ROMON POLANSKI
Roman Polanski (d. 18 Ağustos 1933, Paris), Polonyalı aktör, yönetmen, yapımcı ve senarist.
Yaşamı
Polanski, 1933'te Polonyalı bir Yahudi ile bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya geldi. Üç yaşında ailesi ile birlikte Krakov’a taşındı. 1940’ta şehrin Almanlar tarafından işgal edilmesinin ardından ailesi bir toplama kampına gönderildi.
Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarır. Annesi Auschwitz’de ölür. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık bir yetişkin olan Polanski evden ayrılır. Babası, Polanski’yi bir teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere okulu terk eder. Aynı zamanda, Krakov tiyatrosunda aktör olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’te Andrezj Wajda’nın “Pokolenie / Bir Kuşak”ı ile olur.
1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’nda yönetmenlik bölümüne girer, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker.
İlk tanınan filmi 1962’de çektiği “ Knife in The Water - Suda Bıçak” olur. Bu filmde senaryo üzerinde kendisi çalışmıştır. Sonraki iki filmini çekmek üzere Birleşik Krallık'a giden yönetmenin burada yaptığı ilk film olan “ Repulsion - Tiksinti”, parlak bir başarı elde edemez. Filmin, yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenir. Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku filmi “Rosemary’s Baby- Rosemary'nin Bebeği ” ile olur. Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen, uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratır.
Bir sonraki filmi Macbeth, bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon Tate’in Manson Ailesi tarafından canicesine öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur.
Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a döner (1974). Film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir. 1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “The Tenant- Kiracı” ile başarıları devam eder. Uğursuz, paranoyak bir delilik, suistimal ve intikam hikâyesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylenir. Bu film aynı zamanda "apartman üçlemesinin" Repulsion ve Rosemary'nin Bebeği'nden sonraki üçüncü ve son filmi olma özelliğini taşımaktadır.
Tutuklama kararı
Polanski 13 yaşındaki bir kıza hukuken tecavüzden (ki bu olayın Jack Nicholson'un evinde vuku bulduğu rivayet edilir) suçlu bulunur. Bu olayın ardından ABD'deki tutuklama kararı nedeniyle Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. Fransız otoriteler yönetmeni iade etmezler. 1979 yılına kadar da film yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja Kinski filmde rol alacaktır.), Fransa’da o zamana kadar çekilen en pahalı film olur. Polanski, bunun karşılığını bir Oskar ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle alacaktır.
Bir sonraki filmi olan “Pirates-Korsanlar” (1986) ise tam bir hayal kırıklığı yaratır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un rol aldığı gerilim filmi “Frantic” de ne eleştirmenlerden, ne de işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alabilmiştir. 1992’de “ Bitter Moon - Acı Ay” u çeker ama beğenilmez. Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “Death and the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “Gli Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth Gate- Dokuzuncu Kapı” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş yaptı.
Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam-öyküsünün aynası niteliğindeki Piyanist'i çekti. II. Dünya Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam savaşı veren bir adamın hikâyesini konu alan film, 55. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü.
2005 yılında ise Charles Dickens'in Oliver Twist romanını filme çekmiştir. Hikâye, 19. yüzyılda, yetim bir çocuğun, Londra sokaklarında yaşamak zorunda kaldığı sefilliği anlatır.
Filmleri Yönetmen olarak; -
Zaczarowany rower (Magical Bicycle) (1955)
-
Morderstwo (A Murderer) (1957)
-
Uśmiech zębiczny (A Toothful Smile) (1957)
-
Rozbijemy zabawę (Break Up the Dance) (1957])
-
Dwaj ludzie z szafą (Two Men and a Wardrobe) (1958)
-
Lampa (The Lamp) (1959)
-
Gdy spadają anioły (When Angels Fall) (1959)
-
Le Gros et le maigre (The Fat and the Lean) (1960)
-
Ssaki (Mammals) (1961)
-
Noz w wodzie(Knife in the Water) (1962)
-
Les plus belles escroqueries du monde (The Beautiful Swindlers, "La rivière de diamants) (1964)
-
Repulsion (1965)
-
Cul-de-Sac (1966)
-
The Fearless Vampire Killers (Dance of the Vampires) (1967)
-
Rosemary'nin Bebeği (1968)
-
Macbeth (1971)
-
What? (Diary of Forbidden Dreams) (1973)
-
Chinatown (1974)
-
Le Locataire (The Tenant) (1976)
-
Tess (1979)
-
Pirates (1986)
-
Frantic (1988)
-
Bitter Moon (1992)
-
Death and the Maiden (1994)
-
Dokuzuncu Kapı (1999)
-
The Pianist (2002)
-
Oliver Twist (2005)
-
To Each His Cinema (2007)
-
Pompeii (2008)
-
The Ghost Writer (2010)
-
Acımasız Tanrı (2011)
-
A Therapy (kısa film) (2012)
-
La Vénus à la fourrure (Venus in Fur) 2013
Roman Polanski: Komplo ve Paranoyanın Zirvesi
1960’lı yıllar sinema adına fazlasıyla zengin ve bir o kadar da çığır açıcı zamanlardı. 1950’li yıllar itibarıyla Hitchcock’un korku ve gerilim sineması, türe muhteşem bir eşik atlatmıştı. Yine aynı yıl aralıklarında Avrupa’ya yayılan ve sinema anlayışını temelden değiştiren bir akım olan Fransız Yeni Dalga sinemacıları etkilemeye devam ediyordu. Roman Polanski de tam da bu zamanlarda eline kamera almış ve birkaç kısa filmden sonra uzun metrajı için kollarını sıvamıştı. İlk uzun metrajı 1962 yılında Knife in the Water adıyla geldi. Filmin atmosferinde Alfred Hitchcock’un etkisi rahatlıkla hissedilebilir. Kariyerine cesur adımlarla giriş yapan Polonya asıllı yönetmen, Knife in the Water’ın ardından Apartman Üçlemesi’yle yerini sağlamlaştırdı denilebilir. Hitchcock etkisi bir yana, psikolojik drama mizansenleriyle donattığı bu filmler ona hak ettiği saygınlığı getirmeye başlamıştı.
Kariyeri boyunca birçok farklı mekanda, birçok farklı türde ürünler vermiş bir yönetmen olarak, yaşayan en önemli yönetmenlerden biri olarak anabileceğimiz Polanski, bu çeşitliliği filmografisindeki 21 uzun metraj film arasında oldukça dengeli dağıtabiliyor. Kamerasını ilk defa bir gölde açan, ardından apartman dairelerine sıkışan ya da bir adaya uzanan yönetmen, skandallarla boğuştuğu kariyeri boyunca, artık biraz yavaşlasa da, üretmeye devam ediyor.
Polanski sineması, belli birtakım kriterlere bağlı olması açısından, filmleri arasında bir bütünlük kurulabilmesine izin verir. Paranoyalardan beslenen ve klostrofobik hikaye anlatımı onun imzası gibi bir üsluba sahiptir diyebiliriz belki de. Yeni Dalga’yı ve Hitchcockvari tematik altyapısını bir potada eritmeyi başararak unutulmaz filmlere imza attığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Özellikle 1970’ler boyunca altın çağını yaşayan Polanski, o yıllarda Brian De Palma gibi kendine has bir dil oluşturmayı başardı. Sonrasında bir durağanlığa teslim olsa da kendi standartlarını takip ederek filmlerini çekmeye devam ediyor. Belki şu anda 70’lerin o parlak geleceğe sahip, vizyoner sinemacısı olmasa da, çektiği filmler çekeceklerinin teminatı olduğundan onun filmleri her daim adından söz ettirir.
Knife in the Water (Sudaki Bıçak) (1962)
Roman Polanski’nin komünist rejim altındaki ülkesi Polonya’da çektiği tek uzun metraj film olan Knife in the Water, başlangıç için iddialı bir yapım olarak gösterilebilir. Bütün filmi yalnızca bir teknede çeken Polanski, üç karakterin bir gün içinde teknede yaşadıkları üzerine hikayesini inşa ediyor. Venedik Film Festivali’nden FIBRESCI ödülüyle dönen ve Yabancı Dilde En İyi Film dalında hem Oscar hem de BAFTA adaylığı bulunan film, ilk olmasının yanında artı özellikleriyle ve sinema ruhuyla öne çıkan bir yapım oluyor.
Açık havada geçmesine rağmen, gerilim dolu ve klostrofobik etki yarattığı bile söylenebilecek olan Knife in the Water, karakter analizleri yapıldıkça değerlenen bir yapıya sahip. Teknede bulunan evli bir çift ile yoldan aldıkları bir otostopçunun arasında ilerleyen hikaye, erk ve ego bağlamında yer yer ilkel güdülemeler öncülüğünde ilerliyor. Polanski’nin yalın ve sade bir üsluba sahip olmaması, filmin gerilim dozunu körükleyen ve benzer yapımlardan da ayrılmasını sağlayan bir detay aslında. İlk filminden kendine bir üslup oluşturabilmesi ise, yeteneklerinin bir göstergesiymiş diyebiliriz.
Repulsion (Tiksinti) (1965)
Apartman Üçlemesi’nin ilk filmi olan Repulsion, Polanski’nin gergin atmosferini bir apartman dairesine taşıyor. Bu defa erkten ziyade bir kadın karakteri üzerine kuruyor senaryosunu. Seksten iğrenen Carol’un erkeklerle olan imtihanı ve zihninin içindeki yolculuktan nasıl çıkacağı sorularına kısmi cevaplar veren Polanski, gerçekçiliğini görselleştirmekten çekinmiyor. Öte yandan, mekanı ve gerçekliği manipüle ederek, rüya sekanslarının gücüne güç katıyor. Üçlemenin karakteristik özelliklerinden biri olan rüya sekansları, gerçeklik anlayışını bükerek rüyaların ve gerçek hayatın ayırt edilmesine engel olmayı amaçlıyor. Carol’un paranoyaları ve kabusları peşini bırakmaz bir hal alıyor böylece.
Senaryosunun giriş ve düğüm noktalarını daha da sağlamlaştırmak ve çözüm anında gizemini hala koruyan bir final ortaya çıkarmak için senaryosunu daha incelikli ve bir o kadar da karmaşık bir hale getiren Polanski, ikinci uzun metraj filminde bunu dengeli bir şekilde oturtuyor. Diyalogların zayıflığı belki filmin akıcılığını biraz olsun etkilese de, başarılı senaryosunun ve özellikle çekim tekniklerinin etkisiyle üçlemeye oldukça sağlam bir başlangıç yapıyor.
Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği) (1968)
Rosemary’s Baby, Polanski sinemasının en ikonik filmlerinden bir tanesidir. Apartman üçlemesinin ikinci ayağı olan filmde, yeni evli bir çiftin kiraladıkları yeni evlerinde daha önce gerçekleşmiş tuhaf olayların akabinde yaşadıkları olayları anlatılıyor. Polanski’nin Şeytan’ı işlediği ilk filmi olan Rosemary’s Baby’nin, yine paranoyadan beslenen ve entrikalarla bezenmiş bir senaryosu var. Satanist tarikatlardan bir tanesinin çevresinde geçen filmde, Mia Farrow’un canlandırdığı Rosemary’nin yalnızlığı ile desteklenen ve yine rüya sekanslarıyla zenginleşip yükselen bir tempoya sahip olan film, bu tempoyu final sahnesine kadar korumayı başarıyor.
Polanski’nin karakter sayısını arttırıp entrikalar kurması, kişisel paranoyalardan biraz sıyrılarak daha geniş bir olay örgüsü yaratmasını sağlıyor. Bu açıdan üçlemeyi biraz daha genişletmeye başlıyor. Bireyin zihninden sıyrılarak çevresinin önemini artırıyor
Chinatown (Çin Mahallesi) (1974)
Roman Polanski’nin Hollywood’a giriş yaptığı filmi diyebileceğimiz Chinatown, Jack Nicholson’un en iyi performanslarından birini sergilemesiyle zirveye yerleşmesiyle dikkatleri üzerine çektiği şüphe götürmez. 1930’lar atmosferine sahip bir film-noir olan Chinatown, Polanski’nin kaleminden izlemeye alışık olduğumuz komploların iyice olgunlaştığı senaryolardan birine sahip. Polanski’nin de kendine yenilikler kattığı ve bunlara oldukça hakim olduğunu düşündüğümüzde Chinatown’un değerini anlamak mümkün olabiliyor.
Chinatown, Jack Nicholson tarafından canlandırılan J.J. Gittes adlı özel bir dedektifin aldığı bir iş üstüne yaptığı araştırmaları anlatıyor. Polanski, Hollywood’un ihtiyaçlarına göre hikayesini daha net bir biçimde anlatsa da gizemli halini başka konulara kaydırmayı başarıyor. Diğer taraftan, Chinatown’la sinema dilinde bazı değişiklikler yapmayı denemesi de cesur bir tavır olarak gösterilebilir. Keskin hatlara sahip olmayan femme fetale figürü, ne daha önce kendisinin kullandığı ne de belli ekollerde yer edinen bir figür değilken; Chinatown’ı yukarı çeken niteliklerden biri olarak göze çarpıyor. Roman Polanski’nin en iyi filmi olduğu sıkça dile getirilen Chinatown, o yıl En İyi Senaryo dalında Oscar kazanarak başarısını bir açıdan tescil etmeyi başardı diyebiliriz.
The Tenant (Kiracı) (1976)
Apartman üçlemesinin son halkası olan The Tenant, başrolünde Roman Polanski’nin yer aldığı ilk Polanski filmi. The Tenant, Rosemary’s Baby’nin izinden gidiyor olsa da, üçlemeye son veren film olarak Repulsion’un dinamiklerini de fazlasıyla barındırıyor ve hatta daha yakın bir çizgi izliyor. Polanski, The Tenant ile dış etkenleri karakterinin zihniyle buluşturuyor ve paranoyasını en üst seviyeye çıkarıyor. Öte yandan, rüya sekanslarının gerçeklikle en içiçe geçtiği film olarak da göze çarpıyor.
Film yine bir apartman dairesini merkeze aldığı için, komşular oldukça önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Polanski’nin canlandırdığı Trelkovski karakteri zihni içinde gittikçe kaybolmaya başlıyor ve yalnızlığıyla iyice yokuşa sürükleniyor. Karakterin kayboluş sürecini adım adım işleyen yönetmen, gerilimin bir an olsun düşmesine izin vermiyor. Bilinmeyenleri çözme derdine girmeden senaryoya yedirmeye başarıyor. Trelkovski karakteri, üçleme dahilindeki en kompleks karakter olarak gözümüze çarpıyor ve bu bağlamda film için üçlemenin ilk iki filminin bir araya geldiği film gibi bahsedebiliriz.
Carnage (Acımasız Tanrı) (2011)
Carnage, Polanski’nin filmografisi dahilinde en farklı filmlerden bir tanesi. Bir tek mekan filmi olarak, dinamik ve bol diyaloglu yapısıyla yönetmenin bize daha önce sunmadığı bir senaryoya sahip diyebiliriz. Başrollerinde Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz ve John C. Reilly’nin bulunduğu ve çocukları arasında geçen bir olay sebebiyle karşı karşıya gelen dört ebeveynin sorunu çözme çabasına odaklanıyor.
Tek mekanda geçmesi sebebiyle Polanski’nin yeteneklerini fazlasıyla gösterebildiği bir ortam mevcutken, bu denli dışa dönük karakterlerin varlığı onun için de yeni bir durum yaratıyor. Dinamik diyalogları iyi yönetebilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi oyuncuların birbiriyle olan uyumu da olsa, yönetmenin kompozisyonları yaratmaktaki başarısı da göz ardı edilemez. Yine de başka yönetmenlerden izlediğimizde gizli kalmış bir ana fikre ulaşmak mümkün olabiliyorken, Polanski’nin son dönemlerinde bu yeni deneyiminde bu derece bir derinliğe erişemiyoruz. Hikayenin başlangıcını ve sonucunu anlatmak için görselliğin gücünü kullanmayı tercih ediyor.
The Pianist (Piyanist) (2002)
Polanski’nin kariyerinin zirve noktası olan The Pianist, yönetmenin Oscar heykelciğine kavuştuğu film aynı zamanda. İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’da yaşayan yahudi bir ailenin yaşadıklarını anlatan bu filmde, bir piyanistin gözünden savaşa bakış atan yönetmen; sinema tarihinin en özel filmlerinden birine imza atıyor. Adrien Brody’nin muhteşem performansıyla yükselen film, İkinci Dünya Savaşı konulu filmler arasında kendisine özel bir yer edinmiş durumda. Brody’nin performansı bir yana dursun, Polanski’nin yönetimsel tercihleriyle de dikkat çeken The Pianist, savaş atmosferini çarpıcı bir şekilde ve gerçekçiliğini törpülemeden yansıtmayı başarıyor.
Oluşturduğu kompozisyonlarla filmi zenginleştiren Polanski, gerek savaşın derinliklerine inen tavrıyla gerekse geniş bakışlar attığı kısımlarla bütünlük kurmayı başarıyor. Bireysel çatışmalardan, hane içine; toplum içi çatışmalardan, genel savaş atmosferine uzanan bakış açısıyla derin ve incelikli bir portre çizen Polanski, En İyi Yönetmen Oscar’ını neden kazandığını net biçimde gösteriyor. Müziğin filmin içindeki yerini elbette etkileyici bir biçimde oturtması da, The Pianist’in en belirgin özelliklerinden bir tanesi oluyor.
THE PİANİST (film, 2002)
The Pianst, drama türünde, 2002 yılında çekilmiş, yönetmenliğini Roman Polanski'nin yaptığı, senaryosunu Ronald Harwood'ın,Wladyslaw Szpilman'ın hayatını anlattığı kitabın üzerine kurduğu Fransa-Almanya-Polonya ortak yapımı filmdir.
Wladyslaw Szpilman, Polonyalı başarılı bir piyanisttir. II. Dünya Savaşı'nda Almanların Polonya'yı işgal etmesiyle hayatı kâbusa döner. Yahudi olduğu halde şans eseri toplama kamplarına gitmekten kurtulur ve Varşova'nın varoşlarında yaşamaya başlar. Daha sonra Wilm Hosenfeld isimli bir Alman subayının yardımıyla hayatta kalmayı başarır..
2002 - En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü
2002 - En İyi Yönetmen Akademi Ödülü
2002 - En İyi Uyarlama Senaryo Akademi Ödülü
2002 - Cannes Film Festivali Büyük Ödülü
2002 - BAFTA En İyi Film Ödülü
2002 - BAFTA En İyi Yönetmen Ödülü
Roman Polanski’nin yönetmenliği yaptığı, Adrien Brody’nin başrolünü oynadığı Piyanist filmi, İkinci Dünya Savaşı zamanında geçmektedir. Film, bu dönem yaşanan olayları, tarihsel gerçeklikten kopmadan başarı ile anlatmaktadır. Almanya, Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş olan Polonya’yı, işgal etmiştir. Bu dönem, Almanya’da başta olan Nazi iktidarı, Yahudilerin öldürülmesi gerektiğini düşündüler. Ve Almanya’nın saldırması üzerine de, İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Piyanist filmi konusu da, bu dönemde yaşayan bir piyanistin gözünden, savaşın getirdiklerine bakmamızı sağlar.
Piyanist Filmi Konusu
Film, 1939 yılını anlatır ve olaylar Varşova’da geçer. Bütün hikaye, Yahudi bir piyanist olan Wladyslaw Szpilman’ın gözünden anlatılır. Almanya tarafından, Polonya bombalanmaktadır. Bu esnada Wladyslaw Szpilman, Polonya Radyosu’nda piyano çalmaktadır. Annesi ile babasının yanı sıra, iki kız ve bir erkek kardeşi ile yaşayan Wladyslaw Szpilman, evine geldiğinde ailesini hazırlık yaparken bulur. Aile artık, gitmeye karar vermiştir. Wladyslaw Szpilman ise bunu reddeder. Eğer ölecekse bile evinde ölmek istediğini söyler. Gitmek ya da kalmak üzerine tartışıldığı sırada, radyodan sevindirici bir haber duyulur. İngiltere, Almanya’ya savaş açmıştır çünkü verdiği ültimatom dikkate alınmamıştır. Bunun yanı sıra, Fransa’nın da bu karara destek verdiği bildirilir. İngiltere ve Fransa’nın savaşa girmiş olması ailede bir umut doğurur. Bu sebeple, Varşova’da kalmaya karar verirler. Fakat umut uzun sürmez. Çünkü gerçekleştirilmeye başlanan uygulamalar, acı bir son ile yüzleşme yaşanacağının göstergesi gibidir.
Almanya, artık tüm birlikleri ile Varşova’yı işgal etmeye başlamıştır. Yahudilerin, sosyal hayata katılması, kafelere girip çıkması yasaklanır. Artık istedikleri her yerde yemek yiyemezler, yolda kaldırımlarda yürümek gibi bir hakları yoktur. Eğer kurallara uymazlarsa, hemen ceza alırlar. Üstelik Yahudiler, herkes tarafından tanınsın diye, kendilerine özel bir kol bantları ile gezmek zorundadır. Bu uygulama, iyice toplumdan dışlanmalarına neden olur. Para biriktirmeleri ise söz konusu değildir. Her Yahudi ailenin, en fazla iki bin Zlot bulundurma şansı vardır ve bu para yaşamaya yetecek bir meblağ değildir.
Sonra ilk olarak şehrin bir bölümü Yahudilere ayrılır, buradan sonra da toplama kamplarına gönderilme başlar. Szpilman, geçinmek için bir kafede çalmaya başlar ama bu uzun sürmez. Kırk iki yılına gelindiğinde, tüm Yahudilerin kamplara gitmesi zorunludur. Piyanistte, bu kamplara gidecekken, Yahudi bir polis memuru tarafından, sıraya girmekten kurtulur.
Filmin bundan sonraki aşaması, tüm bu eziyetler çekilip insanlar öldürülürken, Szpilman’ın nasıl saklandığını anlatıyor. Zaman zaman arkadaşlarından yardım isteyen, zaman zaman köle gibi çalışmak zorunda kalan Piyanist, pek çok kere ölüm ile burun burunu geliyor. Saklanacak bir ev bulduğunda, açlıktan ölecek hale geliyor. Şehrin her yeri ise bombalanmaya devam ediyor. Film boyunca, Szpilman’ın canını kurtarmak için katlanmadığı sıkıntı kalmıyor. Savaş bitmesine yakın zamanda, bir Alman askeri tarafından yakalanan Piyanist, öldürülmek yerine serbest bırakılıyor. Bu sayede savaşın sonunu görebilen Szpilman, üşümemek için Alman askerinin paltosunu giyip sokağa çıktığı sırada, neredeyse yanlışlıkla Polonyalılar tarafından vuruluyor. Ben Yahudiyim diye bağırdı sırada, ‘ Neden Alman askeri Paltosu giyiyorsun?’ sorusuna, bütün tükenmişliği ile cevap veriyor: ‘Çünkü üşüyorum.’
Dostları ilə paylaş: |