Laik Örgün Eğitim Sisteminde Doktrin Merkezli Çoğulcu Din Eğitimi Mümkün mü?
Prof. Dr. Sönmez KUTLU
Türkiye’de din eğitim ve öğretimi, son yıllarda dini, hukûkî, toplumsal ve siyasi boyutlarıyla pek çok bilimsel toplantı, çalıştay veya sempozyumun konusu olmaya devam etmektedir. Hatta İlköğretim ve Ortaöğretimde din kültürü ve ahlak bilgisi dersi etrafındaki tartışmalar, ulusal olmaktan çıkıp uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren bu sorunun çözümü konusunda, din eğitim ve öğretiminin bütünüyle kaldırılmasından tutun Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin çoğulcu din eğitimine uygun hale getirilmesi veya bu dersin kaldırılarak yerine “isteğe bağlı seçmeli ders” konulması ya da zorunluluk devam etmekle birlikte isteğe bağlı din eğitiminin yürürlüğe konulmasına varıncaya kadar farklı modeller önerilmektedir. Ancak Türkiye’de din eğitim ve öğretimi sorunu, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin kaldırılıp isteğe bağlı din dersi/derslerinin devreye sokulmasıyla çözülebilecek kadar basit bir sorun değildir. Bu sorun toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren oldukça karmaşık bir sorundur. Bunun çözümü için atılacak her adım, özgürlükler alanının genişletilmesi anlamına gelmektedir. İlk bakışta gayet masum ve sorunları çözecek gibi görünse de, gerek teorik gerekse uygulamada durum farklıdır. Biz burada “din kültürü ve ahlak bilgisi” öğretiminin “çoğulcu din öğretimi” ve “isteğe bağlı din dersi” yaklaşımını aşağıdaki sorunlar çerçevesinde analiz etmek istiyoruz. : Bütün dinlerin “çoğulcu din öğretimi” yaklaşımıyla din derslerinde verilmesi, Türkiye’de toplumsal bir ihtiyaç mıdır? Çoğulcu din eğitim veya öğretimi yaklaşımı benimsendiğinde mağduriyetler artacak mıdır, azalacak mıdır? Laik eğitim sisteminde İslam içi gruplara yönelik devlet okullarında çoğulcu din öğretimi mümkün müdür? Değilse önünde ne tür engeller bulunmaktadır? Türkiye’de dini-toplumsal yapılar, birbirlerinden ayrılabilecek kadar itikadî ve amelî farklılıklar içermekte midir? Bu farklılıklar din farklılığı mı yoksa dinle ilgili anlayış farklılıkları mıdır? İslam içi mezhep veya tarikatların tüzel kişilikleri, örgütlenmiş yapıları ve temsil makamları var mıdır? Günümüzdeki siyasal örgütlenmeler veya çağdaş dinî cemaatler, din eğitim ve öğretiminde bir mezhep veya meşrebi temsil eden tüzel kişilikler olarak görülebilir mi? Doktrin merkezli bir din eğitimi modeli uygulandığında, mezhep, tarikat ve cemaatlerden bağımsız bir tarihsel gerçekliğe sahip olan İslam ve diğer dinlerle ilgili bilgi veya kültür nasıl verilecektir?
Din eğitim veya öğretimi vermekte olan ülkelerin programları incelendiğinde, çoğulculuğun iki şekilde yansıdığı görülmektedir:
-
Geleneksel çoğulculuk: Çok dinli ve çok kültürlü toplumlarda çoğunluk dışındakilerin inandıkları dinlerin de din eğitimi içerisinde yer alması demektir.
-
Modern çoğulculuk: Bir toplumun inandığı dinin içerisindeki yorum farklılıklarının din eğitiminde dikkate alınması demektir.
Çok kültürlü ve çok dinli toplumlarda, birbirine karşı hoşgörü ve saygıyı güçlendirmek amacıyla uygulanmaktadır. Böyle düşünüldüğü takdirde Türk toplumu, İslam dinine mensup olması sebebiyle çok kültürlü ve çok dinli bir toplum değildir. Hıristiyan ve Yahudi dinine inananlar, toplumumuz içerisinde belli bir orandadır ve belli şehirlerde yaşamaktadır. Her sınıfta bu din mensupları bulunmadığından “çoğulcu din öğretimine” toplumsal açıdan ihtiyaç yoktur. Diğer taraftan çoğulcu toplumlarda, dinler öğretime konu edinildiğinde, dinden öğrenme, mukayeseli dinler tarihi veya din araştırmaları yaklaşımı ve benzeri yollarla verilmekte ise de, en itibar göreni Fenomenolojik yaklaşımdır. Örneğin dua veya kurban, dini bir fenomen olarak kabul edilir ve sınıftaki farklı din mensupları, kendi dinlerindeki dua ve kurban tecrübelerini sınıfa taşıyarak farklı tezahürleri paylaşırlar. Bu durumda dinlerin karşılaştırılmasına imkan tanınmakta, ancak inanç ve uygulamalarına yönelik eleştirel yaklaşım ihmal edilmektedir. Böylece birbirinin dinlerine ve uygulamalarına hoşgörü ve saygılı davranmayı öğrenmektedirler. Toplumsal yapımız, çok dinli ve kültürlü olmadığından böyle bir çoğulculuğun sınıf ortamına yansıtılması imkânsızdır. Gayr-i Müslimlerin din derslerinden muaf tutulması ve din eğitimini kendi istekleri doğrultusunda vermeleri de birlikte din kültürü verme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bu durumda farklı dinler hakkında bilgilendirme seçeneği gündeme gelmektedir. Bu sebeple İlköğretim ve Ortaöğretimde, sınıflarda mensupları olmadıkça geleneksel çoğulculuğun din öğretimine yansıması toplumsal açıdan bir ihtiyaç değildir. Bu durum Hıristiyanlık ve Yahudilik başta olmak üzere bütün dinler hakkında ortalama bir bilginin verilmesine engel oluşturmaz. Tersine ülkemizde ve dışarıda mensupları bulunan dinlerin, genel hatlarıyla öğretilmesi toplumsal bir ihtiyaçtır. Böyle bir eğitim ülkemizde birlikte yaşama kültürümüzün daha da güçlenmesine ve diğer inanç gruplarına karşı hoşgörü ve saygının artmasına katkıda bulunacaktır.
Bir toplumun inandığı dinin içerisindeki yorum farklılıklarının din eğitiminde dikkate alınması anlamındaki modern çoğulculuğa gelince, din öğretiminin daha başarılı olması açısından önemli fırsatlar sunmaktadır. Zaten kendi toplumsal gerçekliğimiz, İslam içi mezhep ve oluşumların öğretilmesini zorunlu kılmaktadır. Şu anda uygulanmakta olan din kültürü ve ahlak bilgisi programları böyle bir ihtiyacı belli ölçüde karşılamaktadır. Ancak İslam’ın mevcut mezhep, tarikat ve dini cemaatlerden bağımsız bir gerçekliği bulunduğunu unutmamak gerekir. Mezhep, tarikat ve dini cemaat gibi İslam kaynaklı yorumların, onlara mensup kişilere aynı sınıf ortamında fenomenolojik, karşılaştırma veya doktrinler arası yöntemlerden birisine bağlı kalarak çoğulcu bir yaklaşımla öğretilebilmesi, İslam’ın bu gruplardan bağımsız ve onların da din anlayışlarının varlık sebebi olan inanç, ibadet ve ahlak anlayışına yer verilmesiyle mümkündür. Çünkü toplumumuzda taraftar bulan din anlayışları, her konuda değil, sadece belli alanlarda çözüm önerileri bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün öğrenme alanlarının fenomenolojik yaklaşımla verilmesi güçlüğüyle karşı karşıyayız. Yani inanç konusunda itikadi mezheplerin; fıkhî konularda ameli mezheplerin; ahlak alanında ise tasavvufi oluşumların yorumları vardır. Bir öğrenme alanında dinî bir oluşumun fikrine, kendi sisteminde o konuda önemli görüşleri varsa yer verilebilir. Örneğin abdest alırken çıplak ayağa mesh edilip edilmemesi konusu verilirken fıkhî mezheplerin, yani Caferilik, Hanefilik ve Şafiiliğin görüşleri karşılaştırmalı olarak veya mezhepler arası yöntemle verilebilir. Burada Mutezile, Maturidilik veya Eşariliği gibi itikadi konularda görüş ileri süren mezhepleri veya ahlaki alanda görüş ileri süren Nakşibendilik, Kadirilik, Bektaşilik ve diğer oluşumları işin içine katarak bu konuyu işlemek mümkün değildir. Bu sebeple Alevilik-Bektaşilik, tasavvufî bir oluşum olarak batınî ve ahlakî yorumlar içerisinde çoğulculuğa konu edinilebilir. Fıkhî ve İtikadi bir mezhep olmadığı için ve Tevhid, nübüvvet ve ahiret alanlarda diğerlerinde farklı görüşü bulunmadığı için bu konuların ele alındığı öğrenme alanlarında çoğulculuğun öznesi veya nesnesi değildir. Bu Alevilik-Bektaşiliğin fikri yapısıyla ilgili bir durumdur. Yoksa çoğulculuk ve eleştirel bir yöntemin devreye sokulmamasından kaynaklanmamaktadır. İslam içi dini oluşumların ve fikrî yapıların ilham kaynağı İslam olduğundan, çoğulculuğa zemin hazırlamak için İslam’ın öğretilmesi son derece önemlidir. İslam’ın tevhid inancını bir kenara bırakıp din eğitimini, İslam içi grupların anlayışlarının karşılaştırmasına dönüştürmek, çoğulculuğu değil, farklılıkların din haline getirilmesine veya farklılaşmak adına suni farklılıklar üretmeye götürecektir. Diğer taraftan her mezhebin veya meşrebin kendini kutsallaştırmasına ya da İslam’la aynileştirmesine yol açacağından, sorunlara eleştirel yaklaşma imkânını da ortadan kaldıracaktır. Bunun için Cumhuriyet dönemi eğitim tecrübemizde “mezhepler üstü bir yaklaşım” benimsenmiştir. Böyle bir çoğulculuğun hedefi, birlikte aynı sınıfta din dersi alanlara, İslam içi grupların her birisinin diğerinden bağımsız kendine ait yorumları bulunduğunu ve aslında bu yorumların nihai gerçeklik olan İslam’ın farklı farklı algılanışları olduğunu göstermektir.
Doktrin merkezli bir din eğitimini öngören “isteğe bağlı din dersi”, uygulamadaki zorunlu din dersinin ya tamamen kalkmasına veya İslam’ın öğretiminde verilmesi gereken içeriğin boşaltılmasına sebep olacaktır. İslam’ı öğrenmek toplumun bütün kesimlerinin ortak bir talebi olduğu göz önünde bulundurulursa, toplumun tamamını birleştiren İslamî ortak değerlere önemli ölçüde yer verilmesi tabiidir.
Laik eğitim sisteminde “mezhepler üstü ve dinler açılımlı” bir yaklaşımla verilen din öğretimi, “mezhep merkezli”, belli ölçüde de “mezhepler arası” bir eğitim modelinin alternatifidir. Şöyle ki Anayasa’nın 24 maddesi din eğitim ve öğretiminde iki ayrı seçenek sunmaktadır: “din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu dersler arasında yer alması” ve “ kişilerin/ailelerin isteğine bağlı din eğitimi ve öğretimi”. İlk seçenek doğrultusunda, 20 yılı aşkın süreden beri devlet okullarında 4. sınıfta başlayan din öğretimi yapılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaygın eğitim kurumları olan Kur’an kursları dikkate alınmazsa, İlköğretim ve Ortaöğretim’de ailelerin isteğine bağlı din eğitim ve öğretimi seçeneği henüz uygulamaya konulamamıştır. İmam-Hatip okullarında yapılan eğitim, isteğe bağlı bir din eğitimi olmayıp meslekî eğitim olarak sürdürülmektedir.
Türkiye’de laik örgün eğitimde “mezhepler üstü dinler açılımlı” bir din öğretimi, içeriği buna uygun olduğu sürece, laik ve sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla çelişmemektedir. Öncelikle laiklik açısından, gerek ulusal gerekse uluslar arası hukukta, devlet okullarında din öğretimi yapılmasında her hangi bir engel bulunmamaktadır. Zaten Avrupa Birliği ülkelerinde devlet okullarında din öğretimi, “din kültürü”, “ahlak dersi”, “din eğitimi” ve benzeri adlar altında, çoğunlukla doktrin merkezli verilmektedir. Yani laiklik din öğretiminin yapılmasına engel değildir. Hatta laikliği benimseyen Türkiye’de, kilise benzeri bir örgütlenme olmadığından, din öğretimi ihtiyacı devlet okullarında karşılanmak durumundadır. Belki ailelere bırakıldığı takdirde, sağlıklı ve doğru bilgiye ulaşmada fırsat eşitliği bozulacağından ve bazı dini-toplumsal yapıların bu yapılara katılmamış olan kimselere kendi görüşlerini empoze etme ve eğitimin ideolojik bir şekle bürünmesine sebep olacağından, devletin herkese yeterli ve asgari bir din kültürü ve ahlak bilgisi vermesi kaçınılmaz olacaktır.
Laik devlet, bu farklı din anlayışları, yani dini yoruma dayalı farklılıkları öğretmeyi üstlenecekse, dini çoğulculuğu veya bir dinin kendi içindeki yorum farklılıklarını korumak ve her birine eşit mesafede durmak zorundadır. Bu durumda laik eğitim sisteminde, “dinî anlayışların öğretimi” söz konusu olabilir, fakat “Sünnilik eğitimi”, “Şafiilik eğitimi”, “Eş’arîlik eğitimi”, “Nakşîlik eğitimi” veya “Alevilik-Bektaşilik eğitimi” şeklinde doktriner eğitimi söz konusu olamaz. Onun için burada “Sünnilik eğitimiyle” “Sünnîlik hakkında bilgi vermeyi”, “Alevilik eğitimiyle” “Alevilik hakkında bilgi vermeyi” mutlaka birbirinden ayırmak durumundayız. Benim kanaatim laik bir eğitim sisteminde, din hakkında bilgilendirme çerçevesinde bir din öğretimi yapılabilir. Böyle bir din öğretiminin hedefi, iyi dindarların yetiştirilmesi değildir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İlköğretim 3. sınıf ve 5. sınıf ders programlarında ve 1959 yılı ders programlarında dinle ilgili bilgilendirme bu doğrultuda yapılmıştır.
Ülkemizdeki okullarda verilen din öğretimi, bazılarının iddia ettiği gibi, İlahiyat çerçevesinde değil, büyük ölçüde din-bilimsel ve eğitim bilimsel araştırmalara dayalı olarak yapılmaktadır. Din öğretimi, herhangi bir mezhep/inanç küçümsenmeksizin ve dışlanmaksızın sosyal bilim formatında tarafsız ve eleştirel bir üslupla öğretime konu yapılır. İslam itikadı, tevhid boyutuyla müfredatta omurgayı oluşturur. Bu boyut mezhep ve tarikatları birleştiren ortak değer olduğu için çoğulculuğa zemin hazırlar. Bu sebeple çoğulculuğun din öğretimi programlarına yansıması, yorum geleneklerini var kılan veya onların farklılıklarını bir zenginlik haline getiren “ortak İslamî değerler” yoluyla yapılmaktadır. Bu durum ilk aşamada İslam’ın kendi teolojisin öğretilmesi, mezhep, grup ve dinî cemaatlerin eleştirisinde ortak bir zemin oluşturacak; insanları eleştiriye ve sorgulamaya yetkili ya da alışkın özgür bireyler olarak yetişmesini sağlayacaktır. Bu yaklaşımdaki temel amaç, iyi bir dindar yetiştirmek, iyi bir Sünni yetiştirmek, iyi bir Bektaşi yetiştirmek değil, aksine öğrencilerin insani ve dinî değerleri içselleştirmelerine ve kendilerini geliştirmelerine katkıda bulunmaktır. Her halükarda İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak anlayışı, İslam içi gruplardan bağımsız bir şekilde, din öğretiminde yer almak durumundadır.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretiminin sosyal bilim çerçevesinde mezhepler üstü çoğulcu bir yaklaşımla öğretimi devam ederken, isteğe bağlı din eğitimi taleplerinin nasıl karşılanacağı üzerinde iyice düşünülmelidir. Bunun için zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersine ilaveten, ailelerin isteğine bağlı doktrin merkezli (mezhebî/meşrebî) din eğitiminin hangi mekanlarda, hangi yaş grubuna, nerede ve nasıl verilebileceği konusunda yeni açılımlar ve formüllere ihtiyaç vardır. Çünkü şu anda uygulanan “mezhepler üstü dinler açılımlı öğretim” kaldırıldığında bunun alternatifi doktrin merkezli din eğitimidir. Halbuki doktrin merkezli bir din eğitimine geçilse dahi, her hangi bir mezhep, meşreb veya cemaate bağlı olmayanlar için bir “İslam Din Dersi” veya sadece “Ahlak Dersi” kaçınılmaz hale gelecektir. Bu sebeple mezhepler üstü zorunlu bir din öğretimine ilaveten doktrin merkezli ve isteğe bağlı bir din eğitiminin okul dışında yaygın eğitim kurumlarında yapılandırılması bu sorunların çözümü için en uygun yol olarak görünmektedir.
Avrupa Birliğine giriş sürecinde “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi ile ilgili yapılan tartışmalarda, kendi eğitim tecrübemizden ve müktesebatımızdan ziyade, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki din eğitimi tecrübesi etkili olmaktadır. Bu ülkelerde mensuplarını vatandaşlarımızın oluşturduğu dini cemaatlere din eğitimi hakkı tanınması, bulundukları ülkelerin şartları içerisinde elde edilen bir haktır. Sorunlarımızın çözümünde bunlar bizim için bir model oluşturamaz. Hatta Avrupa ülkelerindeki Türk cemaat ve örgütlerine tanınan imkân ve şartlar, modern dönemde Türkiye’deki din eğitim ve öğretimi konusundaki sorunların alanlarının genişlemesi ve bu sorunun uluslar arası bir boyut kazanmasına sebep olmuştur. Örneğin Avrupa söz konusu olduğunda çoğulculuk öne çıkıyor ve bir arada ders görme yönünde talepler güçleniyor. Fakat bizde farklılıklarımız din farklılığı olmamasına ve ortak paydalarda birleşmemize rağmen, tam aksine ayrı ayrı sınıflarda mezhebî veya doktriner ders görme şeklindeki talepler güç kazanıyor. Avrupa’da, din eğitim ve öğretiminde birleştirici/ekümenik talepler artarken ve toplumun güvenliğine, birlik ve beraberliğine dinin katkısının yolları araştırılırken, Türkiye’de yorum zenginliklerini toplumsal barışı tehdit edecek farklılıklara dönüştürecek ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir yaklaşım çözüm önerisi olarak sunuluyor.
Doktrin merkezli din eğitimi ve Türkiye’de imkânı sorununu analiz edebilmek için öncelikle Türkiye’deki dini-toplumsal yapıları kısaca tanımak gerekir. Toplumumuzda taşıyıcıları ve mensupları bulunan dini yorumlar (mezhep ve tarikatler), tek ve insicamlı bir yapı arz etmemektedir. Mezhepler, tarikat ve benzeri dini cemaat yapılanmaları ve buna bağlı dini kimlikler birbiriyle iç içe geçmiş durumdadır. Genel olarak toplumsal yapımız dini anlayışlar açısından bir ebru desenine veya gökkuşağına benzemektedir. Dolayısıyla siyasi ve itikadi mezhepler ile fıkhî ve ameli mezheplerin Türkiye’deki dağılımı incelendiğinde, Türk etnisitesine ait olanlar, genel olarak fıkıhta Hanefî, itikatta Maturidî mezhebine bağlıdır. Azeri Türkler olarak diğer bir kısmı ise, fıkıhta Caferî, itikatta Onikiimamiyye Şiası’na mensuptur. Bunların dışındakiler ise, % 65 oranında fıkıhta Şafiî, itikatta Eşarî mezhebine, geriye kalanları ise fıkıhta Hanefî, itikatta Maturidî mezhebine mensuptur. Ayrıca Hatay, Adana ve civarında Arap asıllıların bir kısmı, Şia’nın alt gruplarından Nusayriyye mezhebine mensuptur. Çok az sayıda da olsa Arapça ve Kürtçe konuşan Yezidiler de bulunmaktadır. Kendilerine ait sistematik kelamî görüşleri, literatürü ve toplumsal tabanı olan bu yapılar, modern anlamda örgütlenmiş ve temsil edilen yapılar değildir. Ayrıca batıda olduğu gibi Katoliklik ve Protestanlık ya da diğerleri gibi birbirinden tamamen farklı kendine özgü teolojik yapılar veya din farklılığı olarak algılanmaları da imkansızdır.
Türkiye’de din anlayışları, sadece mezhepler olarak tezahür etmez, aynı şekilde tasavvufî oluşumlar olarak da görülmektedir. Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında en yaygın sufî oluşumlardan birisi Nakşibendîliktir. Alevilik-Bektaşiliğe gelince, % 75 Türk asıllı, % 20’si Zaza-Kürtçe konuşanlardan oluşur. Bu dini-toplumsal yapı da kendi içerisinde dini-tasavufî eğilimden tamamen siyasî eğilime varıncaya kadar pek çok eğilimi barındırır. Aslında Alevilik-Bektaşilik, gelenekli ve görgü-erkâna bağı olması itibariyle Safevi süreğine bağlı Kızılbaş Aleviliği ve Bektaşilik olmak üzere iki ana damardan oluşur. Bazen bu ikisi, Köy Bektaşiliği veya Şehir Bektaşiliği olarak da tanımlanır. Ayrıca farklı etnik gruplara mensup Kadiri, Mevlevi, Rifai ve diğer tarikatlar vardır. Bir kısmı kendisini Ehli Sünnet içerisinde ya da bütünüyle onun dışında görür. Bir kısmı da Ehli Sünnet’in belli bir kısmıyla ortak görüşleri paylaşır. Mezhep ve tarikatlarda, İslam’ın ibadetleri önemli bir yere sahiptir. Ancak tarikatlar teferruatta bir fıkıh mezhebine bağlıdır. Örneğin Bektaşiler, şerî ibadetleri yerine getirirken Hanefi mezhebine göre hareket ederler. Çünkü Bektaşilik, Hanefî-Maturidî kültür havzasından gelmektedir. Bununla birlikte günümüzde az da olsa Şii-Caferî mezhebine göre abdest alıp namaz kılan Alevi-Bektaşiler de vardır.
Farklı mezheplerin mensupları, çok az yerde ayrı köy ve kasabalarda yaşar. Genelde bu dinî oluşumlar, karışık olarak aynı yerleşim merkezlerinde birlikte yaşarlar. Tarikat ve benzeri dini-toplumsal yapıların demografik dağılımı mezhebi yapılardan daha karmaşıktır. Türk toplumu İslam’ı benimsemekle beraber, herkesin bir mezhebi, bir din anlayışı vardır. Ancak herkes, bir tarikata mensup değildir. Tarikata mensup olmayan pek çok aile ve kişi vardır. Hatta aynı ailede, bazı fertler Nakşî iken bazıları Kadiri veya Mevlevi olabilmektedir. İsteğe bağlı eğitimde, tasavvufî kimlik esas alınırsa, ailenin bütün fertlerini aynı dersi almaya mecbur edecektir. Hâlbuki tasavvufî tercihler, ailede bütün fertler için ortak bir tercih değil, kişiseldir. Hiçbir baba veya anne, çocuğunu bir tarikata girmeye zorlamak veya çocuğuna bu eğitimi aldırmak zorunda değildir. Çünkü bunlar, yetişkinler için bireysel tercihtirler. Din eğitim-öğretimi tasavvufî kimliğe göre yapılsa dahi, bu aynı kimliğe sahip kimseleri tek bir sınıfta toplayıp eğitmeyi başaramayacaktır. Çünkü Alevilik-Bektaşilik dahil Türkiye’deki bütün tasavvufî oluşumların kendi içerisinde farklı yapılanmaları söz konusudur. Diğer taraftan toplumumuzdaki kültürel, etnik, mezhebî ve meşrebî kimlikler o kadar iç içedir ki, tek bir kişi birden fazla kimliği şahsında barındırabilmektedir. Bu sebeple bunlardan birisinin tercih edilerek ona özel bir din eğitimi vermek mümkün görünmemektedir. Toplumumuzun bu yapısı bazılarının sandığı gibi, birbirinden kolayca ayrılabilecek mozaik bir yapı değildir. Bu desenden veya renk sarmalından birisini ayırmak ilgili yapının dağılmasına yol açabilir. Üstelik İslam’ın bunlardan bağımsız bir gerçekliği düşünüldüğünde, din eğitiminden değil, mezhebî eğitimden söz edilebilir. İslam’ı öğretmeden böyle bir eğitim ne kadar mümkündür ve ne kadar çözüm olabilir? Bu sorun ayrıca tartışılmalıdır. Kendi içindeki bu çeşitliliğin din eğitiminde hangi oranda ve nasıl temsil edileceği de sorunludur. İşte mezhebî eğitimin okullarda verilmesini zorlaştıran en önemli engel temsil sorunudur. Bu durumda mezhep veya tarikatlardan her birinin mensuplarına ayrı ayrı sınıflarda ders verebilmek güçleşecek ve mağduriyetler artacaktır. Bazı öğrenciler, istemediği halde bir başka mezhebin eğitiminin nesnesi haline gelecektir veya hiç eğitim alamayacaktır. Hatta belli sayıya ulaşmadıkça da, bu ailelerin öğrencilerine kendi inançları doğrultusunda eğitim verilemeyecektir. Böylece mezhep ve tarikat mensuplarına kendi inancını öğretme özgürlüğünün verilmesi, bir ayrıcalığa dönüşebilecektir.
Tekke ve Zaviyelerin ilgasının, yasal açıdan bir engel olup olmadığı tartışmalarına burada girmek istemiyoruz. Ancak mezhepler ve tarikatların eğitiminin yapılmasının önündeki en büyük engel, onların öğretilerinin yetişkinlere yönelik bir eğitimi gerektirmesidir. Özellikle tarikatlar, bütünüyle yetişkinlere yönelik olup kendi iradesiyle veya ailenin ve çevrenin etkisinde kalarak bağlanılan yapılardır. Tarikatlara girerken her birinin kendine ait şartları ve kabul merasimleri bulunmaktadır. Tasavvufî bir oluşumun genel yapısında şeyh-mürit ilişkisi, dede-talip ilişkisi ve ömür boyu devam eden bir süreç söz konusudur. Tasavvufi terbiye, yetişkinleri ilgilendiren bir eğitim-öğretimi öngördüğü için İlk ve Orta Öğretim kademesinde verilmesi mümkün değildir. Hatta böyle bir din eğitimi, eleştirel yaklaşımı ve bilimsel zihniyetin gelişmesini engeller. Diğer taraftan yetişkinlere yönelik bir eğitimin, çocuk yaştakilere sınıf ortamında verilmesi pek çok pedagojik ve psikolojik sorunları beraberinde getirecektir. Zaten bazı tarikatlarda yapılan zikir törenlerine ve ayinlere çocukların katılması yasaktır. Ayrıca tarikat ayinlerinin yürütülmesi, her zaman ve mekânda mümkün görünmemektedir. Bazılarında haftada bir kez, bazılarında zamanı belirlenmemiş olarak gerçekleştirilir. Her bir tarikatta, ayinlerin gerçekleştirilmesi ile ilgili görevliler arasında hiyerarşik düzen vardır. Her birisi bir görevi icra eder. Bu ayinler, kimisinde 20 dakika, kimisinde bir saat, kimisinde de 7-8 saat sürmektedir. Diğer yandan bu ayinlerin yapılışı sırasında her tarikatın kendine özgü giyim ve kuşamı bulunmaktadır. Yani çocukları tarikat erkânı üzere eğitmek, ayin ve erkânlarıyla onların okula taşınması demektir. Bu ayinlerin icra zamanlarına uygun olarak, ayinleri yönlendiren kişilerin giysileri ve ayin için ihtiyaç duyulan araç ve gereçleri kendine özgü bağlamlarından alınıp sınıf ortamına taşınması bu geleneklerin özgünlüğünü kaybetmesine sebep olacaktır.
Din eğitim-öğretimi, okulda bir öğretim faaliyeti olabilir, ancak bir sufi oluşumun veya mezhebin eğitimi olması pek çok sorunu beraberinde getirir. Kızılbaş Aleviliği, Bektaşilik, Kadirilik gibi sufi oluşumlar ve nazariyeleri, tabiatları gereği, laik sistemde, sadece İslam’la ilişkileri, nazari temelleri ve kültürel boyutlarıyla öğretimin konusu olabilir, fakat tecrübeye dayalı bir eğitimi yapılamaz. Başka bir ifadeyle okul ortamında, bir yaşantı olarak öğretilebilir değildir. Çünkü bu oluşumlar dini statü itibariyle, şeyh-mürid, dede-talib ilişkisi ile hiyerarşik bir yapılanmaya; uzun tecrübeleri gerektiren hal ve makamlar ( dört kapı kırk makam veya diğer anlayışlar) üzerine kurulu tasavvufî bir nazariyeye dayanmaktadır. Örneğin Alevilik-Bektaşilikte, tarikat ayinlerine, çocuklar alınmaz.28 Belli bir yaşa geldikten sonra belli törenlerle ve uygulamalardan sonra girebilir. Dolayısıyla Alevilik-Bektaşilik veya diğer sufi oluşumların eğitim süreçleri, çocuklardan çok yetişkinlerle ilgili olduğundan, bu tür bir eğitimin örgün eğitimde verilmesi doğru değildir; çünkü böyle bir eğitim, bu oluşumların kendi rehberlerinin denetim ve yönlendirmesiyle, kendi dergâh, tekke ve zaviyelerinde yetişkinlerin eğitimine yönelik Cemaat içinde mümkündür. Tarihte olduğu gibi, planlı, programlı ve amaçlı bir şekilde yapılan okul içi eğitimden çok okul dışı yaygın eğitim türüne sokulabilir. Bu boyutuyla, pedagojik amaçlarla okulda öğretilmesi gereken bir kültür unsuru olmaktan çıkar ve ailelerin insiyatifine bırakılan bir husus haline gelir. Kızılbaş Aleviliği, Bektaşilik, Nakşilik, Kadirilik ve benzeri sufî oluşumlar, sadece din anlayışları, tarihsel gelişimleri ve kültürel kaynakları açısından öğretime konu edilebilir.
Türkiye’de dini-toplumsal yapılanmanın çağdaş tezahürleri de söz konusudur. Bunlara “yeni dini hareketler veya cemaatler” adı verilir. Mezhep, tarikat ve cemaat kimlikleri iç içe geçmiş kimliklerdir. Şöyle ki; bir ilçede yaşayanların tamamı Hanefî-Maturidî olmasına rağmen, onların içerisinde Nakşîlik, Kadirilik, Mevlevilik, Rifailik ve Bektaşilik gibi tarikat kimliği taşıyanlar bulunabilir. Ayrıca aynı mezhep mensuplarının yaşadığı bir ilde, Nurcu, Işıkçı, Süleymancı gibi farklı dini cemaatle aidiyeti olanlar da bulunabilir. Örneğin Maturidi-Hanefi-Nakşibendî-Nurcu; Maturidi-Hanefi-Nurcu; Maturidi-Hanefi-Rifai; Hanefi-Maturidi-Nakşî-Nurcu; Şafii-Eşari-Nakşî-Nurcu; İmami-Caferi; Hanefi-Maturidi-Bektaşi; Maturidi-Hanefi-Bektaşi-Nurcu; Alevi-Bektaşi gibi. Bütün bu yapıları birbirinden ayırıp her birini ayrı bir sınıfa koymak, asla mümkün değildir. Ayrılamadığı sürece, mezhep, tarikat veya cemaat merkezli, mezhep-tarikat ya da mezhep-tarikat-cemaat merkezli doktriner din eğitimi devlet okullarında herkese yönelik verilmesi asla gerçekleştirilemeyecektir. Gerçekleştirilmeye çalışılsa dahi, bu konudaki mağduriyetler daha da artacaktır. Bunun benzer bir örneği Almanya’da yaşanmaktadır. Şöyle ki Almanya’da ve diğer bazı ülkelerde ayrı bir sınıfta ders görebilmek için, o mezhebe veya dini anlayışa mensup olanların belli bir sayıya ulaşması gerekir. Bu sayı bazen on, bazen beş olabilir. 10 kişi bulunmadığı durumlarda, ders açılmaz. Bu duruma düşmemek için bütün sınıflardakileri tek bir sınıfta toplama yoluna gidilir. Yani 4. sınıftaki bir çocukla 1. sınıftaki bir çocuk aynı konuları aynı sınıfta görmek zorunda kalmaktadır. Aralarında yaş farkı bulunan çocukların bir arada ders almaları, pedagojik açıdan pek çok sorunu beraberinde getirecektir.
Mezhep ve tarikatlar, ilk ve orta öğretimin bütün kademelerinde verilebilecek içeriğe sahip değildir. Çünkü bu yorumların, İslam’dan bağımsız bir gerçeklikleri bulunmamaktadır. İslam öğretilmeden mezheplerin veya tarikatların öğretilmesi veya eğitiminin yapılması olanaksızdır. Ayrıca İslam’ın dışında verilecek mezhep ve meşrebe ait bilgiler çok az bir yekün tutmaktadır. İslam’ı ilgili dini-toplumsal yapılar üzerinden vermek, bu dinin bu yapılardan bağımsız bir gerçekliğinin anlaşılmasına engel teşkil edecektir. Bu durum dinin birleştirici değil ayrıştırıcı bir fonksiyon üslenmesiyle sonuçlanabilecektir.
Mezheplerin fikrî sistemleri olmakla beraber, tarikatlar gibi hiyerarşik ve kurumsal bir yapıya sahip değildir. Ayrıca eskiden medreselerde bazen birden fazla mezhep öğretilirken, bazı medreselerde sadece bir mezhebin öğretimi yapılmaktaydı. Yine de medreselerde, mezhep merkezli eğitime yer vardı. Ancak tarikatların belli eğitim kurumlarında öğretimi söz konusu değildi. Gönüllü olarak bir tarikata bağlanan yetişkinler, dinî-ahlakî terbiyeyi dergâhlarda alırlardı. Ayrıca tarikatlar, mezheplerden farklı bir örgütlenme biçimine sahipti. Bu örgütlenme biçiminde en üst noktada dede/şeyh/kutb/mürşid ünvanlı kişiler bulunurdu. Tarikata girişler, her birinin kendine özgü erkânlarına göre olurdu. Tarikata bağlılık anne-babadan miras alınmazdı, ancak belli aşamalardan geçtikten sonra kabul edilirdi.
Tarikatlar ve dergâhlar, Tekke ve Zaviyelerin İlgası kanunu ile kapatıldı ve tüzel kişilikleri yok sayıldı. Buna rağmen tarikatlar, tekke ve zaviyesiz olarak faaliyetlerine devam etti. Bir mezhep veya tarikatın eğitim hakkı elde etmesi, öncelikle onun tüzel kişiliğinin yasalar yoluyla tanınmasına bağlıdır. Almanya’da Türk işçileri arasındaki etkili olan Milli Gençlik, İslam Cemiyeti ve Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, dinî-toplumsal yapılar olarak kabul edilmeleri sonucunda, din eğitimi hakkı elde etmişlerdir. Ancak Alman hükümeti başlangıçta Almanya Alevi Birlikleri Federasyonunu dinî bir cemaat olarak görmek istemedi. Tüzüğüne “Alevi cemaatini temsil ettiği” ifadesi konulduktan sonra ve ismini de Avrupa Alevi Cemaatleri Birliği olarak değiştirildikten sonra, Alevi cemaatini temsil eden bir dini cemaat örgütlenmesi olarak kabul edildi. Aslında her ikisi de, dinî cemaat olmaktan ziyade siyasi bir örgütlenmedir. Şu anda konuyla ilgili sorunların büyük bir kısmı, Almanya’da yaşananların yansımasıdır.
İslam hiç kimseye, başkasının inanç ve kanaatine önderlik yetkisi vermemiştir. İnanç konusunda kişisel irade ve sorumluluk esas olduğu için onun gerçekleşmesinde taklit ve zorlamaya yer yoktur. Şu anda bazı örgütler, temsil iddiasında bulunduğu dinî-toplumsal yapıların inançlarını, ayin ve erkânlarını değiştirecek ya da İslam’dan tamamen ayırarak farklı bir inanç yapısına veya dine dönüştürebilecek bir yetki elde etmeye çalışmaktadır. İnsanların bireysel inançları ve pratikleri üzerinde baskı ve tahakküm oluşturmak, din ve vicdan özgürlüğüne müdahele anlamına gelir. Örneğin bazı dernek ve vakıf yöneticileri, dini konularda bütün Aleviler adına konuşmaktadır. Kırsal kesimde yaşayan bu geleneğe bağlı bazı kimseler, şöyle itiraz etmektedir: “Bunlar bizi temsil etmemektedir. Biz Alevi-Bektaşiyiz, ama hem camimiz var, hem cemevimiz var. Biz hem namaz kılar, oruç tutarız hem de cem yaparız. Hiç kimsenin bize “namaz kılmayın” ve “oruç tutmayın” deme hakkı olmadığı gibi tersini deme hakkı da yoktur. İsteyen namazını kılar, isteyen kılmaz. Bu konu bireysel özgürlükle ilgilidir.” Diğer taraftan siyasal yönü ağır basan örgütlere bırakılacak bir din eğitimi, ilgili geleneğin bütün mensuplarını tatmin etmeyecektir. Bu durumda mağduriyetin artması ve daha büyük sorunlar yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Zaten okulların, her mezhep ve meşrep mensubuna ayrı bir derslik açacak kadar fiziki imkana ve insan kaynağına sahip olmadığı da bilinmektedir.
Yasal düzenleme yapılarak mezhep, tarikat ve cemaatlere kendi okullarında doktrin merkezli din eğitimi hakkı verilse dahi, devlet okullarındaki olumsuzluklar bu okullar içinde sorun olmaya devam edecektir. Çocuklarını özel cemaat okullarına gönderen aileler, kendi inançları doğrultusunda çocuklarını eğitme hakkını onların daha iyi bir eğitim almaları uğruna feda edecektir. Yani özel okulların iyi bir eğitim vermesi, ailelerin inanç ve felsefesine uygun kaliteli bir din eğitimi vermesi anlamına gelmez. Peki, ailelerin kendi inançlarına göre çocuğuna din eğitimi vermesi hukukî bir hak ise, çözüm ne olmalıdır?
Bugün batıda pek çok ülkede, okul öncesinden başlayan bir din eğitimi vardır. Bizim okullarımızda ise, 4. sınıftan itibaren izin verilmektedir. Çocuğun kişiliğinin çok erken dönemlerde oluşmaya başladığı düşünülürse, bu öğretimin uygun mekânlarda ve eğitimin ilk aşamasından başlayarak verilmesi konusunun yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü birçok aile, çocuğuna okul dışında din eğitimi imkânları bulmaya yöneltmektedir. Çocuklar, din dersine din konusunda doğru ve yanlış pek çok bilgiyi farklı yollardan edinmiş olarak katılmaktadır. Laik eğitim sisteminde, mezhep ve meşrebine, cemaatine bakılmaksızın farklı anlayışların ideolojik baskılarını önlemek ve hoşgörü kültürünü geliştirmek için, birinci sınıftan itibaren herkesin katılacağı, özelde İslam genelde diğer dinler ve ahlak hakkında bilgilendirmek üzere bir dersin olması kaçınılmazdır. Ancak uygulamadaki din kültürü ve ahlak bilgisi programlarında, mezhepler üstülüğü zorlayan mezhebî unsurlar yeniden değerlendirilebilir. İlgili konularda mezhepler arası bir yaklaşım sergilenerek diğer mezheplerin görüşlerine de yer verilir veya bu unsurlar çıkarılabilir. Ancak ailelerin inançları doğrultusunda bir din eğitimin önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Böyle bir din eğitimi için, okul içinde veya okul dışında olmak üzere iki ayrı seçenek üzerinde durulabilir. Okul içerisinde Ortaöğretim kademesinde, sadece bir yıl için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, iki saate çıkarılabilir. Bu iki saatin birisi, ailelerin istediği bir eğitime ayrılabilir. Bunun için en uygun 11. ya da 12. sınıftır. İlk kademede İslâm’ı genel hatlarıyla öğrendikten sonra, ikinci kademede kendi mezhebine ya da meşrebine uygun bir öğretim alma imkânı verilebilir. Ancak bu durumda Alevi-Bektaşiler, Sünni-Şafiiler, Sünni-Hanefiler veya dini cemaatlerden hangisi esas alınacağı konusunda karar vermek güçleşir. Din üzerinden kimlik tartışmaları başta olmak üzere daha ciddi sorunlarla karşı karşıya kalırız. Bu konuların, din kültürü öğretmenleri tarafından ya da bu öğretinin eğitimini almış kişiler tarafından, okul ortamında, eğitim ve din bilimsel yaklaşımla verilmesi, sorunun çözümünde yeterli olmayacaktır. Ayrıca aileler, mensubu oldukları inanç gruplarıyla ilgili böyle bir eğitim-öğretimin bu kadar geciktirilmesini kabul etmeyecektir.
Ailelerin mensubu oldukları din anlayışları (mezhep/tarikat ve cemaat) doğrultusunda okullarda din eğitiminin verilebilmesindeki engeller, okul dışında isteyenlerin bu eğitimi alabilmelerini imkânsız kılmamaktadır. Belli din anlayışının, varsa kendi kurumsal mekanlarında, kendi eğitimini vermesi formülü üzerinde düşünülmelidir. Bu sebeple İslam içi dini oluşumlara mensup aileler, inanç ve felsefelerini özel mekanlarında vermelerine imkan ve olanak tanınabilir. Anayasa değişikliğine gerek kalmadan, maddenin her iki kısmını birlikte değerlendirmek suretiyle, uygulamanın yeniden yapılandırılması mümkündür. Böyle yapıldığı takdirde, MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, İslam için yorumların taşıyıcılarına kendi mekânlarında vermek istedikleri din eğitiminin programını ilgili paydaşlarla birlikte hazırlayacak, onu okutacak öğretmenleri yetiştirecek ve kitaplarını yazdırabilecektir. Devlet, gerekli imkânları hazırlamak ve harcamaları karşılamak durumundadır. Şu anda dini-toplumsal yapıların kendilerine özgü değerleri aktarılabilecekleri en uygun mekânlar, Halk Eğitim Merkezleri, Camiler, Kur’an Kursları ve Cemevleri görünmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Yasa’da Halk Eğitim Merkezlerine eğitim ve öğretim konusunda özel bir rol verilmiş olması sorunun çözümünü kolaylaştırabilir. Şafilik ve Caferilik, Camiler ve Kur’an Kurslarında gerekli şartları taşıyan kimseler tarafından verilebilir. Alevi-Bektaşiler, kendine özgü değerlerin aktarımında bu mekânların tamamından yararlanabilirler. Yasal bir düzenlemeyle Cemevleri de, böyle bir eğitim için uygun mekânlar haline getirilebilir. Günümüzde yaygın din eğitiminin adresleri olarak gösterilen Kur'an Kursları, ilgili kurumların işbirliğiyle imkânları, programları ve kadroları açısından yeniden düzenlenebilir. Ancak hangi mekânda verilirse verilsin, okul dışındaki din eğitiminin, pedagojik eğitim almış ilahiyat mezunlarınca verilmesi sağlanmalıdır.
Prof. Dr. Cemal TOSUN
Teşekkür ediyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Dünden beri ben çok şey öğrendiğimi belirtmek istiyorum. Ama bu öğrendiklerimde umut verici bir öneri çıkmadı. Almanya’da İslam dersleriyle ilgili TÜBA’dan dört aylık bir araştırma bursu almıştım. Kilise, Alevi birlikleri, İslam ile ilgili cemaatler, Milli Eğitim Bakanlıkları dörtlüsünden ulaşabildiklerimle görüşmeler yapmıştım. İlk görüşmeyi de “Berlin Anadolu Alevi Birlikleri Federasyonu” ile yapmıştım. Orada şu anda ismini hatırlayamadığım Alevi iki genç akademisyen arkadaş ile uzun bir görüşmemiz olmuştu. Çok samimi geçen görüşmede şöyle demişlerdi:
“Hocam aslında biz Aleviler olarak okulda dinler arası bir din dersinden yanayız. Ancak bir çekincemiz var. Bu dinler arası derste bütün dinler birlikte ele alınırken, İslam da öğretilirken Alevilik bunun içerisinde İslam’dan farklılaşma gibi öğretilirse sıkıntı doğar. İslam’da şu var, Kitabında bu var ama Alevilikte o şöyle denilirse biz, bütün bizim çocuklarımızın bütün dinlerin mensuplarının çocukları içerisindeki düşeceği durumu düşünerek bu fikir cazip gelmiyor. Onun için ikinci alternatifimiz mezhepler arası bir derstir. Yani okullarda İslam içi, mezhepler arası bir ders önerisini daha sıcak karşılıyoruz. Ancak burada da bir çekincemiz var. İslam’ın tanımlanmış bir mezhep kavramı değil de din dersi için kullanılabilecek dini tecrübedeki farklılıklar, farklı yorumlar diyelim. Burada İslam, Kur’an ve Sünnet bir çatı olarak gösterildiğinde, yorumlar da farklılaşmalar olarak gösterildiğinde Aleviliğin inanç, ibadet konusundaki bazı öğreti ve uygulamaları sanki sapmaymış gibi görülecek ve bütün farklı İslam yorumları içerisinde Alevi çocuğunun düşeceği durumu göz önüne aldığımızda yine bundan vazgeçmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Dolayısıyla şartlar öyle zorluyor ki biz ayrı bir din dersi taraftarı olmak zorunda kalıyoruz.”
Sayın Şakir Keçeli hocam da biraz önce benzer bir ifade de bulundu. Eğer yanlış anlamadıysam “Türkiye’deki okullardaki bir din dersi içerisinde, dini eğitim veren bir ders içerisinde Aleviliği birlikte öğretmeye kalkışmak iyi sonuçlar vermez”, dedi. Benzer bir söylemde bulundu.
Niçin böyle bir giriş yaptım? Bunun iki sebebi var. Almanya’daki gelişmeler mezhep merkezli bir derse, doktrinal bir derse doğru gitti ve Alevilik, okullarda bir ders oldu. 2001’de bu olayı yaşamıştım. 2003’te Weimar’a gittiğimizde İsmail Kaplan Beyefendi ve Dr. Klaskubava ile karşılaştım, İkisini de tanıyorum. Görünce selamlaştık, tokalaştık, bana bir müjde verdi Klaskubava: “Yeni dinimizi kurduk.” Ben de şöyle bir tepki verdim. “Ya, sen akıllı bir adamsın, bu cümle hiç doğru olmadı,” dedim. “Yeni dinimiz” kavramından dolayı bu tepkiyi vermiştim. 2007 yılına geldiğimizde Stuttgart’ta Alman Milli Eğitim Bakanlığından bir temsilci, dört eyaletin Aleviliği ayrı bir dinî cemaat olarak kabul ettiklerini ve buralarda ders almalarını sağladıklarını belirtmişti.
Şimdi, bu arkadaşımla Alevilerin farklı eyaletlerde geliştirdikleri, kabul edilen programlarını inceliyoruz. Bakalım nasıl bir gelişme olmuş, acaba gerçekten ayrışmaya yönelik, farklı bir din olmaya doğru yönelik bir adıma mı gidiyor ve o adım üzerinden Türkiye’de yansımalar olursa nereye doğru gider? Bunun zaten dün tartışması kısaca yapılmıştı. Bir kaç kişi hariç dinlemiştik ki; “aslında Alevi kimliğini İslam’dan, tarihi sürecinden ayrı düşünmek doğru sonuçlar vermez. Ve özellikle de tarihi süreç içerisindeki Aleviliği temel kaynaklarından bağımsız farklı düşünmek doğru sonuç vermez.” denildi. Şimdi, bu Berlin’de geçen konuşmadaki üç ders modeli, ders türü, yani dinler arası, mezhepler arası ve mezhebî ders bir de Türkiye’de uygulanmakta olan orada gündeme gelmeyen mezhepler üstü ders. Acaba hangisi daha uygun Türkiye’deki kamu devlet okullarında ya da özel okullarda, devlet okullarından farklı bir model uygulanmadığına göre, okullarda genel olarak hangi model daha uygundur, nasıl çözülecek diye bir soru ortaya atıldığında dünkü tartışmalara verilecek cevap önemli bir yer tutuyor.
Benim algılamama göre, “Alevi kimlik nedir?” sorusunda, eğer burada eğer İslam içilik, tarihsel gelişim, birlikteliklerden hareket edilmesi ve Aleviliğin yazılı kaynaklarından hareket edilmesi gibi prensipler kabul edilirse sanki mezhepler arası ya da mezhepler üstü bir ders tipi kabul etmek veya onun içerisinde düşünmek daha da kolaylaşıyor. Ama eğer Aleviliği günümüzde yaşanan şekliyle herhangi bir tarihsele veya kaynaklara dayanarak tanımlama yapmaksızın kabul edecek olursak o zaman sanki mezhebe bağlı bir derse doğru zorlamak veya gitmek daha mümkün gibi veya daha zorlayıcı gibi geliyor. Şimdi, burada mezhebi dersle diğer derslerin önemi arasındaki farkı fark etmek bence çok önemlidir. Çünkü zaman zaman dile getirildi. Ben sadece vurgulamış olmak için söylüyorum.
Mezhepler üstü, ya da mezhepler arası ya da dinler arası din dersi, devlet bir dersi Milli Eğitimin bir dersi olarak, yani bir eğitim meselesi olarak, kendisi planlayıp programını kendisi yapıp, öğretmenini kendisi atayıp yapıyor. Bunun Avrupa’da örnekleri var. Kuzey’de, İslam kültürü dersinde programını, öğretmenlerini Alman eyaletleri kendisi atıyor. Ama bu ders İslam dersi olsaydı bu mezhebi ders olurdu. O zaman bunu yapamazdı. Böyle bir dersi laik bir devlet yapamazdı. Çünkü dersin içeriğini belirlemek aynı zamanda din dersi mezhebi bir ders olunca bu dersin içeriğini belirlemek anlamına geliyor. Sonra bu dersi kimin vereceğini belirlemek anlamına geliyor. Ama eğer bu mezhepler üstü bilgi, kültür anlamında bir ders olursa o zaman devlet eğitim amaçları doğrultusunda eğitime hizmet için bir dersi koyma hakkına sahip olduğundan dolayı böyle bir dersin verilebilirliği İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla olabilir. Danimarka’yla ilgili olarak böyle bir kararın olması lazım. Bunun ek protokolle ve bu konudaki maddeyle ilgili olduğunu söylüyorlardı.
Türkiye’de eğer mezhebe bağlı bir derse doğru gitmek isterseniz Alevi kimliği tanımlamasıyla bağlantılı olarak, bunları birbirinden ayırt etmek mümkün değildir. O zaman hukuksal çerçeve ile anayasal ve yasal çerçeve ile ve mevcut durumla ilgili değil, seksen yıllık Türkiye’nin laiklik anlayışı, din ve devlet ilişkileri ve bu konuda üretilmiş mevzuat ve gelenek ile yeniden yüzleşmek gerekir. Neden gerekir? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti biliyorsunuz ki 1925’te Tekkeler ve Zaviyelerin yapılanmaları, onlarla ilgili unvanları, makamları kaldırmış bulunuyor.
Mezhebi bir dersin özelliği de mutlaka isteğe bağlı olmasıdır. Ama bilgi ağırlıklı bir dersin, kültür dersinin içeriğe bağlı olarak zorunlu olma ihtimali de vardır. Zaten sorun oradan çıkmaktadır. Hem zorunlu yapıyorsunuz, devlet olarak hakkınız vardır; ama içerisinde mezhebi dersin özelliklerini yansıtan bazı unsurlar varsa veya o unsurlar az olmakla birlikte öğretmenler bunu doğru kullanmıyorlarsa, sorun çıkmakta, o zaman sanki bu mezhebi bir ders haline dönüşmektedir.
Nerede hangisini tercih edeceğiz? Şöyle bir açılım yapalım: Özellikle Avrupa’da da bu öğrenim tartışılıyor. Avrupa Birliği’nin, Avrupa Konseyinin son olarak Recep Kaymakcan’ın da yer aldığı Toledo Raporunda dinler arası dersle ilgili bazı şeyler var; illa bir tür önermiyor ama hangi dersi koyarsanız koyun onda bir çoğulculuk istiyor, bir eleştirel yaklaşım istiyor. Ama bence en önemlisi şöyle bir şey istiyor: Bu okula koyacağınız derse bir dinin meselesi olarak değil de bir eğitim meselesi olarak bakılmalıdır, deniyor. Yani tarikat, mezhep ya da din olarak dinin içeriği ve dinin amaçları doğrultusunda okuldaki dersi değerlendirdiğimizde farklı bir sonuç çıkıyor. Bir Milli Eğitim konsepti bir okul konsepti insan yetiştirme modeli ve okul içerisine konulmuş bir din kültürü dersi diye düşündüğümüzde farklı bir sonuç çıkıyor. Dolayısıyla mutlaka bence bunun bir din meselesi değil de eğitim meselesi olarak ele alınması yerinde olur diye düşünüyorum.
Hangisi tercih edilmeli? Verilen eğitimde insandaki kimliği veya bunları hangi yönde desteklediği çok önemlidir. Almanya’da yapılan araştırmalarda şöyle bir konu üzerinde duruluyor. Acaba Alman okullarının din dersleri nasıl bir kimlik kazandırıyor çocuklara? Sosyal psikoloji açısından yapılan bu araştırmalarda derslerin dört tür etki yapabileceği söyleniyor. Birincisi asimilatif etki, ikincisi integratif etki, üçüncüsü seperatif etki, dördüncüsü de marjinalleştirme etkisi. Bizim burada düşündüğümüzde “mezhebi bir ders mi yoksa bilgiye dayalı mezhepler üstü ya da mezhepler arası bir ders mi olmalı?” sorusuna cevap verirken bu derslerden hangisinin hangi etkiyi yapacağı üzerinde durmak lazım. Benim kanaatim, mezhebî dersler isteğe bağlı olsa da seperatif ya da marjinal etkiyi yapması ihtimali daha yüksek görünüyor. Oysaki hedeflenen herhalde kümülatif, yani birlikte yaşama anlamında karşılıklı uyumu destekleyici bir ders olması gerekiyor. Burada mezhepler üstü ders kavramı çok önemli. Mezhepler üstü dersin aslında iki türünden bahsediliyor. Birisi birleştirici model, ikincisi çoğulcu model. Çoğulcu model mezhepler arası modele daha yakın. Birleştirici modelde o dinin ana kaynaklarındaki temel, ortak olması gereken, hususlar öğretim konusu yapılıyor. Farklı yorumlar öğretim konusu yapılmayarak dersin herkesi kapsadığı iddia ediliyor. Yani Kur’an eğer hepimizin kitabıysa, Kur’an’dan hareketle diyoruz ki bunlar bizim Müslümanlar olarak, farklı yorumları saymadan ortaklarımız, inançlar, ibadetler vs. Bunlardan hareket ettiğimizde mezhepler üstü davranmış oluyoruz, diyoruz. Bu birleştirici modeldir. Bunun aslında çoğulcu modeli vardır ki dediğim gibi mezhepler arası modele daha yakındır. Bu modelde yine ortaklıklardan hareket etmekle birlikte bir üst duruşla farklı yorumları da öğretimin içerisine katmaya çalışmaktadır.
Herhalde çözüm, mezhepler üstülükte kalınsa bile farklı yorumların, ortak konulardaki farklı yorumların verilmesi gerekir. Nedir onlar? Mesela ibadet veya ibadethane ortak bir kavramsa, orada işte özellikle de bizim son programlarda benimsenen “oluşturmacı” ya da “yapılandırmacı” yaklaşımda ilke, “herkesin kendi bilgisini kendisinin yapılandırmasıdır”. Bunu yaparken “kendi bilgisini ortaya koyması” demek; örneğin konumuz ibadethane ise, o sınıftaki Alevi ya da Mevlevi ya da Şafii başka hangi yoruma sahipse çocuğun o konudaki bilgisini yapılandırırken kendi bilgisini de ortaya koymasına imkân tanıyarak mezhepler üstü kalınsa da mezhepler arası denilebilecek bir uygulamaya gidilebileceğini tahmin ediyorum. Çözümün de, burada aranması gerektiğini düşünüyorum. Yani ayrı ayrı dersler yerine mevcut Anayasal konseptin korunarak Din Kültürü Ahlak Bilgisi dersinin bir din eğitimi dersi değil, bir din kültürü dersi olduğunun bilincinde kalarak ve farklılıkların da burada öğretim konusu yapılabilmesinin yollarını aramaktan geçeceğini düşünüyorum.
Prof. Dr. Recep KAYMAKCAN
Teşekkür ederim. Sayın Başkan ve Değerli Hocam. Şu ana kadar konuyla ilgili oldukça bilgilendirici ve analizler içeren konuşmaları dinledik. Hepsine teşekkür ediyorum ve hepinizi saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum sözlerime. Konuşmamda mevcut söylenenlerin bir bölümünü tekrar etmek istemiyorum. Ana hatlarıyla birkaç konunun üzerinde durmak istiyorum. İlk önce Cumhuriyet tarihi boyunca okullarda din öğretiminde biz Nasıl bir İslam modeli öğretmeye çalıştık! Birincisi bu. İkincisi AİHM ve Danıştay kararı çerçevesinde ve bunun Alevilik ve din öğretimindeki çoğulculuğa bakışı ve bununla ilgili birkaç söz etmek istiyorum. Bir diğeri daha çoğulcu bir sürecin daha çoğulcu olması için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi danışma kurulu önerisini, görüşümü sizlerle paylaşmak istiyorum. Sonra da öğretmenlere göre Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin durumu, Alevilikle ilgili Din Kültürü öğretmenleri ne düşünüyor? Onlarla ilgili birkaç cümle etmek istiyorum.
İlk önce Osmanlı’dan alınan İslam öğretimi mirası Cumhuriyet’e nasıl intikal etmiştir? Hangi kanallardan geçmiştir? Bu konudaki düşüncelerimi anlatmak için Din Sosyologlarının kullandığı popüler İslam veya Halk İslam’ı ile kitabi İslâm ayrımını kullanmak istiyorum. Ve bu konuda genellemeler yapacağım. Genellemelerin her zaman tehlikeli olduğunu ve istisnalarının olduğunu da biliyorum ama düşüncelerimin daha iyi aktarılması açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Halk İslam’ı, diğer bir tabirle popüler İslam ve kitabi ve ulema İslam’ı diyelim. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçtiğimiz zaman Kitabi İslam yani İslamiyet’in temel kaynaklarını referans gösteren, Kur’an, sünnet ve onların yorumlarında ve Kitabi olan İslam’ı temsil edebilecek kurumlar varlıklarını resmi statüde devam ettirmişlerdir. Diyelim ki, Şeyhülislamlık kaldırılmış, yetkileri daha kısıtlanmış, çok daha sınırlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı gelmiştir. Medreseler kalkmıştır, İmam Hatip okulları veya din dersleri söz konusu olmuştur. Ancak tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte onları büyük oranda Popüler İslam veya halk İslam’ı içerisinde değerlendirebiliriz. Tabii onlar dışındaki halkın inançlarını, türbe ziyaretlerini vs.’yi de illa Kur’an ve sünnete bağlı kalmayı zorunlu hissetmeyen halkın duygusal boyutu ağırlıklı olan bir İslam anlayışı diyoruz. Bu İslam anlayışının kurumsal temelleri ortadan kalkmıştır, diyebiliriz. Tabii resmiyette kalkması bu işin olmayacağı anlamına da gelmiyor. Bu nedenle resmi söylem içerisinde, din derslerinde farklı isimlerle de olsa Kitabi İslam’ın öğretildiğini görüyoruz. O dönemde, Cumhuriyet’in kurucularının tercih ettiği İslam, Kitabi İslam’dır. Bunu tercih ederken o güne göre gerekçeleri olabilir. Çünkü halk İslam’ının Osmanlı’nın geri kalmasında çok etkili olduğu ve halk İslam’ını bir şekilde dönüştürmenin çok daha zor olduğu gibi bir takım endişeleri olabilir. Yani ulema veya Kitabi İslam’ı öğrettik biz, özetle bunu söylüyorum. Dolayısıyla Halk İslam’ının ne Sünni’sine, ne Alevi’sine yer vermedik, yani sadece Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili kurumlara değil diğerlerine de yer vermedik. Ama günümüze geldiğimiz zaman tahmin ediyorum bu paradigma bizler için yeterli olmuyor. Burada sorun ortaya çıkıyor. Bir anlamda Kitabı İslam’la birlikte halkın benimsediği ister Sünni ister Alevi olsun halk İslam’ın yorumlarına da yer verilmesinin gerektiğine dair bir ihtiyaç var. Bu yapılan belki geçmişte doğru olabilir. Bu konuyu tartışmamız lazım.
İkinci konu ise, 2007 yılı Ekim ayında AİHM’nin Türkiye ile ilgili verdiği karar. Daha doğrusu aynı yıl iki tane karar verdi. Bir tanesi Türkiye, Zengin kararı, diğeri ise Norveç Folgera kararı. 2007 yılı Uluslararası ilişkilere bağlı olarak okullarda din öğretimi açısından çok verimli bir yıldır. Aynı yıl “AGİT Toledo Okullardaki Din Hakkında Öğrenme Raporu” var. Avrupa Konseyi’nin raporu da aynı şekilde belki tesadüfen 2007 yılına denk gelmiştir. Bu kararı da buradakilerin çoğu biliyor, fazlaca üzerinde durmak istemiyorum. Alevi bir veli zorunlu Din Kültürü dersinden çocuğunu muaf tutmak istiyor. Bu talep iç hukukta kabul edilmiyor. AİHM’ye gidiyor. Sonuçta iki nedenden dolayı; bir tanesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. Maddesinde din özgürlüğüne aykırılığı, ikincisi ek protokol 2. Maddenin “anne ve babanın dini ve felsefi inançlarına göre devlet din eğitimi ve öğretim faaliyetlerini düzenler,” maddesine aykırılığı iddia ediliyor. Sonuçta mahkeme uygulamayı anne ve babanın dini ve felsefesi görüşlerine aykırı buluyor. Türkiye’deki zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi uygulamasının o zamanki mevcut programını, 2005’ten önceki programları 2006’da ilköğretim değişiyor. Burada bize fikir verebilecek Uluslararası Hukuk kararını Türkiye de kabul ediyor. Ben o yönden üzerinde durmak istiyorum. Bu iddiaların ilki, Türkiye’nin savunmasında bir çelişki gibi gördüğümüz noktalardan biri, din öğretiminin mezhepler üstü olması iddiasıdır. Türkiye’de ancak biz laikliği ancak bu şekilde yürütebiliriz, şeklinde bir savunma var. Ama altta diyor ki, “Alevilere yeni hazırlanan programlarda şu şu yerlerde yer verdik”. Bu bir anlamda kendi içyapısı içinde dolaylı olarak bir çelişkiyi gündeme getiriyor. Bir diğer eleştirilen nokta da şu: Hukuki statüsüyle ilgili Türkiye savunmasında diyor ki: “Bu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, dinler hakkında inançlar hakkında objektif bir bilgi vermeyi hedefliyor. O nedenle bu zorunlu olabilir”. Mahkeme diyor ki, “Evet zorunlu olabilir. Peki 90 yılında niçin Yahudi ve Hıristiyanları bu dersten muaf tuttun, onları tuttuysan bunları niçin muaf tutmuyorsun.” Buna benzer argümanların burada olduğunu görmekteyiz. Yani iç tutarlılık açısından ele alıyor. İkincisi mahkeme kararları dersin statüsünü tartışmıyor. Yani, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisinde büyük çoğunluğu Sünni Müslümanlar olduğuna göre İslamiyet’e çok fazla yer verebilirsin. Yani, her bir inanç grubuna, ya da İslam içindeki farklılıklara eşit gireceksin demiyor. Fakat burada problemli olan konu şu: “Devlet olarak Alevi bir grubun olduğunu ve ana İslami gruptan farklı yönleri olduğunu sen kabul ediyorsun, bunu inkâr etmiyorsun, savunmada da buna işaret ediyorsun. Fakat bunlara hiç yer vermiyorsun. Bu durum, anne ve babanın çocuğunu kendi dini ve felsefi inançlarına göre eğitim verme hakkını zedeliyor”, diyor. Bu şekilde bir karar alıyor. Dolayısıyla burada üzerinde durulması gereken konulardan bir tanesi, bu maddeyi ben önemsiyorum. Bu, “Eğitimde Çoğulculuk”, demektir. Yani burada bir sürü felsefi veya değişik teolojik argümanlar ortaya koyuyoruz. Bence bu ülkede Alevi de var Sünni de var, daha farklı din yorumu, inanan inanmayan var. Bunlar okula geliyorlar. Okula geldiklerine göre Din Kültürü dersinde kendilerinden de bir şeyleri bulabilmeleri gerekiyor. “Öğrenci merkezli eğitim anlayışı”nın argümanlarından bir tanesi budur. Kendilerinden bir şey bulması gerekiyor. AİHM kararı da buna işaret ediyor. Tabii Norveç bu konuda Türkiye’den çok daha fazla üzüldü. Çünkü insan hakları konusunda duyarlılıklarıyla bilinen bir ülke. Avrupa Konseyi’nde 46-47 ülke var. 43’ünde okullarda bir formülle bir hukuki statüde din dersi var. Bu iki ülkenin din kültürü programı onlardan çok kötü olduğundan dolayı değil mahkemeye bu konular gittiğinden dolayıdır.
Peki bu konuda Danıştay ne yaptı? Danıştay bir anlamda bunu 2008 yılı Mart ayında iç hukuka uydurmaya çalıştı. Bence 8. Daire hiç zahmette bulunmamış, hiçbir şey yapmamış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararını aynen oraya kaydırmış. Karşılaştırdığınız zaman ortaya çıkıyor. O da şöyle içtihatta bulunuyor: “Anayasa’nın 24. Maddesi var, 24. Maddesini değiştirmeye hakkı yok. Bu program diyor, bu haliyle bir din kültürünü içermiyor, bir din eğitimidir. Din eğitimi olduğuna göre de Alevi çocuklar bundan muaf olabilirler,” diyor.
Danıştay’ın kararına göre de şu anda piyasada bir Din Kültürü dersi yok. Danıştay’ın kararını bu şekilde anlarsak, Ayrıca bir Din Kültürü dersi koymamız lazım. Tabi ki burada Danıştay’ın daha önce 2000 yılında verdiği kararlar var. Program bundan daha dar kapsamlı, daha az çoğulcu iken pedagojik olarak daha geri iken bile; “Hayır, hepsi laikliğe, Atatürkçülüğe uygun”, diyor. Ne değişti? AİHM kararı onları da değiştirdi. Danıştay’ın iki tane tam tersine zıt olan kararı söz konusudur, diye düşünüyorum.
Türkiye ne yapabilir? Bence muhtemel iki seçenek var. Bir tanesi çıkış yolu vereceksin, isteyeni bu dersten muaf tutacaksın. Böylelikle mevcut yapısı, süreleri falan biraz çoğaltarak gittiğimizde en azından sözleşmeye aykırı olmaz. Bir diğeri ise gerekçeleri ve eleştirileri dikkate alarak çoğulcu bir din eğitimi düzenlemektir. Yani burada lafı çok fazla dolaştırmayalım, Alevilikle ilgili konulara da yer verelim. Buna nasıl yer vereceğiz? Bu niyet bizde olduktan sonra pedagojisini de buluruz; farklı Alevi yorumlarına nasıl yer verilebileceğini de bulabiliriz. Öğrencilerden yola çıkarız, çözümleri üretiriz. Bana göre bu konuları düzenlemek çok sorun değil. Biz buna niyetli olursak yapabiliriz. Daha önce, İslam içindeki farklılıklara yer vermeyi bir eğitim konusu haline getirmek gibi bir düşüncemiz yoktu. Din dersi içerisinde olan farklı yorumları içine alan çoğulculuk, dünyada da son 10-15 yılda ortaya çıkan bir kavramdır. Biz de bunun çözümünü bulabiliriz. Yeni problemlere çözüm üretmek için bizler varız. Akademisyenler, siyasetçiler ve eğitimciler olarak varız diye düşünüyorum. Ben mevcut statüyü devam ettirerek bu ikinci seçeneğin uygulanmasını, din dersini daha çoğulcu yapmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bunun faydası şudur. Bizde teoriyle pratik farklıdır. Zaten Türkiye’de ekonomisi olduğu gibi din eğitiminde de kayıt içi ve kayıt dışı olan bir durum vardır. Aslında kayıt içi olan öğretim daha modern, daha akli, akla, bilime yer verendir. Onu ölçüp test edebiliyoruz. Kayıt dışı olanları ise daha ayrı bir vakadır. Şu var, Alevilik hakkında, çocuk bir şeyler bilsin. Komşusu olacak, ilişkilerde bulunacak belki evlilikler olacak, daha fazla idrak olmalı. O yüzden zorunluluk statüsünde devam ederek olması daha uygun olur. Siz zorunlu statüsünü kaldırıp tekrar seçmeli koymaya kalkarsanız bu defa Sünni muhafazakâr kesimin siyasetçilerini ikna etmekte zorlanırsınız. Ya ben böyle yapacağım ama diğerlerini koyuyorum. Yani bu reel politika açısından zor görünüyor. Sünni, Alevi veya din içindeki farklılıkları bilmemiz için bu ikinci seçeneğin uygun olduğunu düşünüyorum. Üstelik Norveç dersin hukuki statüsünü değiştirmedi, dersin isminden“Hıristiyanlık” ismi attı, biraz daha çoğulcu yaptı. Yani, “Norveç ne yaptı?”, derseniz, benzer şekilde kararlar alın aynını yaptı.
Şimdi, diğer noktaya geçmek istiyorum: Din Kültürü Danışma Kurulu kurulması önerisi. Ne kadar güzel yemek pişirirsek pişirelim, iş yaparsak yapalım, bu sürece bununla ilgili paydaşları katmadığımız zaman problemler olacaktır. Yani, Sönmez Bey’ler çok harika bir program yapmışlar, geçmişe göre oldukça gelişmiş bir program da yapıyorlar. Ancak programı kim yapıyor? Milli Eğitimin bürokratları, Din Uzmanları ve Üniversite’den çağırılan bir iki hoca. Hatta mevcut mevzuata göre Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan temsilci çağırmak gibi bir zorunlulukları da yoktur. Oturuyorlar çok güzel bir program yapıyorlar. Fakat özellikle dünyada, demokratik toplumlarda geleneklerden bir tanesi aynı sonuca ulaşsak bile süreçlere olabildiğince paydaşların katılmasıdır. Çünkü bu, “ben seni adam yerine koyuyorum”, demektir. O nedenle ben Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Danışma Kurulu önerisi sunmak istiyorum. Bu karar organı olmayacak, danışma organı olacaktır. Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında sekretaryasını Din Öğretimi Genel Müdürlüğü yapabilir. Zaten Milli Eğitim bürokratları katılacaktır. İlahiyat Fakültelerinde bu konuyla ilgili çalışmalarıyla ön plana çıkanlar bir kategori olarak katılabilir. Alevi sivil toplum örgütleri, –hukuksal bir sorun da yok bu isimde yaptığımız zaman- diğer dinlerin temsilcileri, din eğitimi ve öğretimi konusunda kafa yoran sivil toplum örgütleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Eğitim sendikaları program hazırlanmadan önce bir araya gelirler. Bu işi yapmak istemezsek, bunların seçimini vs. bir sürü gerekçede bulunabiliriz. Ancak iş temsil meselesine gelince problemler başlıyor. Hangi grup nasıl temsil edilecek, onlarla ilgili sorunları var. Onların farkındayım, ama denemeye değer. Programdan önce bir araya gelirler, konuşurlar, bir fikir oluşur. Bu danışma organı olabilir. Şimdi, Milli Eğitim diyor ki “Yapıyoruz”. Yapıyorsunuz da kiminle nasıl görüştüğünüz belli değil. O yaptığınızı biraz daha resmi statüye göre toplayın. Gerektiğinde uygulamalarla ilgili birkaç yılda bir toplanabilirsiniz. Program değişikliği olmadığında da toplanabilir, bir araya gelebilirsiniz. Böylelikle sürecin de daha çoğulcu olmasını bizler sağlayabiliriz. Siyasiler için de şu faydası vardır bunun: Bir karar almak istediği zaman arkasında böyle bir danışma kurulu kararı olursa daha kolay bu işleri geçirme imkânı olur. Kurumsal olarak devam eder diye düşünüyorum. Bir de bu Alevilik konusu öğretilirken veya programa yerleştirirken, mutlaka siyasi Alevilik söylemlerinden okullarda kaçınmamız gerekiyor. Bizim Din Kültürünün çok güzel bir geleneği var. Siyasi İslam söylemlerine şu ana kadar programlarda asla yer vermedik. Uygulamada yapan olursa ayıp olur. O uygulamadan kaynaklanan sorundur.
Son olarak, öğretmenlerine göre Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi araştırması hakkında kısaca bilgi vereyim. Bunu hazırlarken 25 ilde anket uyguladık. 800 din kültürü öğretmenine -1 hafta önce yayınlandı- Alevilikle ilgili sorular sorduk. Çıkan neticeye göre bence bu konuda öğretmenler de tahmin ettiğimden daha hazır. Alevilik konusu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde yer verilmeli midir? Sorusuna % 87 küsuru “Evet yer verilmedir” diyor. Bu benim tahminimden daha yüksek bir sonuçtur. Çünkü tüm Türkiye’nin değişik illerini kapsıyor. Yine Şakir Bey belki kızabilir ama TESEV’in araştırmasını referans vereceğim. Çünkü bir araştırmanın kalitesi ve bilimsel yapılması bence en önemli sonuçtur. Yoksa finansal kaynakları daha ikincil bir derecededir. Türk halkının % 62’si Aleviliğe okullarda yani Din derslerinde yer verilmesini destekliyorlar. Aleviliği nasıl tanımlıyorsunuz, konusunda kafaları karışık. Ben bu konuyla ilgili Alevi toplumu üzerinde yapılan araştırmalarda da kafaların karışık olduğunu düşünüyorum. Herhalde tartışa tartışa bir noktaya gelebiliriz diye düşünüyorum. Burada son bir noktaya değinmek istiyorum. “Programda yer verilirse, Alevilik hakkında kendinizi yeterli buluyor musunuz?” sorusuna Din Kültürü öğretmenlerinin 3/2’si “hayır, ben bulmuyorum” diyor. 3/1’i “yeterliyim”, 3/2’si yetersizim, diyor. Bu, pratik bir meseledir. Biz okullarda muhtemelen Alevilikle ilgili bilgilere yer versek de, çünkü sistem içindeki öğretmenlerin bir kısmı çok eskiden mezun. Son yıllarda İlahiyat Fakültelerinde Mezhepler Tarihi, Alevilik-Bektaşilik gibi birtakım dersler seçmeli ve zorunlu var. Yani yeni öğretmenler biraz daha donanımlı. Ama eskiler de var. Hizmet içi eğitimler vs. ile bunların eğitilmesi düşünülebilir. Bir diğeri ise ben şunu öneriyorum. Tamam, yeni öğretimde yer verelim. Alevi toplumu da, Alevi sivil toplumu da Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümlerine öğrenci göndersinler, teşvik etsinler. Üniversite sınavını kazanan herkes buraya girebiliyor. Öğretmenlerde, uygulamada sorun yok mu?, var. Bu işin altına, taşın altına siz de elinizi koyun, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği bölümüne öğrencileri gönderin. Bu işi hep birlikte yapalım diyorum. Teşekkür ediyorum.
Ömer ÖZCAN
Öncelikle bütün dinleyenlere saygılarımı sunuyorum. Ben konuşmaya başlamadan önce şahsen şunu belirtmek istiyorum. Burada her şeyden önce resmi görevli olarak kurumlarımızın değil, şahsi düşüncelerimizi naklediyoruz. Ben de Talim Terbiye Kurulu üyesi olarak kurumun değil, değerli hocamızın ismen daveti üzerine toplantıya katıldım. Bir noktada benim söyleyeceklerim sadece beni bağlıyor, bir. İkincisi, alanım tarih, ilahiyatçı değilim, onu da bilmenizi isterim.
Şimdi, ben de bu iki günlük konuşmalar çerçevesinde bazı konular çok tekrar edildiği için, çok az, bir iki konuda düşüncelerimi nakletmek istiyorum. Birincisi program geliştirme. Milli Eğitim Bakanlığı 2004 yılından itibaren önce ilköğretim, arkasından ortaöğretimde bütün programlarını yenilemeye çalışıyor. İlköğretimde program geliştirme çalışmaları tamamlanmıştır. Ortaöğretimde ortak ders dediğimiz ana dersler tamamlanmıştır. Sadece alan dersiyle ilgili konularda program geliştirme çalışmaları devam ediyor. Onların sayısı da oldukça azaldı. Çalışmalar tamamlandığı takdirde hemen hemen birçoğu yıllardan beri hiç değişmeyen, artık biraz statik hale gelmiş olan programlar yenilenmiş olacak. Tabii ki bu programlara dâhil olarak da ders kitapları yazılıyor, yazdırılıyor. Talim Terbiye Kurulu, programları kabul ederken en son bir cümle klişe olarak yazılır kurul kararında. “Programlar denenmek ve geliştirmek üzere kabul edilmiştir.” Yani hiçbir zaman donmuş değildir. İhtiyaç içinde geri dönüp de alınmak kaydıyla programlar da revize edilebilir. Mesela 2004 yılında kabul edilen ilköğretim programlarının Türkçe, Sosyal Bilgiler, Matematik programları %40, %50, %25 oranında revize edilmiştir, yenileniştir. Niye, mesela feminizm konusu, buradaki yaş itibariyle hepimizin okuduğu dönemlerde geçerli olan, 1968 yılında kabul edilen ilköğretim programı 5 yıllık bir deneme uygulamasından sonra kabul edilmiştir. 5 yıl uzun bir süreç ama aslında o süreç de önemli ve iyi olmuş ve 68 programı yıllarca uygulanmıştır. Fakat sürecin onca gecikmesi, biraz da aciliyet sebebiyle maalesef bizim programlarımızda çok fazla deneme imkânı olmadı. Sadece ilköğretim programlarının Türkiye’de 10 ilde, 100 küsur okulda bir pilot uygulaması yapıldı. O pilot uygulamasının sonuçlarına göre de ikinci yıl hemen uygulamaya geçildi ve bazı aksamalar var. Çünkü program yapmak ayrı, fakat programa uygun kitap yazmak da çok farklı bir şeydir. Bizatihi programı yapan, kitap yazarken bile bazı konulardaki yetersizliğini ve kısıtlılığını görür, dolayısıyla yeniden bir revize karşımıza çıkıyor.
Bunları niye söyledim? Şimdi, ilköğretimdeki ve ortaöğretimdeki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi programları 2006 yılından itibaren yenilendi. Kabul edildi. Şimdi, Talim Terbiye’nin, dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nın program geliştirmede uyguladığı usul burada biraz eleştiriliyor. Ancak bunun da bir metodu var. 2004 yılında Mili Eğitim Bakanlığı programlarını yenilemeye karar verdiği zaman bir program modeli kabul etmişti. Ve o modeli kendi sitesinde ilan etmişti. Hala orda vardır, merak eden bakabilir. Orada daha önceki programlardaki uygulanan “Davranışçı model”i bıraktığını ve “Yapılandırmacı model”e göre program geliştireceğini ilan etmişti. Tabi bu konuda eğitim bilimcilerin biraz farklı görüşleri var. Hala “yapılandırmacı model” çok revaçta olmasına rağmen “davranış ekolü”nden gelen, onu savunan eğitim bilimciler de var. Bu, benim çok alanım değil ve bizim de bu konuları biraz, yaparak öğrendiğimizi de şahsen belirtmek isterim. Şimdi, öğretmenlerden programlarla ilgili tüm Türkiye çapında istek ve arzuları konusunda talepler toplanıyor. Paydaşlardan görüşler toplanıyor. Ve bunların ötesinde ortaya kaba bir metin çıktığı zaman birçok programlar üniversitelere ve ilgili birimlere gönderilir. Tarih Kurumu’na gönderilir. Bazısı yapısı itibariyle Milli Güvenlik Kurumu’na gönderilir. Buralardan alınan sonuçlara göre bir çalıştay yapılarak –ki Din Kültür ve Ahlak programlarıyla ilgili bir çalıştay yapılmıştır, geniş tabanlı katılımla yapılmıştır- neticede son rötuşlardan sonra program karşımıza çıkıyor. Ama belki burada şikâyet edilen konulardan biri Din kültürü Ahlak Bilgisi dersi toplumun bu konudaki alakalarıyla paylaşılmamış olmasıdır. Bunda biraz işin doğasına bakmak gerekirse de, tabii bu çok tartışma getiren bir konudur. Belki Bakanlık o konularda çok fazla tartışma gündemine de oturmak istememiş olabilir. O konuları çok fazla bilmediğim için şahsen, girmek de istemiyorum.
Şimdi, bu programlara göre ders kitapları yazılıyor. Biliyorsunuz Cumhuriyet döneminde, tek parti uygulamaları döneminde o zamanki aydınların tek partiye yönelttiği eleştirilerin başında tek kitap uygulaması geliyor. Ali Fuat Başgil İlmin Işığında Günün Meseleleri kitabında diyor ki: “Bu konuda ben şahsen çok yazı yazdım”, yani tek kitap uygulamasıyla ilgili. 1950 yılında Demokrat Partiyle Parlamentoda çok partili uygulamaya geçilmesinden sonra ders kitabı piyasası özel kesime de açılmıştır. Bu uygulama dönem dönem inkıtaya uğramış ama en son 1991 yılından sonra yine ders kitabı piyasası, özel kesime de açılmıştır. Dolayısıyla bugünümüzün bütün programlarla uygun kitaplarda özel kesimin kitabını belirli ölçütlerde yazma ve kriterler dâhilinde kabul ettirdiği takdirde piyasada satma imkânı var. Bu siyasi iktidar bir iki yıldan beri önce ilköğretimde sonra ortaöğretimde de ders kitaplarını ücretsiz dağıtma politikası uyguluyor. Tabii bir derste ne kadar çok kitap kabul etseniz bile bir bakanlığın kendi yazdırdığı bir kitap var, bir de politika gereği; çünkü bu biraz da ihaleyle yapılan bir iş. Bir veya iki tane özel kesimin kitabını ihalede uygun şartlarla almak suretiyle bir harman yaparak bu kitabı Türkiye’deki bütün öğretim kurumlarına dağıtmak suretiyle bu uygulama böyle devam ediyor. Şimdi, bizim ilköğretim alanındaki ders kitabı sayımız çok fazla. Biraz belki programın kolaylığı. Çok öğrencinin okumak durumunda olması; çünkü 9 sınıfta ders okutuluyor biliyorsunuz. İlköğretimde 5, ortaöğretimde 4 olmak üzere 9 sınıfta ders okutuluyor ki, dolayısıyla ilköğretim kitabının toplam net aklımda değil ama milyonlarca kitap basılıyor. Dolayısıyla ne kadar çok farklı kitap kabul etseniz de resmen kabul edilse bile bunun okunma ve piyasaya açılma şansı azalıyor bu ihale sisteminden dolayı.
Şimdi, programın özelliği konusunda Sönmez hocamız bazı bilgiler verdi. Ben onlara çok derinlemesine girmek istemiyorum. Ama Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde, ortaöğretimde önce Bakanlık öğrenme alanları tespit etmiş. Öğrenme alanları inanç, ibadet, Hz. Muhammed, vahiy ve akıl, ahlak ve değerler, din ve laiklik, din-kültür ve medeniyet. Yani yedi tane öğrenme alanı var. Bu öğrenme alanına göre lisedeki dört sınıfta –ki bizim programların esası sarmaldır, yani birbirlerinin üzerine bina edilir gider. Mesela inanç öğrenme alanı lise 9’da “İnsan ve Din”, 10. sınıfta “Allah İnancı”, 11. sınıfta “İnsan ve Kaderi”, 12. sınıfta “Dünya Hayatı ve Ahiret” üniteleri adı altında işleniyor. Şimdi, ünitelerde biliyorsunuz, “yapılandırmacı yaklaşım”da ünite kazanımlar, etkilikler ve açıklamalar şeklinde bir program formatı var. Ünitenin başlığını belirlediğimiz zaman kazanımlarla onu açıyorsunuz kitap yazımında program gelişmesinde; etkinlik örnekleri veriyorsunuz, yani kitap yazıcıya rehberlik yapması, yol göstermesi bakımından; açıklamalar safhasında da ona biraz daha rehberlik yapıyorsunuz. Şimdi, burada esas olan, ünitenin başlığı ve kazanımlardır. Etkinlikler programda gösterilse de kitap yazıcısının etkinliğe kesinlikle uyması istenmez, serbest alandır ve kitap yazarı istediği kadar etkinlik koyabilir, geliştirebilir, değiştirebilir. O konuda çok serbest bırakılmıştır. Burada eğitim bilimci hocalarımız var, ben o alana da çok fazla girmek istemiyorum. Şimdi, “davranışçı ekol”ün, en büyük eleştirisi kitapların basmakalıp, klişeleşmiş, birbirine benzeyen olması. Çünkü alanı siz sınırlıyorsunuz. Dolayısıyla önünüzde on tane kitap da olsa aynı sınıfta birbirinden çok fazla farkı yok. Ama bu, yapılandırmacı yaklaşımda kendi bilgisini ortaya koyma özelliği bakımından etkinlik örnekleriyle hakikaten çok farklı kitaplar yazılabilir. Bunları niye söyledim? Kabul edilen programlara göre, üniversitelerin de bu noktada görevi var, bunu yapanlar da var. Meydana çıkan kitapların kalitesi bilimsel açıdan değerlendiriliyor mu? Mesela ortaöğretimdeki Fizik programının kitaba yansıma oranının %55 olduğu tespit ediliyor. Yani kitap yazarları %45’ini programın aktarımında becerili olamamışlar. Bu oran bazı derslerde daha yükseklere çıkıyor. Ama Din ve Ahlak Bilgisi dersleriyle ilgili programın kitaplara yansıması konusunda henüz elimizde çok bilimsel bir veri yok. Eğer bunları biz çok fazla yapabilirsek burada karşımıza çıkan eleştirilerin büyük çoğunluğunu giderebileceğini, yani kitap yazarlarına, en azından bize kurul olarak rehberlik yapabileceğini düşünüyorum.
Bizim kitapların ve programların insan hakları açısından değerlendirilmesi konularında iki eleştiri var. Birincisinde deniliyor ki: Aleviler üzerine bilgiler 9. sınıftan itibaren verilmektedir. Bu düşünce çizgisinde önemli olan iki tasavvuf hayatının ve felsefesinin bu kadar geç seviyede verilmesi ve öğretilmesinin ilköğretimden ortaöğretime gelen eksikliği kapayamayacağı kararına varılmıştır. Bir de bu kitaplar, bu uygulama, bir din araştırmaları yaklaşımıyla değil, İlahiyatçı bir anlayışla yani inancın içinden verilmektedir. Belli başlı kaba eleştiriler buralarda karşımıza çıkıyor. Ama programın en azından öğrenme alanlarının, ünite başlıklarına baktığımız zaman, kazanımlara baktığımız zaman, yani burada aslında şikayet edilen konular var. Spesifik olarak, yani tam örtüşen şeyler yok. Maalesef bu biraz da kitap yazarlarından kaynaklanan bir husustur. Ama bu konularda konsensüs sağlanabildiği takdirde, kazanımları biraz genişletmek suretiyle, etkinlik örneklerini genişletmek suretiyle burada olması arzu edilen birtakım bilgilerin ben rahatlıkla verilebileceğini düşünüyorum.
Biraz konuşmam uzadı, ama Cumhuriyet döneminden de kısaca bahsedeyim. Buraya gelmeden önce çok sistematik bir tarama yapamadım. Ama bir iki örneği sizlere vermek isterim. Umarım bu, araştırmacılara da, meraklılarına da biraz yardımcı olacak. Şimdi, Tevhid-i Tedrisat uygulamalarından sonra biliyorsunuz daha sonra Din Kültürü Ahlak eğitimi bizim Cumhuriyet programlarından kalkmıştır. Ancak hepimizin bildiği gibi 1950 yılında yeniden ders programlarına girmiştir. Mesela 1930 yılında Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir yazı gelmiş başkanlığa. Bakanlık o yazıya istinaden İlköğretim Genel Müdürlüğü, 17.12.1930 tarihinde Talim Terbiye’ye şöyle bir yazı göndermiş: Anadolu içindeki Alevilere dikkat çekilmesi, dikkat edilmesi lazım. Dikkat çekilmesi konusuyla ilgili şöyle diyor: Bu Türk unsuruyla asıl camia arasında meydana gelen açıklığın mektepler tarafından izâle edilmesi. Yani bakın bunun bir eğitim meselesi olduğu vurgulanmış, gerekli tedbirlerin alınması istenmiş. Sonra yine şöyle bir şey: Anadolu’da Alevilik meselesi hakkında son sınıf öğrencilere -yani öğretmen okullarının- en aşağı 5 ders verilmesi; ortaöğretim okulunda Aleviliğe dair uzman bir kişi tarafından konferans verilmesi ve bu konferansların basılarak öğretmenlere dağıtılması. Alevi köylerinde ilköğretim okulu öğretmeninin vazifesi ne? Bu konularda, yani bilgilendirme. Şimdi, demin hocam bahsetti, öğretmenlerin de bu konuda yetersizliği var, bilgi eksikliği var. Görebildiğim yazılar hep eğitimi hep eğitimi vurgulamış, eğitim de nedir? Alevilerin bulunduğu bu köylere mektep yapılması, yani onların eğitimle aydınlanması yönünden. Tabi Cumhuriyet’in o dönemdeki imkânları belli, yatırım bütçesi belli, kaynakları belli. Teşekkür ederim.
Dostları ilə paylaş: |