gayrı: Artık, bundan böyle. gayri ihtiyari: irade dışı. grandiose: (Fr.) Ulu, yüce. güzide: Seçkin.
-H-
hacer-i esved: (Kara taş) Kabe kapısı yanında bulunan ve hacıların öpmeleri hac şartlarından olan taş.
hacet kalmamak: Gereği olmamak.
had: Sınır, derece.
haiz: Elinde bulunduran, taşıyan.
hakeza: Böyle, yine.
halayık: Kadın köle, cariye, hizmetçi.
hâlim: Huyu yumuşak.
halis: Saf, katışıksız.
halketmek: Yaratmak.
halûk: iyi huylu.
hami: Gözeten, koruyan.
harcırah: Yolluk.
hâre: Dalgalı ya da dalgalanır gibi görünen parlak çizgiler.
Sözlükçe
437
harîm: Herkesin giremeyeceği yer.
haset etmek: Kıskanmak, çe-kememek.
hasılı: Kısacası, sözün kısası.
hassaten: Özellikle.
hasut: Çok haset eden, kıskanç.
haşan: Çok yaramaz, ele avu-ca sığmayan çocuk.
haşiye: Not.
hatip: Konuşmacı.
hattat: Güzel yazı yazan.
hatun: Kadın.
hava tebdili: Hava değişimi.
haysiyet: Onur, özsaygı.
hazain: Hazineler.
hazan: Sonbahar.
hazin: Dokunaklı, hüzün veren.
helâllik dilemek: Ayrılma sırasında hakkını birbirine bağışlamak.
hengâme: Patırtı.
herze: Saçma, saçma söz, zevzeklik.
hicran: Bir yerden veya bir kimseden ayrılma, ayrılık acısı.
hiddet: Öfke, kızgınlık.
hikmet: (Metinde) Sebep, gizli sebep.
hilaf: Aykırı, karşıt, ters.
himaye: Koruma.
himmet: Yardım, kayırma.
hizmet-i vataniye: Vatan hizmeti.
hodkâm: Bencil, egoist.
hoyrat: Kaba, kırıcı ve hırpa-layıcı.
hulâsa: Kısacası.
hususiyet: Özellik.
hülasa: Özetle.
hüzün: Gönül üzüntüsü.
-I/İ-
ıtlak =etmek: Bir kocanın karısını boşaması.
iblağ etmek: Vardırma, eriştirme, ulaştırma.
ibni (ttm): Oğul.
idadi: Lise.
idare-i maslahat: tşi şöyle böyle bugünlük görme.
idrak: Anlama yeteneği, anla-
yş-
ifa etmek: Yapmak.
iffet: Namus.
iğfal etmek: Bir kadını aldatmak, baştan çıkarmak.
ihsan etmek: Bağışlamak.
ihtimam: Özen, dikkatli davranma.
ihtiyar: (Metinde) Seçme.
ihtiyat: Sakınma, ölçülü davranma.
Sözlükçe
438
ihtiyatsız: Tedbirsiz.
ihtizaz: Titreşme, titreşim.
ikâmet: Oturma.
ikmal-i nevakıs: Eksikleri tamamlama.
iktidar: Bir işi yapabilme gücü.
iktifa etmek: Yetinmek.
ilanihaye: Sonsuza kadar.
ille velâkin: Gelgelelim, bununla birlikte.
ilm: Bilim.
ilmihal: Din kurallarını öğretmek için yazılmış kitap.
iltizam: Kayırma, bir tarafı tutma.
imdi: Şimdi, artık.
imtizaç etmek: Uyum sağlamak.
inha: Resmî bir göreve atama veya bir üst aşama için yazılan yazı.
inhimak: Çok düşkünlük, bir şeye fazla düşme.
inkişaf: Meydana çıkma, gelişme.
insaniyetli: İnsanlığı olan.
iptida: Başlangıç, bir işe başlama.
iptila: Düşkünlük, tiryakilik.
irab: Düzgün konuşma ve gerçeği belirtme.
irade: (Metinde) Emir.
irfan: Kültür, bilme, anlama.
ismet: Namus.
istida: Dilekçe.
istidad: Yetenek.
istif af: Günahtan, kötülükten çekinme.
istihare: Bir inanışa göre, girişilecek işin hayırlı olup olmadığını rüyadan anlamak için aptes alıp dua okuyarak uyuma.
istihkâm: Düşmana karşı savunma yapmak amacıyla düzenlenmiş askeri yer, güçlü siperler.
istikran Kararlılık.
istintak etmek: Sorguya çekmek.
ıstırap: Sıkıntı, büyük üzüntü.
istiskal: Soğuk davranışlarla hoşlanmadığını belli etme.
istismar. Birinin iyi niyetini kötüye kullanma, sömürme.
istizah: Bir işin açık söylenmesini isteme, açıklama isteme.
işret: içki.
iştirak etmek: Katılmak.
itibar: Saygınlık, güvenilirlik.
izbe: Basık, loş, nemli, kuytu yer.
izdivaç: Evlenme.
izzetinefis: Onur, özsaygı.
Sözlükçe
439
-K-
kabil: Mümkün, olabilir.
kadr (kadir): Değer, kıymet.
kâinat: Evren, dünya.
kalem odası: Resmî kuruluşlarda yazı işlerinin görüldüğü oda.
kalfa: Saraylarda ve büyük konaklarda halayıkların başında bulunan kadın, ilkokullarda hoca yardımcısı.
kamarot: Gemilerde yolcuların işlerine bakan görevli.
kameti artırmak: Bağırarak konuşmak.
kâmil: Olgun.
kanaat getirmek: inanmak, aklı yatmak.
kasavet: Üzüntü, sıkıntı.
kati: Kesin.
kâtip: Sekreter, yazıcı.
kavil: Söz, sözleşme, anlaşma.
kelime-i teyyibe: (Kelime-i tayyibe) Yatıştırıcı hoş söz.
kepazelik: Rezalet.
kerliferli (kelli fellf): Kılığı kıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli.
kesb-i şeref etmek: Şeref duymak.
kibir: Büyüklük, kendini büyük görme.
koket: (Fr. Coquette) Güzel görünmeye özen gösteren. Zarif görünmeye, süslenmeye düşkün.
kolcubaşı: Bir şeyi korumak için bekleyen görevlilerin başı.
komfinyon: (Fr. Communion) iman birliği.
kötek: Dayak.
krep: Çok bükümlü iplikle dokunmuş bir çeşit ince kumaş.
kurum satmak: Böbürlenmek.
(tm)" •-* """
laden: Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk.
lâhza: Zamanın bölünmeyecek kadar kısa parçası, an.
lakayt: ilgisiz.
lâkin: Ama, fakat.
lândo: Dört tekerlekli, karşılıklı iki oturma sırası bulunan, atlı binek arabası.
lata: Osmanlılar'da ilmiyenin giydiği bir tür üstlük.
levazım: Gerekli olan şeyler, gereçler.
levha: Bir yere asılmak için yazılmış yazı.
leziz: Lezzetli.
lisan-ı Fransevi: Fransızca.
Sözlükçe
440
-M-
maahaza: Bununla birlikte.
Maarif Nezareti: Millî Eğitim Bakanlığı.
maarif: Millî Eğitim.
maateessüf: Ne yazık ki, üzülerek söylüyorum ki.
mabeyinci: Osmanlı Devle-ti'nde padişahların dışarıyla olan ilişkilerine bakan, buyruklarını ilgililere bildiren, bazı kişilerin dileklerini kendisine ileten görevli.
mağmum: Tasalı, üzgün.
mahcup: Utangaç, sıkılgan.
mahdum: Erkek evlât, oğul.
mahdut: Az, sınırlı, sayısı belli olan.
mahfe: Deve, fil gibi hayvanların sırtına konan, üzerinde oturmaya yarayan sepet, bir çeşit eyer.
mahlûk: Yaratık.
mahmurluk: Uykudan sonra duyulan ağırlık ve sersemlik.
mahsub: Hesap edilmiş, hesaba geçirilmiş.
mahsus: (Metinde) Bilerek.
mahut: Bilinen, adı geçen.
mahzun: Üzgün, üzüntülü.
maişet: Geçim, geçinme.
makale: Bilim, fen konularıyla
siyasi, ekonomik ve toplumsal konuları açıklayıcı veya yorumlayıcı niteliği olan gazete veya dergi yazısı.
makam-nezaret: Bakanlık nezareti.
' makbul: Beğenilen, hoş karşılanan.
makbule geçmek: Çok beğenilmek, hoşa gitmek.
mâlik olmak: Sahip olmak.
malûm: Bilinen.
malûmatlı: Bilgili.
manastır: Kesin kuralları olan, rahip veya rahibele-
• rin dünya ile ilgilerini keserek yaşadıkları yapı, keşişhane.
manevi: Görülmeyen, duyularla sezilen.
maren: (F. Marin) Denizci.
marifetli: Ustalıklı, hünerli.
mazari: Dilbilgisinde geniş zaman.
mazbata: Tutanak.
mazi: Geçmiş.
mazlum: Sessiz, uysal ve boynu bükük.
mecburiyet: Zorunlu olma durumu.
mecidiye: Eskiden kullanılan ve o zamanın 20 kuruşu değerinde olan gümüş sikke
Sözlükçe
441
melal: Bıkma, usanma.
melun: Kötü, lanetli.
memalik: Ülke.
menazın Manzara.
menazır-ı tabiiye: Tabiat manzarası.
mendebur: Sümsük, sünepe, pis, iğrenç.
menetmek: Yasaklamak.
meret: inatçı, kaba.
meşakkat: Güçlü sıkıntı, zorluk.
meşk: Alışmak ve öğrenmek için yapılan çalışma.
meşru: Yasal. Yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu.
meşum: Uğursuz, kötü.
metanet: Metin olma, dayanıklılık.
methetmek: Övmek.
metruk: Terk edilmiş.
meyil: Eğilim. Sevme, gönül verme.
meyus: Ümitsiz, üzgün.
meziyet: Yetenek.
meziyetli: Yetenekli.
mihmandar: Resmî konukları ağırlamak ve onlara kılavuzluk etmekle görevlendirilen kimse.
mihnet: Sıkıntı, zahmet, eziyet.
mihr: Sevgi.
miralay: Albay.
miskin: Çok uyuşuk, zavallı.
mizaç: Huy, yaradılış.
mizer: (Fr. Misere) Zavallılık, yoksulluk.
muahadderat: Örtülü kadınlar, islâm kadınları.
muallim: Öğretmen.
muallime: Bayan öğretmen.
muamelat: Dairelerde evrak üzerinde yapılan işlemler.
muamele: Davranış.
muamma: Anlaşılmayan, bilinmeyen şey.
muavenet: Yardım.
muavin: Yardımcı, yardım eden.
muayyen: Belli, kesin olarak belirlenmiş.
mugayir. Uymaz, aykırı.
muhabbet: Sevgi.
muhacir. Göçmen.
muharebe: Savaşma, iki ordu arasındaki savaş.
muharrir: Yazar.
muhasara: Kuşatma, sarma, çevirme.
muin: Yardım eden, yardımcı.
mukabele: Karşılık verme, karşılık.
mukabil: Karşılık, bir şeye karşılık olarak yapılan.
Sözlükçe
442
mukadder: Yazgıda var olan, kaçınılmaz.
mukaddes: Kutsal.
mukaşser: Metinde, bir kadın, içi, yüzü, gözü açılmış anlamında kullanılmış.
mukavele: Sözleşme.
muktedir: Bir şeyi yapmaya, başarmaya gücü yeten.
munîs: Cana yakın, sevimli.
musaddak: Geçerli olduğu resmî yazı ile bildirilmiş.
mutaassıp: Bağnaz, tutucu.
mutasarrıf: Tanzimattan sonra idare bölümlerinde vilayetle kaza arasındaki bölümün idare amiri.
mutat: Alışılan, alışılmış şey.
muteber Saygın, inanılır.
muvaffak olmak: Başarmak.
muvaffakiyet: Başarı.
muvafık: Uygun.
muvakkat: Geçici.
muvazene: Denge.
muvazzah: Bir görev ve hizmetle yükümlü olan kimse.
mücedded: Yeni, yenilenmiş.
müceddet: Yeni, yenilenmiş.
nıüdde i umumî: Savcı.
müdür-i umumi: Genel müdür.
müebbeden: Ömür boyu.
mükedder: Üzgün, kederli.
mülazım: Teğmen.
münasebet almak: Uygun düşmek.
münasebetsizlik: Uygun olmayan, yakışıksız davranışlarda bulunma, saygısızlık yapma.
münasip: Uygun, yerinde.
münhal vukuunda: (Metinde) Boş kadro olduğunda.
münhal: Boş olan, açık bulunan.
münhasıran: Yalnız, özellikle.
münkir: inkâr eden, kabul etmeyen.
müptedi: Bir şeyi öğrenmeye yeni başlayan.
mürdumgiriz: Çürümüş. Metinde içi geçmiş anlamında kullanılmış.
mürebbiye: Kendisine bir çocuğun eğitimi ve bakımı verilmiş kadın.
mürüvetsiz: insanlığı olmayan.
müsamaha: Hoşgörü.
müstacel: Çabuk yapılması gereken.
müstahak: Bir kimsenin layık olduğu ödül veya ceza.
müstakim: Temiz, doğru, namuslu.
müstebit Zorba, despot.
Sözlükçe
443
müsterih olmak: tçi rahat etmek.
müsvedde: Yazı taslağı, karalama.
müşkül mevki: Zor durum.
müşkül: Zor.
mütalaa: Okuma, ders çalışma, etüt.
mütalaahane: Okuma odası.
müteessir: Üzüntülü.
müteferrika senetleri: Çeşitli küçük harcamaların para senetleri.
mütehayyir: Şaşkın, şaşırmış olan.
mütekaid: Emekli.
mütemadiyen: Ara vermeden, sürekli olarak.
müyesser: Kolaylıkla ortaya çıkan, kolaylıkla elde edilen.
müzahrafat: (Müzahrefat) Parlak boyalar ve süsler.
müzakere etmek: (Metinde) Öğrencilerin ders hazırlamaları için çalışmaları.
müzakere etmek: Öğrencilerin ders hazırlamaları için çalışmaları.
müzakkere: (Müzekkere) Bir iş hakkında üst makama sunulan yazı.
müzmin: Uzun süreli.
-N-
nadide: Az görülür, değerli.
nadir: Seyrek, az.
nafîa: Bayındırlık.
nafile: Yararsız, boşa giden.
nalça: 1) Ayakkabılar çabuk eskimesin diye altına çakılan demir. 2) Katır, eşek, sığır gibi hayvanların tırnakları altına çakılan demir parçası.
namünasip: Uygun olmayan.
nan: Ekmek.
nasihat: Öğüt.
nazın Bakan.
nedamet: Pişmanlık.
nefer: Asker.
nekahat: Hastalık sonrası sağlıklı duruma geçme dönemi.
nekin Bilmezlik.
neşretmek: Yaymak.
netice itibarıyla: Sonuç olarak.
netice: Sonuç.
nev'i: (Nevi) Çeşit, cins, tür.
nihayetinde: Sonunda.
nimet: Yiyecek içecek, özellikle ekmek.
nimetşinas: İyilik bilir.
nispet: (Metinde) Kıyaslama.
nispet: (Metinde) Oran, kıyaslama.
Sözlükçe
444
nizam: Düzen. numune: Örnek.
- P - parloir: (Fr.) Dışarıdan gelen-
lerle konuşma odası. payzen: Ayağına pranga vu-
rulmuş.
pederane: Baba gibi. peyda olmak: Ortaya çıkmak. podösü et: Yumuşak, prezante etmek: Tanıtmak. pusetmek: Öpmek. puşide: Örtü.
rastık: Kadınların kaşlarını veya saçlannı boyamak için sürdükleri siyah bya.
raşe: Titreyiş.
rehavet: Vücutta görülen gevşeklik, ağırlık, tembellik.
rezzak-ı âlem: Bütün yaratıkların rızkını veren.
riayet etmek: Uymak.
rikkat: İncelik, yufkalık.
riyaset âlisi: Yüksek başkanlı-
ğı- • riyaset: Başkanlık.
riyaziyat: (Riyazziyat) Mate-
matik. nzk: Yiyecek, içecek şey, ni-
met.
römark: (Fr. Remarque) Dikkate alma. (Metinde: Tespit, dikkat çekme anlamında kullanılmış.)
ruhani: Ruhla ilgili.
rüştiye: Ortaokul.
-S-
sadakar Düz dokunmuş açık saman renginde bir tür ipek kumaş.
saffet: Saflık.
sahih: Gerçek, hakiki.
sair. Başka, öteki, diğer.
saliha: (Metinde) Din buyruklarına uygun davranan.
salisen: Üçüncü olarak.
sallapati: Düşünmeden, saygısızca, kaba saba, patavatsızca.
sefaret: Elçilik.
sekerat: Can çekişirken kendinden geçme.
selametlemek: Yolcuyu, konuğu uğurlamak.
serasker kapısı: Seraskerin resmî görev yeri.
serasker: Sadrazamlık göreviyle yükümlü olmayan ve Osmanlı ordusunun komutanlığını yapan vezirin unvanı.
sıraca: Deride ve daha çok
Sözlükçe
445
boyunda görülen değişiklik, lenf düğümlenmelerinin şişkinliğiyle beliren bir tüberküloz türü.
sirayet: Yayılma.
sitem: Bir kimseye, yaptığı hareketin veya söylediği bir sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık gibi duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme.
soeun (Fr.) Kız kardeş, rahibe. Metinde "Ma sor" sözcüğü aynı zamanda "rahibe" olan öğretmenlere bir hitap şekli olarak geçiyor.
souvenir d'amour: (Fr.) Aşk hatırası.
souvenir: (Fr.) Hatıra.
spleen: (tng.) Terslik, huysuzluk, kin.
sülüs: Bir çeşit yazı.
süperiyor: (Fr. Superieur) Üst. Manastır, dinsel kurum vs. başkanı.
sürme: Kirpik diplerine sürülen siyah boya.
-ş-
şahadetname: Diploma. şayan: Uygun, yaraşır. şefkat: Acıyarak ve koruyarak sevme.
şekerrenk: İki kişi arasındaki dostluk, arkadaşlık ilişkisinin bozuk olduğunu belirtmek için kullanılır.
şenaat: Kötülük, fenalık.
şer'iye: Şeriat kurallarına uygun.
şeriat: Dinî temellere dayanan Müslümanlık kanunları.
şevk: istek, heves.
şifa: Hastalıktan kurtulma.
şifahi: Sözlü, sözle.
şimendifer: Demiryolu.
şirret: Geçimsiz, huysuz, edepsiz, kavga çıkartmaktan hoşlanan.
-T-
taalluk etmek: İlgili bulunmak, ilgilendirmek.
taarruz: Saldırı.
tabiat: (Metinde) Huy.
tabiatıyle: Doğaldır ki.
tabiî: Doğal.
tabiiye: Tabiat bilgisi.
taciz etmek: Sıkıntı vermek, can sıkmak.
tafsilât: Ayrıntılar.
tahammül etmek: Dayanmak, katlanmak.
tahammül: Kötü, güç durumlara katlanma, karşı koyabilme gücü.
Sözlükçe
446
tahassür: Özlem, kavuşmak istenen şey veya kimse için üzülme.
tahayyül: Hayalde canlandırma.
tahkikat: Araştırma.
tahkir: Horlama, alçaltma.
tahrirat: Resmî bir dairede yazılan yazılar.
tahrirî: Yazılı.
tahsisat: Ödenek.
takbil: Öpme.
taksim: (Mat.) Bölme.
talika: Dört tekerlekli, üstü kapalı, bir tür yaylı at arabası.
talkın: (Telkin) Ölü gömüldükten sonra imamın mezar başında söylediği dinî sözler.
tamim: Genelge.
tasavvur etmek: Düşünmek, gözönüne getirmek, hayal etmek.
tashih etmek: Düzeltmek.
tasrif etmek: Dilbilgisinde bir fiilin çekimi.
tavsiye: Öğüt, yol gösterme.
tazmin etmek: Zararı ödemek.
tecdit: Yenileme.
tedris: Öğretim.
tedrisat-ı iptidaiye: ilköğretim.
teessür: Üzüntü.
tefrik: Ayırma, ayırt etmek.
tefriş: Bir yeri gerekli eşya ile döşeme.
tefsir. Yorumlama.
tekaüt: Emeldi.
tekdirat: Azarlama.
tekellüf: Güçlüğe katlanma.
teklifsiz: Resmî veya çekingen davranmama.
tekmil: Bütün, tüm.
telaffuz etme: Söyleme.
tembih: Uyarma.
temenna etmek: Eli başa götürerek selâmlamak.
temin: Sağlama, elde etme.
temrin: Alıştırma.
teneffüs: Temiz hava, dinlenmek için verilen ara.
tenezzül etmek: Kendi durumuna, düzeyine aykırı düşen bir şeyi kabul etmek.
tercüme-i hal: Özgeçmiş, biyografi.
tereddüt: Kararsızlık.
teres: Pezevenk.
tesadüf etmek: Rastlamak.
teskin etmek: Acı, öfke, heyecan gibi duyguları yatıştırmaya, dindirmeye çalışmak.
teşrif etmek: Bir yere gelerek orayı onurlandırmak.
Sözlükçe
447
teşvik etmek: İsteklendirmek, özendirmek.
tetkik etmek: incelemek.
tevazu: Alçakgönüllülük.
tevdi etmek: Vermek, bırakmak.
teveccüh: Güleryüz gösterme, yakınlık duyma.
tevekkül: Kadere boyun eğmek, katlanmak.
tevil etmek: Söz veya davranışa başka bir anlam vermek.
tezevvüç etmek: Evlenmek.
-U-
ulema: Bilginler. ulûm: ilimler, bilimler. ulum-i diniye: Din bilgisi. ulvî: Yüce. usul: Yöntem. usuletle: Usulüyle. usul-i cedit: Yeni yöntem.
- V -
vaftiz: Hıristiyan dininde bir kutsal işlem.
vakan Ağırbaşlılık.
vakfetmek: Adamak.
vâkıf olmak: Bilmek, öğrenmek.
vâkıf: Bilen.
vakur: Ağırbaşlı, onurlu.
varak-ı mıhr-i vefa: Sevgi, bağlılık evrakı.
vasıl olmak: Ulaşmak, varmak.
vaveyla: Çığlık.
vefa: Sevgide sebat, sevide durma, sevgi bağlılığı.
vefasız: Sevgisi çabuk geçen, hakikatsiz.
vehim: Kuruntu.
vekâlet: Birinin yerine bakmak, görevini üstlenmek.
velev: Kaldı ki, hatta.
veranda: Camlı taraça.
vesile: Sebep, bahane.
viöjö: (Fr. Vieux'deri) Yaşlı işi.
virane: Yıkılmış veya harap olmuş yapılardan geriye kalan yıkıntı.
vukuf: Bilgi.
-Y-
yadellen Baba evinden uzak yerler, gurbet.
yadigâr: Bir kimseyi ya da bir olayı hatırlatan nesne ya da kişi.
yan Sevgili.
yaşmak: Eskiden kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan ince yüz örtüsü.
Sözlükçe
448
yazıhane: Yazı masası.
yegâne: Tek.
yeis: Üzüntü, umutsuzluktan
doğan karamsarlık. yortu: Hıristiyan bayramı.
- Z - zaaf: Düşkünlük, dayanama-
ma.
zabit: Subay. zarp: (Mat.) Çarpma. zaruri: Zorunlu. zat: Kimse, kişi.
zayi etmek: Kaybetmek.
zemzem: Müslümanlarca kutsal sayılan su.
zerzevat: Sebze.
zevce: Erkeğin nikâhlandığı kadın, eş.
zıb: Süs.
zikretmek: Söylemek.
zillet: Hor görülme, alçalma.
ziya: Işık.
ziyade: Çok, daha çok.
ziynet: Süs.
Dostları ilə paylaş: |