AKDİKEN (Rhamnus cathartica)
Alm. Gemeiner Kreuzdorn (m), Fr. Nerprun (m.) Alaterne, İng. Common Buckthorn. Familyası: Cehrigiller (Rhamnaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Bolu, Trabzon civarı.
Mayıs-haziran aylarında, sarı-yeşil renkli, küçük çiçekler açan bodur bir ağaç. Orman ve koru kenarlarında bulunur. Dalları karşılıklı, uçları diken halindedir. Yaprakları karşılıklı ve saplıdır. Çiçekler küçük demetler halinde bir araya toplanmıştır. Küre şeklinde ve bezelye büyüklüğündeki meyvası evvela yeşil, olgunlukta morumsu-siyah renk alır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı taze meyvalarıdır. Meyvelerinde yağ, renkli maddeler, şeker ve glikoz vardır. İyi bir müshildir. Şurubu yapılır. Müshil ilacı olarak kullanılır. Bunlardan başka meyvelerinen yeşil bir boya da hazırlanır. Memleketimizde yetişmekte olan bir Akdiken çeşidi de “Cehri” adıyla anılır. Bu cins sadece memleketimizde yetişir.
AKHUNLAR
Beşinci yüzyılda Batı Türkistan ve Afganistan bölgelerinde devlet kuran bir Türk kavmi. Akhunlara Çinliler “Ye-ta”, Araplar “Haytal”, Bizanslılar ise “Eftalitler” demektedirler. Akhunların 5. yüzyıl başlarında Sibirya’daki Hun-Türk imparatorluğunun yıkılması neticesinde batıya göç ederek bu bölgeye yerleşen Hiungnuların bir kolundan oldukları tahmin edilmektedir. Buraya yerleştikten sonra İran’daki Sasaniler ile savaşarak topraklarını genişlettiler. Sasaniler, Akhun saldırılarına Behram Gur zamanında karşı koydular. Onun ölümünden sonra Akhunlar, İran’a baskılarını artırdılar. Akhun İmparatoru Aksungur Han, himayesine aldığı Firuz’u, Sasani tahtına çıkardı (459). Bu yardımına karşılık Telekan ve Tirmiz şehirlerini aldı. Kuzey Hindistan’a düzenlediği bir seferle Guptalar Devletini yıktı ve Pencab’ı ele geçirdi (470).
499 yılında İran’da Mejdek taraftarlarının çıkardığı isyanda tahtını kaybeden Sasani hükümdarı Kubad, Akhunlara sığındı. Akhun hükümdarı Toraman 30.000 kişilik bir kuvvet göndererek isyanı bastırdı ve Kubad’ın tekrar tahtına çıkmasını sağladı. Toraman ve oğlu Mihrikula dönemlerinde Akhunlar güçlerinin zirvesine ulaştılar. Kuzey Hindistan ile Orta Asya’da Karaşar ve Kandehar dolayları ülke topraklarına katıldı. 515’te Toraman’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mihrikula 530 yılına kadar sürdürdüğü akınlarla Pencap bölgesini tamamen ele geçirdi. Budizm inancına şiddetle karşı çıkan Mihrikula, Hunların bu inancı benimsememeleri için sıkı tedbirler aldı. Çok sayıda buda tapınağını yıktırdı.
Ancak Orta Asya’da Göktürklerin ve batıda Sasanilerin giderek güçlenmeleri, Akhunların hakimiyetlerini uzun müddet korumalarına imkan vermedi. Göktürkler, Sasanilerle birleşerek Pencap dışında bütün Akhun topraklarını aralarında pay ettiler (563-567). Akhunlar, küçük beylikler halinde uzun müddet varlıklarını devam ettirdiler. İslamiyetin yayılması esnasında Arablar, Toharistan bölgelerinde Akhunlara rastlamışlardır. Bunlar, Sasanilere karşı müslüman Arapların saflarında yer almışlardır. Afganistan’daki Dürraniler ile Kalaç Türkleri, Akhunların soyundandırlar.
AKIL
Alm. Verstand (m.), Vernunft (f.), Fr. Raison (f.), Sagesse (f.), İng. Wisdom, Reason, Mind. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet, ölçü aleti.
Akıl; insan, melek ve cinde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvandan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvanlar sevk-i tabii (iç güdü) denilen bedenlerinin arzu ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sayesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dinimiz işlerimizi yaparken, istişare etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber efendimiz; “İstişare eden pişman olmaz, iktisad eden darlık görmez.” buyurmuştur. Aklın dünya işlerinde isabetli, doğru karar vermesinde istişarenin faydası büyüktür. Geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur.
Dünya işlerinde bu durumda olan akıl, Allahü tealaya ve ahirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Din bilgileri akıl ile bulunmaz. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lazımdır. İslamiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabul etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda inanmasından başka çare yoktur. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibi Allahü tealanın varlığını aklı sayesinde anlayabildi. Fakat O’na giden yolu bulamadı. Bu yol peygamberler ve onların getirdiği dinlerden öğrenilir. Ahiret bilgileri, Allahü tealanın beğenip, beğenmediği şeyler ve O’na ibadet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimağının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmesi ile, insanların bilmiyorduk diye özr ve bahane göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlıyamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet (delil) olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teala gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlıyamayacağından, Allahü teala peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahiretde rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkumdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedir (Bkz. Aristo). İbn-i Sina, Farabi gibi İslam filozofu denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet itikadının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse felsefecidir. Eski Yunan felsefecileri akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar. Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslamiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara da “İslam alimi” denir. İslam alimleri akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Dinimizin bildirdiklerini akıl ersin ermesin isbat ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azabına, sırat köprüsüne, kıyametteki teraziye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’an-ı kerime ve hadis-i şerife uydular, aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Aklın insan hayatında yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karar vererek yaparlar. Yaptıkları işlerden dinen ve hukuken mesul (sorumlu) olmaları akıl sebebiyledir.
Akıl birkaç çeşittir.
Akl-ı mead: Ebedi rahata kavuşmak, Cennet’te ebedi kalmak ve Cehennem azabından kurtulmak için halini ıslah etmeyi, düzeltmeyi düşünen ileri görüşlü akıl. Dünyaya değil ahirete değer veren akıl. Akl-ı mead, peygamberlerde (aleyhimüssalevatü vetteslimat) ve evliyada bulunur. Ölümü düşünmek ahirette olacak şeyleri öğrenmek ve ahiret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmak akl-ı meadı kuvvetlendirir. Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca, yani bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslamiyetin emirlerine baş kaldıramaz hale gelince, aklı da, akl-ı mead olur.
Akl-ı meaş: Yemek, içmek, evlenmek, helal, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünüp, ahireti düşünmeyen akıl; akl-ı meadın zıddı. Akl-ı meaş, dünyanın geçici lezzetlerine bakarak, (büyüklenmek, kıskanmak, kendini beğenmek, kin ve düşmanlık gibi) halleri kalp hastalığı saymaz. Akl-ı meaş kısa görüşlüdür. Akl-ı meaşı, mala düşkün ve dünyaya bağlı olanlar beğenir.
Akl-ı sakim (Sakim akıl): Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve pişmanlığa sebep olan akıl; hastalıklı, illetli, kısa görüşlü akıl. Akl-ı sakim, bazan doğruyu bulur, bazan yanılır. Yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs (uzman) olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Bu sebeple din ve sonsuz olan ahiret işlerinde sakim akla güvenilmez. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye ve pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep olur.
Akl-ı selim (Selim akıl): Hiç yanılmayan, hata etmeyen akıl. İşlerde huccet (delil) olan ve doğruyu gösteren bu akıldır. İslamiyetin hak ve doğru olduğu bu akıllar için pek meydanda, aşikar ve apaçıkdır. İsbat etmeğe lüzum olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de ihtiyaç yoktur. Selim akıl, pişman olacak, zarar görecek iş yapmaz. Her başladıkları işde muvaffak olurlar. Selim akıl, en üstün derecede peygamberlerde aleyhimüsselam bulunur. Onlardan sonra, Eshab-ı kiramda (Peygamberimizin arkadaşları), Tabiin (Eshab-ı kiramı gören büyükler), Tebe-i tabiin (Tabiini görenler) de peygamberlere yakın derecede bulunur.
Akıl ve zeka: İsviçreli Claparede, zekayı; “Yeni icab ve vaziyetlere zihnin en iyi şekilde uymasıdır.” diye tarif etmiştir. Amerikalı Terman ise; “Zeka, umumi fikirlerle düşünebilmektir.” demiştir. Alman psikolog ve pedagoglarından William Stern; “Zeka, problemleri çözebilme kuvvetidir.” diye tarif etmiştir. Bergson ise şöyle demiştir: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları; tabiata uymak, hayvanlar ve kendileri arasında ilişki kurmak için aletler yapmıştır. Bu aletler, zeka ile yapılmıştır.” Buradan anlaşılıyor ki, alet yapmak, teknikte ilerlemek akla değil, zekaya alamettir.
Görülüyor ki, zeka, düşünebilme kuvvetidir. Bu kuvvet yardımı ile insan bilinen şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri bir araya toplayarak aranılan şeyleri bulur. Bu melekeyi (zekayı, düşünebilme alışkanlığını) kazanmak için malum (bilinen) şeyler yardımı ile meçhul olan (bilinmeyen) şeyleri bulmağa çalışmak, matematik, geometri problemleri çözmek lazımdır. İnsanların zekaları birbirinden farklıdır. Zekanın en üstün derecesine (Deha) denir. Zeka, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, test usulü ile zeka ölçmesini ilk olarak Osmanlılar yaptı demektedir.
Düşünebilme kuvveti olan zeka, düşüncelerinde isabetli ve doğru olabilmesi için akıl lazımdır. Zeki insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım prensiplere muhtaçtır. Akıl bu prensipleri idare eder. O halde, her zeki insan akıllı değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı insanlardan öğrendiklerini yeni harp şekillerine uydurarak büyük zaferler elde edebilir. Fakat aklı az ise, bir hata ile başarıları felakete dönebilir. Napolyon’un zeka fışkıran askeri planları, zaferleri herkes tarafından bilinir. Akılsız hareketlerinin sonucu olarak Suriye’den nasıl kaçtığı da tarihlerde yazılıdır. Avrupa’da bugünkü modern kimyanın babası denilen Fransız Lavoisier de öyle yanlış şeyler söyledi ki, mütehassısı (uzmanı) olduğu kimya ilmine yaptığı zarar, hizmetlerini aşmaktadır. (Bkz. Zeka)
Peygamber efendimiz akıl ile ilgili olarak buyurdular ki:
Akıllı insan, Allah’a itaat eden insandır.
Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam olmaz. Dini de müstakim (doğru) olamaz.
Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklı nispetindedir.
Aklı olmayan, güzel ahlaka sahib olamaz.
Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.
Aklın alameti (işareti) nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamakdır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.
Dostları ilə paylaş: |