Ü Ç Ü N C Ü O T U R U M
30 Mayıs 2009 saat: 11.00-12.30
ALEVİLERİN YAYGIN EĞİTİMİ
Başkan: Prof. Dr. İştar GÖZAYDIN
Doç. Dr. Salih ÇİFT
Doç. Dr. İlyas ÜZÜM
Cemal ŞENER
Doç. Dr. Ahmet TAŞGIN
Doç. Dr. Himmet KONUR
Doç. Dr. Yüksel METİN
TASAVVUF VE ALEVÎLİK
Doç. Dr. Salih ÇİFT
Giriş: Tarihsel Süreç
XVI. asrın ilk yıllarında Balım Sultan’ın merkez dergâhın başına getirilmesiyle birlikte başlayan Devlet-Bektâşî yakınlaşması, Osmanlı toplumunun temel dinamiklerinden olan tasavvufun ana şemsiyesi altında tıpkı diğer tarikatlar gibi Bektâşîliğin de resmî bir kimlikle temsil edilmesinde önemli bir hareket noktasıdır. Bu durum bazılarınca Bektâşîliğin diğer tarikatlardan farklı olan “özgün” yönlerinin tırpanlanması, aslından uzaklaştırılması olarak görülse de, esasen Bektâşîler’in, temel inanç ve uygulamalarından fazlaca taviz vermeden bütünün temel unsurlarından biri haline gelmelerini sağlamıştır. Bu sayede toplumun önemli bir kesimini oluşturan Bektâşîlik mensupları “dışlanmışlık” hissiyle değil, cemiyetin aslî unsurlarından biri olma duygusuyla hareket etmeye başlamışlardır. Kimi Bektâşîler, Sünnî sınırlara riâyet endişesi taşımamaları, hatta dînen yasaklanan (içki gibi) bazı fiilleri işlemeleri sebebiyle zaman zaman eleştirilere muhatap ve fıkralara konu edilmiş olsalar da nihayetinde onlar büyük İmparatorluğun insan profilinin ana renklerinden biri durumundaydılar.
Bir anlamda devletin realiteyi kabullenme (özellikle İran’dan gelebilecek sıkıntılara içeriden verilmesi muhtemel desteğe engel olma amaçlı v.b.) teşebbüsü demek olan, marjinal gözüyle bakılan bir topluluğu meşrû zemine çekme girişimi aynı zamanda Osmanlı’nın nizâm-ı âlem (Osmanlı sınırları dâhilinde âhenkli bir barışın sürdürülmesi) emeline de uygun düşmekteydi. Bütün yorum farklılıklarına rağmen, tekkesinde gerçekleştirdiği âyininde demlenen, bu suretle devletin işleyişinde temel referans kaynağı olan İslam dininin emirlerine alenen karşı gelen ve bunu da ibadet şevkiyle gerçekleştiren böylesi bir topluluğun her ne gerekçeyle olursa olsun ana bünyeye dâhil edilme gayreti ve bunun da büyük oranda başarılmış olması, neticede Bektâşiler’in yaşadıkları coğrafyada birlikte oldukları farklı mezhep ve tarikatlara mensup insanlarla aynı hak ve özgürlüklere sahip oldukları bilinciyle hareket etmelerini temin etmiştir. Devlet’le Alevî olarak nitelendirilen kesim arasında ise dinî olmaktan ziyade siyasî nedenlerden dolayı benzer bir ahengin tesis edilemediği malumdur.
1920’li yıllarda şekillenmeye başlayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî ideolojisinin genel olarak dine karşı olan tutumu ile özelde İslam dininin özgün yorumlarından biri olan tasavvufun eğitim kurumları diyebileceğimiz tarikatlara ve Alevîler’e yönelik tavrında herhangi bir farklılıktan söz edilemez. Özellikle konjonktürel nedenlerden dolayı son dönemlerde bu politikada bir esneme gözlemlenmekteyse de, 1925–50 arasındaki uygulamanın çok katı olduğu bilinmektedir. Resmî ideolojinin bu tavrının sebebi gayet nettir: Geçmişle olan her türlü bağı koparmak ve temelini pozitivizm ve sekülerizmin oluşturduğu yepyeni bir anlayışı zaman içinde halka kabul ettirmek. Dolayısıyla bu ideolojinin ana hedefi, Sünnîlik esas olmak üzere bütün dinî hareketleri etkisizleştirmek, dahası gözden düşürmektir. Her ne kadar Alevîler’in sözcülüğüne soyunan bazı isimler tarafından Devlet-Alevîlik ilişkisi bağlamında değişik yorumlar dile getirilmekteyse de, durum yukarıda ifade edilenden farklı değildir.
1945 sonrasında savaşın galibi, ABD önderliğindeki demokratik taraf olunca, Türkiye’nin belli uluslar arası kuruluşlara üye olabilmesi için kendisinden bazı taleplerde bulunulmuştur. 1946’dan sonra bazı tekke ve türbelerin kültürel amaçlı olarak açılmasının arka planında esasen bu taleplerin etkili olduğu söylenebilir. 60’lı yıllardan sonra özellikle SSCB kaynaklı yoğun Marksizm propagandasının tesirine kapılan bazı Alevî yazarların yönlendirmesiyle bu kesimde kıpırdanmalar başlamış, bu durum onlar açısından kısmen faydalı sonuçlar doğurmuş gibi gözükse de, bilhassa geleneksel şifâhî kültürün temel aktarıcıları olan Dede’lerin gözden düşürülmesi bu dönemin olumsuz neticelerinden biri olarak kayda geçmiştir. Takip eden süreçte Alevî entelektüeller bu topluluğun yegâne sözcüleri duruma gelmişlerdir. Ne var ki bu sözcüler, Dede’lerden farklı olarak, içinden çıktıkları bu toplumun dinî mirasını bir tarafa bırakıp, tercih ettikleri ideolojilerden medet ummayı yeğlemişlerdir.
1990’lardan sonra Komünist blok çökünce Alevîler ve özden uzaklaşan Bektâşîler tekrar eski kültürlerine dönme ihtiyacı duymaya başlamışlardır. Bu aşamada gözlemlenen çeşitli faaliyetlerden biri de özellikle Avrupa’da yaşayan ya da buradan oraya giden Alevîler’in Türkiye’yi birtakım mahfillere şikayet etmek gibi bazı uygulamalarla orada isimlerini ve taleplerini duyurma teşebbüsleridir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin iç dinamiklerindeki değişim de meselenin çok daha ciddi şekilde ele alınması gerektiğini bir kere daha ortaya koymuştur. Sonuçta mevcut siyasî partilerin uzlaşısıyla gayr-ı kanûnî bir biçimde cem evlerinin açılmasına müsaade edilmiştir. Burada temel neden, şehir kültürü içinde kaybolan ve erimeye yüz tutan kitleleri buluşturacak ve Alevî-Bektaşî erkânının öğretilmesine imkan verecek sosyal bir mekâna duyulan şiddetli ihtiyaçtır. Bununla birlikte ilgili kanun halen geçerlidir ve resmî ideolojinin de bu duruma taraftar olduğunu söylemek imkânsızdır.
Alevîlik Tanımlamaları
Alevîler’in kendilerini nasıl tanımladıkları önemlidir. Zira onlar kendilerini ne şekilde tanımlıyorlarsa ona uymak ve bu doğrultuda çözümler üretmek gerekir. Oysa bu noktada önemli bir sorunla karşılaşılmaktadır. Gerek inanç ve gerekse pratik açısından homojen bir yapı arz etmeyen Alevîler arasında bir uzlaşı söz konusu değildir.29 Yani ortada Alevîler’in bizzat kendileri tarafından tespit edilip kabul gören, bütünü kuşatıcı net bir Alevîlik tanımı yoktur. Bakış açısı ve önceliklere göre değişen onlarca Alevîlik tanımı mevcuttur.30 Bu durumun temel sebebi ise, Alevîliğin kurumsal bir yazılı gelenekten mahrum oluşu, usûl-i din ve fürû-ı din bağlamında birtakım sâbitelerinin teşekkül etmemiş olması, klasik tabirle “âmentü” diyebileceğimiz sınırları belli bir inanç sisteminin bulunmayışıdır. Bununla birlikte zaman zaman kültürel ya da sosyolojik temelli bazı tanımlar yapılmaktaysa da bunların bütün Anadolu Alevîliğini ifade eden, kapsayıcı bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Kısacası Alevîler kendilerini tanımlama noktasında uzlaşma sağlayamadıkları gibi farklı şekillerde ortaya konulan örnekler de çeşitli illetlerle maluldür. Buna göre:
-
Örneğin Marksizm’e angaje olmuş ve halen de bu yapılarını sürdürenlerin yaptıkları Alevîlik tanımının ne tarihsel gerçeklerle ilgisi vardır ne de günümüz Alevîlerinin çoğunluğunun inanç ve düşüncelerini ifade edecek kapsama sahiptir. Bu, büyük oranda ideolojik tarih okumalarının neticesinde teşekkül etmiş konjonktürel bir yaklaşımdır. Kısacası ütopiktir, reel değeri yoktur.
-
1960’lı yıllardan önce, Alevîler’in bozulmamış geleneksel yapısında Dede’lerin önemli rolü vardır. 60 sonrasında ise söz konusu toplumu temsil iddiasıyla bazı Alevî yazar, akademisyen ve sanatkârlar seslerini duyurmaya başlamışlardır. Bunların ön plana çıkmasıyla birlikte Dedelik müessesesi, özellikle büyük şehirlere intikal eden eğitimli kesim için hem yetersiz hem de etkisiz kalmıştır. Nihayetinde ise iki başlılık meydana gelmiştir. Geleneksel usulle yetişen Dede’lerin, bize göre, bilinçli bir çabayla, gözden düşürülmesiyle birlikte geleneğiyle olan bağlarını büyük ölçüde koparan Alevîliğin sözcülüğüne soyunanlar, asıl gücünü ve mistik tesirini bu yolla aktaran söz konusu hareketin dinî temellerini bütünüyle sarstıkları gibi vâkıaya uygun bir tanımlama yapılması imkanlarını da zora sokmuşlardır.
-
Alevîler’in kendilerini algılamalarıyla ilgili sıkıntılardan biri de dışarıdan, özellikle Batı’dan yapılan ve hedefi faydadan ziyade zarar vermek olan müdahalelerdir. Anadolu insanını kendi tarihsel ve kültürel bağlamından soyutlamak suretiyle bütünüyle modern faraziyelerden ve Batı toplumuna ait örneklerden hareketle yapılan değerlendirmeler mevcut problemleri çözmek yerine daha da karmaşık hale sokmuştur ve bu durum hâlen de devam etmektedir. Bize göre bu noktada yapılan en büyük yanlış Alevîler’in “dinî azınlıklar” nitelemesine maruz bırakılması veya muhatap edilmesidir. Zira Alevîler’e dinî azınlık sıfatı verildiği takdirde onlarla benzer inanç ve uygulamalara sahip olan Bektâşîlik gibi kimi tasavvufî yapılanmaların da aynı kategoriye dâhil edilmesi gerekmektedir. Oysa malum olduğu üzere Bektâşîlik, kaynağını İslam dininden alan ve temel prensipleri bu dinin özüyle çelişmeyen bir İslam tarîkatıdır ve tasavvufî bir müessese olarak diğer tarîkatlardan farkı yoktur.
Bütün bu söylenenlerden hareketle, bir tasavvuf araştırmacısı gözüyle bakıldığında, Alevîlik için dışarıdan yapılabilecek en uygun yorum şöyle olabilir: “Alevîlik, İslam kültürü dâhilinde ortaya çıkan ve temel karakteristiklerini tasavvuf düşüncesinden alan mistik-Bâtınî bir yapılanmadır.”31 Olabildiğince esnek tutulmaya çalışılan bu tanımlamaya, eski Türk kültürüne ve tarih boyunca Anadolu coğrafyasında var olmuş farklı dinlere ait bazı öğeler ilave edilebilirse de, bize göre bunlar asıl değil tâlî unsurlardır. Dolayısıyla Alevîlik’le ilgili tanımlamalarda esas alınmaları gerekmez. Buna göre Alevîlik’te asıl kaynak İslam’dır, özü belirleyen, Bâtınî yönü güçlü tasavvuf düşüncesidir. Şu halde Alevîlik din temelli bir yapılanmadır ve her düzeydeki tanımlama çabası bu realiteyi göz önünde bulundurmak zorundadır. Bundan sonra yapılacak her türlü tespit ve değerlendirmenin bu gerçekten hareketle ortaya konulması, muhtemel yanlışlıkları bertaraf edecektir diye düşünmekteyiz.32
Alevîliğin Temel İnançlarının Kaynağı Olarak Tasavvuf
Yukarıdaki iddiayı temellendirme noktasında teknik ayrıntıya girmeden şunları söylemekle yetinelim: Bilindiği üzere Alevîler kendilerini Hacı Bektâş-ı Velî’ye bağlı kabul ederler. Geleneğin Hacı Bektâş-ı Velî’yi kendisinin mürîdi olarak gösterdiği Hoca Ahmed Yesevî’nin33 tasavvufî görüşlerinin sınırlarını ve hâkim rengini belirleyen temel unsur ise, genel bir tabirle Horasan tasavvuf ekolü denilen –ki buna Nişâbur ekolü de dâhildir- ve esasen Melâmî neşvenin fikrî tesiri altında gelişen tasavvuf anlayışıdır. Özellikle Bağdat ve Basra ekolleriyle kıyaslandığında daha esnek ve geniş ufuklu bir yapı arz eden bu akımın belki de en güçlü tesir yaptığı oluşumlardan biri -bazılarınca oldukça hatalı bir şekilde İslam heterodoksisi olarak nitelendirilen- Bâtınî yönleri güçlü Türkmen zümrelerinin benimsemiş olduğu Anadolu Alevîliği’dir. Alevîler’in İslam telakkîlerinin temelini teşkil eden telifçi anlayış başlıca Yesevîlik, Haydârîlik ve Vefâîlik adlarıyla XI.-XIV. yüzyıllar arasında Anadolu’ya taşınmış ve yayılmıştır.34 Söz konusu kesim arasında daha sonraları sahip çıkılan ve her fırsatta manzûmeleri aktarılan Yunus Emre gibi isimlerin, kaynağını Horasan tasavvufundan alan görüşlerinin benzerlerini söz konusu coğrafyada asırlar önce yaşamış olan sûfîlerin sözlerinde ve şiirlerinde bulmak mümkündür. Bu noktada Hallâc-ı Mansûr bilinen bir örnek olduğu için burada bir başka isimden bahsetmek istiyorum: Yahyâ b. Muâz er-Râzî (ö. 258/871). Tasavvufî düşüncenin ilk dönemdeki mimarlarından biri olan Yahyâ b. Muâz’ın dinî-tasavvufî görüşlerinin ayrıntısına girmeden onu tek cümleyle tanıtmak gerekirse, kendisine ilk dönem tasavvufunun Mevlânâ’sı demek mümkündür. Tıpkı Yunus ve Mevlânâ gibi zaman zaman fikirlerini manzum olarak dile getiren Râzî’nin şiirleri çoğunlukla akılda kalıcı kısa cümlelerden oluşan ve her biri ayrı bir hikmetin ifadesi olan mısralardan meydana gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında onun şiirlerinden bazıları, Tasavvufî Türk şiirinde bir ekol haline gelen Yûnus Emre’nin dizelerinin Arapça formları olarak nitelendirilebilir. Nitekim Yahyâ b. Muâz’ın aşağıdaki dizeleri ile Yûnus’un “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûri” mısralarıyla başlayan şiiri aynı duyguların iki farklı dilde fakat benzer kelimelerle ifade edilmiş şekilleri olarak karşımıza çıkmaktadır:
Âşık yalnızca mâşûku arzular,
Sevmez onu bu boş dünya için.
Ne Firdevs ne içindekiler,,
Ne de köşklerdeki hûriler için. 35
Özellikle Alevî ozanların deyişlerinde sıklıkla rastlanan, Tanrı’yla adeta “senli-benli” diyebileceğimiz tarzda söyleşme üslûbunun ilk temsilcileri sûfilerden başkası değildir. Örneğin klasik kaynakların naklettiği bir duâsında yine Yahyâ b. Muâz şöyle seslenmektedir:
“İlâhî! Halkın içindeyken efendilere nasıl hitap edilirse sana öylece sesleniyorum. Yalnız kaldığımda ise sevgiliyle konuşur gibi sana yakarıyorum. Halkla beraberken “yâ İlâhî”, yalnızken de “ey sevgili” diyorum!”36
Burada nakledilen örneklerin istisna olmadığını ayrıca vurgulamakta fayda vardır. Dolayısıyla meseleyi daha da karmaşık hale sokmadan rahatlıkla şöyle bir hüküm vermek mümkündür: Anadolu Alevîliği başta olmak üzere, aşk merkezli mistik-Bâtınî neşveye sahip oluşumların inançlarının kökeni tasavvuftur. Bunların kaynaklarını Uzak Doğu dinlerinde, Hıristiyanlık’ta ya da putperest kültürlerde aramaya kalkışmak gereksiz bir zorlama, fuzulî bir gayretkeşliktir. Fakat ne yazık ki Alevîlik hakkında konuşup-yazanlar çoğu zaman bu gerçeği gözden ırak tutmaya çalışmaktadırlar. Bazı yazarlar daha da ileri giderek yalnızca Alevîliğin değil bizzat tasavvufun kendisinin çok kaynaklı bir inanç sistemi olduğu iddiasını sıklıkla seslendirmektedirler.37 Esasen oryantalistler tarafından daha önceleri temellendirilmeye çalışılan bu görüşü savunmak üzere ileri sürülen argümanların son yıllarda yapılan çalışmalarla çürütüldüğü malumdur. Bununla birlikte geçmişte bazı sûfiler tarafından ortaya konulan birtakım görüşlerin ya da yapılan yorumların başka dinlerle veya mistik sistemlerle uyuşuyor olması sonrakilerin öncekileri taklid ettiği anlamına gelmez. Unutulmamalıdır ki, tezâhürleri farklı olsa da Hakîkat tektir. Dahası en katı görüşlü oryantalistlerin dahi tasavvufun İslam’ın derûnî-mistik yorumu olduğu gerçeğini teslim ettikleri ise bir başka gerçektir. Şu halde, bu iddiayı, tasavvufu Türk-İslam heterodoksisinin kaynağı, başka inanç sistemlerini de tasavvufun kaynağı olarak lanse etmeye çalışmak, özellikle Alevîlik ile İslam arasındaki irtibatı ortadan kaldırma çabasının farklı bir versiyonu olsa gerektir. Burada da asıl sorun, meselenin sahanın uzmanı olan otoritelerce değil, amatör tarihçilik mantığı ile hareket eden sözde uzmanlar tarafından, bağlamından koparılarak ele alınıyor olmasıdır.
Alevîlik-Tasavvuf İlişkisine Dair Temel Argümanlar
İtikâdî manada hangi mezhebe bağlı olurlarsa olsunlar, genel olarak Türkler’in İslam algılarının tespiti ve değerlendirilmesi söz konusu olduğunda isabetli sonuçlara varılmak isteniyorsa temel referansın tasavvuf olması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, bir din olarak İslam’ı benimsemeye başladıkları dönemden bugüne tasavvufî düşünceyle sürekli temas halinde olan bu halkın gündelik yaşantısında kullandığı deyimlerine kadar tasavvuf nüfûz etmiştir. Nitekim bu durumun somut örneklerini Osmanlı toplumunun din anlayışında bulmak mümkündür. Cumhuriyet’le birlikte tasavvufun müesseseleri olan tarîkatların ve bunların faaliyet merkezleri olan tekkelerin yasaklanmasının ardından tasavvufî düşünce üretiminde ve aktarımında bir kesinti ve kısmen yozlaşma olduğu bilinmektedir. Bu hükmü aynıyla Alevîliğe de uygulamak mümkündür. Burada şunu hatırlatmakta fayda vardır: 1925 yılında 677 sayılı Kanunla yasaklanan, kurumsal yapılar olan tarikat ve tekkelerdir. Düşüncenin bizzat kendisi ile ilgili kanunda herhangi bir ifade yoktur. Bununla birlikte uygulama ya da algı hatası nedeniyle tasavvufî düşüncenin aktarımı veya çağın gereklerine göre yeni yorumlara tabi tutulması ameliyesi aksamıştır. Esas itibariyle aynı kaynaktan beslenen geleneksel Alevî kültürü de bu süreçten etkilenmiştir.
Alevîliğin esasen, İslam’ın özgün yorum şekillerinden biri olan tasavvufî düşüncenin tesiri altında geliştiğini söylerken bazı somut hakikatlerden hareket etmekteyiz. Ayrıntıya girmeden maddeler halinde bunları şöylece sıralamak mümkündür:
-
Ulûhiyyet-Nübüvvet-Velâyet anlayışları: Tasavvufî düşüncede, özelliklede vahdet-i vücûd ekseninde geliştirilen yorumlarda bu üç kavramın birbiriyle olan bağlantısına dair çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Alevîlik ve Bektâşîlik’te “Hakk-Muhammed-Ali” şeklinde ifade edilen ve esasen dinî terminolojideki Ulûhiyyet-Nübüvvet-Velâyet kavramlarının halk nezdindeki algılanışının basit düzeyde gerçekleştirilmiş formülasyonundan başka bir şey olmayan bu yapı hakkında özellikle batılı araştırmacılar tarafından Hıristiyanlık’taki teslis bağlamında yapılan spekülatif izahlar son dönemlerde kabul görmeye başlamıştır.38
-
Hz. Ali ve Ehl-i beyt bağlılığı: Tasavvufta ilk dönemlerde belirgin olmamakla birlikte özellikle İbnü’l-Arabî ve tarikatlar dönemi sonrasında sûfîler Hz. Ali ve Ehl-i beytle ilgili görüşlerini geleneksel Sünnî anlayışı aşan ifadelerle ortaya koymuşlardır.39
-
Pîr olarak kabul edilen Hacı Bektâş-ı Velî’nin tartışmasız tasavvufî kimliği.
-
Alevîliğin temel inançlarında kendini belli eden mistik-bâtınî neşve.
-
İnançlarını ifade için kullanageldikleri terminoloji: Tasavvufta manevî ilerlemenin farklı düzeyleri demek olan ve değişik tasnifleri yapılan makâmlarla Alevîlik’te Hakk’a ulaşmada kat edilmesi zorunlu görülen makâmlar arasındaki benzerliğe özellikle dikkat çekmek isteriz. Sayı ve muhteva yorumu ile ilgili ayrıntıya girmeden her ikisinde de düzenin ve hedefin aynı olduğunu söylemekle yetinelim.
-
Geçmişte Alevîlerce ortaya konulan eserlerin muhtevası.
-
Ritüellerindeki şekil ve içerik.
-
Dinî liderler için kullanılan ünvanlar ve kendilerine atfedilen özellikler.
-
Geçmişte kullanılan ve dinî kimliği ifade için giyilen bazı kisveler.
-
Tarih boyunca, tasavvufî bir yapılanma olan İran Safevîleri ile olan bağlantı: Bu bağlantı dolayısıyla bazı tarih kaynaklarıyla Alevîler’e ait kimi eserlerde bu topluluk “sûfîler” adıyla anılmakta, yolun erkânı da “sûfiyân süreği” olarak adlandırılmaktadır.40
-
Sohbet geleneği: Öğretinin, aynı zamanda başlangıçtan beri tasavvufî terbiyenin temel unsuru olan sohbet geleneği, yani yazılı metinlerden ziyade üstadın (tasavvufta şeyhin, Alevîlik’te Dede’nin) sözlü irşadı ile aktarılması. Alevîlik’teki bu sözlü aktarım, Dede-tâlip ilişkisi, 60’lı yıllara kadar güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Yukarıda zikredilen maddelerin tamamı Alevîliği Alevîlik yapan temel unsurlardır ve yine bunlar tasavvufla Alevîliğin başlıca müşterekleridir. Bu hususlar aynı zamanda, Anadolu insanının itikâdla ilgili farklılıklarından dolayı birbirlerinden uzaklaşmalarını engelleyen, mezhep ayrılıklarının fikrî ya da fizikî çatışmaya dönüşmesinin önünü alan temel uzlaşı noktalarıdır. Fakat ne yazık ki tasavvufî düşünceyle olan irtibatı gün geçtikçe zayıflayan (ya da zayıflatılan) bu halkın gündemine sürekli olarak müşterekler yerine zıtlık doğuracak farklılıklar çıkarılmıştır, çıkarılmaya devam edilmektedir.
Alevîlerin Talepleri ve Uygulanabilirlikleri
1. Genel Olarak Alevîlerin Talepleri
Diyânet’in dini temsil ettiği, bu temsilin de yalnızca Sünnîlik’te (hatta Hanefîlik’te) odaklandığı ve Alevîliği dışladığı yahut bütün vatandaşların vergilerinden oluşan kamu bütçesinden sadece Sünnîlere hizmet veren bir kuruma külliyetli miktarda kaynak aktarıldığı gerekçesiyle; netice olarak:
1. Alevîler’in de Diyânet’te temsil edilmesi,
2. Câmîlere ve câmî görevlileri olarak imam ve müezzinlere aktarıldığı gibi cemevlerine ve burada görev yapan dede ve zâkirlere de kamu bütçesinden kaynak/maaş tahsis edilmesi,
3. Alevî Din İşleri gibi müstakil bir teşkilatın kurulması veya Diyânetin de içinde yer alacağı daha geniş bir din organizasyonu çatısı altında Alevîlere yer verilmesi gerektiği…
4. Zorunlu din derslerini, Sünnî inancın propagandasını yaptığı gerekçesiyle, kaldırılması.
2. Taleplerin Uygulanabilirlikleri
İnanç ve uygulamaları yanında, tarih boyunca kaleme alınan sınırlı sayıdaki eserin muhtevasından yola çıkılacak olursa, Alevîliğe müstakil bir din ya da mezhep değil olsa olsa tarikat tarzı bir yapılanma gözüyle bakılabileceği daha önce ifade edilmişti. Burada Alevîliğin dışa kapalı bir yapı arz ediyor olması ve dileyen herhangi bir kimsenin Alevî olamayışı sebebiyle Alevîliğe kesinlikle tarîkat sıfatının verilemeyeceğini ayrıca hatırlatmakta fayda vardır. Bununla birlikte bu özellik dışındaki bütün hususiyetleri söz konusu yapının tasavvufî bir niteliğe sahip olduğunu tereddüde mahal bırakmayacak şekilde göstermektedir. Nitekim Alevîler’in, tâliplere öğretiyi açıklayan bir tür ilmihâl ve akâid kitapları olan buyruklara tasavvuf geleneğindeki “âdâbü’l-mürîd” tarzı eserlerin muadili gözüyle bakılabilir.41 Adı geçen buyruklarda tasavvuftan, tarîkattan, şeyhten… uzun uzun bahsediliyor olması bu durumun somut delillerinden biri olarak takdim edilebilir. Şu halde Alevîliği diğer tasavvufî tarîkatlardan ve özellikle de Bektâşîlik’ten ayıran temel fark soy itibariyle Alevî bir aileden gelmeyen herhangi bir kimsenin Alevî olamayışıdır.42 Bunun dışında kalan hemen her hususta tasavvufla Alevîlik büyük oranda uzlaşmaktadır.
Bu tespitlerden hareket edildiğinde özellikle cemevlerinin açılması noktasında yoğunlaşan Alevîler’in haklı taleplerinin karşılanabilmesi şu anki şartlar dâhilinde en azından kânûnen mümkün gözükmemektedir. Bize göre bu noktada son dönemlerde ortaya konulan en isabetli görüş İsmail Kara’nın şu cümlelerinde özetlenmektedir:
“Bu problem yeni şartlarda tekrar tartışılacaksa Diyânet İşleri Başkanlığı ve câmî-cemevi, imam-dede karşıtlığı etrafında değil tarihî tecrübeye de uygun olarak tekke ve zâviyeleri kapatan kânun etrafında ve diğer tarîkat ve cemaatlerle birlikte tartışılmalıdır. Alevîlik tarihinde de yeni bir kurum olan cemevi, Alevîler de dâhil olmak üzere Müslüman kimliğini taşıyan herkese açık olan câmî paralelinde değil olsa olsa tarîkatlara ait bir tür tekke/dergâh olarak mütalaa edilebilir. Aslında bu konuya müdâhil olan her kurum ve kişi meselenin doğru tartışma zemîninin tarîkatlar ve tekkeler olduğunun farkındadır. Fakat problemin böyle vazedilmesi diğer tarîkatların konumunu ve meşrûiyetini de gündeme getireceği için bundan dikkatle kaçınılmaktadır.”43
Kaldı ki, Alevîler’in kendi ifadelerine göre de cemevi cami tarzında bir ibadethane değildir.44
Netice: Yapılması Gerekenler
Tarih boyunca yaşanmış olan bazı gerginlikleri ve tatsız olayları referans alarak, sanki bütün bir Osmanlı tarihi bundan ibaretmişçesine söylem geliştirenlerin görüşleri bir tarafa bırakılıp, yukarıda özetlenen tavır doğrultusunda başlatılacak olan yeni bir yaklaşım günümüz Türkiye’si için olumlu açılımlara zemin hazırlayabilir. Osmanlı’nın Bektâşîlik hususunda gerçekleştirmeyi başardığı fakat Alevîlik ayağı eksik kalan “yabancılaşmama” ya da “asgarî müştereklerde buluşma” amacının günümüz Türkiye’sinde hayata geçirilebilmesi toplumsal uzlaşının yanında pek çok faydalı neticeyi daha doğuracaktır diye düşünmekteyiz.
Bu tespitlerin ardından hareket noktası olarak tasavvufun kabul edilmesiyle birlikte yerine getirilmesi gereken bazı hususlardan söz etmek gerekirse:
-
Öncelikle Diyânet’in tasavvufla barışması gerekmektedir. Burada kastedilen kanunen yasak olan tarikatlar ve tekkeler değil, başlangıçtan itibaren Türkler’in İslamlaşmasında temel faktör olan tasavvuf düşüncesinin bizzat kendisidir. Tasavvufî düşünce ve bilhassa bu düşüncenin Anadolu’da tutunup yaygınlaşmasını temin eden belli başlı isimler devletin temel dinî kurumu olan Diyanet tarafından samimi bir şekilde sahiplenilip, bunlara ait fikirler uygun zeminlerde kullanılmadığı sürece ne Sünnî olarak nitelendirilen kesimle, ne de Alevî ve Bektâşîlerle bu kurumun sağlıklı bir diyalog kurması mümkün değildir. Dolayısıyla onlarca yıldır tasavvufla ilgili herhangi bir eser neşretmeye yanaşmayan Diyanet’in, birdenbire Alevîlik’le ilgili eserleri yayımlamaya başlamış olması takdir edilmesi gereken bir tavır olmakla birlikte, yöntem hatasından dolayı hedeflenen faydayı sağlayabileceği kuşkuludur.
-
Alev Alatlı’nın Türk halkının karakteristiklerinden biri olduğunu söylediği “mış gibi yapmaktan” ivedilikle vazgeçilmesi gerekmektedir. Dışardan veya içerden kaynaklanan tahriklere kapılıp anlık politikalar üretmek yerine neticeleri iyi hesaplanmış planlamalar yapılmalı ve bunlar uygulamaya konulmalıdır.
-
Önyargı ve önkabullerle değil tarihsel ve güncel vâkıadan hareket edilmelidir.
-
Dışlayıcı değil toparlayıcı olunmalıdır.
-
Tasavvuf düşüncesi gibi müşterekleri belirleyip bu doğrultuda hareket edilmelidir.
-
Özellikle Diyanet bağlamında konuşmak gerekirse, yalnızca dinî yayınları neşirle (iyi bir başlangıç olsa da) yetinmeyip, bu alanda sağlam altyapıları olan uzmanların yetişmesi için gerekli hazırlıklar yapılmalıdır.
-
Bir önceki maddeyle bağlantılı olmak üzere, dış kaynaklı manipülasyonlar bilimsel yöntemlerle tespit ve teşhir edilmelidir. Hem Sünnî hem de Alevî kesim bu hususlar hakkında bilgilendirilmeli ve dolayısıyla geçmişte belli mihraklar tarafından teşvik ve tahrik edilen eylemlerin önü alınmalıdır.
Hiçbir dinî yapının, çeşitli zaman dilimlerinde ve dönemin şartları çerçevesinde adeta saman Alevi gibi parlayıp sönen ideolojilerin kontrolüne terk edilmemesi gerektiği gerçeğinden hareketle, Alevîliğin, samimi şekilde onu benimseyen nesillere, ilk kaynaklarına uygun biçimde aktarılması gerekmektedir. Bu da peyderpey, Alevî toplumunun şifâhî geleneğin mistik tesirini muhafaza ile birlikte, yazılı düzleme taşınmasının önünün açılması ile mümkün olabilecektir. Aksi takdirde yakın tarihte olduğu gibi, propagandası yapılan her fikir hareketine angaje olma durumuyla karşı karşıya kalacak olan Alevîlik ve benzeri oluşumların geçmişte yaşadıkları ve bugün de devam eden sıkıntıları hiçbir zaman sona ermeyecektir.
Başkan: Çok teşekkürler.
Doç. Dr. İlyas ÜZÜM
Şöyle bir girişle sözlerime başlamak istiyorum. Uzun zamandan beri bu konularla meşgul olan birisi olarak, kendimi belli ölçüde şanslı görüyorum. Bir taraftan olabildiğince asgari şartlarda Alevî-Bektaşi kaynaklarına bakıyorum, Alevî deyişlerini, nefeslerini anlamaya çalışıyorum. Bu süreç devam ediyor. Biz, ilahiyatçıyız ve Mezhepler Tarihi alanında çalışmalarım oldu. Şimdi bütün bunlar yanında Alevî-Bektaşi toplumunda da belli ölçülerde beraber oldum. Onların idrak dünyasına inmek, başarabildiğim kadarıyla onları gerçekten anlamaya çalışmak istedim. Yani Alevî kardeşlerimiz Alevîliği nasıl anlıyorlar, ne istiyorlar, o konuda zihnimde belli bir anlayışın, somut bir kabul oluştuğunu söylemek isterim. Bendeniz Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi olarak burada bulunuyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı Alevîlik söz konusu olduğunda en çok gündeme getirilen bugün bile konu eğitim olduğu halde yine dün ve bugün pek çok defa konu edinilen bir kurum. Ben kurumu savunmak, kurumu övmek gibi bir durumda değilim. Mesele gerçekten empati kurarak birbirimiz anlamak ve ne yapılacağını şirinlik pozisyonlarında değil, problemleri net olarak ortaya koyarak, çözme doğrultusunda çalışmalarımızın yürütülmesi gerektiğinde herkesle hem fikirim.
Alevî ve Bektaşi yurttaşlarımızın taleplerine dair bir kısım hususlar gündeme geldiğinde ilahiyatçılardan, diyanetçilerden bir takım farklı mülahazalar devreye sokuluyor. Arkasından Alevî yurttaşlarımız, aydınlarımız, yazarlarımız da, “siz Alevîliği yanlış anlıyorsunuz, siz ilahiyatçısınız”, diyerek tepki gösteriyorlar. Ben olayı kendi bilgi ve tecrübeme bağlı olarak şöyle görüyorum: Bugün gerçekten her yapı gibi Alevîliğin ve Bektaşiliğin geçmişteki durumu da bugünkü durumu da çok net, berrak, yekpare değildir. Öyle olması da beklenemez. Pir Sultan Abdal’ın ortaya koyduğu deyişler ile Virani’nin, Kul Himmet’inkiler yekpare değildir, çok pare olduğu boyutlar da vardır. Bugün derneklere baktığımız vakit dernekler bazında Cem vakfının ortaya koyduğu Alevîlik algılamasıyla, mesala Pir Sultan Abdal Derneklerinin ortaya koyduğu algılama farklıdır. Bunu asla bir kanaat, bir yargı kaygısı içinde olmaksızın bir tespit olarak söylüyorum. Bunlar sosyal yapılar içinde var olan normal farklılıklardır. Fakat bir zümreye mensup Alevî aydınımız, yazarımız bir görüş ortaya koyduğunda, Alevî kaynaklarıyla meşgul olmaya çalışan birisi olarak ben bir değerlendirme yapıyorum. Ne kastım o yapıyı suçlamak veya küçümsemek ne de kişisel bir olumsuzluk içinde olmak, aksine o bütün içinde Alevîliğin sayısal anlamında bütünlüğü bugünkü güncel Aleviliğin kendi dallanması içindeki yerini doğru tespit etmeye çalışmaktan ibarettir.
Şimdi çalıştayımızın konusunu teşkil eden Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin zorunluluk olmadığına dair yapılan çalışmaya, baktığımızda bu farkları çok rahat görüyoruz. Bir bölümü bu dersler zorunlu olmaktan çıkartılsın diyor, halk bazında, dernekler bazında ortada çok farklı rakamlar var. Bir bölümü ıslah edilsin diyor. Islah için muhteva teklifinde bulunanları görüyoruz, bir takım hazırlanmış kitaplar var. Aziz Yalçın’ın hazırladığı kitabı biliyorum. Şimdi Cem Vakfının bir hazırlığı olduğunu öğrendim. Sözü şuraya getireceğim. Bu üçüncü oturumda, Alevîlerin yaygın eğitimine dikkatimiz çekiliyor. Bence bu toplantı çok güzel bir toplantı. Çünkü her bölümde biz Aleviliğin ne olduğunu bir daha anlamaya çalışıyoruz. Önceki oturumda, örgün eğitimi şimdi yaygın eğitimini görüşüyoruz.
Sekreterya ile istişaremizde benden şu istendi; Diyanet İşleri Başkanlığının genel eğitim faaliyetleri dikkate alındığında Alevilikle ilgili çalışmaya dair neler söyleyebiliriz? Ben uzatmadan üç konuyu söylemek istiyorum. Önce, DİB’in herkesçe malum olan Anayasanın 136. maddesindeki görevini ifade edeyim. Anayasanın 136. maddesi çok açık olarak; Diyanet İşleri Başkanlığının genel idarede milletle dayanışmayı sağlamak üzere ülkenin laiklik ilkesi doğrultusunda her türlü siyasi üsluptan uzak olarak 633 sayılı kuruluş ve görevleri ile ilgili özel kanunda gösterilen görevleri yapmakla yükümlü olduğunu söylüyor. 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş ve görevleri ile ilgili kanunda ise çok açık biçimde üç görev tevdi ediliyor.
1. İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak konuları ile ilgili olarak halkı aydınlatmak.
2. Din konusunda toplumu aydınlatmak.
3. İbadet yerlerini yönetmek.
Bu, kanunun verdiği hükümdür. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin zorunluluğu, onunla alakalı görüşlerimizi zenginleştirelim. Şimdi yaygın eğitimle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı aynı zamanda yaygın eğitime odaklanmış, yaygın eğitim ağırlıklı büyük hizmetler yapan bir kurumdur. Bu kurumun yaygın din eğitimi ilgili olarak Alevilik dikkate alındığında çağrışan faaliyet dizilerini, ben üç basamak halinde burada arz etmek istiyorum.
Birincisi, hutbe, vaaz, kaset ve konferans gibi başkanlık bünyesindeki çeşitli merkez ve taşra teşkilatımızda yapılan faaliyetleridir. Şimdi bunlardan toplumumuzda çok güzel tablo çizildi şimdi o tablodan çıkanları söylemek gerekirse İslam, üst bir kimlik olarak, Alevilerin de en azından İslam’ın bu din ilkelerinden büyük çoğunluğunda kendisini bulduğu, bir din. Dolayısıyla hem inanç konuları hem de ahlak konuları üzerinde, Alevilerin ahlak anlayışına dair de ipucu verecek boyutlarda, kayıtlara baktığınız vakit büyük bir örtüşmeyi görüyorsunuz. Tabii olarak, gıybet yapma, koğuculuk yapma, elle koymadığını alma, görmediğini gördüm deme, latif sözlü ol, mükrim ol, bahil (cimri) olma gibi kayıtlar var, çok sayıda ahlak prensipleri var. Diyanet İşleri Başkanlığı 2008’de camilerde okuttuğu hutbelerden 1705 konu sosyal kurumlara dair, 582 konu inançlarla ilgili, 578 konu ibadetlerle ilgili ve 461 konu da ahlak konuları ile ilgilidir. Örneğin 2007’de aile üzerine 1600 toplantı gerçekleştirilmiş. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı aile irşad büroları var. Bu bürolarda toplumumuzun çekirdeğini teşkil eden aile hayatının daha sağlıklı yürümesine dönük bir dizi faaliyetler bulunmaktadır, onlara girmeyelim.
İkinci olarak başkanlığı yaygın eğitim faaliyeti bazında hemen ifade edilmesi gereken husus bir anlamda toplum önderliği hüviyetinde olmalıdır. Muhtelif bölgelerde, din görevlilerinin İslam’ın farklı yorumlarıyla ilgili olan bilgilendirmesine yönelik eğitim programları esas itibarı ile daha derli toplu ve bir düzen içerisinde 2006 yılından itibaren başladı. Bu eğitim programlarında görevlilerin Aleviliğin tarihi hakkında, Alevi inançları, Alevilerin ibadet anlayışı farklı yorumlarıyla, tek bir çerçeve içinde değil, tüm çeşitlilik içerisinde, bütün farklılıklar içerisinde mümkün olduğu kadar o resmin bütün halini yansıtmaya çalışan bir hüviyette sunulmaya çalışılıyor. Bunun yanı sıra eğitim programlarında sosyal dayanışmayı ve birlikteliği pekiştirme istikametinde görevlilere düşen bu noktada hususlarla ilgili onları teşvik edeci, bilgilendirici, aydınlatıcı açıklamalar yapılıyor.
Üçüncü olarak pek ayrıntısına girmeyeceğim Alevi Bektaşi klasikleri yayınlarıdır. Gerçekten Alevilik ve Bektaşilik üzerine yerli ve yabancı bir araştırmacının güzel ifadesiyle bir yayın patlaması yaşandı. Halen beni en çok üzen konulardan birisidir; çünkü ne yazık ki bunların büyük çoğunluğu kaynaklar kullanılarak ortaya konmuş çalışma olasılığı taşımıyor. Şimdi burada yapılması gereken en önemli işlerden birisi, samimi davranarak Alevilik ve Bektaşiliğin kaynaklarını, eserlerini toplumla buluşturmamız, toplumun bütünüyle buluşturmaktır. Çünkü bu toplumumuzun bütününün bir kültürel parçasıdır, bir öğesidir. Bilinmesi, anlaşılması, öğrenilmesi herkes için gereklidir. Çünkü biraz önce Recep bey de söyledi; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi hocaları da dahil, toplumda Alevilik konusunda ciddi bir bilgi eksikliği var. Hatta bilgi kirliliği var, yanlış bilgilendirme var. Bunu çözmenin en güzel yolu bir takım araştırma ürünü eserler ortaya koymak değil sadece, bunların yanı sıra kaynaklarla bizzat insanları, toplumumuzu buluşturmaktır. Bunun için de herhangi bir farklı yorumlamaya mahal olmasın diye, yayınlanan eser, öncelikle olarak kim ne yapmış, kaynakçası konuyor, mesela Makalat, kimin kütüphanesinde ise, onun resmi var. Ondan sonra ikinci olarak eserin otantik hali veriliyor, orijinal harflerle; Arapça, Farsça, Osmanlıca. Sonra metnin Latinize hali var, üçüncü olarak da bugünkü dile aktarımı var. Dolayısıyla eserler, herkesin kullanabileceği, her hangi bir şaibeye yol açmayacak, herhangi bir suçlama fırsat vermeyecek bir usulle yayınlanmıştır. Maksat Alevi Bektaşi kültürüyle toplumun her kesimini buluşturmaktır. On yedi kitap planlandı fakat sayı bununla sınırlı değil, artabilecek. Şu anda bildiğim kadarıyla dokuz eser neşredildi. Bu eserlerin otantikliğiyle ilgili, sıhhatiyle ilgili bir takım tartışmalar var, elbette bunlar değerlendirilecek. Mesela Makalat ile ilgili tartışmalar var. Ama biz Makalatı, Makalat dururken fark edebiliyoruz. Kendi içinde kontrolü yapabiliyoruz. Dolayısıyla eserin bu kültüre, bu kültürel havzaya ait olduğu aşikârdır. Bununla birlikte eğer bilimsel eleştiriler varsa, bunlar elbette gözden geçirilmelidir, diye düşünülmelidir.
Yaygın eğitim konusunda Alevilik ve Diyanet kelimelerini yan yana koyduğumuzda benim bu kısa zaman zarfında aktarmak istediğim bu üç husustan ibarettir. Herkese teşekkür ediyorum.
Başkan: Çok teşekkürler.
Cemal ŞENER
Türkiye’de Alevilik konu olduğu zaman şüphesiz ki Diyanet İşleri Başkanlığı birinci muhatap sayılmalıdır. Bu konu bağlamında da Diyanet İşleri Başkanlığı mensupları ve diyanetçiler ve ilahiyatçılar rahatsız olmamalıdır. Türkiye’de din-devlet ilişkilerini düzenleyen kurum Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Fakat yirmi yıllık gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en sevmediği konu Alevilik konusudur. Ne zaman ki Alevilerle ilgili bir şeyler söylenmesi gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı hep topu taca atmaktadır. Başbakanımız Alevilerle ilgili olumlu bir şeyler söylediği zaman Diyanet İşleri Başkanımız hacda, dini görevini yaparken bile cevap yetiştirecek kadar konuyla ilgilenmektedir. O nedenle de Türkiye’de Alevilik sorunu Diyanet İşleri Başkanlığı sorunudur. Yarın hazırlanacak din dersleri hesabına da, cem evlerinin yasallaşmasına da Alevilerin şu ya da bu şekilde kendilerini çeşitli anlamlarda özgür ifade etmelerini istemelerine yönelik de en büyük vazife, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vazifesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevilik-Diyanet İşleri ilişkileri açısından baktığımızda sicili, Aleviler açısından çok olumlu bir sicil değildir.
Türkiye’de sanki adeta Milli Eğitim Bakanlığında verilen din dersleri Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı gibi faaliyet göstermektedir. Türkiye’de İlahiyat Fakülteleri sanki YÖK’e değil, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı gibi faaliyet göstermektedir. Özelleştirmek istemiyorum, genel anlamda. Ama Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda özel ilgi göstermesini isterim. Yoksa Alevilikle ilgili çalışma yapan yöneticilere, Alevilikle ilgili çalışma yapan öğretim üyelerine, araştırma görevlilerine, fakültelere Aleviler saygı ve minnet borçludurlar. Tek tek kişileri kastetmiyorum ama genel tablo Aleviler arasından bakıldığı zaman durum böyledir. Biz bu konudan olumlu faaliyet yapan bir İlahiyat Fakültesi ya da öğretim üyesinin Diyanet İşleri Başkanlığının listesinde çok olumlu yerde olmadığı kaygısını da taşıyoruz. Keşke olmasa öyle bir şey!
Sonuçta Diyanet İşleri Başkanlığı, bizim açımızdan bakıldığında, Alevilerle ilgili kısmından bakıldığında tekçi, ayartmacı, ayrımcı, mezhepçi ve Alevi karşıtı bir görünüm arz ediyor. Bunun olmamasını en çok canı gönülden isteyen biziz, çünkü bunun böyle olmasını hakikaten istemiyoruz. Aleviler son yirmi yıldır kendilerini her türlü iletişim aracıyla ifade ederek bu sorunun, yani Alevilik meselesinin canı gönülden çözümünden yanalar. Fakat ne zaman bu konu gündeme gelse Diyanet İşleri Başkanlığı, veya onun gibi düşünenler, ya Alevilerin bir dizi ayrımdan ibaret olduklarını söylüyorlar ya Alevilerin Alevilikle ilgili başka bağlılıklarını gündeme getiriyorlar. Örneğin en çok kullandıklarından bir tanesi Alevilerin çok sesli olduğudur. Şimdi Alevilerin bin yıllık tarihine bakıldığında şu veya bu şekilde bugüne kadar inançsal merkezi bir yapı oluşturulmamış bir toplumsal kesimle karşı karşıyayız.
Ama bin yıllık ya da bin dört yüz yıllık merkezi bir yapı içindeki Sünniliğe bile baktığımızda Alevilikle kıyaslandığında çok daha ayrımcı özellikler var. Yani ben şimdi Sünnilik içerisindeki farklı lisanı, yorumları saymaya kalksam Alevilerden çok fazladır. Saymak da istemiyorum, biliyorsunuz yüze yakın neredeyse ayrım yapılmaya çalışılmış. Nasıl ki biz Sünni kardeşlerimizin inançsal özgürlüğünün şu ya da bu şekilde kısıtlanmasından yana değilsek, Aleviler arasında da o ayrımların olması onların kendini özgürce ifade etmesi önünde engel olmamalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu açıdan konuya soğuk bakmamalı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitimin ya da zorunlu Din dersi bünyesinde düşünüldüğü gibi olaya bakıldığında bunlar öne çıkarılmamalıdır. Cemal Tosun Hocamız uluslararası durumu, ülkelerin durumunu çok güzel ifade etti. Elbette bunu da Kaymakcan hocamızın söylediği gibi, eğer iyi niyetli olunursa muhakkak bu sorun şu ya da bu şekilde formüle edilebilir. Zorunlu Din dersine Türkiye’de laikliği savunan her kesimin karşı çıkması doğaldır. Din ve devlet işleri düşünüldüğünde, devletin mezhepler karşısında, dinler karşısında tarafsızlığı bütün laik ülkelerde olduğu gibi Türkiye de sağlayabilir. Din dersi eğer bizde, adeta devletin dini şeklinde olmuşsa, devletin mezhebi şeklinde olmuşsa bunu savunmak mümkün değildir. Hem Avrupa müktesebatı açısından, hem dünya insan hakları müktesebatı açısından, hem de laiklik açısından bunu savunmak mümkün değildir. O yüzden zorunlu din dersine karşı olmak sanki dine karşı olmak sanki Milli Eğitime karşı olmak, İlahiyata, Diyanete, ülkenin geleceğiyle ilgili şeylere karşı olmak olarak algılanmamalıdır. Normal laik bir ülkede zorunlu din dersi olmamalıdır. Ama bizim ülkemizdeki bugünkü konjonktür düşünüldüğünde eğer bu ders illa da olacaksa o zaman tarafsız olarak bütün inançlara aynı yakınlıkta, aynı mesafede yer vermelidir. Bunun da yolu, yöntemi çok rahat bulunabilecektir.
Yine cemevleri konusu olduğu zaman da durum aynıdır. Çünkü bugün her ne kadar biz yaygın ve örgün eğitimde arayı bulmayı düşünsek de, bir paket çerçevesinde biz bunu değerlendiremezsek zaten çözemeyiz. Ayrıca cemevlerini biz ibadet yeri kabul etmeyip sadece yaygın ve örgün eğitimde Alevilik yer alsın dersek, havanda su dövmüş oluruz. Aleviliğin temeli, cemevleridir, ibadet yerleridir. Biz ne zaman cemevlerini gündeme getirsek cami karşısına alternatif olarak çıkarmak olarak anlamlandırılıyor. Bugün artık geldiğimiz noktada şunları aşmış olmamız gerektiğini düşünüyorum: Alevilerin ibadet yeri cami değil cemevidir. Aleviler Ramazanda oruçlu değildir, malum! Oruca, namaza durmaz malum! Hakikaten bunların aşılması gereklidir. Artık bunun aşılması lazım, bunları tartışmamız lazım. İnsan hakları açısından bakıldığında, eşit yurttaşlık kararnamesine bakıldığında Aleviler az da olsa çok da olsa İslam’ı bizim benimsemediğimiz gibi yorumlasalar da, eğer kendilerini İslam içinde görüyorlarsa o zaman bizim onları kendilerini nasıl ifade ediyorsa öyle, o şekilde kabul etme gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ifade etmemiz lazım. O nedenle Aleviliği Sünniliğe benzemiyor diye yargılamamamız gerekir.
2009’daki tartışmalarda olduğu gibi, Şimdi buradaki tartışmalarda da görülüyor, herhangi bir arkadaşımız bir konuşmasında kalkıp cami, cemevi içinde karşı karşıya geldiğinde, Sünnilik konusunda hassasiyeti olan bazı arkadaşlar adeta sanki camiyi fetiş haline getiriyorlar. Ramazan orucunu fetiş haline getiriyorlar. Sünni birçok yurttaşımız da camiye Aleviler kadar gitmiyorlar; ya da Ramazan orucunu Aleviler kadar tutmayan Sünni arkadaşımız da var, halkın önemli bir kesiminde var. O zaman bunu bir fetiş haline getirmemek gerekiyor.
Anemizmi din olarak kabul ettiğim için böyle konuşuyorum. Bu nedenle, Anemizmin Allah inancı yok, peygamber inancı yok, mabedi de yok (!), ama UNESCO Anemizmi din olarak kabul ediyor. Biz de bu nedenle Anemizmi din olarak kabul ettik. Şimdi bu perspektiften İslam’a bakıldığında bu ne sorun, UNESCO’nun Anemizmi din kabul etmesi karşılığında bin yıllık Sünni İslam’ın Alevilere çektirdiğini düşünürsek, hakikaten büyük haksızlık yapıldığını görürüz. O nedenle bugün artık ayak dirememek gerekiyor.
Alevilerin rahatsız olduğu diğer konulardan birisi de; asimilasyon! Bizim topraklarımızda bin yıldan beri geliyor. Osmanlının kuruluşundan başladı, Selçuklulardan başladı bin yıldır devam ediyor. Osmanlı dönem dönem şiddet kullanarak asimilasyonu uyguladı; yakın zamana kadar bile bunları ne yazık ki gördük. Böyle olunca şimdi bin yıldır asimile edilmeye çalışılan bir toplum var. Belki oran olarak baktığımızda o gün Türklerin % 80’i Aleviydi, % 20’si Sünniydi, bugün tam tersi oldu % 80’i Sünni % 20’si Alevi oldu. Yani bugünkü Sünni kardeşimizin kaç yıl öncesi tarihini araştırdığımızda Alevi olduğu büyük olasılıkla ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda kalkıp asimile edilmiş Alevileri, asimile olmuş Alevileri, Alevilerin karşısına model olarak çıkarmamak lazım. Benim dayım Erzincan’dan Sivas’a gitti, devlet memuruydu, yirmi yıl devlet memurluğu yaptıktan sonra Sivas’tan Erzincan’a döndüğünde, giderken Aleviydi, dönerken Sünni olmuştu. Çünkü orada devlet memuruydu, o devlet memuru olması nedeniyle Ramazan orucunu tutmak zorunda kalmıştı, camiye gitmek zorunda kalmıştı. Gidişte gidenler Aleviydi, dönüşte hepsi Sünni olmuştu. Bizim gene akrabalık ilişkilerimiz sürüyor; ama olay bu kadar veciz. Böyle olunca Diyanet İşleri Başkanlığı her fırsatta konu Alevilik olduğu zaman Alevileri bu açıdan temsil yeteneğine sahip kişi ya da kurumları çağırmak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kendisine en yakın asimile edilmiş örnekleri bizim karşımıza çıkarıyor. Bu sorunun çeşitli cepheleri konuşulduğu zaman “Alevilerin ibadet yeri cemevidir”, söylemi söylendiğinde rahatsız olmamak gereklidir. Yani sanki Aleviler camiye karşıymış, Aleviler bu düşüncelerini söylemekle sanki Aleviler üzerinde tahakküm kurmaya çalışıyor. Camiye giden Aleviyi literatür açısından bakıldığında diğer Alevi, Alevi saymıyor, asimile edilmiş Alevi olarak sayıyor. Bu nedenle o Aleviler için model teşkil eden birisi değildir. Yani dedesi olmayan, ceme girmeyen, musâhibi olmayan, o gelenekleri olmasa bile yaşatmayan insana Alevi demek zaten Alevilik literatüründe mümkün değildir. O nedenle bizim karşımıza Aleviler çeşitli isimlerle ifade edilirken, Alevilerin çok renkli, çok çeşitli olduğu gerçeği onların önüne engel olarak çıkarılmamalıdır. Çünkü bu bir paradokstur, Sünnilik’te de aynı durum söz konusudur. İkincisi, Sünni olup da şu ya da bu şekilde inanç değiştiren, Hıristiyan olan, Bahai olan ya da Alevi olanlar bile vardır, bunlara nasıl ki Sünniliğin taleplerinin karşısına getirmek mümkün değilse, doğru değilse o zaman Alevilikten şu ya da bu şekilde, şu ya da bu etkilenmeyle asimile olmuş insanları da Alevilere rol model olarak getirmemek lazım. Alevilerin ya da o tür insanlar var diye Alevilerin taleplerinden yan çizmemek lazım. Bu konuda eşit yurttaşlık haklarını öne getirmek lazım. Bugüne kadar asimilasyonculuk politikaları ne yazık ki süregelmiştir. Bundan sonra toplumların entegrasyonunu sağlamak lazım. Asimilasyon, zorunlu olarak bir parçanın özelliklerini yok edip büyük parçaya ilave etmektir. Entegrasyon ise, yine toplum bilimcilerin ortak kanılarına göre, farklı parçaların özelliklerini kaybetmeden yeni bir bütün haline getirmektir. Toplumsal yapı olarak durum ele alınırsa azınlık ve çoğunluğun birbirine uyum sağlamasıdır. Entegrasyonun hedefi, azınlığın ve çoğunluğun aynı haklara sahip olduğu bir toplum ortaya getirmektir. Bence bizim prensibimiz de bu olmalıdır.
Saygı ve sevgiler sunarım.
Dostları ilə paylaş: |