ALAŞIM
Alm. Legierung (f), Fr. Alliage, İng. Alloy. Bileşik veya çözelti halinde iki yahut daha fazla elementten meydana gelmiş metal niteliğinde madde. Alaşımların bileşimine giren elementler ekseriya metaldir. Bunun yanında az sayıdaki bir çok ametal alaşımın bileşiminde bulunur. Mesela çeliğin en önemli elemanlarından biri olan karbon bir ametaldir. Bundan başka alaşımların yapısında azot, oksijen ve kükürt gibi ametaller de az miktarda yer alırlar. Alaşımlar metallere iletkenlik, esneklik, dayanıklılık vs. gibi daha iyi özellikler kazandırmak amacıyla yapılır.
Alaşımların hazırlanmasında en yaygın metod, alaşımı meydana getiren elementlerin bir arada eritilip uygun şekilde soğutulmasıdır. Alaşımların çok azı, metallerin cevherlerinden elde edilmeleri esnasında hazırlanabilir (ferrokrom gibi). Sanayide kullanılan maddelerin çoğu birer alaşımdır. Alaşımlar iki grupta toplanır:
1. Demir alaşımları (Çelikler) : Bu alaşımlar çok önemlidir. Çeliklerde % 2’den az karbon bulunur. Pik ve işlenebilir demirlerde ağırlık olarak karbon oranı, % 2 ile % 5 arasında değişir. Çeliklere, karbondan başka ihtiva ettiği maddelere bağlı olarak özel isimler verilir. En çok kullanılan paslanmaz çelikler % 18 krom, % 8 nikel ihtiva ederler (Bkz. Demir, Çelik).
2. Demirsiz alaşımlar: Bu alaşımların esasını bakır teşkil eder. Bakır oranı % 57 ile % 70 arasında değişir. Bronz, pirinç bu tür alaşımlardandır. Kalay, kurşun ve alüminyum metallerinin alaşımları çok kullanılır. Alüminyum alaşımları hafif olmaları sebebiyle uçak sanayiinde büyük önem taşır. Altın, gümüş, platin gibi değerli metallerin meydana getirdiği alaşımlar ise özel bir önem taşır.
Kolay eriyen alaşımlar deyimi, erime noktası kalayınkinden (232°C'den) daha düşük olan alaşımlar için kullanılır. Bu tür alaşımların çoğu, erime noktaları düşük olan kalay, kurşun ve bizmut gibi metallerin karışımıdır. Kolay eriyen alaşımlar ateşin sıcaklığı ile harekete geçip otomatik olarak su püskürten yangın emniyet sistemlerinde ve metallerin lehimlenmesinde yaygın olarak kullanılır.
ALAÜDDEVLE SEMNANİ
Horasan’da yetişen evliyanın büyüklerinden ve tefsir, fıkıh, hadis, kıraat ve tasavvuf alimi. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Muhammed el-Beyanbeki es-Semnani’dir. Ebü’l-Mekarim künyesi ve Rükneddin, Alaüddin, Alaüddevle lakaplarıyla bilinir. Semnan padişahının oğlu olduğu için, Alaüddevle Semnani diye meşhur olmuştur. 1261 (H. 659) senesinde Horasan’ın Semnan vilayetine bağlı Beyanbek Sufiabad köyünde doğdu. 1336 (H. 736) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri Sufiabad’dadır.
Zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olan Alaüddevle Semnani, köklü bir aile terbiyesi aldı. Amcası İlhanlı sarayında vezir, babası ise Bağdad valiliği yaptığı için on beş yaşından itibaren İlhanlı sarayına girdi. İlhanlı hükümdar namzedi ve Horasan bölge valisi olan Argun Hanın emrinde çalışıp onun yakın adamlarından oldu. Yirmi beş yaşına geldiği zaman, dünya servetine ve dünya makamlarına karşı nefret duymaya başladı. Tasavvuf büyüklerinin hayatlarını okuyup, geçmiş günahlarına tövbe etti. Kendini dünya lezzetlerinden alıkoyup, Rabbine ibadete verdi. Hastalığı sebebiyle devlet vazifesinden ve İlhanlı başşehri Tebriz’den ayrılarak memleketi olan Semnan’a döndü. Servetini fakirlere sadaka olarak dağıttı. Sekkakiyye Dergahını tamir ettirerek Ahi Şerefüddin Semnani’nin sohbetlerinde bulundu. Zamanın alimlerinden fıkıh, kelam, hadis ve tefsir ilimlerini tahsil etti. Ehl-i sünnet akaidini (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının itikadını) Ehl-i sünnetin karşısında bulunan sapık fırkalar ile bazı felsefi akımların fikir ve görüşlerini inceledi. Ehl-i sünnet düşmanlarına cevap verdi. Hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke-i mükerremeye gitti. Orada pek çok İslam alimiyle görüşüp sohbetlerinde bulundu. Hac dönüşü Bağdat’a giderek büyük veli Nureddin Abdurrahman İsferaini’nin talebesi oldu. Onun sohbetlerinde kemale erip, tasavvuftaki Kübreviyye yolundan icazet (diploma) aldı. Hocası tarafından talebe yetiştirmekle vazifelendirildi. Memleketi olan Semnan’a dönerek insanlara Allahü tealanın emirlerini anlatıp, yasaklarından sakındırmaya gayret etti. Kısa zamanda şöhreti yayılıp, binlerce kimse gelerek onun sohbetlerinden istifade etti. Pekçok alim ve evliya yetiştirdi. Bir kaç defa daha hacca gitti. İlhanlı Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han ile Horasan emirleri arasındaki anlaşmazlığı gidermek için arabuluculuk vazifesinde bulundu. İlhanlı hükümdarı Olcaytu ve Emir Nevruz ile görüştü. Safiyyüddin Erdebili gibi büyük zatlarla karşılaşıp sohbetlerinde bulundu. Bir çok seçkin talebe, zengin bir kütüphane ve bir dergah bırakarak, 1336 (H. 736) yılında Semnan vilayetinin Sufiabad kasabasında vefat etti. Sufiabad’daki Ahrar haziresinde defnedildi.
İlim ve irfan sahibi bir zat olan Alaüddevle Semnani, Kur’an-ı kerimi çok okurdu. Güzel ahlak sahibi, vakarlı ve heybetli idi. Söylediği sözler insanlara tesir ederdi. İsar sahibi yani başkalarını kendine tercih ederdi. Kazancını fakirlere verirdi.
Buyurdu ki:
“Şimdiki aklım olsaydı, vaktiyle devlet işlerini ve memuriyeti terk etmez, o makamda riyasızca ibadet eder, mazlumları himaye eder, insanların hizmetinde bulunurdum.”
“İnsan vücudunda amellerin tohumu, yenilen lokmadır. Bir kimse bir lokmayı gaflet içinde yerse, lokma helalden de olsa, ondan insanların fayda görmesi mümkün değildir.”
“Tasavvuf; Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeyi ve fazla uykuyu terk etmektir.”
“En büyük savaş, konuşurken ve yerken nefis ve şeytanla olan harptir. Eğer onlara galib gelirsen kurtulursun.”
Eserleri:
Alaüddevle Semnani tasavvuf başta olmak üzere fıkıh, kelam, hadis, tefsir ve ahlak ilimlerinde Arapça ve Farsça olarak üç yüz kadar eser yazmıştır. 1) Adab-ül-Halvet, 2)Beyanüz Zikr-il-Hafi, 3) Tefsir-ül-Kur’an-il-kerim (13 cild), 4) Sırr-ul-Bal fi Etvar-i Süluk-i Ehl-il-Hal, 5) Şekaik-ud-Dekaik, 6) El-Urvet-ül-Vüska, 7) Füsus-ul-Usul vel-Felah, 8) Fevaid-ül-Akaid, 9) Medaric-ül-Mearic, 10) El-Makalat fit-Tasavvuf, 11)El-Mükaşefat, 12) Mevarid-üş-Şevarid, 13) Behçet-üt-Tevhid, 14) Tuhfet-üs-Salihin, 15) Feth-ul-Mübin, 16) Salvet-ül-Aşıkin, 17) Meşairu Ebvab-il-Kuds günümüze kadar gelen eserlerinden bazılarıdır.
ALAY
Alm. Festzug, Umzug, Regiment, Fr. Foule, Cortège, parade, bande, regiment, moguerie, İng. Procession, parade, crowd, regiment, mockery. Türkçede tören veya gösteri gayesiyle bir araya gelen topluluğa; başında bir albayın bulunduğu tabur ile tugay arasındaki askeri birliğe; Osmanlılarda askeri ve mülki merasimin tertip ve düzenine verilen ad. Bir kişiyi mizaha almak, küçümsemek manalarına da gelir.
Başında bir albayın bulunduğu, taktik ve kontrol için taburlar, bölükler ve takımlara bölünerek teşilatlanan bir alay aynı sınıftan olan ve aynı silahları kullanan en büyük birliktir. Her alayın bir sancağı vardır.
Sultan İkinci Mahmud Han tarafından 1826 senesinde kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyyenin 12.000 kişilik kuvvetinin tamamı, İstanbul’da bulunan sekiz tertibe bölünmüştü. Daha sonra imparatorluğun başka bölgelerinde de tertipler kuruldu. 1828 senesinde “tertip” terimi “alay”a çevrildi. Her alay üç taburdan meydana geliyor, komutanlığını miralay (albay) rütbesinde bir subay yapıyor, ayrıca yardımcı bir kaymakam (yarbay) bulunuyordu. 1831’de bir alayın dört taburdan kurulması ve dördüncü taburun avcı taburu olması kabul edildi. Arkasından iki alaydan meydana gelen livalar (tugaylar) kuruldu.
Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, bulundukları bölgenin güvenlik ve savunmasını yürütmek üzere Hamidiye Alayları teşkil edildi. İkinci Meşrutiyetten sonra piyade alayları üç taburdan meydana gelmeye başladı. Süvari alayları altı bölükten, topçu alayları ise 12 bataryadan ibaretti. Cumhuriyet döneminde ise bir piyade alayı üç piyade taburundan, bir tanksavar bölüğünden, bir piyade hava bölüğünden, bir muhabere takımı ve piyade hafif koluyla bir alay karargahından teşkil edildi. Bir topçu alayı ise iki veya daha fazla topçu taburundan meydana geldi.
Alay kelimesinin başına ve sonuna getirilen eklerle bir hayli tabir, terim ve deyim meydana gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay emini, alay katibi, alay imamı, alay müftisi, alay çavuşu, alay-ı hümayun, alay köşkü, alay kanunu, alay meydanı, alay meclisi, alay erkanı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, valide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selamlık alayı, Hırka-i seadet alayı, baklava alayı, amin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır.
İslamiyetten önce örf, adet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, müslüman olduktan sonra da İslamiyetin yasak etmediği adet ve geleneklerini sürdürdüler. Müslüman olduktan sonra, dinin ışığında pekçok güzel adet ve gelenekler ortaya koyarak İslamiyetin emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler. Osmanlılar zamanında, daha önceki müslüman-Türk devletlerinde görülen bazı merasim ve gelenekler aynen devam ettirildiği gibi, yeni ilaveler de yapıldı. Bu merasimlere umumi olarak alay adı verilirdi. Saray erkanı ile halkın kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu.
Padişahın tahta çıktığı gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar Kapısında biat merasimi yapılırdı. Padişah, hazine-i hümayundan çıkarılan tahta oturur, teşrifata (protokole) riayet olunarak, başta hanedan mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan padişahı selamlayarak yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı.
Bayram gümlerinde de buna benzer bayram alayı veya muayede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Babıali teşrifat kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, padişah, mızıka-i hümayun efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var.” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkar marşı çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonunda icra edilirdi.
Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı:
Beşik alayı: Haremde kus-i şadımani çalınınca, enderunlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban kesilirdi. Padişah, Çinili Köşkün içinden altın serperdi. Mehter takımı marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzadenin veya sultanın ismini öğrenen şairler tarih düşürmekte yarışırlardı. Hazine kahyası darbhaneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazine kahyası ve maiyetindekilere padişah tarafından ihsanda bulunulurdu.
Sürre alayı: Osmanlılar zamanında hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye saraydan ve halktan gönderilecek hediyeleri yollamak üzere düzenlenen merasimdir. (Bkz. Sürre Alayı).
Hırka-i saadet alayı: Ramazan ayının on beşinde yapılırdı. Hazine kahyası vezirlere, divan çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca ilmiye sınıfı mensuplarına mülki ve askeri erkana da haber giderdi. Merasimden önceki gece padişah, süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Padişah, sabah namazını Hırka-i saadet dairesinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi. İkinci mahfaza bundan sonra padişahın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı. Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silahdar, çuhadar, rikabdar, dülbentdar ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imamları da hazar bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’an-ı kerim okuyarak ziyarette bulunanlara ayrı bir manevi haz verirlerdi. Ziyareti evvela padişah, sonra sırayla diğerleri yapardı.
Baklava alayı: Ramazan-ı şerifin on beşinci günü gayet muhteşem bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi. Bu uygulama ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri, gazaya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler sonraki padişahlar zamanında da devam etti. Ramazan-ı şerifin on beşinci günü İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava ikramı adet oldu.
Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler sarayın orta kapısının iki tarafındaki divan yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde futa denilen ipekli peştemallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar. Bu sırada ortakapı açılıp babüsseadede bekleyen silahdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile akağalar kapısından çıkar. Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı. Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, padişah için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır silahdara verirdi. Bunu müteakib askerden ikişer nefer sarılı baklava tepsilerini yeşil yollu sırıklara geçirirlerdi. Hazır oldukları orta kapıya işaret olununca kapı açılırdı. Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakullukçu ve bayrakdarı bölüklerinin önüne düşerek baklavacılar da arkadan gelerek alay ile kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (matbah-ı amireye) gönderilirdi.
Adalet ve ihsanla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların askere ihsan ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti. 1826’daki son baklava alayı sırasında yeniçerilerin İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında itibarını büsbütün kaybettiren son sebeplerden biri olmuştur.
Kadir gecesi alayı: Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde Hırka-i saadet dairesinden Ayasofya Camiine kadar bütün yol boyları meşalelerle aydınlatılırdı. Alayın önünde yirmi kadar meşale ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Camiine gidilir ve padişahın imamı namaz kıldırırdı. Son padişahlar zamanında Kadir gecesi alayı saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Camiinde yapıldı.
Yılbaşı tebriki alayı: Hicri yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, padişah Çinili Köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsanda bulunurdu. Ayrıca helvahanede yapılan ve kaselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikram edilirdi. Muharrem ayının üçüncü günü umumiyetle Çırağan Sarayına rikab (özengi) ısmarlanır, sadrazam ve şeyhülislam, padişah tarafından huzura alınarak tebrikler kabul edilirdi.
Mevlid alayı: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif ettiği gün olan Rebi-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhane köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Camiinde mevlid okunurdu.
Kılıç alayı: Yıldırım Bayezid Han zamanında ilk defa Niğbolu Zaferinden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen alimi tarafından padişaha kılıç kuşatılırdı. Kılıç alayı usul olarak padişahın cülusunu takib eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir çoşkunluğa sebeb olurdu. Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri geçenleri buradan seyrederlerdi. Padişah onları arabadan selamlardı. Padişahın arabasını başta sadrazam olmak üzere bütün nazırlar (bakanlar), meclis reisleri ve saray erkanının arabaları takib ederdi. Alay, Eyyub Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) türbesine gidilirdi. Burada yeni padişaha kılıç kuşatılır ve dua edilirdi.
Alay-ı Hümayun: Padişah sefere giderken, seferden dönerken, sefere gideni uğurlarken, seferden dönen orduyu karşılarken saraydan Davutpaşa’ya kadar tertib edilen alaylardı. Osmanlıların haşmet devirlerinde bu alaylar büyük bir ihtişamla yapılırdı.
Sadaret alayı: Sadrazamlara, sadaret mührü vermek için tertiplenen alaydır. Tanzimata gelinceye kadar sadaret mührü Hırka-i saadette verilirdi. Bu münasebetle sadrazama has odabaşı vasıtasıyla yeniden samur kürk giydirilirdi.
Sadaret alayı, merasimi Beşiktaş’ta başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi. Önde mabeyn başkatibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrazam ata binmiş olarak halkın önünden geçerek Babıali’de divan odasına gelirlerdi. Başkatib, sadaret mektupçusuna atlasa sarılı nameyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha sonraki devirlerde bu merasim arabalarla yapıldı.
Selamlık alayı: Padişahın Cuma namazı için camiye gitmesi anında tertiplenen alaydır. Sultan İkinci Abdülhamid Han, Cuma selamlığını Yıldız Camiinde yaptırırdı. Ermeniler böyle bir selamlık esnasında suikast tertibinde bulunmuşlardı.
Valide alayı: İlk defa dördüncü Murad Hanın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde an’ane haline geldi. Tahta çıkan padişah, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi. Sultan ikinci Mahmud Hanın annesine yapılan alay pek gösterişli olmuştu. Valide Sultanı yeni sarayda önce saray mensupları, sonra padişah karşılar ve tebrik ederdi.
Amin alayı: Osmanlı Devletinde ana okuluna başlayan çocuklar için yapılan merasim (Bkz. Amin Alayı).
Alayla alakalı terim ve deyimler de şunlardır:
Alay arabası: Alaylarda padişahların bindikleri arabaya verilen addır. Buna saltanat arabası da denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı ihtişamı bir kat daha arttıran atlar çekerdi. Seyislerin elbiseleri de sırmalıydı.
Alaya binmek: Resmi sıfatı haiz olanların bayramlarda ve resmi günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için bu tabir kullanılırdı.
Alay bağlamak: Ordunun düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir.
Alay elbisesi: Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmi elbiseye verilen ad.
Alay kanunu: Alaylarda ve seferlerde padişahın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, alimler, devlet ricali ile askeri erkanın tertip (porotokol) ve kıyafetlerine dair kanundur.
Alay meydanı: Topkapı Sarayında ortakapı ile babüsseade arasındaki sahaya verilen ad. Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmi binanın önünde askeri geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsus geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi.
Askeri teşkilat birimi olan alayla ilgili terim ve deyimler de şöyledir:
Alay beyi: Vaktiyle miralay yani albay rütbesinde olan vilayet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci meşrutiyetin ilanından sonra bu tabir terk edilerek yerine alay kumandanı tabiri kullanıldı.
Alay çavuşu: İki manada kullanılırdı: Birincisi; padişahların bir yere gidişinde geçit resimlerinde önden gidip yol açan divan-ı hümayun çavuşlarıydı. İkincisi; birlikteki yazılı ve sözlü emirleri askerlere bildiren çavuşlardı. Bunlar, tellal gibi yüksek sesle bağırarak verilen emirleri tebliğ ederlerdi.
Alay emini: Yüzbaşıdan büyük binbaşıdan küçük, askeri katip sınıfından bir vazifelinin ünvanıydı. Alay katipliğinden terfi ederek alay emini olanlar, alayın idari ve hesap işleriyle meşguldüler. Diğer askerler gibi resmi elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyazdı. Alay eminleri binbaşılığa terfi ettikten sonra diğer askerler gibi yükselirlerdi. 1908’de bu ünvan teşkilattan kaldırıldı.
Alay erkanı: Başta miralay (albay) olmak üzere alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftileri ve alay katipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi.
Alay imamı: Alayın birinci taburunun imamına verilen addı. Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi.
Alay katibi: Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur katipleri terfi ederek alay katibi olurlar, alay katipliğinden de alay eminliğine terfi edilirdi.
Alay meclisi: Alay işleri hakkında icab eden kararları vermeye yetkili meclise verilen addı. Miralayın başkanlığında alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftisinden ve alay katibinden teşekkül ederdi.
Alay müftisi: Alay imamının üstü olan rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı. Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dini vazifeleri öğretmek ve onların suallerine cevap vermek için taburlarda tabur imamı, alaylarda ise alay müftisi bulunurdu. Bu vazife Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiştir.
Alay sancağı: İki manaya gelirdi: Birincisi, bir alaya mahsus olan sancak demekti. İkincisi, resmi günlerde gemileri donatmak için asılan rengarenk bayraklar hakkında kullanılan bir tabirdi.
Alaylı: Vaktiyle mektep mezunu olmayıp erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı. Bir mektep bitirmeden meslek içinde yetişen diğer devlet memurları için de bu tabir mecazi olarak kullanılmıştır.
ALAY BEYİ
(Bkz. Alay)
Dostları ilə paylaş: |