Yaygın Eğitimde Cem evlerinin Rolü
Ahmet TAŞGIN
1990’lı yıllardan sonra kentlerde dini-sosyal talepleriyle kamuoyu önüne çıkan Aleviler, başta cemevi olmak üzere birçok taleplerini dile getirdiler. Bu süreç içerisinde dile gelen birçok konuyu yine başta cemevleri olmak üzere fiili olarak yerleştirdiler. Böylece kamuoyu önünde yüzyıllardır meşruiyeti tartışılan Alevi Bektaşilik konusunun icra alanı olan cemevi tartışılma alanında çıkarılarak kabul edilme noktasına getirildi.
Yeni modellenen cemevi bir dizi faaliyet alanını oluşturdu. Özellikle dernek ve vakıflar etrafında cenaze, kurban, adaklar ile kültürel faaliyetleri içeren kursları da içerisine alan geniş bir alanı talep etti. Bunlardan birçoğu ilk defa denenirken sonucu bilinen ya da beklenen ya da faaliyet alanları itibariyle hedefleri arasında bağlantı düşünülmüyordu. Bu aşamada sadece merkezi konumdaki cemin yapıldığı veya yapılacağı cemevi düşünüldü.
Bir süre sonra dernek ve vakıf çatısı altında şekillenen bu cemevlerinin statüleri tartışılır hale geldi. Bu tartışma iki boyutlu sürdürüldü. Bunlardan bir tanesi yasal statüsü diğeri de geleneksel işlevi etrafında gerçekleşti. Bunun yanı sıra devam eden tartışmalara paralel olarak mimarisi etrafındaki tartışmalar sıcaklığını kaybetse de devam etmektedir. Mekan ve toplumsal aklın yeniden kuruluşu dikkate alınarak yeniden düşünülmesi gereken bir konudur.
Dernekler etrafında şekillenen cemevlerinin yeni bir sürek meydana getirdiği bir gerçektir. Geleneksel olarak “yol bir sürek bin bir” ilkesince yeni bir süreğin başlangıcı oldu. Esas itibariyle bütün Alevilerin bağlandığı “yol” bir tanedir. Yol’un tecrübe kısmında birden fazla hatta bin bire ulaşan çeşitlilik bulunmaktadır. Bu binlerden her birinin diğerine bakışında “yol” itibariyle farklılık aranmazken tecrübe edilen kısımda farklılık hatta farkındalık oluşturulmaktadır. Bu farklılığa vurgu da “er erden seçilmez” “eri erden seçen kördür” ilkesi sadece erler arasında gerçekleşmektedir. Yani bu farkındalığın gerçekleştiği alan erlerin dünyasında olmakta ve bu dünyaya doğru yol alan ikrarlı kimseler ise bu tartışmaların dışında kalmaktadır. Bu iki cümle onların bu dünyadaki durumunu ya da durumsuzluğunu göstermektedir.
Buna göre farklı siyasal tecrübeler etrafında kentlerde Aleviliği temsil eden kuruluşlar yeni bir pratiğe sahip oldular. Böylece Alevilerin taleplerinin etrafında yeni bir yol ve bu yolun tanımı gerçekleşirken ilk planda bunlardan daha fazla dikkat çeken ve tartışmalarda kamuoyu tarafından da görülen süreklerinin birden fazla oluşudur. Böylece dernek ve vakıflar çatısı altında dile getirilen taleplerin Alevi Bektaşiliğin meşruiyet alanını oluştururken modellenen cemevleriyle de yeni bir süreğin eşiğine gelmiş oldu. Yani yol bir sürek bin bir ilkesi, yeni bir yol yeni bir bin bir süreğe dönüşerek, Alevi Bektaşileri tek tipleştirme meydana gelmiştir.
Cemaatin yeni durumunu belirleyen yeni öğreti cemevlerinin nasıl, hangi işlev etrafında şekilleneceğinin görülmesini gerektirmektedir. Böylece geleneksel yapı ile modern yeni talepler arasındaki mesafe kentli yeni aktörlerin sorunu başka bir alana özellikle de siyasi alana itekleyerek ya da öteleyerek geçiştirilmesiyle cemaatin en azından manevi olarak yetersizliğinin görülmemesine neden olmaktadır. Bu durum tek tipleştirme programı etrafında yürütülürken cemaatin üyelerinin desteğini de kaybetmeye başlamıştır. Çünkü yeni cemevi talepleri artık yeni bir cemevi programı öngörürken bu programın gelenekle modernlik arasında kalan Alevi Bektaşilerin yüzyıllardır kendi aralarında sakladıkları varoluş sırrını ortadan kaldırmakla yüz yüze getirmiştir.
Aleviliğin Süreç Olarak Görünürlüğü Üzerine Düşünceler
Genel olarak burada Alevilikle ilgili konularda tartışmalar, Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin Anadolu’ya gelişi ve onun etrafında, ondan daha önce de Anadolu’da kurulu bulunan diğer ocakların, ocak temsilcilerinin, onların kendi içinde bulundukları topluluğu, özellikle kırsal alanlarda kalan, konar geçer toplulukları yeniden örgütlediklerini yeni yapılanma kazandırdıklarını görüyoruz.
Oysa “Ocaklılar”da bu durum biraz farklı ve bundan dolayı da Alevi Bektaşi toplulukları arasında farklılık ortaya çıkmaktadır. Özellikle Abdal Musa Sultandan sonra Bektaşilik içersinde yeni bir yapılanmaya gidilmektedir. Balum Sultan üzerinden Mücerredlik, özellikle Nâzenîn Bektaşilik olarak isimlendirilen, literatüre de böyle giren yeni yapılanmalar söz konusudur. Bunların her biri kendi dönemsel ihtiyaçları içerisinde gerçekleşmektedir. Bu yeni yapılanmayı toplumun dönüşümüne uygun olarak gerçekleştiren insanların büyük dahi adamlar olduğu ortadadır ve bu yine onların başarılarıdır. Bugün bu konular konuşula konuşula o kadar harcı âlem konular haline geliyor ki bu dehalar ve yaptıkları yeni yapılanma görülemez hale gelmektedir. Örneğin sadece Sarı Saltuk’un Balkanlardaki faaliyetleri; kilometrelerce uzak diyarlardan tâ oralara gidip toplulukları örgütlemeleri, onları eğitmeleri, bir arada tutmalarının arkasındaki gücün nereden kaynaklandığı gözden kaçırılmaktadır. Şimdi bunlardan mülhem olmak üzere Irak’tan Balkanlara kadar çok geniş bir sahada yapılan buralarda toplumu belli bir nizam etrafında şekillendirilen bu yapının iyice anlaşılması ya da açıklamaya ihtiyacı vardır. Çünkü Diyarbakır’ın köylerinde o zamandan Türkmen kalmış “Sarı Saltuklular var, Sarı Saltuk ocağına bağlı insanlar var. Irak’ta ya da Suriye’de Türkmenler arasında Balkanlardaki ocak temsilcilerinin parçaları bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kadar geniş coğrafyada dolaşıp bu kadar geniş toplulukları örgütleyen, bunların sosyal organizasyonunu düzenleyen ve yüzyıllardır bu insanların bütün varlıklarıyla kendilerini oralarda korumaların sağlayan insanlar var. Burada beş tane, on tane rastgele adamlardan bahsetmiyoruz; otuz bin evden, elli bin çadırdan oluşan adamdan, elli bin evden söz ediyoruz, yüz elli bin evden söz ediyoruz. Bunları bir yerden kaldırıp bir yere götürmek çok zor çünkü bir milyon koyunu, beş yüz bin koyunu, üç yüz bin koyunu olan adamlardan söz ediyoruz. Bu adamlar yanlarında kırbalarıyla koyunlarına su taşıyan adamlar değiller. Hayvanlarını besleyebilecekleri sulak yerlerde yaşıyorlar.
Bu insanların organizasyonunu yapan, onları yeniden örgütleyen adamların entelektüel birikimi, örgütçülükleri, bunların bilgi birikimlerini düşündüğümüz zaman, ancak onların önünde niyaz etmekten başka bir şey kalmaz. Bunu organize etmek devasa bir şeydir. Kaldı ki bu adamların her birinin menakıbına bakıldığında yaşadıkları bölgelerde o yörenin valisine, padişahına kuşak kuşandırmış, “yürü evlat”, demiş ve tahta kılıç vermiş. İşte onu öğütlemiş, nasiplendirmiş ve yolunu göstermiş. Sadece Osmanlı Devleti’ne bile baksak Osman Gazi’den, Ertuğrul Gazi’den, Orhan Gazi’den başlamak üzere buna benzer birçok işaret bulunabilir. Dolayısıyla, üzerinde konuştuğumuz coğrafi alan ve bu coğrafyada yaşayan toplulukların buraya yerleşmeleri ve burada kendilerine ait kendilerini tamamıyla taşıyan yeni bir yapılanmaya bürünmeleri önemli bir şeydir. Osmanlı belki bunu uzun süre devam ettirdi. Yerleşik devlet, tam anlamıyla kurumsallaştıkça bu unsurlar periferide kalarak aşağılandı. Entelektüel birikimleri, davranışları, ilişkileri, ticaretleri, tarımları bütün bu sosyal alanlardaki dönüşümün bir sonucu olarak, onları periferiye itti.
Geçmiş yıllarda, belki altı yedi yıl önce bu anlamda Osmanlının Bektaşi Kızılbaş topluluklarına ait hafızası üzerine “Kızılbaşlık Bektaşilik Eleştirileri” adlı bir makale yazdım. Eleştirilerin yazılma dönemi ve içerik olmak üzere sunulan makalenin ulaştığı sonuçla şöyle özetlenebilir. Eleştiriler özellikle Tanzimat’tan sonra yoğunlaşıyor ve bu eleştiriler müstakil bir esere dönüşecek kadar malzeme sunmaktadır. Tanzimat’tan sonra, 1870’li yıllardan sonra gazeteler, dergiler çıktıktan sonra daha da artmış ve sorunun kökünden anlaşılması için yeterinden fazla veri yer alıyor. Oysa en çok Nur Babayı biliyoruz. Oysa Peyami Safa’nın “Bir Genç Kız Bektaşiler Arasında” hikâyesinden Şakâiku’n-Numaniye’ye varıncaya kadar romanlardan, temel kaynaklardan tarih kitaplarından temel kroniklere varıncaya kadar geniş bir materyal var. Bu malzemeye arşiv belgelerini, resmi fetvaları söylemiyorum. Burada oluşturulan ortak kültürel Müslümanlık havzasında sosyal, siyasi, dini, kültürel alanların bu kurgulanışı merkeze doğru kaydıkça, siyasal, politik, iktisadi kaygılara dönüşmekte ve kaygılar paranoya halini aldıkça yoğunlaşarak arttıkça, tehdit olarak görülen unsurlar veya bununla bağlantılı unsurlar daha fazla dışlanmış ve hakarete uğramıştır. Dolayısıyla bu metinlerde Kızılbaşların, Bektaşilerin Müslümanlığı tartışılır olmuştur. Müslüman olmadıklarına, burada kültürel bir Müslümanlıktan söz ediyoruz, bu nedenle onların Müslüman olmadıklarına dair pek çok şey bulmak mümkündür.
Dolayısıyla yakın tarihe kadar Aleviler, özelikle Kızılbaş topluluklar, öncelikle kente doğru göçle geldiklerinde iyi Müslüman, tam Müslüman, yarı Müslüman, ne ise bu Müslümanlığı tartışılan adamlardır. İkinci olarak da oluşturulan kamuoyunun ortak alanında Alevi Bektaşiler ahlaki boyutuyla varlıkları tartışılır olmuştur. Ben şimdi birçok toplantılara katılıyorum, konuşuyorum, Eğitim Fakültesinde, daha önce İlahiyat Fakültesinde derse giriyordum. Bir sürü eğitimli, okumuş adam, “hocam sen diyor çok iyi araştırmışsın, biz size bir şey soracağız.” “Buyurun”, diyorum. “Aleviler hakikaten mum söndü yapıyor mu?” Şimdi aslında bu tutumları normal karşılıyorum, bu konuların bütününü normal karşılıyorum ve bundan fazla bir şey söyleyemiyorum. Bütün, bu alanlar, din alanı, tarih alanı, sosyal alan, kültürel alan bu kadar örselenerek buraya kadar taşınmış ve doğal olarak da Alevilerin Müslümanlıkları tartışılır olmuştur. Şimdi Aleviler, “Müslüman değiliz, İslam dışındayız” diyor; yakın tarihe kadar onların “Müslüman olmadığını” söyleyenler, “hayır olamaz, siz Müslümansınız gelin buraya” diyor. Bu sorunların böyle iç içe karışık hale geldiği yeri Osmanlı hinterlandını yeniden değerlendirilip o boyutta, kuruluşu başlangıcından günümüze kadar mutlaka bu boyutuyla incelenmesi gereklidir. Bugün karşılaştığımız sorunların arka planı da budur.
Dolayısıyla Aleviler bir kere böyle bir kıskaç altındadır. Verdikleri cevaplar, konuşmalar, aktardıkları değerler bütünüyle bu üzerlerine tarihsel olarak yıkılan alana cevap olarak geliyor. Yani tarihsel olarak üzerine yıkılan her türlü çirkinliğin karşısında kendisini savunmaktan öte, bugüne kadar kendisini Alevi olarak aktaran kimseleri bulmak mümkün olmakla beraber zordur. Bunu normal karşılıyorum çünkü bunun dışındaki dünyayı tek başına kuramıyor. Alevi Bektaşiler, eleştirdikleri dünyaya cevap verenler olarak savunmacı psikolojik baskı altında itilmişliğin, ötelenmişliğin, hakarete uğramışlığın cevabını veren adamlar olarak durmaktadır. Bu dünyayı bütün olarak kendisine ait bir yer olarak kuramıyor.
Bunun nedenine gelince: Aleviliğin bizatihi kendi tanımına bakmak gerekir. Aleviler bizatihi iki alanlı bir bilgi dünyası kurarak bir bütün olarak iki tane, ikili parçadan oluşuyor. Yarısı Alevilikten yarısı Sünnilikten oluşuyor. Bu hali, genel olarak Bektaşilik için de ayırt etmeden söylüyorum. Dolayısıyla bu ikili yapı içerisinde Alevi ve Bektaşilerin tamamen varlıkları ya da kendilerinin kurguladıkları yapı, biraz haksızlık olmasın, Sünniliğin bir kurtuluş projesi olarak kurgulanmıştır. Nasıl Alevilik bir kurtuluş projesiyse, Sünnilik de bir o kadar İslam’dan neşet eden, oradan nemalanan ve beslenen kurtuluş projesidir. Bu kurtuluş projesi muhatabın eksikliklerini, aksaklıklarını, yanlışlıklarını dikkat çekerek, buna işaret ederek kendi doğrularını kurar. Ya da kendi doğrularını kurar, muhatabının eksikliklerini işaret eder.
Dolayısıyla bu Alevilerin bilgi dünyasında bir bütün olarak vardır. Sünniler olmadan Alevilik olmaz. Mevcut şu konjonktür içerisinde, bu tartışmalarımız içerisinde, bu coğrafyada, biraz önce bahsettiğim Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren Aleviler olmadan Sünniler olmaz. Bunu anlamamız lazım, bunun için de bu konuların tartışıldığı bu zeminde bütün bu olup biteni anlayabilmek için yeni bir kafa üretmemiz lazım. Elimizdeki bilgileri daha da geliştirerek bir yerden bakmamız lazım. O yüzden Diyanet’ti, İlahiyat’tı, İmam-hatip’ti ne kadar yer varsa bunlar, bu Sünnilik algısını yeniden tanımlamalı; yeniden geliştirmeli ve yeniden açmalıdır; onun dar kapsamından çıkmalıdır; bu toplumun bütününü kapsayacak bir yere doğru yönelmelidir.
Peki, bu ikili kurgu Alevilerin kendi alanında nasıl gerçekleşiyor? Yani işte görüşlerde geldi, talepler de var, bu toplantı boyunca burada dile getirildi. Görüldüğü üzere Cem ve cemevleri burada ana merkez noktayı oluşturuyor. Aileler kendi içinde sokağı, caddesi, pazarı, tarlasıyla var; ama esas itibariyle cemler, özellikle müzikle, yeniden drama haline getirilen tarihle, semahlarla, bu Kırklar semahından tutun da mesela Muharremde matemler okunarak, insanlar yemeyerek içmeyerek ağlayarak, üzüntü duyarak, tıraş olmayarak iç içe bir sürü olgu var. Bu olgular, bugün kentli olan biz insanlar için çok arkaik, tarih öncesi gibi gelebilir, böyle düşünebiliriz. Ama bu drama her yıl yaşanan ve her cemde yeniden yaşanan kolektif bir akılla, ruh, bilgi ve davranışla insanlar yani Aleviler böyle kurgulandı. Bu tespitten sonra, Alevilerin kendilerinin kurgulandığı bu yerden Sünniliğin içi boş, kaba ifadeleri ve ruhuyla Aleviler o tarafa doğru getirilemez. Bu mümkün değil. Anlaşılamaz da açıklanamaz da, çünkü Sünnî ve Alevi zümrelerin dini kurgulamaları karşılıklı eleştiri ve farklılaşma üzerine kuruludur.
Dini kurgulamalarda bazen Alevi ocaklarında bile farklılaşmalar ortay çıkarmıştır. Bir Alevi hangi ocaktansa o ocakta talimini görür. İkrarını kime, hangi ocağa verdiyse oraya giderdi ve başkasının meclisine giremezdi. Yani Alevi olmasına rağmen başka bir ocağın mensubuysa, o, başkasının ikrarına giremezdi. Bugün bu durum mümkün değil. Dolayısıyla, şimdi bütün bunlar karmakarışık oldu. Kim hangi boydan, hangi soydan, hangi şehirden, hangi köyden, hangi ocaktan belli değil. Bu cemevleri de, tamamen derneklerin kendi politik-siyasi düşünceleri ya da onların Aleviliği algıladığı yer üzerinden yeni bir “sürek” üzerine kuruluyor. Yani, sanki bir cemevi adı altında bir tekelleşmeye doğru gidiliyor, bir tekelleşme oluşuyormuş gibi görünüyor ama; her bir dernek kendi farklı bir program ve farklı bir siyasal kurguya sahip olduğu için yeni bir süreğe sahip oluyorlar. Bu, doğrusu daha dağınıklığı, parçalanmışlığı meydana getiriyor. Ben herhangi bir adam olarak, burada bir Alevi, Sünni ya da ilahiyatçı değil, normal bir insan olarak şunu söylüyorum: Bu durum iç yakıcıdır. Mutlaka bu konularda tedbirler alınması, çözümler üretilmesi gerekir. Ciddi, samimi, içten, Anayasal mı? Meclis’ten mi? Diyanet’ten mi? Kim nerden yapacaksa nerden yapılacaksa mutlaka adımlar atılması gerekiyor.
Son olarak kendim bu dönem yaptıklarımın bu cümleden olduğuna inanıyorum, ki Recep Hocam söyledi, “artık İlahiyatlarda yeni bir jenerasyonla yeni kadrolarla” yola devam edilmelidir. Ben geçen birkaç yıl içerisinde derslerimde öğrencilerime iki ay Aleviliği anlatıyorum, bir ay Yezidileri anlatıyorum, bir ay Süryanileri anlatıyorum. Mümkün olursa temsilcilerini dersimize getiriyorum. Onlara konferanslar verdiriyorum. En son buraya gelmeden iki üç hafta öncesinde Din Kültürü bölümündeki öğrencilerle Sosyal Bilgilerdeki doksan öğrenciyi aldım, Diyarbakır Türkmen Hacı Köyü’ndeki ceme götürdüm. Pek çok soru sordular ve epey faydalı oldu. Bu, cemevlerinin Aleviliği tanıtmadaki etkisini göstermektedir. Genel olarak kamuoyunda görünür alan kısmında Alevilik ve Bektaşilik hakkında mutlaka bir restorasyona, sosyal restorasyona ihtiyacımız vardır.
Beni dinleme lütfunda bulunduğunuz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.
Doç. Dr. Himmet KONUR*
Günümüz Alevilerinin bir kısmı Aleviliği, herhangi bir inançtan bağımsız, siyasî bir duruş olarak tanımlarken diğer bir kısmı ise bir inanış biçimi olarak kabul etmekte; İslam’ın yorumlanış biçimlerinden biri olarak algılamaktadır. Bunun yanında onu İslam inanışı dışındaki inançlarla irtibatlandırmaya çalışanlar da bulunmaktadır.
Aleviliği İslam’ın bir yorumu olarak kabul eden ve benimseyen vatandaşlarımızın görmezlikten gelinemeyecek sorunları bulunmaktadır. Çalıştayımız da bu sorunların çözümüne katkıda bulunmayı hedeflemektedir.
Aleviliğe bir inanış veya inancın yorumlanış tarzı olarak bakıldığında, bunun nasıl öğretileceği ve gereklerinin nasıl yerine getirileceği soruları hatıra gelmektedir. Mevcut durumda örgün din ve ahlak öğretim ve eğitimi yetkisi devletin yani Milli Eğitim Bakanlığı’nın gözetim ve denetimine tahsis edilmiş bulunmaktadır. Yaygın din eğitimi ve hizmetleri ise “laiklik ilkesi doğrultusunda ve bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında” olmak kaydıyla Diyanet İşleri Başkanlığı uhdesine verilmiştir.
Bu iki kurumun örgün ve yaygın din eğitimi alanındaki çalışmalarının Alevi vatandaşlarımızı tatmin etmediği açıktır. Bu problemin aşılması için sosyal, hukukî ve siyasî açıdan sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sosyal Durum:
Ben şahsen toplumsal yapımızın, Alevisiyle sünnisiyle bu problemin aşılmasının önünde bir engel teşkil etmediği kanaatindeyim. Büyük halk çoğunluğu katında, uzak ve yakın geçmişte yaşanan tatsız ve acı olayların büyük bir gerilim oluşturmadığı düşüncesindeyim. Mesela bu günlerde ilk ve orta dereceli okullarda Alevilikle ilgili hangi konu ve kitapların okunacağına dair bir takım çalışmaların yapıldığı herkes tarafından bilinmekle birlikte ne halk ne de herhangi bir sivil toplum kuruluşu tarafından itiraz edilmektedir. Taraflar hassas davrandığı ve dışarıdan gelen tahriklere kapılmadığı sürece bu konuda herhangi bir problem yaşanmayacaktır. Özellikle bu süreçte alevî kanaat önderlerinin geçmişte yaşanan bir takım olumsuzlukların faturasını bütün Sünnilere kesen ve Sünniliği Emevilikle özdeşleştiren söylemlerden kaçınmalarının isabetli olacağını düşünüyorum. Yaygın Alevilik eğitimi konusundaki gelişmeler de şu ana kadar herhangi bir gerilim oluşturmamıştır. Sadece Alevilerin yaşadığı yerlerde değil Alevilerle Sünnilerin birlikte yaşadığı yerlerde de cem evleri açılmış, bu da halk arasında -takip edebildiğim kadarıyla- bir problem doğurmamıştır.
Hukukî Durum:
İşin hukuki boyutuna gelince sosyal boyutundan daha problemli bir manzarayla karşılaşmaktayız. Anayasamızın 24. maddesine göre “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” ve “14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.” “Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.”
136. maddeye göre de “… Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
14. madde “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” demektedir.
Peşinen şunu kabul etmek gerekir ki burada bahis konusu ettiğimiz Alevî vatandaşlarımızın devletin birlik ve bütünlüğünü bozmak, demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak gibi bir niyeti ve amacı olmamıştır. Dolayısıyla onların taleplerinin 14. maddeye aykırılığından bahsetmek doğru olmasa gerektir.
Ancak Anayasanın İnkılap kanunlarının Korunmasına dair maddeleri arasında Alevî vatandaşlarımızın kendilerine mahsus din hizmeti alabilmeleri açısından bazı problemler bulunmaktadır. Bunları din hizmeti sunacakların nitelikleri ve din hizmetlerinin mekânları olmak üzere iki başlık altında ele alabiliriz.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu din hizmetlerinin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetiştirilmesi görev ve yetkisini Milli Eğitim Bakanlığına tevdi etmektedir. Hepimizin bildiği gibi burada Alevi vatandaşlarımız açısından aşılması gereken büyük bir problem bulunmaktadır. İfade ettiklerine göre Aleviler bu konuda bilgiyi değil ahlakı ve halkın teveccühünü esas almaktadır. Buna bir de belden gelme esası eklenirse problemin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu an itibariyle Alevilere din hizmeti sunmak üzere memur yetiştirme düzeneği yoktur. Böyle bir kurum oluşturmaya niyetlendiğinde de, Alevi vatandaşlarımızın beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, işi hiç de kolay değildir. Sınırlı sayıda da olsa İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi’ni bitiren alevî arkadaşlarımız da onları tatmin etmemektedir. Şu anda din hizmeti sunan alevî önderleri de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu iş için yetiştirilmiş değildir.
Alevî vatandaşlarımız din hizmeti alabilmek için kadrolar ihdas edilmesini ve atamalar yapılmasını istemektedir. Ahlakı ve halkın saygısını dikkate alan bir atama yöntemi nasıl kurumsallaştırılabilecektir? Bu haktan, başka dinî topluluklar da faydalanmak istedikleri taktirde nasıl bir manzara ortaya çıkacaktır? Kanaatimce bu problemi aşmak için anayasal ve yasal düzenlemeler yanında ciddi bilimsel ve bürokratik çalışmalar da gerekmektedir.
Öte yandan 677 sayılı kanunla alevî vatandaşlarımızın öteden beri kullana geldikleri dedelik ve babalık gibi unvanlar yanında bu unvanlara ait hizmetleri yerine getirmek de yasaklanmıştır. Eğer bugün biz Alevilik deyince dinî ve tarihî kökleri olan ve kendine mahsus ibadet mekanları bulunan bir inanış ve anlayış tarzından bahsediyorsak Dedelerden, Babalardan ve onların eskiden beri hizmet suna geldikleri cem evlerinden ve dergahlardan bahsediyoruz demektir.
Siyasî Durum:
İşin siyaset tarafı ise hukukî durumdan daha karmaşık ve zordur. Özellikle eğitim ve din hizmetleri boyutunun çözümü konunun kendi sınırlarına çekilerek ele alınmasına bağlıdır. Konuşmamın başında belirttiğim gibi bazı Alevi vatandaşlarımız Aleviliği siyasi bir duruş olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım, meselenin eğitim hakkı, inanç ve ibadet özgürlüğü boyutuna çekilmesini güçleştirmektedir.
Alevî vatandaşlarımızın din eğitim ve hizmetleriyle ilgili taleplerinin, birilerinin insafına veya istismarına bırakılmaksızın, sağlıklı ve kalıcı bir şekilde çözülebilmesi için anayasal ve yasal düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu da büyük bir uzlaşma gerektirmektedir. Açıkçası bu konuda iktidar ve muhalefetin uzlaşamaması sürecin bir parçası olan hukuk kurumları (Anayasa Mahkemesi) açısından da bir ölçüt olacaktır.
Kısacası Alevilik açılımı konusunda sosyal atmosfer uygun gözükmektedir. Meselenin hukukî bakımdan çözümü de büyük ölçüde siyaset kurumuna düşmektedir. Alevî vatandaşlarımıza yönelik din hizmetleri üretebilmek ve din hizmeti sunmak üzere kadrolar ve ibadet yerleri tahsis etmek için anayasal, yasal bazı düzenlemeler gerekmektedir. Bunun için siyaset kurumu özellikle iktidar, genel uzlaşı atmosferini korumalı; toplumu birbirine düşürebilecek provakosyanlara engel olmalıdır. Konuyu hiçbir zaman doğrudan siyasî bir çıkar meselesi olarak ele almamalıdır. Çünkü konu tabiatı gereği doğrudan siyasî olmayan ancak siyasî irade ve çalışma gerektiren bir meseledir. Ayrıca anayasa değişiklikleri muhalefetin de desteğini gerektirmektedir. Sayısal bakımdan böyle bir zorunluluk olmasa da anayasada öngörülen temel ilkeler açısından böyle bir zorunluluk bulunmaktadır. Hukukî düzenlemeleri yaparken vatandaşlar arasında ayrımcılık yapıldığı hissi uyandırmamalı, yapılan düzenlemelerden herkesin eşit düzeyde faydalanabilmesi için üzerine düşen görevleri yerine getirmelidir. Çözüm sürecinde karşılaşılabilecek yeni problemlere de hazırlıklı olunmalıdır.
Bu konudaki niyetlerin, atmosferin ve çabaların heba olup gitmemesi; herkesin sorumluluk bilinciyle çalışması temennisi ile sözlerime son veriyorum.
Dostları ilə paylaş: |