Haritaları olduğu gibi bırakayım, âlâ... Fakat misafiri hangi suratla görmeye gideyim?...
Yanımdaki arkadaşım, önlüğünün cebinden minimini bir ayna çıkarmış, benimle eğlenir gibi önüme koymuştu.
Yüzümün, hele ağzımın hali felaketti. Yazı yazarken kalemi ağzıma soktuğum gibi, şimdi de fırçayı ağzıma sokmuştum. Dudaklarım yol yol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştı. Bunları ne mendille, ne de su veya sabunla çıkarmama imkân olmadığını, hatta uğraşsam büsbütün sıvaştıracağımı biliyordum.
Kâmran'ın ehemmiyeti yok tabii, onun karşısına hangi çehreyle çıkmayı canım isterse öyle yaparım... Fakat gelenin kim olduğunu öğrenerek kıs kıs gülen arkadaşlarıma karşı ben, kur yapılan, hatta nişanlanmaya hazırlanan bir kız vaziyetin-deydim. Hay Allah cezasını versin!
Koridordan çıkarken gözüme ilişen bir ayna, sıkıntımı büsbütün artırdı. O kadar ki, parlotr'm önü boş olsaydı belki de içeri girmeyecektim. Fakat ne çare ki, ortada bu hareketime mana verecek yabancılar dolaşıyordu.
Ne yapalım, artık olan olmuştu. Kapıyı hızla açarak fırtına gibi içeri atıldım. Kâmran pencerenin yanında ayakta duruyordu. Doğruca yanına gitsem, ne bileyim, mesela birbirimizin elini tutmamız lâzım gelecekti; kuzenimin kadın eli gibi temiz ve süslü ellerini ıslak ellerimin boyasıyla berbat edecektim.
Gözüme masanın üstünde yine sırma tellerle birbirine bağlı paketler ilişti. Bunların bana ait olduğunu anladım. Artık işi gürültüye getirmekten, ellerimin, dudaklarımın boyalarını bir çocuk deliliği perdesi altında saklamaktan başka çare yok-
ÇALIKUŞU 53
tu. Siyah önlüğümün eteklerini tutarak kutuların önünde muhteşem ve uzun bir reverans yaptım.' Bu esnada parmaklarımı biraz da eteklerime silmek ihtiyacını ihmal etmedim. Sonra, kutulara elimle birkaç sıkı öpücük göndererek bir parça da dudağımın boyalarını hafiflettim.
Kâmran gülerek yanıma yaklaşmıştı. Biraz da ona iltifat etmek lâzım geliyordu:
- Bunlar ne büyük iltifatlar, Kâmran Beyefendi, dedim. Gerçi şokololar, fondanlar biraz kılıcımızın hakkı ama, ne de olsa insan mahcup oluyor... Evvelki günkü kutuda bir nevi fondan vardı, inşallah onlara yeni kutularda da tesadüf etmek mümkün olur... Fakat hakikaten tarifine imkân yok... insan, onları ağzında eritirken yüreği de beraber eriyor.
Kâmran:
- Bu sefer zannederim daha kıymetli bir şey bulacaksın, Feride, dedi.
Yalancı bir telaş ve sabırsızlıkla onun gösterdiği kutuyu açtım, içiden iki yaldızlı kitap çıktı. Bunlar Noel yortularında küçük çocuklara hediye edilen resimli bebek masalları kabilinden şeylerdi. Kuzenim, herhalde anlamadığım bir sebeple benimle eğlenmiş olacaktı. Sırf bunun için buraya kadar zahmet ettiyse ayıp doğrusu... Ona küçük bir ders vermek sırası gelmiş miydi acaba? Bilmiyorum, fakat kendimi tutamadım. Boyalı dudaklarıma uymayacak bir ciddiyetle:
- Hediyelerin her türü için teşekkür etmek lâzım, dedim. Fakat müsaade ederseniz küçük bir römork yapayım... Birkaç sene evvel siz de bir çocuktunuz. O vakit haliniz ve ağırbaşlılığınızla büyük insanlara benzerdiniz gerçi, ama ne de olsa, bir çocuktunuz değil mi? Siz maşallah seneden seneye büyüyor, resimli roman kahramanlarına benzer bir genç oluyorsunuz da ben daima yerimde sayıyorum?
Kâmran, hayretle gözlerini açtı:
- Pardon Feride, dedi. Anlamadım.
54
Reşat Nuri Güntekin
- Anlaşılmayacak bir şey yok. Yani siz büyüyorsunuz da ben neden Bibliothegue tfose masallarını okuyacak bir bebek kalıyorum ve bir türlü haline göre on beş yaşına girmiş bir kız muamelesine lâyık görülmüyorum?
Kâmran, şaşkın şaşkın, yüzüme bakmakta devam ediyordu:
- Yine anlamadım, Feride!
Bu anlayışsızlığa hayret eder gibi bir jest yaptım, dudaklarımı büzdüm. Fakat doğrusu aranırsa ne demek istediğimi ben de anlamamıştım. Yaptığıma pişman oluyor, bir kaçamak arıyordum.
Bu defa sinirli bir hareketle ikinci kutunun bağını kopardım, içinde yine fondanlar vardı.
Kâmran, hemen hemen resmi bir tavırla hafifçe eğildi:
- Artık size ermiş, yetişmiş bir genç kız muamelesi etmek lâzım geldiğini ağzınızdan işitmek beni pek bahtiyar etti Feride, dedi. Kitaplar için sizden af dilemeye lüzum görmeyeceğim. Çünkü fondanlar ispat etmiştir ki, kitaplar zaten bir şakadan başka bir şey değildi. Maksat size kitap getirmek olsaydı belki o demin bahsettiğiniz romanlardan da seçebilirdim.
Kâmran'ın bu tavrı, bu sözleri muhakkak alaydı. Fakat öyle de olsa, onun karşımda bu sesle, bu kelimelerle konuşması hoşuma gidiyordu.
Cevap vermeye mecbur olmamak için ellerimi bir dua vaziyetinde birbirine kavuşturarak dalgın bir hayranlık rolü oynuyordum. O, sözünü bitirince yüzüne baktım; gözlerime düşen saçları bir baş işaretiyle silkeleyerek:
- Ne söylediğinizi dinleyemedim, efendim, fondanlar o kadar güzel ki... Mamafih, bunları görünce barıştık. Mesele yok. Çok mersi, Kâmran.
Dinlenilmediğini zannetmesine onun galiba canı sıkılmıştı. Mamafih, o da nedense bunu bana sezdirmemek istedi; içini çekerek yalancı bir somurtkanlıkla:
55
ÇALIKUŞU
- Ne yapalım, mademki çocuk hediyeleri makbule geçmiyor artık, bundan sonra büyük insanlara mahsus ciddi şeylerle hatırınızı sorarız, dedi.
Ben, şimdi yalnız fondanlarımla meşgul görünüyordum. Bir mücevher muhafazası seyreder gibi sevinçle kutuya bakıyor, içinden çıkardığım şekerleri, bir resimli gazetenin üstüne sıralıyordum. Aynı zamanda da saçmasapan şeyler söylüyordum:
- Bunları yemek de bir sanattır, Kâmran. Hem bu sanatı, âcizane ben keşfettim. Bak, mesela sen şu sarıyı kırmızıdan evvel yemekte bir zarar görmezsin, değil mi? Halbuki ne yazık? Çünkü kırmızı; hem fazla tatlıdır, hem biraz nanelidir. Onu evvela yersem sanırım o nazik lezzetine, o şairane kokusuna yazık olur. Ah, canım şekerler...
Bir tanesini alarak dudaklarıma götürdüm. Kuş yavrusunu sever gibi okşuyor, onunla adeta konuşuyordum.
Kuzenim elini uzattı.
- Onu bana versene, Feride, dedi. Tuhaf bir nazarla yüzüne baktım:
- Ne demek?
- Yiyeceğim.
- Kutuyu yanında açtığımıza galiba fena ettik. Getirdiklerini kendin yemeye başlarsan işimiz var...
- Sadece onu ver!
Hakikaten bu ne demektir? insan, başkasının ağzına sürülmüş bir şeyden iğrenmemek için... Neler düşünüyorum!
Herhalde bir şaşkınlık ve dalgınlık saniyesi geçirmiş olacağım ki, kuzenim birdenbire elini uzattı, fondanı parmaklarımdan kapmak istedi. Fakat ben daha atik davrandım. Şekeri kaçırdım ve ona dilimi çıkardım:
- Sizin böyle el çabukluğu hünerleriniz yoktu ama nasıl oldu, diye alay ettim.
- Bakın, ben size bu kadar güzel fondanın nasıl yeneceğini tarif edeyim de ondan sonra kapın...
56
Reşat Nuri Güntekin
Başımı biraz arkaya atarak tekrar dilimi çıkardım, fondanı üzerine koydum. Şeker, yavaş yavaş eridikçe başımı iki tarafa sallıyor, dilim serbest olmadığı için el hareketleriyle ona fondanın lezzetindeki fevkalâdeliği anlatıyordum.
Kuzenim o kadar tuhaf bir şaşkınlıkla bakıyordu ki, kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
Sonra, tekrar ciddileştim, kutuyu uzatarak:
- Şimdi artık öğreneceğinizi öğrenmiş sayılacağınız için bir tane ikram edebilirim.
Kâmran, yarı şaka bir hiddetle kutuyu itti:
- istemem, dedi. Hepsi senin olsun.
Aramızda aşağı yukarı konuşulacak bir şey kalmamıştı. Terbiye icabı evdekilerden haber sorduktan ve onlara komplimanlarımı gönderdikten sonra kutularımı koltuğumun altına sıkıştırarak çıkmaya hazırlanıyordum.
Birdenbire parloir'm yanındaki odadan hafif bir gürültü oldu. Kedi gibi kulak kabartarak dinledim.
Mektep levhalarına ve haritalarına mahsus olan bu odanın biraz evvel kapısı açılmıştı. Sonra levhalardan birinin yere düşmesine benzer bir ses işitmiştim. Şimdi de arkadaki camlı kapının arkasında fare tıkırtısından farkı olmayan bir gürültü ve hareket hissediyordum.
Kuzenime belli etmeden bu kapıya şöyle bir bakınca ne göreyim? Buzlu camın arkasında kocaman bir baş gölgesi... Derhal işi çakmıştım. Mişel'di. Bir haritaya ihtiyaç olduğunu söyleyerek aptal soru kandırmış, parloir'm yanındaki odadan bizi gözetlemeye gelmişti.
Gölge kaybolmuştu. Fakat camın altındaki anahtar deliğinden bu kızın bizi gözetlediğine hiç şüphem yoktu. Ne yapacaktım? Birbirine kur yapan iki insan sıfatıyla, o bizden mutlaka fevkalâde bir şeyler bekliyordu. Benim, kuzenime "Haydi, Allah yolunu açık etsin, evdekilere selam" diyerek aptal aptal kapıdan çıktığımı görünce her şeyi anlayacak, koridorda başı-
ÇALIKUŞU ' 57
mı kollarının arasında sıkıştırıp saçlarımı karıştırarak "Bana masal okudun, ha!" diye gülecekti.
Bu korku, bana o saniyede bir hınzırlık düşündürdü. Doğru bir şey değil ama, mademki bir rol oynamaya başlamıştık, sonuna kadar devam edecekti.
Misel, mektep arkadaşlarımın çoğu gibi Türkçe bilmezdi. Şu halde söyleyeceğimiz lakırdıların ehemmiyeti yoktu. Elverir ki, ses ve jestler sevişen iki insanın jestlerine benzesin... Kâm-ran'a:
- Az kalsın unutuyordum, dedim. Sütninenin torunu köşkte mi?
Sütninenin torunu senelerden beri köşkte büyüyen bir öksüzdü.
Kâmran, sualime şaşırır gibi oldu:
- Elbette köşkte... dedi. Nereye gitmesini isterdin?
- Tabii... Biliyorum... Yalnız... Ne bileyim işte? Ben bu çocuğu o kadar seviyorum ki... Kuzenim gülümsedi:
- Bu da nereden çıktı, dedi. Yüzüne bile baktığın yoktu biçarenin...
Garip bir hareketle:
- Yüzüne bakmamak ne ispat eder, rica ederim, dedim. Sevmediğimi mi? Ne delilik!... Bilâkis ben, bu çocuğu o kadar çok seviyorum ki...
Bu seviyorum kelimesini, La Dam O Kamelya rolü oynayan bir aktris jestiyle boynumu bükerek ellerimi göğsümün üstünde kavuşturarak tekrar ediyor, yan gözle de kapıya bakıyordum.
Misel, altı kelime Türkçe biliyorsa, bunların üçü mutlaka "sevmek, sevgi, sevda" gibi şeyler olacaktı. Mamafih, tahminimde yanılmış olsam da herhalde bir diksiyonere bakabilir, yahut da "seviyorum ki" kelimesinin ne dehşetli bir manası olduğunu herhangi bir Türkçe bilenden öğrenebilirdi. Yalnız
60
Reşat Nuri Güntekin
Kendimi tutamayarak birdenbire bir baskın yaptım:
- Adı nedir? Ne iş yapar? Evinin adresi ne? dedim.
Kuzenim şaşaladı; o kadar şaşaladı ki, bir uydurma isim ve adresi bile düşünemedi. Renkten renge girerek ve gülerek:
- Ne yapacaksın? Niçin bu merak? gibi kelimelerle beni atlatmaya uğraştı.
Ortada ehemmiyetli bir mesele varmış gibi:
- Ben, hafta başında teyzeme sorarım, dediğim zaman ise daha fazla kızardı.
- Sakın ha! Anneme ondan bahsetme... Görüşmemi istemez de, diye yalvarmaya başladı.
Hiddetle ayağa kalktım, zorla tutmaya çalıştığım ellerimi cebime saklayarak:
- Ne baba dostlarınızla, ne kendi dostlarınızla meşgul olduğumu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Münasebetsizliğimden öyle bir lakırdı ortaya atıverdim işte, diye dışarı çıktım.
O günden sonra Kâmran ne zaman mektebe geldiyse bahane uydurdum, yanına çıkmadım. Getirmekte devam ettiği kutuları sınıfta, yahut bahçede yırtarak açıyor, içindekilerini bir tanesine el sürmeden çocuklara yağma ettiriyordum.
Hakikat meydandaydı. Mesut dul mutlaka bu taraflarda bir yerde oturuyordu. O geceden sonra mutlaka anlaşmışlardı. Kuzenim ikide birde onun evine gidiyor, o arada bana da uğruyordu.
istedikleri ahlâksızlığı yapsınlar... Bana ne? Fakat beni arada oyuncak etmeleri fena halde gücüme gidiyordu. Bu aklıma geldikçe vücuduma ateş basıyor, hiddetten ağlamamak için dişlerimle dudaklarımı kanatıyordum.
Neriman'ın nerede oturduğunu evden sorup öğrenmek işten bile değildi. Fakat bu kadının adını ağzıma almak, bana tahammül edilemeyecek bir şey gibi görünüyordu.
Eve çıktığım bir tatil günüydü. Bir misafir, Necmiye'ye:
ÇALIKUŞU 61
- iki gün evvel Neriman'dan bir mektup aldım, dedi. Çok mesutmuş...
Küçücük bir fino köpeğini havuzda yıkamak için dışarı çıkıyordum. Bu sözleri işitince kapının yanında durdum, yere çömelerek köpeği yavaşça kucağımdan indirdim.
Mesut dul için bir şey soramazdım, fakat kulağıma da yasak yoktu ya...
Misafir, devam ediyordu:
- Neriman kocasından çok memnun görünüyor, bu sefer mesut olsun zavallı...
Necmiye, bir hamam kubbesi ahmaklığıyla:
- Ya, ya! Bu sefer bari mesut olsun zavallı, diye misafirin kelimelerini aynen tekrar edip lakırdıyı kapatmaz mı? Artık çaresiz, iş başa düşmüştü; alaycı bir tavırla:
- Hanımefendi, tekrar evlendiler mi? dedim.
- Kim hanımefendi?
- Mektubunu aldığınız hanım. Neriman Hanım... Misafir yerine Necmiye cevap verdi:
- Ay, haberin yok mu? Çoktan... Neriman, bir mühendisle evlendi... Beş, altı aydan beri kocasıyla beraber izmir'de...
"Bu sefer bari mesut olsa zavallı," duasını bu sefer de ben, üçüncü defa olarak tekrar ettim ve köpeği kucağıma kaparak dışarı fırladım. Fakat artık havuza gitmiyor, çitlerin, bağ kütüklerinin üstünden atlayarak koşuyor, bahçenin etrafını dört dönüyordum.
O yaz, bir seyahat yaptım. Uzak değil, Tekirdağ'a kadar. . Malum ya, hayatta Allah bana teyzeden bol bir şey vermemiştir. Bunlardan biri de Tekirdağ'dadır. Kocası olan Aziz Eniştemiz senelerden beri oralarda mutasarrıftır... Müjgân isminde benden üç yaş büyük bir de kızları vardır. Akraba çocukları arasında galiba en ziyade onu severim.
Müjgân çirkindir, fakat bu, bana hiç batmaz. Aramızdaki fark üç yaştan ibaret olmasına rağmen, ben onu çocukken
62
Reşat Nuri Güntekin
nedense daima kocaman bir insan gibi görmüşümdür. Şimdi farkın daha azalmış olmasına rağmen yine öyle görür ve onu "abla" diye çağırırım.
Müjgân Abla, benim taban tabana zıddımdır. Ben, ne kadar çılgın ve yaramazsam, o, o kadar ağırbaşlıdır. Fazla olarak da müstebittir. Her istediğini yaptıran, diyebilirim ki yalnız odur. Bazen nasihatlerine biraz somurtsam, arzularına karşı kafa tutsam bile neticede daima yelkenleri suya indirmek lazım gelir. Niçin? Ne bileyim? İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esir gibi bir şey oluyor.
Müjgân, birkaç senede bir Ayşe Teyzem'le beraber istanbul'a gelir ve birkaç hafta köşkte, yahut öteki teyzelerimde misafir kalırdı.
O yaz, Tekirdağ'dan bana, hemen hemen resmi bir davet geldi. Ayşe Teyzem, Besime Teyzem'e yazdığı bir mektupta, "Sizden ümidim yok," diyordu. "Fakat Feride'yi iki aydan aşağı olmamak üzere bu tatilde mutlaka bekliyoruz. Malum ya, biz de teyzesiyiz. Gelmezse eniştesi de, ben de, Müjgân da fena halde danlacağız."
Besime Teyzem'le Necmiye, Tekirdağ'ı dünyanın bir ucu gibi görüyorlar, uzak yıldızlara bakar gibi gözlerini bükerek: "Olacak şey mi? İmkân var mı?" diyorlardı.
- İzniniz olursa bunun imkânsız bir şey olmadığını ispat ile kesb-i şeref edeceğim, dedim.
Arkadaşlar arasında yaz tatillerinde aileleriyle beraber seyahate çıkanlar ve dönüşte bize bol bol övünenler vardı. Demek mektep açıldığı zaman bana da aşağı yukarı böyle bir şey yapmak fırsatı çıkıyordu.
Bir sene evvelki flört masalına bu sene de bir seyahat hikâyesi ilave etmek hoş bir lüks olacaktı. Yalnız, benim iddiam, çantamı elime alarak, romanlarda okuduğum Amerikan kızları gibi, kendi kendime vapura binmekti. Fakat teyzelerim bu arzumu telaşlı çığlıklarla karşıladılar ve yanıma bir bekçi katma-
ÇALIKUŞU 63
dan yola çıkmama razı olmadılar. Hatta böyle olduğu halde: "Karanlıkta güverteden denize sarkma... Kimse ile konuşma... Vapur merdivenlerinden deli gibi inme!" gibi ağır nasihatlerle haysiyetimi kırdılar. Sanki Tekirdağ'a işleyen pabuç büyüklüğündeki külüstür vapurun bir transatlantik gibi seksen metre merdiveni varmış gibi...
iki senedir görmediğim Müjgân'ı büyümüş, konuşmaya cesaret edemeyecek kadar kerliferli bir hanım olmuş buldum. Mamafih, yine çabucak anlaştık.
Ayşe Teyzem'le Müjgân'ın sürü sürü ahbapları vardı. Ben de onların arasına karıştım.
Her gün bir misafirliğe, köşke yahut bağa davet ediliyorduk.
Artık kocaman bir kız olduğumu, bir hafiflik yaparsam beni ayıplayacaklarını söyledikleri için hareketlerime son derece dikkat ediyordum. Yabancı kadınlara kompliman yaparken, suallerine ciddi ve nazik cevaplar vermeye çalışırken, kendimi misafirlik oyunu oynayan bebeklere benzetiyordum. Mamafih, insan arasına katılmak biraz da gururumu okşamıyor değildi.
Bu misafirlikler beni eğlendirmekle beraber, yine de en çok sevdiğim zamanlar Müjgân'la yalnız kaldığım saatlerdi.
Eniştemin, evi denize bakan yüksek bir bayırın üstündeydi. Müjgân Abla, benim, bazı yerleri dik bir duvara benzeyen bu bayırdan sahile inmemi evvela tehlikeli bulmuş, beni men etmeye uğraşmıştı. Fakat sonradan kendisi de buna alıştı. Saatlerce kumlarda yatıyor, suların üzerinden taş sektiriyor, sahil boyunca yürüyerek ta uzaklara gidiyorduk.
Deniz, bu mevsimde çok güzel ve sakin fakat neşesizdi. Bazen saatler geçer, üzerinde bir yelken, ince bir duman parçası görünmezdi. Hele akşamüstlerine doğru sular, insanı hasta edecek kadar genişliyor ve yalnızlaşıyordu. Bereket versin ben, bu tehlikeyi daha evvelden hissediyor, sahildeki kayaları kahkahalarımla çın çın öttürüyordum.
64
Reşat Nuri Güntekin
Bir gün Müjgân'la başımı almış, ta ilerideki bir burna doğru yürümüştük. Maksadımız, bu burnu meydana getiren kayaların öte tarafından koya geçmekti, fakat aksi gibi, yol kapalıydı. Ayaklarımızı çıkararak suya girmekten başka çare yoktu. Ben kendi hesabıma bu mecburiyete sevindim bile. Fakat ermiş, yetişmiş bir küçükhanım olan Müjgân'ı ne yapacağız?
Ne söylersem iskarpinlerini ve çoraplarını çıkartmayacağını bildiğim için ona bir teklifte bulundum:
- Gel, Müjgân Abla, seni arkama alayım... Öyle geçireyim, dedim.
Razı olmadı:
- Deli çocuk, sen koskoca insanı nasıl kaldırırsın? dedi. Zavallı Müjgân, yaşı gibi boyu da benden büyük olduğu için kendisini taşımaya gücüm yetmeyeceğini zannediyordu. Sinsi sinsi yanına yaklaşarak:
- Bakalım, bir tecrübe edelim de, olursa ne âlâ dedim ve onu kalçalarından yakaladığım gibi havaya kaldırdım.
Müjgân bunu evvela sahiden birkaç adımlık bir tecrübe sanmıştı. Kendini kurtarmaya çalışarak:
- Delilik etme, bırak. Sen, beni nasıl taşırsın? diye gülüyordu. Fakat çıplak ayaklarımla suyun içinde yürüdüğümü görünce çıldıracak gibi oldu.
- Tüy gibi hafifsin abla, dedim. Çırpmacak olursan boylu boyumuza düşeriz, ikimize de yazık olur. Fakat rahat durursan korku yok.
Zavallı kız, sapsarı kesilmişti. Bir kelime söylerse muvazenenin bozulmasından korkuyor gibi ağzını, gözlerini kapıyor, elleriyle saçlarıma sarılıyordu.
Zavallı Müjgân, bir karışlık suyun üstünde, bir uçurumdan geçiyormuş gibi gözlerini kapıyor, sırtımda kımıldamaya cesaret edemiyordu.
Bir de burnu dönünce ne görelim! Karaya çekilmiş bir sandalın yanında yiyecek yiyen üç balıkçı bize bakmıyor mu?
ÇALIKUŞU
65
- Ettin mi edeceğini, Feride? diye fısıldadı, şimdi ne yapacağız?
Ben güldüm:
- Balıkçılar adam yemezler ya, dedim.
Mamafih, vaziyetimiz hakikaten tuhaftı. Hele ben, dizka-paklarıma kadar çıplak bacaklarım, elimde çoraplarımla insan içine çıkacak halde değildim.
Müjgân, incecik bacaklarıyla -süpürge önünden kaçan örümcek gibi- koşmaya hazırlanıyordu. Ben, bu korkuyu ayıp buldum.
Suların o gün niçin kıyıdaki yolları kapadığını, hangi saatlerde denizin ne taraflarında balık tuttuklarını sordum. Sırf lakırdı olsun diye saçmasapan sualler.
Balıkçıların ikisi yirmişer yaşında, yahut biraz daha fazla iki genç, biri sakallı bir ihtiyardı.
Gençler, utangaç görünüyorlardı. Cevaplarını ihtiyar verdi. Fakat o da besbelli benim gibi lakırdı bulmakta güçlük çektiği için kim olduğumu sordu.
Bir an durakladıktan sonra: "Ben Marika diye bir kızım; tüccar amcama istanbul'dan misafir getirdim," dedim ve yürüdüm.
Müjgân beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: "Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?" diyordu.
- Ne bileyim, dedim... İstanbul'daki teyzeler, "Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları dedikoducu yerlerdir," diye tekrar tekrar tembih ettiler bana. Balıkçılar, "Bu nasıl Müslüman kız böyle, sade başını değil bacaklarını da açıyor," demesinler diye.
Hasılı, korkak Müjgân, bu hiçten şeyi adeta büyük bir mesele yaptı...
Çalıkuşu - F.5
66
Reşat Nuri Güntekîn
Akşamüstleri Müjgân'la kol kola gezerken genç bir süvari zabitinin etrafımızda dolaştığına dikkat etmiştim. Bu zabit, sözde atına talimler yaptırıyordu. Fakat Allah'ın kırında başka gidilecek yer yokmuş gibi mütemadiyen bizim gezdiğimiz yolda gidip geliyor, yanımızdan geçerken bize bakıyordu; hem de o kadar garip bir alaka ile ki, neredeyse durup konuşacak.
Bir gün o, yine atını oynatarak ve bizi duvar kenarındaki ağaçlar arkasına kaçırarak yanımızdan geçtikten sonra yavaşça güldüm, öksürdüm ve:
- Anlayalım Müjgân Abla! dedim. Müjgân yüzüme baktı:
- Ne demek istiyorsun, Feride? dedi.
- Şunu demek istiyorum ki artık eskisi kadar çocuk değiliz abla... Zabit Bey'le mükemmel kur yapıyorsunuz. Müjgân gülmeye başladı:
- Ben mi? Deli çocuk!
- Biraz akran muamelesi etmek tenezzülünde bulunmanızdan ne çıkar efendim?
- Zabitin benim için dolaştığını mı zannediyorsun?
- Onu zannetmemek için biraz aptal olmalı. Müjgân tekrar güldü. Fakat bu defaki gülüşte biraz ıstırap vardı. Sonra içini çekti:
- Yavrucuğum, ben öyle arkasından koşulacak bir kız değilim ki... O, senin için etrafımızda gidip geliyor...
- Ne söylüyorsun, abla! Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.
- Evet, senin için... Sen gelmeden evvel yine görürdüm. Fakat beni yolun kenarındaki şu ağaçlardan ayırt etmeden geçer giderdi ve bir daha dönmezdi...
O gece, yemekten sonra Müjgân'la evin önüne çıkmıştık. Konuşmadan denize doğru yürüyorduk. .
Müjgân:
- Senin bir derdin var Feride, dedi. Hiç sesin çıkmıyor.
67
ÇALIKUŞU
Biraz durakladıktan sonra cevap verdim:
- Gündüz söylediğin münasebetsiz lakırdıyı aklımdan çıkaramıyorum, mahzun oluyorum. Müjgân şaşırdı:
- Ne dedim ben?
- "Ben arkasından koşulacak bir kız değilim ki," dedin. Müjgân, hafif bir kahkaha kopardı:
- Peki ama, bundan sana ne?
Ellerini tuttum, gözlerim dolu dolu, donuk bir sesle:
- Sen çirkin misin abla? dedim.
O yine güldü, benimle eğlenerek yanağıma bir fiske vurdu:
- Ne çirkin, ne güzel!... Ortayım diyeyim de kavgayı kısa keselim... Sana gelince, biliyor musun sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun!
Ellerimi Müjgân'ın omuzlarına koydum, onu öpecek gibi burnumu sürerek:
- Benim için de orta diyelim de mesele bitsin, dedim.
Bayırın kenarına gelmiştik. Yerden taş toplayarak denize atmaya başladım. Müjgân da bana uydu. Fakat zavallı, hem taş atmasını bilmiyordu, hem de kolları kuvvetsizdi.
Benimkilerin her zaman havada kaybolduktan sonra uzakta bir yakamoz parıltısıyla suları yıldızlandırmasına mukabil onunkiler gülünç bir patırtı ile bayırın taşlarına çarpıyor, yahut aşağı kumsala düşüyordu ve dehşetli gülüyorduk.
Ay ışığından sırılsıklam bir denizin iki genç kıza ilhamı bu olmamalıydı. Ama ne yaparsınız! Mamafih, biraz sonra Müjgân yorularak büyük bir kaya parçasının üstüne oturdu; ben de ayaklarının dibine çöktüm.
Bana mektep arkadaşlarıma dair sualler soruyordu. Ona benim Mişel'in birkaç vakasını anlattım. Sonra elimde olmadan kendi uydurma masalımdan bahse başladım.
Buna ne sebep vardı? Müjgân'a yaptığım itiraf sadece bir
68
Reşat Nuri Güntekin
gevezelik ihtiyacı mıydı? Bilmiyorum. Fakat ara sıra münasebetsizliğimi hissederek durmak istediğim halde bir türlü kendimi tutamıyordum.
Müjgân'a anlattığım şey, netice itibariyle, arkadaşlarımı nasıl bir kurt masalıyla aldattığımın hikayesiydi. Fakat o zaman rol icabı nasıl mahzunlaşıyorsam, şimdi de böyle bir mecburiyet olmadığı halde o hüznün yanına kendimi kaptırıyordum. Müjgân'ın yüzüne bakmaktan çekiniyordum. Kâh onun etekleriyle, düğmeleriyle oynuyor, kâh başımı dizine koyuyor ve daima denize, uzaklara bakıyordum.
Masalımın kahramanının kim olduğunu evvela Müjgân' dan saklamaya gayret etmiştim. Fakat sonradan bunu da ağzımdan kaçırdım.
Dostları ilə paylaş: |