Rumuz: GÜLCE SÜHAN
YA NASİP
Pir Ali derlerdi buralara, ataları yaklaşık 250 yıl önce gelip bu toprakları yurt edinmişti. Bereketli topraklardı, suyu bol, yemişi çeşit çeşitti. Kışı çetindi ama yazına doyum olmazdı. Bahar geldiğinde dağ taş türlü türlü çiçeklerle bezenir, Göl Dağı’ndan gelen serin rüzgarla her taraf mis gibi kokardı.
Hacı Halil Ağa, atına biner sıcaklar bastırmadan topraklarını bir uçtan bir uca gezinirdi. Atalarından gelen bozkırın özgür ruhu hala damarlarında çok canlı dolanırdı. Bu ruhun etkisiyle at onda bir tutku ve bir sevdaya dönüşmüştü. Nerede iyi bir cins at duyduysa oraya gider, inceler, biner ne istiyorlarsa verirdi. Has atı iyi bilir soylarını iyi takip ederdi. Çiftliğinde çeşit çeşit atları vardı. Hepsiyle özel ilgilenir ara ara onlara biner gezintiye çıkardı.
Günlerden bir gün, Osmanlı Devleti’ne bağlılığından ve hizmetlerinden dolayı, ata olan sevgisini bilen Uç Beyi İshak Paşa, ona bir tay hediye etmişti. Attan çok iyi anlayan Halil Ağa bu atın soylu bir Arap atı olduğunu anlamış, onunla bizzat kendisi ilgilenmiş ve her türlü bakımını kendisi üstlenmişti. Kaşgar adını verdiği at büyüdükçe herkesin dikkatini cezbetmiş ve atın adı da Halil Ağa ile birlikte anılır olmuştu. Ağayı ziyarete gelen misafirler namını duydukları bu atı görmeden gitmez hatta ata binmek isterlermiş. Arap atları normalde uysal hayvanlar olmalarına rağmen bu at Halil Ağa’dan başka kimseyi ne yanına yaklaştırır ne de bindirirmiş. Homurdanır, uzaklaşır, hatta ısırır ve çifte bile atarmış.
Halil Ağa da atına çok düşkündü. Birçok atı olmuştu ama bu başkaydı, huyu suyu, tavırlar attan çok öte bir dost olmuştu ona. Birbirlerinin dilinden iyi anlarlardı. Oğulları bile bazen “Bizden çok seviyorsun bu atı!” diye sitem ettiklerinde aksini söylese de neredeyse evlatlarıyla eş değer severdi atını.
Bahar sonu yaz başı oldu mu Kaşgar hırçınlaşır, zapt edilemez bir hal alırdı. Bu dönemde Halil Ağa onu diğer atlarla beraber yılkıya gönderirdi. Hem taze otlarla semirir hem de hırçınlığını geniş yaylalarda bırakıp sakinleşirdi. Kısa süreli bu ayrılık bile Halil Ağa’ya çok zor gelirdi..
Yılkıları toplama zamanı gelmişti. Kahyalar erkenden hazırlıkları yapıp yanlarına iş bilen seyisleri de alıp yola çıkmışlardı. Kahyaları yıkılıkta kötü bir sürpriz beklemekteydi. Kaşgar yılkıların arasında yoktu. Her tarafa bakmış ama bir türlü bulamamışlardı. Diğer atları alıp çiftliğe dönmek zorunda kaldılar. Ağaya ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı.
Kaşgar’ı sabırsızlıkla bekleyen ağa, kahyaların yanında atını göremeyince endişelenir. Kahyalarla tekrar ve yılkılığa gidip bakarlar; ertesi gün hava kararana kadar ararlar ama nafile, bulamazlar. Büyük bir hüsranla geri dönerler. Kâhyalardan biri: “Ağam eşkıyalar götürmüştür.” der. Ağa buna çok sinirlenir: “Kim nasıl böyle bir şeye cesaret eder, bunu nasıl yapar? O kimseyi yanına yaklaştırmaz, benden başka kimse ona binemez! Bilmez misin kâhya?” der. Diğer kâhya da: “Kurda kuşa yem olmuştur belki ağam.” der. Ağa, ona da kaşlarını çatıp sert bir bakış atmakla yetinir.
Halil Ağa bu duruma çok üzülür ama umudunu da yitirmemiştir. Günlerce yıkılıkta tek başına Kaşgar’ı aramıştı ama nafile... Onun bu halini gören Sıdıka Hanım Beyini teskin etmeye çalışırken: “Ahırda birçok at var ne diye bu kadar üzülürsün, ararsın. İstersen yenisini alırız.” dediğinde çok sinirlenmiş: " Sen ne dersin bre hatun! " diye celallenmiştir.
Sıdıka Hanım’ı çok severdi Halil Ağa, ağzından bir gün kötü söz çıkmamış, sesini bile yükseltmemiştir hanımına karşı. Ağanın bu tepkisi Sıdıka Hanım’ı da çok şaşırtmıştı. Artık bu konuda tek kelime bile etmemesi gerektiğini anlamıştı. Bu at onun için farklıydı, onun en hassas noktası olmuştu.
Babalarının üzüntüsünü gören oğulları da dört bir tarafa haber göndermiş iyi cins Arap atları istetmişlerdi ama Halil Ağa gelen atların hiçbiriyle ilgilenmemiş hatta alıcı göz ile bile bakmamıştı. “Benim atım gelecek, gelecek biliyorum.” deyip duruyor, umudunu hiç kaybetmiyordu.
Bir yaz atı beklemekle geçmişti. Havalar her zamankinden erken soğumaya başlamıştı. Ayva ağaçlarının dalları meyvelerini taşıyamaz olmuştu. Bu da kışın çetin geçeceğinin habercisiydi. Çiftlikte kış telaşesi başlamıştı. Kahyalar dağlardan meşe kestiriyor, damları aktarıyor, samanları ve yemleri ahırlara yerleştiriyordu. Hanımlar ise kış devliklerini hazırlamakla meşguldüler. Sıdıka Hanım herkese bir şeyler söylüyor görev dağılımını yapıyordu.
Bir aya kalmadan havalar iyice soğumuş, kar da her zamankinden erken bastırmış, her taraf beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Dışarıda müthiş bir tipi vardı, rüzgârın sesi pervazlardan içeri girerken adeta ıslık çalıyordu. Halil Ağa her zamanki yerinde, sedirin pencereye bakan köşesinde oturuyor bir yandan da kokusu odayı saran reyhan şerbetinden yudumluyordu. Sıdıka Hanım, ikram etmek için orcik doğrarken büyük oğlu İlhan ise ocağı harlayıp bir odun daha atıyordu. Alevin kızıllığı, kandille aydınlanan odayı harelendiriyor kızıl rengi hane halkının yüzüne yayılıyordu.
Bir ara Halil Ağa dışarıya iyice kulak kesildi. “Bir at sesi geliyor.” dedi. Kaşgar’ın sesini sürekli duyardı ama her seferinde hüsrana uğrardı. Halil Ağa, tekrardan “Kaşgar’ın sesi bu. gidin bakın hele!” dedi.
Ağanın uzun yıllar çocuğu olmamıştır, bütün ısrarlara rağmen çok sevdiği hanımının üstüne başka birini getirmek istememişti. “Allah nasip eylerse böyle de nasip eder!” diyerek kaderine razı gelmiş, söylenenlere kulak asmamıştı. Binlerce dönüm toprak, onca köy başsız kalacak diyenlere: “Kul kaderini yaşar.” diyerek geçiştirmişti. Ağayı atlara yönelten belki de bu evlatsızlık olmuştu. Halil Ağa, iyi ve cömert bir insandı; ahali tarafından çok sevilir, pek de itibar görürdü. Binlerce dönüm toprağı, onca insanı zorluk çekmeden huzur içinde idare eder, eker biçerdi. Çok dua almış olacak ki Allah Halil Ağaya üç babayiğit erkek evlat nasip etti. Yokluğunda kaderine razı gelen, isyan etmeyen Halil Ağa evlatlarının varlığı ile de kendini kaybetmemiş, aşırı coşkunluğa kapılmamıştı. İlk oğluna atalarının adı olan İlhan’ı vermişti. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, biraz da dik başlı biriydi. Ortanca oğlu Abdullah ise ağabeyi kadar iri yarı olmasa da iş bilir, akıllıydı. Küçük oğlu İbrahim ise akıllı, zeki, ağırbaşlı bir delikanlı idi. Halil Ağa bütün çocuklarını çok severdi ama o başkaydı, onu ayrı bir severdi. Onu diğerlerinden farklı kılan ise merhameti, sevgi dolu yüreğiydi. Ahali en az Halil Ağa kadar severdi İbrahim’i.
Büyük oğlu: “Baba havada tipi var, ahırdaki hayvanların sesidir.” derken, Abdullah ise “Ses gelseydi biz de duyardık.” diye geçiştirmeye çalıştı. İbrahim babasına çok düşkündü onun bir dediğini iki etmez, babasını asla üzgün görmek istemezdi. “Ben bakarım.” diyerek dışarı çıktı. Hava çok soğuktu, tipiden göz gözü görmüyordu. Sıcaktan çıkan İbrahim’in soğuk iyice iliklerine işlemişti. Şöyle bir sağa sola bakıp geri dönecekti ki ileride bir karartı gördü, biraz daha dikkatlice baktıktan sonra bir hareketlilik olduğunu fark etti, ardından bir at kişnemesi duydu. Hızlıca sesin geldiği yere doğru ilerledi. Bir at ve üstünde karla kaplanmış bir yığın vardı. Hemen atın yanına vardı, yığın aniden hareket edince irkildi. Bunu bir insan olduğunu anladı. Çok şaşırmıştı. Atın üstündeki hala yaşıyordu ama donmak üzere idi. Bir yandan atın üstündeki indirirken bir yandan da içeriye sesleniyordu. Çiftlikte sesi duyan koşup geldi, bir anda ortalığı bir telaş sardı. İbrahim ve ağabeyleri yolcuyu eve götürürken, kahyalar da atla ilgilendi. Bu ağanın atıydı bunu fark eden kahyalar heyecanla Halil Ağa’ya seslendiler: “Ağam Halil Ağam, Kaşkar geri geldi!” diye bağrıştılar. Ama doru at yaralanmıştı üstelik çok yorgun ve halsiz görünüyordu, kişneyecek hali bile kalmamıştı. Kahyalar yularından tutunca ilk başta huysuzlandıysa da sonra daha fazla direnemedi yavaş yavaş ahıra doğru ilerledi.
Yolcuyu selamlığa aldılar sedire yatırıp üstündeki karla kaplanmış kaftanı çıkardılar. Bu allı telli bir gelindi. Çok şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilememişlerdi. Baş kâhyanın hanımı çağırdılar. Gülsüm Hanım eli kolu diri, iş bilir bir hatundu. “Tez bana kar getirin!” dedi. Önce elini ayağını karla ovdular, kendinden geçmiş olan kızı, selamlıktaki misafirhaneye aldılar. Temiz ve kuru giysiler giydirdiler. Üstünü yün yorganla örttüler. Diğer yardımcı hanımlardan biri hemen ocağı harladı. Kız baygın bir şekilde yatıyordu. Kahyaların hanımlarından birini onunla ilgilenmesi için görevlendirdiler.
Halil Ağa, gelen Tanrı misafirini hanımlara teslim ettikten sonra atının yanına gitti. Atını o halde görünce gözyaşlarını tutamadı, yelesini okşadı, başından öptü. Onu gören at da birden canlanıp şaha kalktı. Aylarca atının yolunu gözlemiş geleceğine dair umudunu hiç yitirmemişti. Onun böyle göreceği hiç aklına gelmemişti. Yaralarına baktı, kahyalar yarları tımar etmeye başlamıştı. Şimdi gelin kız için de atı içi de bekleme ve niyazda bulunma zamanıydı.
Yüzü gözü kar yanığı olan gelin kız, günlerce baygın bir şekilde yatmıştı. Ara ara kendine gelir gibi olunca başını doğrultup kaşıkla çorba ve su veriyorlardı. Sıdıka Hanım da sık sık gelip gelin kızı kontrol ediyordu. Nihayet hummalı nöbetlerden sonra kendine geldi. Şaşkın şaşkın etrafın bakındı. Ne olduğunu, nerede olduğunun anlamaya çalıştı. Misafirin ayıldığını haber verince Sıdıka Hanım hemen kızın yanına geldi. Günlerce hasta yatan gelin, iyice zayıflamış, göz altları morarmış, dudakları çatlamış, ağzının kenarında uçuklar çıkmıştı. İki taraftan örülü mavi boncuk dizili saçları dağılmıştı. Kâhyanın hanımlarından biri tepside reyhanlı erişte çorbası ile sıcak tandır ekmeği getirdi. Kız yemeğini yedikten sonra Sıdıka Hanım, onu nasıl bulduklarını anlattı daha sonra kızın başına neler geldiğini sordu. Kız başından gelenleri uzun uzun anlattı. Elbistan’ın Til-i Kebir köyünden, Darende Epreme’ye gelin gittiğini, yolda tipiye yakındıklarını, hazırlıksız gelen düğün alayının ve damadın nasıl donduğunu, atın kendisini tipiden ve kurtlardan nasıl koruduğunu gözleri dolu dolu anlattı. Sıdıka Hanım olanları sabırla dinledi. Bazen kıza sarıldı, bazen kızın saçını okşadı, bazen de elinden tuttu, onunla ağlaştı. Sonra da “Kızım meraklanma yol yolak açılsın ailene haber göndeririz. Burada güvende ve rahattasın, hiç kaygılanmayasın. Başına gelenlere çok üzüldüm ama çok şükür ki hayatasın. Her şey biz insanlar için ama unutmayasın ki her işte bir hayır vardır.” dedi.
Zeynep gelin her geçen gün daha da iyileşti, iyileşince kızın güzelliği de ortaya çıktı. Buğday benizli teninde kalem gibi kaşları, al al dudakları ve yanakları vardı. Zeynep kız kendine geldikçe ev işlerinde Sıdıka Hanım’a yardım eder, kendisine yapılan iyiliklerin altında kalmak istemezdi. Zeynep kızın maharetli ve saygılı tavırları Sıdıka hanımın dikkatinden kaçmamıştı. Çok kısa sürede bu kıza kanı kaynamış, bağlanmıştı. Kız evlat eksikliğini ilk kez hissetmişti. Bu hissiyat ona bu kızı gelin mi alsak düşüncesini doğurmuştu ancak Tanrı misafiri ve bir emanet olması dolayısıyla biraz tereddüt etmişti. Bu düşüncesini Halil Ağa’ya açtı. Atının iyileşmesi ile neşesi yerine gelen Halil Ağa bu fikri pek münasip görmüştü. Peki hangi oğullarına alacaklardı bu kızı. Ağa bu kızın küçük oğlu İbrahim’in kısmeti olduğunu söylemiş, İbrahim’in de kızı sahiplendiğini uzaktan uzağa hep onu gözlediğini fark etmişti.
Sıdıka Hanım, Halil Ağa’nın da fikrini aldıktan sonra Zeynep kıza: “Bak, güzel kızım yollar açılmaya başladı. Bugün yarın seni ailene kavuştururuz. Biz seni çok sevdik, olmayan kızımızın yerine koyduk. Eğer rızan olursa seni küçük oğlum İbrahim ile evermek isteriz” dedi. Zeynep kız, utanmış, yanakları al al olmuştu. Utancından ne diyeceğini bilemedi, sessizce başını yere eğdi. Gözünden iki damla yaş süzüldü. Şaşkınlığını üstünden attıktan sonra da kendisinin de onları çok sevdiğini, çok kısa zamanda onlara alıştığını ancak ailesinin rızasının önemli olduğunu, söyledi.
Yollar açılmış Göl Dağı’ndaki karlar bile erimeye başlamıştı. Her taraf mor sümbüllerle kaplanmış, bahar tüm canlılığı ile kendini göstermeye başlamıştı. Hazırlıklar yapılmış ve Tıl-ı Kebire doğru yola çıkılmıştı. İki yorucu günün ardından köye vardıklarında kızın ailesini buldular ve olanları anlattılar. Kızının hayatta olduğunu gören ailesi çok sevinmiş, kızlarıyla hasret gidermişti. Kızlarının hayatını kurtaran misafirlerini çok iyi ağırlamış, izzet ve ikramda bulunmuşlardı. Halil Ağa, Zeynep kızı çok sevdiklerini, onu kızı gibi gördüklerini ve eğer izni olursa gelinleri olarak görmek istediklerini münasip bir dil ile kızın babasına söylemişti. Yaşanan onca şeyden sonra Zeynep kızın babası da: “Hikmeti Huda’dan sual olunmaz, ‘Gelin ata binmiş ya nasip demiş.’ bize de bu kadere Eyvallah demek düşer.” demiş bu izdivaca razı olmuştu.
Gül ayında düğün dernek kurulmuş, sevenler birbirine kavuşmuştu. Doru Kaşkar’ın namı nesilden nesile aktarıla gelmiş, bize bu hikâyeyi yazmak düşmüştü.
Dostları ilə paylaş: |