S. D.Ü. İLÂHİyat fakültesi GÜNÜMÜz aleviLİĞİnde eğİTİM Çaliştayi


B İ R İ N C İ O T U R U M 29 Mayıs 2009 saat: 16.00-18.00 ALEVİ KİMLİĞİ



Yüklə 1,05 Mb.
səhifə4/17
tarix09.01.2019
ölçüsü1,05 Mb.
#93913
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17

B İ R İ N C İ O T U R U M


29 Mayıs 2009 saat: 16.00-18.00

ALEVİ KİMLİĞİ



Başkan: Doğan BERMEK

Raportör: Yard. Doç. Dr. A.Yılmaz SOYYER


Reha ÇAMUROĞLU

Doğan BERMEK

Ali KENANOĞLU

Mansur YALÇIN


Doğan BERMEK: Değerli konuklar, çok önemli bir çalıştaydayız. Gerçekten açılış bölümündeki konuşmaların hepsi beni fazlasıyla etkiledi. Çok duygulandım; bu çalışmaları umarım yarın akşama kadar aynı tempoda, aynı zenginlikte sürdürürüz. Birinci oturumun yürütücüsü sayın Prof. Dr. Abdülbaki Selmanpakoğlu kardeşimizdi. Ama rahatsızlığından dolayı katılamadığı için beni onurlandırdı. Değerli arkadaşlarımız ben çok teşekkür ediyorum. Ben bu konuşma düzenini hiç bozmak istemiyorum. 15’er dakika ile konuşursak Necdet Subaşı gelmedi, beş kişiyiz 15’er dakika konuşursak 75 dakika eder, ondan sonra da 35-40 dakikalık bir süreyi tartışmalara açarız. Ben aslında burada kişisel konuşmalar kadar tartışmalara da önem veriyorum. Çünkü tartışacağımız konu da çok, aşağı yukarı beş yüz yıllık konuşulmamış olayların üzerinde konuşuyoruz. Bundan dolayı tartışmaların çok önemli olacağını düşünüyorum. Şimdi bu oturumda konumuz “Alevi kimliği”. Alevi kimliğiyle ilgili sayın Selmanpakoğlu daha önce bir hazırlık yapmış. Ama maalesef o hazırlık benim elime geçmedi, dolayısıyla onun hazırlığını size sunamayacağım. Ama sunduğu sunacağı şeylerin ya da değineceği şeylerin bir kısmına değerli dostumuz sayın Prof.Dr. Hasan Onat işaret etti.

Şimdi on beş dakika içerisinde konuşmasını tamamlamasını rica ederek değerli dostumuz Reha Çamuroğlu’nu davet ediyorum. Sayın Reha Bey on beş dakika konuşacağız. Buyurun efendim


Reha ÇAMUROĞLU*

Sayın Valim, Değerli Hocalarım, Değerli Konuklar. Şimdi on beş dakikada Alevi kimliği konusunda ne anlatılabilir? Hepimizin merak ettiğini bildiğim bazı konulara girmek istiyorum.

Şunu net olarak söyleyerek başlayalım. Bu memlekette yıllardır Kürt yokmuş gibi yaptık, Alevi yokmuş gibi yaptık, Süryani yokmuş gibi yaptık, Yezidi yokmuş gibi yaptık, Bahaî yokmuş gibi yaptık, yeni bir takım oluşumlar çıktı, onlara yokmuş gibi davrandık. Sonra bir baktık ki şişiyor bu düdüklü tencere ve ciddi sorunlarla karşılaşıyoruz. Sorunların büyüyüşüyle karşılaşıyoruz. Bir süredir sevindirici bazı şeyler oluyor. Şu veya bu nedenle olabilir. Sevindirici şeylerden biri şudur. Biz meselelerin adlarını koymaya başladık. Alevi kendisine “Alevi” diyor biz ona “Alevi” diyoruz. Kürt kendisine “Kürt” diyor biz ona “Kürt” diyoruz, Nusayri kendisine “Nusayri” diyor biz “Nusayri” diyoruz. Adını koymaya başladık. Sonra adını koyduğumuz meselelerin çözümüne ilişkin ne yapabiliriz problemiyle karşılaştık. İşte onunla karşılaştığımız zaman maalesef çok ciddi engelleri önümüzde gördük. Bu engeller çoğu zaman bu değerli üniversitemize ismini veren dokuzuncu Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in bir sözü var. Ben de o sözü çok tutarım. “Siyasette lafın tamamı söylenir”. Yani, siyasette gerçekten anlamanız gereken bazı cümleler kurulur; sizin o cümleden belli şeyleri anlamanız umulur. Mesela sizden devlet tecrübesi çok yüksek, çok uzun zamandır siyaset içinde olan bir duayen size gelir der ki, “Evladım sen daha gençsin, bu sorunlara girdin ama bunlar çözülmez.” Sırtınızı da sıvazlar. Size bir çeşit işi üstlenmeme morali verir. Yani, “Siz bu işe girmeyin genç kardeşim, çok hırpalanırsınız”, der. Bir süredir böyle işlere Türkiye’de giriliyor. Birileri bu işlere Türkiye’de giriyorlar ve onlar çözülmeksizin problemlerin büyüyerek devam edeceğini görüyorlar.

Yalnız burada bir noktaya işaret etmek isterim. Biz nev-zuhur bir millet değiliz sonradan ortaya çıkmadık. Devlet geleneğimiz çok köklüdür. Çok uzun bir devlet geleneğimiz var. Biraz önce Prof. Dr. Hasan Onat hocam konuşmasında bir şey söyledi. Dedi ki, “Halkımız din derslerinin devlet eliyle okutulmasını istiyor, bu ilginç bir şey”. Şimdi bu gerçekten ilginç bir şey ama, bu bizim devlet geleneğimizle tamamen örtüşen bir şey. Yani şöyle söyleyelim, biz bugün Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumumuzu geleneğimize bağlı kurduk. Bunu Ankara’da Avrupa Birliği büyük elçilerine verilen bir brifingte kendilerine söyledim. Dedim ki, “Siz diyorsunuz ki Avrupa Birliğinde Diyanet İşleri gibi bir kurum yok.” “Ne yapalım? “Kapatın, olur.” Ne dersiniz?... Fakat burada bir problem var. Bizansta patriklik vardı ve aslında patriklikle papalık arasında Doğu Roma ve Batı Roma arasındaki gerilim dinsel konuların farklılığı üzerine inşa edildi. Bu süreçte patrik imparator tarafından atanırdı ve aslında patrik patriğin üslendiği temsili üstlendiği bütün roller imparatorda bilinmişti. Yani imparator onları içeriyordu. İmparator kendi rollerini kendi gücünün bir kısmını patriğe bahşediyordu. Şeyhulislamlık buna çok benzer; aslında Şeyhülislamlık Doğu Roma geleneğinin bir anlamda İslam içinde devamıdır. Yani devletin dini meselelere çözümüne ilişkin bir yaklaşım tarzıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu geleneğin devamıdır. Neden hilafet kaldırılırken “hilafet kurumunun bütün yetkileri TBMM’dedir” denilmiştir? Aslında dinin bütün temsil yetkisi, TBMM’ dedir. Yani, biz dinin ve siyasetin dinle toplumu çok iç içe sokan bir din geleneğinden geliriz. Bir devlet geleneğinden geliriz. Dolayısıyla bizim sorunları Batının reçeteleriyle çözmemizde önümüze çok büyük engeller çıkıyor. Şu anda bu salonda Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını çok çok isteyen arkadaşlarımızın bile bunun pratik olarak ne kadar devasa bir sorun teşkil edeceğini kabul edeceklerini düşünüyorum. Bugün geldiğimiz noktada biz çok grift bir problemler yumağı ile karşı karşıyayız.

Konu Alevilik olunca, konu Bektaşilik olunca burada bir noktaya önemle işaret etmek isterim. Bugün biz zaman zaman Alevilikle Bektaşiliği tamamen aynı kavramlar olarak kullanmaya başladık. Bu çok doğru değil. Buna özellikle işaret etmek isterim. Yani Bektaşilik bütün yaşam süreci boyunca Osmanlı tarihinde Osmanlı Medeniyetine içrek bir yapıdır; Osmanlı medeniyetinin bir parçasıdır. Alevilik de bir dönem böyledir; bir dönem Safevi Devleti ile bütünleşmiş bir yapıdır. Ayrıca bu noktada itikatların yürüyüşü, ritüellerin yürütülüşü, dini otoritelerin seçilişi konusunda Alevilik ve Bektaşilik arasında ciddi farklar vardır. Bunları da bugünkü ittifaklar adında unutmamayı tavsiye ederim. Dolayısıyla bu meseleye buradan baktığımızda çok ciddi bazı problemlerle karşılaşıyoruz. Nedir problemler? Birisi; bu meselenin tarihi yokmuş gibi davranıyoruz. Bu meselenin bir tarihi vardır. Bizden önce Osmanlı Devleti bu meseleyi ele almıştır. Osmanlı Devleti Alevilere karşı sadece “Keselim de bitsin”, der gibi bir tavır gerçekleştirmemiştir. Özellikle 17. yüzyıl ilk çeyreğinden sonra, 18. yüzyıl başından beri Osmanlı yönetimi Alevileri kabul etmeye başlamış; Aleviler de Safevi yönelişini terk etmişlerdir. Yalnız dikkatinizi çekeyim, aynı dönemde İran’da “Kızılbaş Savaşları” denilen Aleviler ile Farisiler arasında meydana gelen savaşlar olmuştur. Şaha giden Alevilerin pek çoğu Anadolu’ya geri dönmüştür. İşte bu dönemler sonunda Osmanlı konuya hukuki bir form vermek üzere düşünmeye başlamış ve bunun ürünlerinden biri olarak daha sonra Meclis-i Meşâyih önümüze çıkmıştır. Meclis-i Meşâyih Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olarak iki seneye yakın bir süre Cumhuriyette de devam etmiştir.

Şimdi bugün Alevilikle ilgili eğitim problemimizde şöyle bir sorunla karşı karşıyayız. Şahsi kanaatime göre Alevilikle ilgili eğitim büyük ölçüde tasavvufa yöneliktir. Yani Aleviliğin öyle belirgin bir fıkhî yönü, kelamî yönü yoktur. En belirgin özelliği tasavvufi özelliğidir. Şimdi tasavvufta ise, mesela rahmetli Mehmet Zahit KOTKU’ya veya herhangi bir şeyh olabilir, gidip birisi “Şeyh Efendi, senin şeyhliğin sahih midir?” diyebilir ya da “Şeyh Efendi, hangi üniversitede doktora yaptınız, tasavvuf doktoranız var mıdır?” diyebilir. Yani şeyhin meşrulaşmasının, şeyhin ilminin ya da irfanının meşruluğunun kaynağı neresidir? Dikkatinizi çekeyim devletin verdiği diploma şeyhin ilminin ya da irfanının meşruluğunun belgesi olabilir. Böyle olmazsa, biz nasıl bir eğitimden geçtik, nasıl bir eğitim sürecinden geçtik, geçiyoruz, nasıl bir eğitim süreci ön görmeliyiz, sorunlara nasıl yaklaşmalıyız? Yine çok çeşitli şahsi grupsal kanaatler vardır. Fakat Alevilik, benim şahsi kanaatimce, İslam’ın tasavvufi bir yoludur. Kul Nesîmi’nin de dediği gibi “yolumuz vardır”. Alevilik bir yolun adıdır, eğer bir yolun adıysa bizim yollara ilişkin düşünmemiz lazımdır. Tasavvufi bir kavramdan bahsediyorsak, burada bu yollar meşruiyetini nereden aldı? Yani bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün kurumlarıyla bir Cem yürüten Alevi dedesine şu soruyu sorma hakkına sahip midir? “Diplomanı nerden aldın? Başka bir problem daha var. Eski sorunlara geri dönebiliriz. Nedir bu eski sorunlar? Bir örnek vereyim size; Ali Kalkancı, uydurma bir şeyh uydurulma bir şeyh. Şimdi biz bunlar arasında, yani meşayih arasında, şeyhler arasında nasıl bir yaklaşım geliştireceğiz? “Yol”lara demokratik bir devletin yaklaşımları ne olacak? Eğer biz, Bizans Osmanlı ve işte 90’lara kadar 80’lere kadar Cumhuriyet geleneğinin kesintisiz sürdürücüsü olacaksak bunun için yeni siyasi paradigmalar izlemek durumundayız. Yok eğer biz mesela Avrupa Birliğinin parçası olacaksak başka türlü düşünmek zorundayız.

Yani bizim siyasi yönelişimizle siyasi gelecek tasavvurumuzla dini meselelerimizi ele alış ve çözüm öneriş tarzlarımız arasında çok sıkı bağlantılar var. Bu bağlantıları görmezden gelemeyiz. Mesela biraz önce Hasan Onat hocamızın yaptığı konuşmada bir tek şeye katılamıyorum dedi ki sayın Onat “mezhepler üstü bir kurum olarak Diyanet tasarlandı ve kuruldu.” Buna katılmam mümkün değil. Cumhuriyetin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Kuran tefsirini yaptırırken verdiği talimat dâhil bunun böyle olmadığını, Hanefi-Maturîdi esaslar çerçevesinde bir kurum teşkili ile karşı karşıya olduğumuzu biz biliriz. Dolayısıyla bizim bütün tasavvuru görüp bütün tasavvura göre kendimizi şekillendirmemiz gerek ama bu doğrultuda bazı sorumluluklara sahip olmamız lazım. Mesela bir arkadaşımız “Diyanet kaldırılmalı,” dediğinde, “peki bu mümkün mü?” diye özel bir sohbette sorduğumuzda; “Ya mümkün olmadığını biliyorum, ama işte tribünlere oynuyoruz.” Bu denmemeli, hepimiz bir sorumluluk altındayız, böyle bir durumla karşı karşıya kalmamalıyız. Bu ülke bizim, çok güzel tarif etti hocam, bu ülkede gayri Müslimlerin de azınlık olarak Lozan’da tanınması bizim istediğimiz bir şey değildi, bize dayatılan bir şeydi ve her dayatılan şey gibi maalesef gayri Müslimlere bu ülke çok ağır bedeller ödetti. Dolayısıyla bizim burada ülkenin bütününün, Sünnisinin ve Alevisinin bizim olduğunu bilerek makul çözümlere yönelmek doğrultusunda görüş alışverişinde bulunmamız çok önemlidir. Trübünlere oynarsak, “Yezit” ve “Kızılbaş” laflarına geri dönersek, tarihimizin acıklı sayfalarına geri döneriz. Uluslararası sorundur artık, Türkiye’nin Alevi sorunu da, Kürt sorunu da, benzer bir sorunu da… Ama bir şeye çok dikkat ederim, ulus dışı manipülasyonlara karşılaştığımızda onları çok iyi tanımamız gerekiyor. Size bu noktada maalesef belki içinizi karartacak bir örnek anlatayım. Ankara’da TBMM’deki oturuma bir yabancı elçiliğin çok önemli bir görevlisi geldi. Bu görevli bana dedi ki, “Reha Bey, şu duruma ve şu şahsa özellikle çok kötü davranıyorsunuz ve bütün bu gelişmelerden uzak tutuyorsunuz. Onlarla bakışmayı o kesimle, o konukla, o şahısla barışmayı niye düşünmüyorsunuz?” Baştaki dokuzuncu Cumhurbaşkanımızın sözüne dönmek istiyorum ben burada, “siyasette lafın tamamı” der, Süleyman Bey. Ben de bu kadarını söyleyeceğim. Çok kısa bir konuşma oldu ama süreye uymak zorundayız, saygılar sevgiler sunuyorum teşekkür ediyorum.

Doğan BERMEK: Arkada daha yarım saatimiz var. Onu iyi kullanacağız inşallah, o zaman ilk sözü size yazalım. Şimdi efendim sıra bende.
Doğan BERMEK*

Değerli dostlar gerçekten aranızda bulunmaktan fazlasıyla mutluyum. On beş dakikadan daha kısa almaya gayret edeceğim, inşallah başarabilirim. Şimdi, bizim genel olarak tanıdığımız bir Alevi kimlik var. Bu kimlik, hoşgörülü, inançlı, on iki imam yolunda yürümeye çalışan, ibadetini ana diliyle yapan, inançlarıyla yaşamı arasında köprü, bir paralellik kurmaya çalışan, inandığı gibi yaşamak isteyen, düşünen bir insan tipi. Bu kimliği, sizlerin benden daha iyi tanıdığınızı düşünüyorum. O nedenle ben Alevi kimliğinin bu tarafı üzerinde fazla durmak istemiyorum. Sizlerle paylaşmak istediğim Alevi kimlikleri, bizim alışılmış kimliklerinden biraz daha farklı. Bugün Türkiye’de gördüğümüz Alevi kimliklerini paylaşmak istiyorum sizinle çünkü kimlikleri doğru tanımadıkça iyi bir eğitim programı önerebilmemizin de kolay olacağını düşünmüyorum Bir toplum düşünelim bu toplum beş yüzyıllık bir süre inançları yasaklandığı için sıkıntılar çekmiş. Daha da kötüsü, bu toplum XII. yüzyılda yerleştiği yerlerde XV. yüzyıl sonu ve XVI. yüzyılda Osmanlı-Safavi çatışmasında yerlerinden kovulmuş başka yerlere gitmiş. Bir kısmı gittiği dağ köylerinde kalmış, bir kısmı başka inanç gruplarına teslim edilmiş, bir kısmı dergâhlarını terk etmiş, yerlerini terk etmiş. XII. yüzyılda tekrar geri dönenler var. Sayın Reha Çamuroğlu’nun çok iyi işlediği 1826’dan sonra geri kalan birkaç tane dergâh da basılmış imha edilmiş, kitapları yakılmış. Şimdi Aleviliğin yazılı kaynağı yok diyoruz, ama yakılmış olan kitapları unutarak söylüyoruz. İnanç önderleri öldürülmüş, hapsedilmiş, yani bu toplumun inancıyla, inanç önderleriyle bağı kesilmiş bir şekilde köylerde kırsal kesimde hayatını sürdürmeye çalışmış.

Sonra, bundan doksan yıl kadar önce bir derin nefes almış. Cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal ile beraber hiç değilse hayat tehlikesi ortadan kalkmış. Cumhuriyetin yapılanmasında Alevilere karşı bir duruş olmadığı halde, Alevi kesim o son beş yüz yılın korkusuyla, kaygısıyla kendilerini cüretle ortaya koyamamış. Belki Cumhuriyetin bürokrasisinden pay alacak kapasitesi de yoktu, yeteri kadar okumuş adamı yoktu. Okumuş adamlarda zaten çok ürkekti. Ben tanıyorum bu ürkek Alevileri, kendi babamdan ve onun yakınlarından tanıyorum. Bu süreçte Cumhuriyetin kadroları Aleviler tarafından doldurulamamıştır. Maalesef çok az Alevi kadrolarda yer bulmuş. Bir anda Aleviler çocuk eğitmeye çalışmışlar. Köy Enstitüleri ciddi bir açılım olmuş, Alevi çocukları heyecanla köy enstitülerine saldırmışlar. Ama Köy Enstitülerinin hayatı bildiğiniz gibi çok kısa sürmüş, 1947’de Türkiye feodalizmi Köy Enstitülerini yok etmiş. Daha sonra Alevi çocukları bütün bunlara rağmen kentlere gelerek okumaya gayret ederken 60 İhtilalına gelinmiş. 60 İhtilalı sonrasında Türkiye’de özgür düşünce ortamı gelişti ve bu özgür düşünce ortamında geleneklerinde paylaşımcılık, çoğulculuk, hoşgörü ve eşitlik gibi genel temel değerler olan Alevi gençler, sol değerler sistemiyle kendilerini daha yakından tarif ettikleri için o günün sol siyasi hareketler içerisinde yer almaya başladılar. Bu durum Alevilerle aşırı sağla Aleviler arasında bir gerilime yol açtı. Sadece demokratik hakları savunan Alevi çocukları, o gün “komünist olmak”, “yıkıcı olmak” suçları ile çok ağır bir şekilde suçlandılar, cezalandırıldılar, hapse gittiler. Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar. Tabii, bu Sünni çocukların da başına geldi, sadece Alevilerin başına gelmedi. Gerek 12 Mart’ta gerek 12 Eylül’de Türkiye’de o güne kadar yetişmiş olan aydın insanlar belli sıkıntılar yaşadılar. Bu sıkıntılar içerisinde Sünni elite oranla, nüfusa oranla Alevi elit çok daha büyük pay aldı. Yani Alevilerin kaybı gerçekten Sünni elit kesimin kaybından çok daha yüksektir. Ben burada entelektüellik üzerinde duruyorum; sol veya sağ kavramları tartışmak istemiyorum. Ama gerçekten 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de kaybedilen okumuş kadrolar veya cesaretsizleştirilen veya pasifize edilen okumuş kadrolar Alevi kesime çok büyük bir darbe oldu.

Bu süreçte Aleviler köyden kente göçe başladılar. Kendilerinin gelenekleri sürdürebilme ihtiyaçları vardı. Ama kentin çok hareketli ortamında bunu da çok fazla başaramadılar. Yani bu toplum dört beş yüz sene eğitimden uzak bırakılmış bir toplumken ve kendilerini köyde, köy komitelerinde köy toplulukları içerisinde şu ya da bu şekilde sürdürürken onu da elinden aldık kente sürdük adamları kente sürdüğümüz zaman ocağıyla, dedesiyle, rehberiyle, musahibiyle ilişkisi kalmadı. Burada bu insanlar eğitimsiz, kitapsız, zaten yayınları, kitapları yok. Yani Alevilikle ilgili 1960’ları düşünün… “Alevi” kelimesinin geçmesi yasak… TRT’de “şah” kelimesini içeren deyişler çalınamıyor… Böyle bir toplum ve bu toplumun üzerine bir de 1982 Anayasasıyla din dersi zorunluluğu getirildi. Zaten din dersi zorunlu değilken bile birçok Alevi “Alevi olduğum anlaşılmasın” diye dersleri alıyordu. Ama 1982’den itibaren bu fazladan zorunlu hale getirildi. Zorunlu hale geldiği zamanda bu işi büyük bir rahatlıkla ele alan MEB müfredata yüklendi ve müfredat daha fazla Sünni hale getirildi. Müfredatta da Aleviler kaybetti, öbürleri bir adım ileri gitti. Böyle yürüdü bu hadiseler. Bu süreç, aşağı yukarı son elli yılın kısa özetidir.

Aleviler birleştirilmekten uzak kaldı hem camilerde hizmet almaya zorlandı, çünkü cenazeleri var, nerde kaldıracak camiden kaldırmak zorunda, hem dışlandı hem beklendi ki bunlar ağır ağır inançlarını unutacaklar ve Sünnileşecekler. Ama olmadı, yine olmadı. Yani bir sürü şey denenmiş, son deneme de bu idi yanılmıyorsam veya son denemelerden biriydi, olmadı. Aleviler kendi kimliklerine belki Hz. Ali’den bu yana, belki Alperenlerinden bu yana, belki Alevi erenlerinden aldıkları bir sorgulama alışkanlığıyla, düşünme merakıyla okuduklarını ya da kendilerine öğretilmek istenilenleri kural olarak kabul etmek yerine, şartlara uymak yerine düşündüklerini ve nedenlerini sorguladıkları için bu süreçte de beklenen Sünnileşme sürecine giremediler, girmediler. Sünnileşmediler, ikna olmadılar. Kısaca bu söyleniyor, son zamanlarda, “biz Alevi dedik demedik,” diyorlar. Ben onun için “ikna” kelimesini kullanıyorum. Alevilik ikna olmadı, fasıklıktan vazgeçmedi, kendisini ve toplumunu sorgulayarak adeta unutulmuş ve unutturulmuş inancını yeniden buldu. Biraz önce Hasan Onat Bey’in de söylediği gibi, son on beş yirmi yılda birçok yayında yeniden gündeme geldi. Reha Bey gibi araştırmacılar çıktı. Her birisi konunun bir tarafına değindi, bir tarafını araştırdı. Aleviler üzerlerine gelen bütün baskılara rağmen gerek sosyal baskıya gerek eğitim baskısına gerek zaman zaman Maraş gibi, Sivas gibi, Çorum gibi, Malatya gibi provakatif saldırılara rağmen, Gazi olaylarına rağmen kurumlaşmaya devam ettiler. Demokratik araçları kullanarak bu ülkenin içerisinde var olduklarını ve yapılandıklarını gösterdiler, göstermeye devam ettiler. Bugüne kadar geldik.

Şimdi burada çok enteresan bir noktaya geldik. Aleviler kendi estetik değerleriyle, kendi felsefi değerleriyle Türkiye’de kaba kuvvete karşı bir savaşı da kazanmış oldular. Bu, bugün birçok dünya sosyologunun araştırmalarına konu olmakta, böylesine barışçıl bir hareketin bu kadar ağır baskılara ve ezici davranışlara rağmen kendi kendisini uysalca kabul ettirmesi, değerlerinden vazgeçmeden değerlerinin kabulünü sağlayabilmesi sosyolojik bir olgu olarak da bugün birçok yerde araştırılıyor. En son iki gün önce Sabancının 2009 Uluslararası Araştırma Ödülü böyle bir projeye verildi. Proje yanımda, ilgilenen arkadaşlarla internette bakabiliriz. Gerçekten çok enteresan, yani Türkiye’deki Alevilerin değerler sistemini ortaya koyarak kendilerine çok karşı olan bir toplumda kendilerini nasıl kabul ettirdiklerini inceleyen bir araştırmadır.

Şimdi bugün geldiğimiz yerde kaybedilmiş birkaç kuşak Alevinin, yani bu geçtiğimiz otuz kırk yıl içinde kaybedilmiş birkaç kuşak Alevinin, Alevilikle ilgili bilgiyi bulamamış o bilgiye ulaşamamış eğitimsiz Alevinin, Aleviliğin sorunlarını Alevi kimliğine taşıdıklarını da görüyoruz. Benim bugün Alevi kimliğinde belki de en önemli sorunlardan biriside bu kişilerin varlığıdır. Bu arkadaşları çok fazla suçlayamıyorum, çünkü siz bir toplumun kendi bütün değerlerinden yoksun tutarsanız tabi ki o toplum kendisine bir kimlik ararken bu kimliği Aleviliğin dışında bulacaktır. “Al-evi” diyenler de var. Osmanlı bir tarihte yerleşenlere kentte ev veriyormuş, gidersen ev alabiliyormuşsun, onun için ev alanlar “Alevi” olmuş “al sana ev” denmiş, Osmanlı’da böyle Alevi olmuşsun. Buyurun şimdi bunun üstüne de tartışabilirsiniz. Yani böyle komik şeyler var.

Bir şeye daha değineceğim. Bu yakıştırmalara, kendi kimliğine yabancılaştırılmış insanların kendilerine bir kimlik arayış çabası içerisinde olaylar, diye bakabiliriz. Dışardan çarpıtma etkileri var, bunları da hiç yadsımıyorum. Bizim nostaljik solcuların Alevilerden bir takım beklentileri var. Ama bir yandan da, “kendi kendisini tarif edememiş adamın kendisine kimlik arayışı” diye bakabiliriz. Bugün Alevilerin veya Türkiye’nin iki sorunu var: Birinci sorun bu kendi kimliğine yabancılaşmış Alevilik; ikinci sorunu Aleviyi yok saymaya çalışan kökten dinci Sünni kesim. Şimdi size bir konuşmadan bir satır okuyayım: “Anadolu gibi binlerce yıldır bağrında barındırdığı farklı kültürel ve dini geleneklerle çok kültürlülüğü tarih boyunca tecrübe etmiş ve sorunsuz bir şekilde sürdürmüş toplumlar bu korunaklı topraklarda çok rahattırlar. İslam kültürü sadece kendi içindeki inanç uygulama farklılığını değil kendi dışındaki inanç ve hakikat iddialarını da fiili bir gerçeklik olarak görüp onlarla bir ortak temel üzerinde buluşma, bilgi ve anlama düzeyinde diyalog kurma iradesinde her zaman ortaya koymuştur.” Ne güzel bir söz değil mi? Mesela, “bunu İzzettin Bey söyledi,” desem yanlış olmaz. Bu Ali Bardakoğlu’nun VI. Avrasya İslam Şurası’nın Açılış Konuşmasındaki sözüdür. Ama aynı sayın Ali Bardakoğlu VII. İslam Şurası’nın Açılışına bir tane Alevi dedesi çağırmadı, biliyor musunuz? Yani bir yanda kendi kimliği ile uğraşan Alevi kesim var; bir yanda bu kimliği hala reddeden, söylemde başka şeyler söyleyen, ama tavırda kendi söylediklerinde uyuşmayan bir yönetici kesimimiz var.

Sözlerimi şöyle topluyorum; Alevilerin bir takım sorunları var, bu sorunlar Alevi sorunu değil, bu sorunlar Türkiye’nin sorunu, bu toplumun sorunudur. Sorunun kaynaklarına inmek sadece bu soruna samimiyetle yaklaşmakla olur. Sorunlar hiç büyük sorunlar değildir. 31 Ağustos 2002’de 632 tane Alevi kuruluşu bir araya geldi bir bildiri yayınladı. 28 Aralık 2008’de Sayın Çamuroğlu’nun da bulunduğu Bostancı Kültür Merkezinde beş binden fazla Alevi inanç önderi ve kurum yöneticisinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Alevilerin istekleri çok sade, çok basit istekler. Diyorlar ki, genel bütçeden ayrılan kaynaklarda eşit hak olsun; din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini, biz zorunluluk olması şartını görmüyoruz, ama zorunlu olsun olmasın tüm inançlara karşı yansız va doğru bir yaklaşımımız olsun; devlete ait radyo-televizyon kaynaklarında Alevilerin sesi duyulsun; cem evleri de ibadethane olarak yasal statüye kavuşturulsun. İstekler bunlardır, bu istekler çok basit, çok sade ve çok yumuşak isteklerdir. Umarım ve dilerim ki bu istekler bu toplumun sizin gibi aydın kesimlerinin de desteğiyle sizin gibi aydın insanların katkılarıyla biran önce yaşamımıza geçsin. Ama bu istekler yasada kabul edilip uygulamada tersine gitmeyelim; yasada kabul ettiğimiz şeyi uygulamada da gerçekleştirecek samimiyeti gösterelim.

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum saygılar diliyorum



Alevi Kimliği Alevilerin İslam’ı



Ali KENANOĞLU*
Alevilik, kimine göre Hz. Muhammed’ in Hakka yürümesinden sonra yaşanan ayrışmalardan oluşmuştur. Kimine göre Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri inançtır, kimine göre ise 10 bin yıldır Anadolu’ da var olan bir inançtır Alevilik. Kimilerine göre de daha farklı şekillerde ortaya çıkmıştır.

Ne zaman nereden geldiği, nasıl oluştuğu tartışıla dursun herkesin kabul ettiği bir gerçekliktir Alevilik. Bu gerçekliliğin kabulü ile birlikte bu kimliğin ne olduğu, inanç esaslarının nelerden ibaret olduğu ve en önemlisi de İslam’ la ilişkisi de yüzyıllardır tartışılmaktadır.

Alevilerin büyük bir çoğunluğu yüzyıllardır kendilerini İslam’ın içinde hatta özü, esası olarak görmektedirler.

Fakat burada nasıl bir İslam tanımlanmakta ve yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Yani Aleviler nasıl bir İslam’ın içindedirler. Alevilere göre İslam ve onun kutsal kitabı Kur’an Hz. Muhammed’ in Hakka yürümesinden sonra müdahalelere uğramış ve aslının dışına çıkartılarak değiştirilmiştir.

Kur’an Ömer, Osman ve özellikle de Muaviye ile Yezit zamanında değiştirilmiş, birçok ayeti, sayfaları yakılmış, yok edilmiştir. Böyle inanmaktadır Alevi toplumu. Bu nedenle de, “bizim Kur’anımız ‘’Telli Kuran’’ ve ‘’Kur’an-ı Natık”dır.” demektedirler. Ozanların, pirlerin deyişleri, duvaz imamları, sözleri Kur’an’ın ayetleri olarak kabul etmektedirler.

Emeviler ve Abbasiler gerçek İslam’ı yok sayıp, dört mezhepten oluşan bir Sünni anlayış ortaya koymuştur İslam adına. Hatta 1836 yılında idamla yargılanan ve Alevilerin ser-çeşme mürşidi, inanç önderi olan Hamdullah Çelebi Sünniliğe İslam denilemeyeceğini ve Sünniliğin yapmış olduğu ibadet ve inanç esaslarının da kabul edilemeyeceğini söylemektedir.1 Aleviler Sünniliğe ve onun inanç şekillerine böyle bakmaktadırlar.

Camiyi ve mescidi değil cemevi ve dergâhları kendisine ait ibadethane olarak gören, şeklî anlamda bilinen ve camilerde eda edilen namazı değil, cem evlerinde ve dergâhlarında yaptığı cemi ibadet olarak kabul eden, Ramazan orucunu değil, Hızır ve Muharrem orucunu oruç olarak kabul eden, Kâbe’yi, kıbleyi İnsanın cemali olarak gören ve bu sebeple de ibadetinde yönünü insana dönen, yaradılıştan, ölüme kadar bütün yaşam ve uygulamalarında Sünni anlayışının belirlediği ve olmazsa olmazlarını reddeden bir toplumdur Aleviler.

Müziği reddeden bir İslam anlayışı karşısında bağlamayı ve kemanı ibadetin içine sokmuştur. Resmi kabul etmeyen, hele hele ibadet edilen yerde resme ve heykele kesinlikle yasak koyan bir uygulamaya karşı tüm ibadethanelerin içinde kendince kutsal saydığı değerlerin resimlerini asmıştır duvarlarına, heykellerini yaptırmış koymuştur.

İbadette kadınla erkeğin kesinlikle yan yana duramayacağını kabul eden bir inanışın aksine tüm ibadetlerini kadın erkek aynı mekân içinde yapmaktadır Alevi toplumu. Kimilerinin “cümbüş”, kimilerinin “dans” diye nitelediği semahında kadınıyla erkeği birlikte ritüellerini sergilemektedir. İçkiyi bırakın ibadetinde, günlük yaşamda bile haram kılan bir inancın aksine, “dolu” ve “dem” diye nitelediği içkisini duralayarak içmektedir Alevi toplumu. Kimi bölgelerde Cem ibadeti esnasında da dem olarak alınmaktadır.

Peki, dünya genelinde bilinen Türkiye’de de devletin resmi dini kurumu (DİB) tarafından da kabul edilip uygulanan bu İslam’ı, İslam’ın beş şartını ve onun şekli ibadetini ve ibadethanelerini (cami, mescit) kabul etmeyen bu Alevi toplumu nasıl bir İslam’ın içindedir. Aleviler İslam’ın özünü taşıdıklarını ve yansıttıklarına inanmaktadırlar. Kırklar Ceminde Kadınlarla erkeklerin birlikte can olduklarına ve ilk semahı, üzüm tanesinin ezilip engür eylenmesiyle oluşan demi alan Hz. Muhammet Mustafa’nın döndüğüne inanmaktadır.

Aleviler İslam’ ı Hak-Muhammet-Ali inancı olarak görmektedirler. Bu İslam’ da İbadethane Cemevi ve Dergâhlardır. Yeryüzündeki her mekândır. Her alandır. Toplu ibadet cem’dir. Alevilerin İslam’ında; erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde:

Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde Noksanlıkta, eksiklikte senin görüşlerinde…

diyen Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi görmektedir. Bu İslam’da kadınını ve erkeğini günlük yaşamında yanından ayırmayan Alevi toplumu ibadetinde de yanından ayırmamaktadır. Onunla Can olmaktadır. “Enel Hak” felsefesiyle, ölüm yoktur; Hakka yürümek, Hak katına ulaşmak vardır.



Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri

Sen isteyene ver onu/Bana seni gerek seni

deyişinde Yunus’un dediği gibi, öbür dünyaya bakan bir İslam’dır Alevilerin içinde olduğu İslam.

Alevi Kimliğini oluşturan inançsal yapı bunlardır. Bu topluluğun bu şekilde inanıyor olmasından kaynaklı olarak yüzyıllardır bu topraklarda katliamlara uğramışlar, dışlanmışlar, baskı altında tutulmuşlardır. İslam olarak görülmemişlerdir.

Osmanlı Belgelerine göre, Pir Sultan Abdal'ın katlini vacip kılan resmi gerekçeler özetle şunlardır:2



  1. Pir Sultan dinsiz, namaz kılmıyor ve oruç tutmuyor

  2. Şeriata aykırı söz söylüyor ve davranış sergiliyor.

  3. Müslümanlara 'Yezit' diyor ve şarap içiyor.

  4. Kura’n ve İslam Peygamberi hakkında uygunsuz sözler söylüyor.

  5. İslamiyet'in ilk üç halifesine sövüyor.

  6. Peygamber hanımı Hz. Ayşe'ye hakaret ediyor.

  7. Cem Ayini gibi gizli toplantılar yapıyor.

  8. Safevi taraftarı ve Kızılbaş taifesinden bir devlet düşmanı.

  9. Rafızî kitaplar bulunduruyor, okuyor ve okutuyor.

  10. Saz ve Çalgı çalıyor törenlerde semah dönerek oyun oynuyor.

  11. Törenlerde ve dışarıda haremlik selamlık kuralına riayet etmiyor.

  12. Mehdi-i Zaman (Zamanın Mehdisi) gelecek propagandası yapıyor...

Bu sebepler Alevi toplumunun İslam’ ın gerçek uygulaması olduklarına inandıkları esaslardır.

Yine 1836 yılında idamla yargılanan ve daha sonra idam kararı verildikten sonra sürgün cezası ile cezalandırılan Hamdullah Çelebi’ nin suçları ise şöyle sıralanmaktadır;



  1. Ehli sünnet yolundan ayrılmak Alevilik Bektaşilik gibi bir yol tutmak

  2. Hak olan dört mezhep dışında başka bir yola sapmak

  3. Muaviye ve Yezit’ e lanet okumak

  4. Namaz kılmamak ve Hacı Bektaş Dergâhında toplu namaz kıldırmamak

  5. Kuran okumamak ve Türkçe dua okumak

  6. Allaha şekil vermek, insana benzetmek (Enel Hak)

  7. Dergâhta deyiş söyleyen âşıkların Enel Hak diye deyişler söylemesi

  8. Tövbe ederek günahların affolacağına inanmamak

  9. Gayri Müslimlerle iyi diyalog içinde olmak, onlarla dergâhta muhabbetler etmek

  10. Boşananın düşkün diye cezalandırılmasının şeriata aykırı tavır olması

  11. Hac ibadeti, zekât, oruç ve namaz ibadetini şekil ibadetidir diye kabul etmemek

  12. Hayrın Allah’ tan geldiğine ama Şerrin Allahtan geldiğine inanmamak

Gerek Pir Sultan Abdal’ın idam kararı gerekse Hamdullah Çelebi’nin idam kararına bakıldığı zaman, suçlamalar Alevi toplumunun “İslam” diye inanıp uyguladığı ve kutsal kabul ettiği inançlar ve ibadetlerdir. Bu iki şahsiyetin Alevilerin inanç önderi, piri, mürşidi olması açısından örnek olarak ortaya koymak önemlidir.

Alevi kimliğini oluşturan inançsal esaslar bunlardır. Buradan yola çıkarak Alevilerin sorunlarına çözüm aramak gerekmektedir. Oysa bu durum karşısında ne yapılmaktadır. Devlet, hükümet ve devletin resmi kurumları “Biz İslam’ın içindeyiz ama ibadetimiz bu şekilde”, diyen Alevilere, “siz çok haklısınız, siz İslam’ın içindesiniz ama size İslam yanlış öğretilmiş, gelin biz size doğru İslam’ı öğretelim, buyurun camiye, ramazan orucuna , diyerek başlıyorlar. Bu söylem asimilasyoncu bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan ise “bizim inanç, ibadetimiz sizinkinden çok farklı eğer siz İslam’sanız biz bu İslam’ın dışındayız, farklı bir inanç yapısıyız’’ diyenlere karşı da; “siz bölücüsünüz, siz din düşmanısınız, İslam düşmanısınız, Avrupa Birliği yandaşısınız, siz yeni bir din yaratmaya çalışıyorsunuz, ülkeyi bölmek, parçalamak istiyorsunuz”, denmektedir.

Bu iki bakış açısıyla Alevi toplumun sorunlarına çözüm aramak mümkün değildir. Bu bağlamda sizlere ve kamuoyuna şunu öneriyorum;



  1. İslam’ da büyük bir reform yapılacak; Bütün bu inanç yapısına sahip olan Alevi toplumunu, dönüştürme, başkalaştırma, Şiileştirme, Sünnileştirme çalışması yapmadan olduğu gibi, kabul ettikleri ve benimsedikleri inançsal yapılarıyla İslam’ın içinde kabul edeceksiniz. İslam açısından çok önemli bir reform sayılacak bu adımı resmen atıp, bunu kabul edeceksiniz ve Aleviler üzerinde asimilasyon çalışmalarına son vererek Alevi toplumunun kendi inançsal sistemini oluşturmasının önünü açacaksınız,

  2. ‘’Böyle bir inancı İslam olarak kabul edemeyiz, sizin inancınız farklı bir inançsal yapıdır’’ deyip, Alevi toplumundan eliniz çekeceksiniz.

Alevileri camiye çekerek, onların sorunlarını cami içerisinde arayarak yapılacak çözüm önerileri gerçekçi olmadığı gibi, bu uğurda kellesini vermiş bir toplumun bunu kabul edeceğini beklemek de doğru değildir. Ayrıca bu yaklaşım, insan hak ve özgürlüklerine, din ve vicdan anlayışına, bilime de aykırıdır. Saygılarımla

Doğan BERMEK: Efendim, sıra Sayın Mansur Yalçın’da.
Mansur YALÇIN*

Sayın Milletvekilim, Sayın Valim, Sayın Dekanım, Sayın Öğretim üyeleri hepiniz hoş geldiniz. Şeref verdiniz.

Aleviliğin kimlik sorunlarıyla ilgili iddialı bir takım problemleri değil, Aleviliğin kendi özgün kimliğiyle alakalı açılımları sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü her iddia, bir ispat ister. İspat için gelmedim. Aleviliğin genel kimliği içindeki özgün din anlayışı ise, bu koşullarda ne kadar engellense bile erkânlarıyla hâlâ yapılmaktadır. Büyük bir ulusun fertlerini bir arada tutan en güçlü bağ, o milletin kutsal kimliği ve manevi değerleridir. Şüphesiz ki bu değerler bir ulusun birlik ve beraberliğinin muhafazası için vazgeçilmez ihtiyaçtır. Manevi değerleri var olmayan, inançsal değerleri de ortadan kalkan toplumların ahlaki yapılarının zamanla çöktüğüne hepimiz şahit olmaktayız. Tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın bir milleti kenetleyen milli bütünlük değeri yitirilirse toplumların da zamanla parçalanması kaçınılmaz hale gelmektedir. Ulus devlet bütünlüğü ve o bütünlüğün içindeki dinamizm parçalanma riskine girebilir.

Bu nedenle asırlardır Anadolu’daki toplum psikolojisinin ve maneviyat ruhunun ehemmiyetini edinen ve bu kutsal toprakların değerlerine sahip çıkan Anadolu’daki manevi aydınlanma hareketini sağlayan, kadim öğretilerini Türk topraklarının her yerine yayan, Alevisiyle Sünnisiyle nice halk erenleri ulular, ozanlar, bilgeler hepsi bu topraklarda yaşamıştır. Ve dünya tarihine baktığımızda yaklaşık kırka yakın uygarlılığın yoğun biçimde yaşamış olduğu bölge, Anadolu topraklarıdır. Anadolu’nun taşıdığı bu büyük kültür hazinesi başka hiçbir topluma nasip olmamıştır. Bu mirasın üzerinde yaşayan insanların da kendi içinde kaynaşmasıyla sentetik ortak bir birliktelik sağlanmıştır. Ülkemizdeki insanlık tarihinin kapısını araladığımızda ne kadar inanç, töre, kültür, uygarlık ve farklı düşünceler varsa o kadar da insana verilen değer anlayışının, kardeşliğin, bütünlüğün var olduğunu görürüz. Ve bunlarla uygarlık yolunda yaşama anlam katma ilkesinde de beraber oluşturmuşuz.

Anlamı içindeki en yüce hedef ise Türk insanının manevi kimliğinin özgürlüğüdür. Bu özgürlüğünün açılımı, bu ülkede yaşayan Alevilerin asli kimliğinin teşhir edilerek, açığa çıkararak bu kimliğin kendi teşhirinde özgür bir birey olarak yaşayarak temel haklarını alma düşüncesidir. Özgürlük aydınlanmış inancın, bilinçli toplumların, kendini aşma olgunluğudur. Eğer bilinçli toplum yoksa özgürlük yoktur ve o toplum kendini aşamaz. Aşamadığı zaman da o toplum, bireysel olarak aydınlanamadığı için o sürece katılamaz. O zaman aydınlanma ve özgürlük en yüksek yaşam biçimidir. O zaman burada bu ülkeyi temsil eden nice aydın öğretim üyelerimizin nice aydın manevi önderlerimizin bu toplumun dinamiğini harekete geçirmek için bu asli değerlere sahip olarak tek bir hedef, tek bir ilke, tek bir gaye altında birleşerek bu toplumu ulus kavramıyla dünyaya taşıması lazımdır. Bununla ilgili Hz. Ali’nin güzel bir sözü vardır. Der ki; “Yeryüzüne gelmiş özgürlere iyilik ve dostluk bağlarınla elinde tutarak davran ki kazancının en yüksek olan saygınlığı göresin.” O zaman saygın olmak erdemli bir biçimde bu toplumun özgürlük ve dostluk ilkesiyle bağlanmasını ifade eder. O zaman dostluk iletişim kurmaktır. İkili anlayıştan, ikili farklı ekolden anlayışla gerçekleşir.

Aslında bu bizim ülkemizin bir manada da zenginliğini içerir. Bu nedenle sahip olduğumuz kültür hazinelerimizin farkına vararak Anadolu’nun uygarlık beşiğine sahip çıkarak Alevi’siyle, Bektaşi’siyle, Sünni’siyle bütün farklı görüşleri zenginlik olarak benimseyerek, bağdaşma yani bağ kurma dayanışması ile birbirimizi tanıma yolunda insanlarımızın karşılıklı empati kurmasını sağlayarak hoşgörüyü sevgiyi benimseyip barışık yaşanmasını toplum olarak birey olarak da sağlamamızın zamanının gelmiş olduğu ortadadır. Yine bununla ilgili Yunus’un bir deyişi vardır, der ki; “Gel kardeş barışalım/Yad isek bilişelim.” O zaman dünya kimseye kalmaz. Barışık yaşamanın insanların birbirini anlayıp bilişleriyle mümkün olduğunu söyler Yunus. O zaman Yunus bu toplumun bir değeridir. Bu toplumun bilgesi ve ozanıdır. Evrensel bir dil kullanma bağlamında da bu toplumun dinamiğini bütün dünya uluslarıyla buluşturmuştur. O zaman Yunus hepimizindir. Ama barışık yaşamanın ilkesini bilişle yani birbirimizi bilmemizle, anlamamızla ve anlarken de bu kimliğe tanık olarak birbirimizi deneyimlemeyle buna ulaşacağımızı Yunus söylemiştir.

O zaman Alevilik bir kitabi anlatımdan ziyade pratikte deneyim içerir. Ve siz saygılı öğretim üyeleri bu yaptığınız çalışmalarda sadece zihinsel ampirik düşünceyle değil, keşfetmekle, anlamakla ve kalbi açılımlarla bu toplum içine girerek bu toplumun kendi öz değerlerine tanık olarak, bağdaşma ilkesinde, anlamayı hedef haline getirmemizdir, diye şahsım adına düşünüyorum. Bundan dolayı bu kültür mirasımıza sahip çıkıp, önemseyip, yadsıyarak bu yolda gayret içinde olmamız işte kendi kimliğimizi keşfetme zamanının geldiğini de zorunluluk haline getirmiştir. Önümüzdeki süreçlerde tarih bilincini yeniden gözden geçirerek kurmak var olan gerçekliği insan bilincine taşımak ve özümseme yoluyla karşılıklı bağ kurarak Anadolu insanının bilgeliğini, tanıyıp bu düzeyde tekrar keşfederek insan olma ve birey olma ilkesini karşılıklı fark etmenin zamanının gelmiş olduğu ortadadır.

Sözlerime son verirken, buna istinaden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bununla ilgili bir sözünü sizinle paylaşmak istiyorum. Atatürk der ki; “Bir milletin başarısı mutlaka bütün milli güçlerin bir istikamette buluşmasıyla mümkündür. Bu nedenle bilelim ki elde ettiğimiz başarı milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir.”

Eğer aynı başarı ve zaferleri gelecekte tekrarlamak istiyorsak aynı esasa aynı düşüncede ve ilkede bir bütün olarak bir ortak hedef gaye altında birleşerek bir araya gelelim. Bu toplumun inanç ve kültür dinamiğini sadece Türkiye coğrafyasına bırakmayalım, bütün dünya ülkeleriyle paylaşarak bu köklü özgün manevi değerleri bütün dünyaya tanıtarak bir köprü ve bağ kuralım. Hepinize çok teşekkür ediyorum.

Doğan BERMEK: Mansur Bey, bir Alevi dedesi olduğu için on iki dakikada işi bitirdi. Çok teşekkürler. Tam on iki dakika sürdü konuşması.

Söz şimdi Mehmet ERSAL Bey’in. Ondan sonra konuşmalara geçeceğiz.



Alevî Kimliğine Ritüel ve Hiyerarşik Örgütlenme Merkezli Bir Bakış




Yüklə 1,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin