaret etmektedir. Bu anlamı ifade etmesi için de gaybet zamiri zikredilmiştir. Adeta şöyle denilmek istenmiştir: “Leylet’ul-Kadr’de nazil olan Kur’an, o gizli sırda ve ilmî neş’ette var olan ilmî Kur’an’dır. Bu Kur’an’ı, zat ile ittihat halindeki ve esmai tecellilerden sayıldığı o makamından nazil buyurduk. Bu zahiri hakikat, o ilahi sırdır ve ifadeler ve lafızlar kisvesinde zuhur eden bu kitap, zat mertebesinde, zatiye tecellileri suretinde ve fiil mertebesinde ise, fiilî tecellinin aynısı suretiyledir. Nitekim Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah’ın sözü, fiilidir.”1

Beşinci konu ise Leylet’ul-Kadr’in beyanı hakkındadır. Burada da bir çok konular ve sayısız marifetler vardır. Büyük alimler (r.a) kendi meslekleri hasebiyle bunu ele almışlardır. Bizler bu kitapta onlardan bazısına kısaca işaret edeceğiz. Bu alimlerin zikretmediği bir takım konulara da, bir takım şeylerin zımnında işaret edeceğiz.

Evvela Leylet’ul-Kadr’in isimlendirilişi konusunda ihtilaflar vardır. Bazısına göre şeref ve makam sahibi olduğu için ve makam sahibi Kur’an, makam sahibi melek vasıtasıyla, makam sahibi Resule, makam sahibi ümmet için nazil olmuştur. Bu yüzden adına Leylet’ul-Kadr (şeref ve makam sahibi gece) denilmiştir. Bazısının dediğine göre Leylet’ul-Kadr olarak adlandırılışın sebebi, o gecede işlerin, ecellerin ve insanların rızkının taktir edilmesi hasebiyledir. Bazısının dediğine göre ise de meleklerin çokluğundan yeryüzü daraldığı için, o geceye “kadr” denilmiştir ve o da, “Men kudire aleyhi rızkuhu”2 türündendir. Bu sözler, bu makamda söylenen şeylerdir. O makamlardan her birisi için bir takım araştırmalar gerekir ki, onlardan bazısına kısaca işaret etmek, faydalı olur kanısındayız.

Birinci konu makam ve değer sahibi anlamında oluşudur. O halde bil ki, bu makamda, mutlak zaman ve mekan ile ilgili bir söz vardır. Bu zaman ve mekanın bazısı değerli, bazısı değersiz, bazısı uğurlu, bazısı uğursuzdur. Bu acaba zamanın kendi zatından mıdır, yoksa zatî tecessümünden midir? Mekan hususunda da bu böyledir. Acaba olayların vaki olması, değerli veya değersiz işlerin husulü, ilineksel olarak o özelliğe sahip midir? Gerçi bu konu çok önemli değildir ve bu konu hakkında detaylıca konuşmanın faydası yoktur. Dolayısıyla biz özetle zikretmeye çalışacağız.

Birinci ihtimalin tercih ediliş sebebine gelince… Zaman ve mekanın şerafetini veya uğursuzluğunu ispat eden ayet ve rivayetlerin zahirine bakacak olursak, bunlar bizzat onların sıfatıdır, taalluk eden şeyin sıfatı değil. Akli bir engel olmadığı için de, onların kendi zahirine isnad edilmesi daha uygundur. İkinci ihtimalin tercih ediliş sebebi ise, zaman ve mekanın tek bir hakikat, hatta onların şahsiyetinin tek bir şahsiyet oluşudur. Bu açıdan da tek bir şahısta hüküm hususunda parçalanma ve ihtilaf olmaz. O halde zaman ve mekanın şerafetine veya uğursuzluğuna delalet eden ayetler ve rivayetler, onlarda hasıl olan önermeleri ve olayları ifade etmektedir. Elbette bu burhani bir yorum değildir. Zira zaman her ne kadar tek bir gerçek olsa da, dereceli ve uzantılı bir gerçek olup, niceliksel bir hakikati ifade etmektedir. Dolayısıyla bazı parçalarının, diğer bazı parçalarıyla hüküm ve eserde farklı oluşunun sakıncası yoktur. Her gerçeğin iki hüküm ve etkiye sahip olmadığı hususunda hiçbir bürhan yoktur. Aksine bunun aksi zahirdir. Örneğin insan bireyleri tek bir şahıs olduklarına rağmen, cismiyye suretlerinde bir çok farklılıkları vardır. Örneğin cildi, beyni ve kalbi diğer organlarından daha latif ve daha önemlidir. Hakeza batınî ve zahiri kuvvelerinin bazısı da, diğer bazısından önemli ve değerlidir. Bu da bu alemde insanın tam ve tek bir sıfatla zahir olmaması nedeniyledir. Gerçi tek bir şahıstır. Ama bir çok sıfatlarla zahirdir, ahkamı da farklılık arzetmektedir. Ama birinci ihtimalin tercih sebebi de doğru ve beğenilir bir yorum değildir. Zira bu sözler, örneğin asalet’uz-zuhur’a ve asalet’ul-hakikate irca etmektedir. Usul ilminde de ispat edildiği üzere asalet’ul-hakikat ve asalet’uz-zuhur, hedefte şek edildiği durumda hedefi tayin etmektedir, hedefin belli oluşundan sonra hakikati ispat etmemektedir, biraz düşünmek gerekir.1

O halde her iki ihtimal de mümkündür. Ama ikinci ihtimal, daha beğenilirdir. Belki de Leylet’ul-Kadr son Peygamber’in vuslat gecesi ve gerçek aşıkın mahbubuna ulaşma gecesi olduğu sebebiyle kadir ve kıymet sahibi olmuştur. Geçen konularda da anlaşıldığı gibi, meleklerin tenezzülü ve vahyin nüzulü fena ve gerçek yakınlığın hasıl olmasından sonradır. Bir çok rivayetlerde ve ayet-i şerifelerden de istifade edildiği gibi, zaman ve mekanların şerafet ve uzunluğu, onlardaki olaylar vasıtasıyladır. Bu da müracaat ile malum olur. Gerçi onlardan bazısından zatî şerafet de istifade edilmektedir.

Leylet’ul-Kadr denmesinin bir başka ihtimali ise, o gecede yılın günlerindeki işlerin taktir edilişidir. O halde bil ki, kaza ve kaderin hakikati, keyfiyeti ve zuhur aşamaları; ilahi ilimlerin en yücesi ve şerafetlisidir. Dolayısıyla da dikkat ve letafetin kemali babından bu konunun etrafına dalmak bile, insan türüne yasaklanmış ve onların şaşkınlıkla delalete düşme sebebi olarak beyan edilmiştir.

Bu açıdan bu hakikati şeriatin sırlarından ve nübüvvetin emanetlerinden saymak gerekir. Bunun hakkında detaylı konuşmalardan sarf-ı nazar etmek icab eder. Biz bu makamına uygun olan bir konusuna işaret etmek istiyoruz. O da şudur ki, bu işlerin taktiri Allah-u Teala’nın ilminde, ezeli olarak taktir edilmesine ve rububi ilmin münezzeh makamına oranla tedrici işlerden olmamasına rağmen, her yıl belirli bir gecede taktirin anlamı ne olabilir?

Bil ki kaza ve kaderin bir takım mertebeleri vardır ve o neş’etler sebebiyle hükümleri farklılık arzetmektedir. Bunun ilk mertebesi, Hz. İlim’de sıfat ve isimlerin zuhuruna tabi olarak feyz-i akdes tecellisi ile taktir edilen ve ölçülen hakikatlerdir. Ondan sonra da yüce kalemlerde ve yüce levhalarda, zuhur hasebiyle fiilî tecelliyle taktir edilmekte ve hüküm verilmektedir. Bu mertebelerde asla değişiklikler vaki olmaz. Değişmeyen kesin kaza, a’yan (özdekler) hazretlerinde, ilmî neş’ette vaki olan ve soyut levha ve kalemlere nazil olan soyut gerçeklerdir. Ondan sonra da hakikatler, berzahi bir surette, diğer levhalar ve daha aşağı alemlerde, misali şekillerde zuhur eder ve o da ayrılan hayal veya tümel hayaldir. İşrak filozoflarınca o alem, “muallak (asılı) örnekler” olarak adlandırılmaktadır. Bu alemde, değişiklikler ve vaki olması mümkün farklılıklar vaki olmaktadır. Ondan sonra da taktirler ve ölçümler, tabiat aleminde müvekkel melekler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu kadr levhasında ise daimi değişiklikler ve sürekli farklılıklar olmaktadır. Hatta kendisi seyyal bir surettir. Dereceli ve aşamalı bir surettir. Bu levhada hakikatler şiddetle zaaf gösterir, hareketler sürat, hızlılık ve devinim arzeder. Buna rağmen Hakk’a yakınlığın ciheti, genişleyen feyzin ve uzayan gölgenin zuhur sureti olan eşyaların bu gaybî vechesi, Hak Teala’nın fiilî ilminin hakikatidir. Bu asla değişmez ve başkalaşmaz. Özetle bütün değişiklikler, ecellerin fazlalığı ve rızıkların taktiri filozoflara göre misal aleminde olan ilmî kadr levhasındadır. Ama yazara göre taktirlerin bizzat mahalli olan aynî kadr levhasındadır ve müvekkel meleklerin eliyle vaki olmaktadır. O halde leyletulkadr kamil velinin tam teveccüh ettiği ve onun melekuti saltanatının zuhur ettiği gecedir. Kamil velinin ve her asır imamının ve kutbunun, şerif nefsi vasıtasıyla tabiatlar aleminde değişiklikler vaki olmaktadır. Günümüzün kamil velisi ise yeryüzünde Allah’ın bakiyesi olan efendimiz, mevlamız, imamımız ve hidayetçimiz Hüccet b. Hasan Askeri’dir (ruhlarımız ona feda olsun). O istediğinde tabiat parçalarını yavaş hareket ettirir ve istediğini de hızlı hareket ettirir. İstediği rızkı genişletir, istediği rızkı daraltır. Bu Hakk’ın iradesinin iradesidir. Ezeli irade nurudur ve ilahi emirlere tabidir. Nitekim Allah’ın melekleri de kendiliğinden bir tasarrufa sahip değildir. Bütün tasarruflar, hatta bütün vücudun zerreleri, ilahi tasarrufa bağlıdır ve o ilahi gaybî latifeden kaynaklanmaktadır: “Sana emredildiği gibi dosdoğru ol.”1

İkinci ihtimalde leyletulkadr’in adlandırılış sebebi olarak söylenen “yeryüzünün meleklerin çokluğundan daralması” vechi ise, uzak bir yorumdur. Gerçi bu yorumu zamanının dahisi Halil b. Ahmed (r.a)2 buyurmuştur. Burada tartışılması gereken konu meleklerin tabiat alemi ve maddiyet cinsinden olmadığıdır. O halde yeryüzünün daralmasının anlamı nedir? Bil ki bu konunun benzeri değerli rivayetlerde de mevcuttur. Örneğin Sad b. Muaz’ın (r.a)1 teşyi edilme olayı veya meleklerin ilim ehline kanatlarını germesi gibi.2 Bu, meleklerin misalî suretle temessülü veya gayb aleminden misal alemine tenezzülüdür ve de arzın melekutunun daralmasıdır. Veya yeryüzü mülkünde onların mülkü temessülüdür. Gerçi bu temessülü de doğal ve hayvanî gözler göremez. Özetle bu daralma ya misali temessüller veya mülki temessüller itibari iledir.

Leyletul Kadr’in gerçeği hakkındaki ikinci husus ise bil ki, her varlığın bir hakikati, her mülki suretin; batinî melekutî ve gaybî sureti vardır. Marifet ehli olan kimselerin dediği gibi, vücudun hakikatinin nüzul mertebeleri, hakikat güneşinin tecessümler ufkunda örtülmesi itibariyle gecelerdir. Suud (yükseliş) mertebeleri ise hakikat güneşinin tecessümler ufkundan çıkışı itibariyle günlerdir. Günlerin şerafet ve uğursuzluğu ise bu beyan üzere çok açıktır.

Başka bir ifadeyle nüzul boyutu Muhammedi leylet’ul Kadr’dir. Suud boyutu ise Ahmedi yevm’ul kıyamettir. Zira bu iki boyut genişleyen feyz nurunun yayılmasıdır ve bu da Muhammedi hakikattir. Bütün özdekler İsm-i Azam’ın ilk tecellisindendir. O halde vahdet görüşünde alem, Kadir gecesi ve kıyamet günüdür. Dolayısıyla da bir gece ve gündüzden fazla değildir ve o da bütün tahakkuk alemi, Muhammedi Leylet’ul Kadr ve Ahmedi yevm’ul kıyamettir. Her kim bu hakikatle tahakkuk ederse, sürekli leylet’ul Kadr’de ve yevm’ul kıyamet’te olur ve bu bir araya gelebilir.

Kesret bakışı itibari ile geceler ve gündüzler ortaya çıkmaktadır. O halde bazı geceler Kadr sayılır ve bazıları Kadr değildir. Bütün geceler arasında vücud hakikatinin nurunun; bütün boyutlar, isimler ve sıfatlarıyla, nuraniyet kemali ve bütün hakikati ile battığı Muhammedi tecessüm ve Ahmedi bünye, mutlak Leylet’ul Kadr’dir. Nitekim Muhammedi gün de, mutlak yevm’ul kıyamettir. Diğer gece ve gündüzler kayıtlı gece ve gündüzlerdir. Kur’an’ın bu şerafetli bünyeye ve temiz kalbe nazil oluşu, Leylet’ul Kadre nazil oluşudur. O halde Kur’an hem Leylet’ul Kadr’de tümel mutlak keşif yoluyla nazil olmuştur ve hem (astrolojik olarak) Leylet’ul Kadr’de 23 yıl boyunca nazil olmuştur.

Arif Şeyh Şahabadi şöyle buyurmuşlardır: “Muhammedi dönem Leylet’ul Kadr’dir ve bu ya bütün vücud dönemlerinin Muhammedi oluşu itibariyledir, ya da bu dönemde Muhammedi kamil kutupların ve masum hidayet imamlarının Leyletul Kadr oluşu itibariyledir. Leylet’ul Kadr’in hakikati hususunda verdiğimiz bu ihtimale, Tefsir-i Burhan’ın, Kafi’den naklettiği uzun bir hadis de delalet etmektedir. O hadiste yer aldığına göre bir Hıristiyan, Musa b. Cafer’e “Ha, Mim. Apaçık olan Kitab’a And olsun ki, biz onu, kutlu bir gecede indirdik. Doğrusu biz, insanları uyarmaktayız. Katımızdan bir buyrukla, her hikmetli işe o gecede hükmedilir”1 ayetini sorunca Hz. Musa b. Cafer şöyle buyurmuştur: “Ha, Mim, Muhammed'dir (s.a.a). Kitab'ul Mubin ise Müminlerin Emiri Ali’dir (a.s). Leyl ise Fatıma’dır (a.s).”2 Bir rivayette ise “leyalin aşr” (on gece) “Hasan’dan (a.s) Hasan’a (a.s) temiz İmamlar” diye tefsir edilmiştir.”3 İmam Musa b. Cafer’in zikrettiği bu mertebe de, Leylet’ul Kadr’ın mertebelerinden biridir ve de Leylet’ul Kadr’in bütün Muhammedi dönem olduğuna tanıklık etmektedir.

Tefsir-i Burhan’da İmam Bakır’dan (a.s) bir rivayet nakledilmiştir. Bu rivayet değerli bir rivayet olduğundan, bazı marifetlere işaret ettiğinden ve de önemli sırları keşfetmiş olduğundan uğur sayarak bu hadisi aynen zikrediyoruz: “Tefsir-i Burhan’ın sahibi Şeyh Ebu Cafer Tusi’den – ki onun ricallerindendir-, o da Abdullah b. İclan Sekuni’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İmam Bakır’ın (a.s) şöyle dediğini işittim: “Ali ve Fatıma’nın evi Resulullah’ın (s.a.a) hücresidir. Evlerinin tavanı Rebbu’l Alemin’in arşıdır. Evlerinin sonunda bir yarık vardır ki oradan arşa kadar vahiy miracından perde kaldırılmış, melekler sabah akşam her saat ve her an vahiyle onlara nazil olmaktadır. Meleklerin grup grup gelişi asla kesilmemektedir. Bir grup inmekte ve diğer bir grup yukarı çıkmaktadır. Şüphesiz Allah Teala İbrahim için de göklerden perdeyi kaldırdı ve böylece arşı gördü. Allah onun görüşünü artırdı. Şüphesiz Allah; Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in görüş gücünü de artırmıştır. Öyle ki onlar arşı görüyorlardı, arş dışında evleri için bir tavan göremiyorlardı. Evleri Rahman’ın arşıyla örtülmüştür. Meleklerin ve ruhun miracları onların evindedir ve Rablerinin emriyledir: “Her türlü iş için… esenliktir.” Ravi, “her türlü iş için… esenliktir” ne demektir?” diye sorduğunda ise, İmam (a.s) şöyle buyumuştur: “Yani her şey için” Ben (ravi) şöyle arzettim: “Böyle mi nazil olmuştur?” İmam “Evet.” diye buyurdu.1

Bu hadis-i şerif üzerinde düşünmek, ehline marifetten kapılar açar ve ona velayetin ve Leylet’ul Kadr’in hakikatinden bir parça keşfolur.

Üçüncü iş ise bil ki, Leylet’ul Kadr’in işaret edilen bir batını ve hakikati olduğu gibi, onun sureti ve hatta tabiatlar aleminde mazharları da vardır. Bu mazharlar, noksanlık ve kemal hususunda farklılık içinde olabileceğinden, Leylet’ul Kadr’in tayini babındaki rivayetlerde yer alan o bütün değerli gecelerin, Leylet’ul Kadr’in mazharları olduğu şeklinde ortak bir tespite gitmek de mümkündür. Elbetteki şerafet ve kemal mazhariyeti hususunda birbirinden farklılık içindedirler. Leylet’ul Kadr’in tam zuhuru, son Peygamber’in tam vuslatı ve son kamilin kavuşması olan o mübarek gece, bütün yıl boyunca ya mübarek Ramazan ayında, ya son on günde veya üç gecede gizlidir. Şii ve Sünni rivayetlerde bu konuda ihtilaflar vardır. Şii rivayetlerde de şüphe üzere 19, 21 ve 23. geceler zikredilmiştir. Bazen de 21 ve 23. gece arasında ihtilafa düşülmüştür.

Şahab b. Abdurrabbih şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s), “Bana Leylet’ul Kadr’i haber ver” diye arzedince şöyle buyurdu: “21. ve 23. gece.”1

Abdulvahid b. Muhtar Ensari şöyle diyor: “İmam Bakır’a (a.s) Leylet’ul Kadr’i sorunca bana şöyle buyurdu: “İki gecededir. 23. ve 21. gece.” Ben şöyle dedim: “Bu ikisinden sadece birini zikret.” İmam şöyle buyurdu: “İkisinden birinin leylet’ul Kadr olduğu her iki gecede de aynı şekilde amel etsen, ne olur.” 2

Hassan b. Ebi Ali şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) leylet’ul Kadr’i sorduğumda şöyle buyurdu: “Onu 19, 21 ve 23. gecelerde ara.” 3

Seyyid bin Zahid İkbal de şöyle diyor: “Bil ki Ramazan ayının 23. gecesinin açık rivayetlerde, açık bir beyan ve mükaşefeyle Leylet’ul Kadr olduğu belirtilmiştir. Örneğin kendi senedimizle Sufyan b. Seid’den (veya Semt’ten) şöyle dediğini rivayet ediyoruz: “İmam Sadık’dan (a.s) bana Leylet’ul Kadr’i belirtmesini istedim. İmam şöyle buyurdu: “23. gecedir.” Hakeza kendi isnadıyla Zürare Abdulvahid b. Muhtar Ensari’den şöyle dediğini nakletmektedir: “İmam Bakır’a (a.s) Leylet’ul Kadr’i sorduğumda bana şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki sana haber veriyorum ve senden gizlemiyorum. O son yedi gecenin ilk gecesidir.” Ayrıca Zürare’den naklettiğine göre İmam’ın (a.s) leylet’ul Kadr’i tayin ettiği ay, 29 gün çekmiştir.”4 Ondan sonra da naklettiği rivayetlerde leylet’ul Kadr’in 23. gece olduğu belirtilmiştir. Örneğin maruf olan Cehni5 olayında.


Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   68




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin