Şaban akbaba



Yüklə 1,24 Mb.
səhifə4/9
tarix23.01.2018
ölçüsü1,24 Mb.
#40496
növüYazi
1   2   3   4   5   6   7   8   9

İPEĞİN İPEK BAŞKENTİ


I.

İpeğin gümüş kervanı

derin,dingin,duru akan

kıskanç bir nehir gibi

antik gizler taşıyor hurcunda.

II.


Sürgün bir şehzade kadar umsuk

otursam Climboz kıyılarına

uzatsam Zeus’a elimi

göçebe güvercinler konar parmaklarıma.

Susuz bir evliya gibi sabırla

kursam şadırvanımı Hisar burcuna

dokunsam bekaretine toprağın

zemzem rengi gelir yanaklarıma...


Uzak bir düşü gibidir Anadolu’nun

Marmara’nın bumerangı

konuk biriktiriyor binlerce yıldır

renklerin harmanında

Misi şarabı tadında...
Bir konuğu da benim bu kentin

bu kent biraz da benim

sevdası yasaklı sevdalım

söylesem vururlar kırsal yanımdan

çağların üstüne dökülür

masmavi akan kanım

Antik Mavi’siyle buluşur

İznik toprağında demlenen çinilerin

ağrım biter,sızım diner

ipeğin ipek başkentine

kervanın büyüsü siner.

III.


Aç bir masal bebeği gibi

emsem ışığını (d)olgun memelerinden

alaca türküler doldurur sokaklarını

Tutsam elini, dinlesem kendimi vererek

kanayan sözcükler dökülür dilinden
Kanatları zümrüt işlemeli

gümüş bir kumru gibi

konmuş yüreğimin bam teline

sussam dilim ürker

konuşsam canım...

yekinsem yerimden dünden yarına

pas damlar dudaklarıma

yol tükenir,ömür geçer

yıllar yüzyılları iter

ipeğin ipek başkentinde

kervanın dumanı tüter…

IV.


Nilüfer uykusunda şimdi

derin,beyaz ve suskun

bu yüzden

bir gün


Mühr-ü Süleyman dilinden

son buyruğumu vereceğim cinlerime

bulacağım varoşlarda kaybolan

“pay-ı taht”ını gönlümün...


Ama öte yüzünde... Her mevsim, hatta her ay farklı bir giysiyle, farklı bir bezekle cilve satan, başı kardan duvaklı, sırtı yaralı, omzu bereli, tanrılar otağı Olympos-Keşiş(Ulu)- Dağı’nın arkasındaki Beyce’ye, yani bir kez daha Arpaçaylı çocukluğumun susuz, bereketsiz kırlarına düşmüştü yolum. Samsun’dan, hepsi birkaç parça olan eşyalarımı eski Bedford kamyona yüklediğim gibi tozlu topraklı, uzun, dolambaçlı bir yolculuktan sonra soluğu Aşağı Demirler köyünde almıştım. Buradan bakıldığında, okulun bulunduğu Yukarı Demirler köyü kayaların başındaki bir kartal yuvası gibi görünüyordu. “Kamyon oraya çıkamaz,” demişlerdi de kulaklarıma inanamamıştım. “Eşyaları traktörle çıkaracağız.” Gerçekten de öyle yapmıştık. Ondan ötesiyse yine çocuklardı. Gözleri ve elleri yoksulluk yorgunu öğrencilerim... Güzel günler geçirmiş, güzel işlere imza atmıştık. Umudu işlemiştik birlikte, özgürlüğü... Akşamları da çipil gözlü ocakbaşı söyleşileriyle renklendirmiştim yalnızlığımı. Bu küçücük ve yoksul köyün küçük kavunlarının o akşamlardan arta kalan tadı hala damağımdadır.

Demirler’deki kısa konukluğumdan sonra bir başka Beyce köyüne düşmüştü yolum. “Atranos’un Kültür Başkenti” diye tanımladığım Deliballar’a... Minareci Mustafa‘nın sürdürümcüsü olduğu Cumhuriyet Gazetesi’ni okuyabildiğim, onun adam ettiği bu küçük ve güzel köyde, gencecik bir öğretmen olarak sevinçle, umutla çalışmaya başlamıştım. Ama ne yazık ki, demeye kalmamış, 12 Eylül fırtınasına yakalanmıştım. Fırtına, kendilerini Beyce’nin gardiyanları olarak gören küçük ruhlu kasaba politikacıları ve onların küçük ruhlu bürokratlarıyla işbirliği yaparak, beni, koğuştan koğuşa yerimin değiştirilmesi gibi, Deliballar’dan Eskidanişment’e savurmuştu. Bir de öyküsü vardı bu sürgünün. Komik bir “tuvalet öyküsü”... Kısacası Beyce benim için sekiz yıl sürecek tutukluluğumun “açık cezaevi”ydi. Ama ben o cezaevini çok sevmiş, çok benimsemiştim. O kadar ki, orayı yaşamaktan hiç mi hiç pişman olmamıştım. Şimdi de değilim.

Bu furyanın bürokratik başı, 12 Eylül’ün Bursa Milli Eğitim Müdürü’ydü. İKİ parmağını gözlerime uzatarak, “ya gidip görevine başlayacaksın yeni köyünde, ya da on gün sonra İKİ satır yazımı alacak ve ömür boyu bu kuruma adım atamayacaksın!” demişti. (Kulakları çınlasın ve yüzü kızarsın ilerlemiş yaşında!) Ama asıl kahraman çok daha arkalarda saklanmıştı. O günün bir partisinin ilçe başkanıydı ve daha sonra bu ülkeyi yönetmek üzere milletvekili, hatta Bakan oldu.

Deliballar Köyü benim için çok önemli olmuştu. Birçok ilkime orada imza atmış ve orayı güzel yaşamıştım. Örneğin Gençlik Kulübü’nün düzenlediği “Kaymakamlık Kupası” maçlarında futbol oynamış, düğünlerinde bütün gece gençlerle kafa çekerek halaya durmuş, ince saz eşliğinde “Beyce Pazarı” oynamıştım. Daha önemlisi, “Eğitim Mücadelesi Dergisi”nde yayınlanan ilk şiirimi ve “Edebiyat’81” de yayımlanan ikinci şiirimi burada yazmıştım.

Köyün muhtarı Süreyya Yılmaz da benim için devredeydi. (Onun da kulakları çınlasın ve alnı her zaman olduğu gibi ak olsun.) O günün Bursa Valisi’ne gitmiş, beni geri istemişti. “Olmaz!”demişti Vali. “O gidecek!” Sanki kan davası vardı aramızda. “Para vereyim sana, köyüne bir şeyler yap.” “Hayır,”demişti Muhtar. “Ben öğretmenimi istiyorum.”

Beni geri vermedi Vali Bey, para gönderdi Muhtara. Benim yerime genel tuvalet yapıldı köye. Şimdi adım da verilsin istiyorum. “Öğretmen Şaban Akbaba’nın anısına... “ densin.

Üzüntümü dile getiren şiirimi, o köyden yetişen tek mühendis olan o günkü öğrencim Oğuz Yılmaz’a ithaf etmiş, Öğretmen Dünyası Dergisi’nde yayımlatmış ve tasımı tarağımı, çoluğumu çocuğumu toplayarak kışın ortasında Eskidanişment’e taşınmıştım.

Olsundu, nasılsa her kışın sonunda güzel bir bahar, her sonun sonunda yeni bir başlangıç vardı. Ve “su ayeti”yle başlıyordu “Bursa Suresi.”

Çünkü Bursa uygarlığı (Bizans Kraliçesi Thedora’nın da kösnü uygarlığının ateşini söndüren) büyüleyici bir su uygarlığıydı. Bursa su kokuyordu, sular da Bursa... Ama kralları, kraliçeleri, sultanları ve patronları ağırlayan bu uygarlığın Keşiş’in güneyindeki yanı susuzdu, bit uygarlığı dönemini yaşıyordu. Susuz ve bitli, kavruk ve kirli, sıska ve cahil.... Öğrencilerim de bitler gibi umarsız ve bakımsızdılar. İçime dokunuyordu. Saklasam ölürdüm, yazsam gerekti. Şiirlere döktüm içimi, öykülere yerleştirdim tanıklıklarımı. Bit uygarlığın’nın sırtından ödüller aldım. Sonra ilk şiir kitabım geldi bu dağ başına: Güneşin Konağı. Bit uygarlığının başkenti Eskidanişment’teki tavuk kümesine benzeyen evimde(okul lojmanı) bir akşam oturduk, ıslattık onu. Dağ başında bile şiire destek veren dostlarımı sevgiyle anıyorum. Kimler miydi onlar? Fotoğrafa bakıyorum da, kimler yokmuş ki... Tapucu Seyhan Akkuş, üniversite öğrencisi Kamil(soyadını anımsamıyorum), köyün muhtarı Hasan Akdeniz, öğretmen arkadaşlarım Kekil Şimşek, Halim Demirci, Nevzat Karaoğlan, Seyfi Avcı, Beyce hakimi Ercan Kaya, savcısı Hüsnü Gür, doktorları Seyhan ve Handan Civan çifti, şair-öğretmen arkadaşım Eşref Yılmaz, inşaatçı Hikmet Yenigün, PTT’ci (kendi yazımıyla) “Boğazlıyanlı Asgerin oğlu” Kadir Aslan, halıcı Halil(soyadını yazmamış), politikacı Şeref Derse, oto tamircisi Recep Gültekin. Islanan Güneşin Konağı’ndaki el yazılarıyla birlikteyim hep. “Gözlerimden oku!” başlıklı, kitabımdaki son şiirin bildirisini o günlerin bir gerçeği ve bizi buluşturan ortak duyarlık olarak algılamışlardı. İnsanca olan her şey yasaktı çünkü:

GÖZLERİMDEN OKU

o kadar çok şeyim var ki anlatacak

ama çocuğum

dinlemek sana

anlatmak bana

yasak.

O köyden bir öğrencim Bursa Vakıflar Yurdu sınavını kazanmıştı. İstedim ki su uygarlığının en iyi okulunda okusun. Kalkıp bu kez de ben geldim o Vali’nin ayağına. Muhtarlara karşı ciddi zaafı olan biriydi ve beni çoktan unutmuştu. “Köyün Muhtarının oğludur” dedim. “Erkek lisesinde okusun istiyorum.” Lisenin Müdürü’ne telefon açtı. Oysa ben az önce onun yanındaydım. “Taksimat var,” demişti. “Biz o yurdun öğrencilerini almıyoruz. Onun gideceği okul başkadır. Hem köy çocukları başarısızlıklarıyla okulumuzun başarısını da düşürürler.” Sanki okul babasının malıydı. Telefonda Vali’ye de aynı şeyleri anlattı, ama Vali “gönderiyorum yazıver!” diyerek bizi bir kez daha oraya gönderdi. Okul Müdürü istemeye istemeye çocuğu okuluna kaydetti. Çocuk başarılı oldu, okul müdürü de... O kadar ki, o okul müdürü daha sonra Bursa İl Milli Eğitim Müdürü oldu ve sonra da gencecik yaşına karşın öldü.



Beyce, insan sıcaklığıyla yaşayan bir umarsız, bir unutulmuş... İnsanı metropol Bursa’ya, kromu Amerika’ya sürgün... Sekiz yıl boyunca gidip geldiğim çam güzelleriyle süslü dağlarının kokusu, her kezinde midemi ağzıma getiren dolambaçlı yollarının yeşil gizemi, yeşilin koynuna yavaş yavaş biriken Doğancı Barajı’nın atlas mavisisi yüreğimde. Her şeyiyle sevdalımdır...

Eskidanişment’ten gittim askere, eşimi çocuklarımı onlara emanet ettim. Çay parası bile bulmakta güçlük çeken köylüler sevgiyle kucakladıkları yetmiyormuş gibi, avucuma harçlık tutuşturdular, almadığımda üzüldüler, cebime tıkıştırdılar. Her anımsadığımda gözlerimi nemlendiren, boğazımı tıkayan, dünyalar güzeli duygularımdır o anılarımdan bana kalan.

Her köyün bir muhtarı, ama benim yaşamımın iki muhtarı var. Biri Deliballar’ın Muhtarı Süreyya Yılmaz, diğeri de bu köyün muhtarı Hasan Akdeniz. O soylu utangaçlığı ve efendiliğiyle yüreğimin sevgili konuğudur, dostumdur, ağabeyimdir. Bütün bir beş yılın her Salı sabahı kapımı çalarak Beyce’ye pazara gideceğini, isteğimin olup olmadığını sordu. Olduğunda, çoğu kez de anayoldan sırtlayarak, kan-ter içinde getirdi isteklerimi. Bir kez olsun “of!” demedi.

Beyce’deki sekiz yılımdan sonra Marmara Denizi’nin, Gemlik Narlı kıyılarının tuzlu, serin esintisi, Muratoba zeytininin tadı düştü damağıma. Öğretmen olarak Almanya’nın Hamburg kentine giderken, güvenlik soruşturması için Narlılı’lara sordular beni. Narlılılar hakkımı teslim ettiler. Özellikle Tüpçü Hüsamettin Özdemir, “ bizi dünyanın her yerinde en iyi biçimde temsil edebilir,” diyerek büyük bir dürüstlük örneği gösterdi. Bunu böyle söylememin önemli nedenleri var elbet. Bunlardan biri de her anımsadığımda yüreğimi yakan acıklı bir anımla ilgilidir:

İlerici bir eğitim sendikasının Gemlik Kurucularındandım. Devrimci bir genç olan Bülent Ülkü’nün çıkardığı Gemlik Körfeze Bakış Gazetesi’ne destek veriyor, sanat sayfasını hazırlıyordum. Bülent çok hızlıydı, bense deneyimli. “Hızlı koşuyorsun Bülent!” dedim ona. “Çok hızlı koşuyorsun! Düşürürler seni!” Eleştirim sert olduğu için yollarımız ayrıldı. İki yıl sonra Bülent Ülkü Keşiş yolunda gözünden kurşunlanmış, ayakları, kolları kırılmış olarak bulundu. O öldürülünce karanlık kaynaklardan gönderilen ve bir ucu da bana uzanan kasıtlı, abartılı söylentiler iyice çoğaldı.

Hüsamettin Özdemir o ünlü ve tarihi sözünü böylesi bir zamanda söylemişti işte! Bu yüzden çok önemli ve anlamlıydı.

Hem zaten ben öncelikle köylülerin değilse bile geri kafalı eğitim yöneticilerinin gözüne batıyordum. Şiirler, öyküler, Cumhuriyet Gazetesi’nden ödül bile alabilen röportajlar; Yüreğim Koynundadır, Kafessiz Bir Dünya, Güneşi De Getir Bize gibi ödüllü kitaplar yazdığım Narlı’yı bana çok görmeye başlamışlardı. Kendilerince haklıydılar da. Çünkü Narlı’nın görüş alanına giren Gemlik Körfezi ve kıyıları, örneğin gezip gördüğüm yedi Avrupa ülkesinde bile göremediğim kadar ilginç, güzel ve iç açıcıydı. Dahası, küçük, kürekli bir teknem vardı. Balık tutuyor, ızgara yapıyor, şarabın kırmızı gölgesinde sereserpe güneşleniyordum. Mayıs ayından Ekim ayının sonlarına kadar denize giriyor, toplumsal çelişkilerimizin çetelesini tutuyordum. Böylesine “sakıncalı”(!) biri olduğum için tutamaklar uydurarak müfettişler gönderiyorlardı. Beş yıldır beş sınıfı bir arada okutmak gibisinden çağdışı ve o oranda da ağır çalışma koşulları içinde oluşum yetmiyormuş gibi, bir de kusur arıyorlardı. Bir kez daha sürgün etmek istiyorlardı çünkü. Oysa o sıralarda benim “12 Eylül” kökenli iki ciddi derdim vardı. Biri, demokrasi için örgütlenmekti. Diğeri de “tahditlidir” denerek nitelikli çocuk kitaplarının okullardan kovulması üzerine oluşan “Kemalettin Tuğcu’lu boşluğu” doldurmaya katkı sağlayacak çocuk kitapları yazmaktı. Ne ki değişen bir şey olmadı, Olay Gazetesi’nin o günkü köşe yazarı Yılmaz Akkılıç’ın dışında kimse çığlığımı duymadı ve sürgün edilmekten kurtulamadım. Çığlığımdan artakalan dizelerim Yüreğim Koynundadır adlı şiir kitabımın ilk sayfasına ve oradan da Yılmaz Akkılıç’ın köşesine şöyle düştü:

Akıp geçen sulardan köpük toplamaktır işim

neyim ben?... Bildiniz mi?...

Öğretmen!

Sabırlık çiçeğince bakışlarım uzayıp kısalırken yaşım

köprüler kurarım zamandan zamana.

Bu kez de Narlı’dan Mustafakemalpaşa’nın Karaköyü’ne, oradan da Gemlik’in Muratoba’sına köprüler kuracaktım.

Muratoba köyünde görev yaparken yüzlerindeki boz lekeleri yüreğime yara olarak nakşettiğim sevgili öğrencilerimi gözyaşları içinde bırakarak yurtdışına çıkmış ve çoluk çocuğumu bu kez de Muratobalı’lara emanet etmek zorunda kalmıştım. Sahip çıktılar, incitmediler, sonra da tertemiz geri teslim ettiler. Bütün bunlara sevindim, ama bir şeye de gerçekten çok üzüldüm: Beni dağdan dağa sürgün ettiren Gemlik İlçe Milli Eğitim Müdürü de yaşamdan sürgün olmuştu.

Beş yıl sonra döndüğümde öte yüzünün doğusunda ev kurdum Bursa’nın, batısında çalışmaya başladım. Keşiş’in alnını kuşatan otellerin, Çekirge’yi süsleyen villaların tepeden baktığı; Beyceli’lerle, Kelesli’lerin eğri büğrü, çakır çukur, çıkar çıkmaz sokakların umarsızlığıyla, dabakhanelerin ağır leş kokusunu yazgı gibi yaşamlarına sindirmek zorunda kalarak köyleriyle Bursa arasında, kekik ve para kokusunu özleyerek yaşadıkları Soğanlı’da. Birçok Bursa mahallesi gibi Soğanlı da gecekondulaşarak kentleşmesi sürecinde talana ihanete, uğramış olan Bursa Ovası’nın kalbinin tam ortasındaydı. Önce şeftalileri kokusunu yitirmişti, sonra elmaları, armutları ve en son olarak da gülleri. Yeni okulunun (Sabiha Köstem İlköğr. Ok.) müdürlüğünü yaptığım bu mahalleye Gülsüz adını vermiştim bu yüzden. Öğrencilerimin büyük çoğunluğu yıllar önce köylerinde öğretmeni olduğum Beyceli gençlerin çocuklarıydı. Yarım kalan işimi tamamlamaya çalışıyordum sanki.

Her şeye karşın bir gerçeğim daha var: Onlar benim kan kardeşlerim!. Çünkü mide kanamasıyla küçük hastanesine yattığımda sekiz insanının kanı, ve elleri kirli, yüzleri boz benekli öğrencilerimin gözyaşları karıştı kanıma. Hiç unutmam, unutamam; aşırı kan kaybı nedeniyle komaya giriyor, çıkıyor, ölüm-kalım arasında bir yerlerde uyuyordum. Kendime geldiğim anların birinde, Oral Eczanesi’nin sahibi dostlarım Özden ablayla Özcan ağabeyi başucumda buldum. “Kuyruğu dik tut Hocam!”dedi Özcan Sevimli. “Biz buradayız. Doktorlar burada. Üstesinden gelemeyecekleri bir durum olursa seni helikopterle İstanbullara götürürüm. Sonra hastabakıcılara dönerek, “pencereye kaldırın Hocamı, dışarıyı görsün,” dedi. Kaldırdılar. Hastanenin bahçesi ana baba günü gibiydi. Belediye hoparlöründen adım da verilerek kan gereksinmemin olduğu duyurusu yapılmıştı. “Bunlar seni sevenlerdir. Sana kan vermeye gelmişler,” diye tamamladı sözlerini. Gözlerim en güzel yaşlarını salıverdiler bu insan sıcağının üstüne.

Bursalı olabilmenin ince sancıları sürerken Edebiyat 81’in yayın yönetmeni Tanju Cılızoğlu’yla, Öğretmen Dünyası, Yaba, Abece, İmece(Sivas), Cumhuriyet v.b birçok dergiyle yazışıyor, eleştiri alıyor, ürünlerimi yayınlatıyordum. Tam o sıralardı, adlarını ve çalışmalarını dergilede okuduğum Bursalı yazar Nadir Gezer ve şair Metin Güven’le tanıştım. (Bütün koşuşturmalarıma, hatta onun Narlı’da beni aramasına karşın Hilmi Haşal’la bir türlü buluşamadım; ben gittiğimde o göreve çıkmıştı, o geldiğinde de ben Gemlik’e inmiştim.) Onların ilgileri, sevgileri ve yazın emekleri karıştı yazın emeğime. Özellikle Nadir Gezer’ (dostluğu ömrümce sürecek olan ağabeyim ve yol göstericim oldu)in... Köyler aşırı koşar gelir, nasibimi alır, döner gider o buluşmaların damağımda kalan tadıyla avunurdum aylarca. O buluşmalardan aldığım güçle yeni şiirler, öyküler yazmaya çalışırdım.

Ayrıca ve özellikle Nâzım’lı bir öyküsü vardı Bursan’nın; iki yüzünü de ilgilendiriyordu. Bir de “Bursalı ben”i...

Çünkü dünyanın hiçbir yerinde, göz göre göre böylesine hazin bir öykü yaşanamazdı! Dünyanın hiçbir ülkesinde bir Nâzım daha yoktu çünkü. Ondan bir tek bizde vardı. Ve o şair (koşut tarihlerde Bursa üzerine yazılar yazan Tanpınar gibileri görmezden gelse de) Bursa hapishanesinde geçirmişti onbir yılını. Bu nedenle o hapishaneden de dünyanın hiçbir ülkesinde yoktu. Ondan da bir tek bizde, Bursa’da vardı. Nâzım’ın ve Türkiye’nin kara yazgısını, ama Bursa’nın şansını anlatıyordu. Çünkü o ülkemizi dünyada yüz akıyla temsil eden, etmeye devam eden en önemli değerlerimizden biridir. Daha sonraları Avrupa’yı dolaşırken Eyfel’in altındaki yeşillikte sevişen Şilili gençlere, Mozambikli müzisyen Dudi’ye, Bolivyalı Hemşire Gladys’e, Alman öğretmen Hanna’ya v.b on altı ülke vatandaşına “Türkiye?” diye sorduğumda ilk, ya da ikinci isimdi söyledikleri: “Nâzım!” Gelin görün ki, o hapishane şimdi, “müze” değil! Hatta yok. Nemesisler öcünü almış, yıkmışlardı Nâzım’ın Yeri’ni. Bu böyle olunca içimden şorlayan kan deresini Yüreğim Koynundadır’a akıttım: “Binalardan Bir Bina” dedim adına.

“... Kalın taş duvarlı binalardan bir bina

orada alnında kuşlar

gözü çok dili yok

kenti bir mil uzaktan hüzünleyen bir zaman

beni bir adım

şimdi kurtlar bayramında

kementte incecik boynu

/... .../

Utandın mı ey yanlışı koşullayan takvim yüzü kara zaman

dünya seni suçlu bulacak tarihleri yanlış düşüyorsun

yanlışa ayarlıyorsun çitlenbiğin çirtmesini

yanlış yerlerde ve yanlış zamanlarda tüketiyosrun yanlışlarını

yanlışsız kalacaksın

/....../

Gücün büyüsün ey çağrışım gizemli gücü şiirin

yolla bildirini karıncalar kadar çok olanlara

de ki yakın bir yüzü tarihin Bursa’da

geçmişini arıyor

/....../


Selam olsun adı kutsal direnmelerine her şeyin!”

Suyun hükmü sonsuz ve adildir: Bursa Ayeti’yle başlayan Bursa Suresi’ni okuduktan sonra sık sık su uygarlıklarıyla buluşacaktım. Bu kez de Hamburg’da suyu bulmuştum. Ama kanımda hep Bursa vardı. Öylesine çok Bursa’lıymışım ki, Darmstadt’a gittiğimde “kardeş kent Bursa”yı anımsamış, derin derin duygulanmış, hüzünlenmiştim. Öylesine Bursalı’ymışım ki, Hamburg’daki beş yıllık özlemişliğimin başkenti Bursa olmuş; şiirlerim, yazılarım, dokuz kitabımdan yedisi4 Bursa duyarlıklarıyla örülmüş. Bu duyarlıklar ne yalnızca A. Hamdi Tanpınar’ın toplumsal sorunlara sırtını dönerek huzuru yaşadığı “uhrevi ahenk” yanıyla ilgilidir Bursa’nın, ne de Ahmet Haşim’in “abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkikatta bulunmak” amacıyla” geldiği, “Guraba-hane-i Laklakan”ı yazdığı; insansız yanıyla. Çünkü Bursa’da yaşam o kadar yalın değildi ve hiç bir zaman da öyle olmadı. Bursa, Yeşil’in yeşilliğinin yanında, Vatan’ının, Millet’inin çoraklığıyla da bir bütündür. Bir yanında Mimar Sinan’ın Ulu Camisi, öte yanında Çorumlu Hasan’ın gecekondusu var. Bir yanında Zafer “Plaza”(?), As Merkez; diğer yanında veresiye defteri kabarık Hüsam Bakkal... Bir yanında Keşiş’in kış manzaraları, öte yanında soba zehirlenmeleri tablosu... Bir köşesinde “yeşil Mevleviler döner”(A.Haşim),“Yıldırım, Yeşil ve Muradiye yapıldıkları günün imanile görünür”(A.Hamdi Tanpınar)ken; öte yanında “Çingene Mahallesi”nin sürekli itilip kakılan, esmer ve yetenekli insanları, güneydoğuyu kucaklayan Yavuzselim’in aşsız, işsiz göçmenleri yaşama tutunmanın savaşımını veriyorlar.

Benim Bursa’m öte yüzüdür Bursa’nın; budur, böyledir. Ama beri yüzünü de biliyor, duyumsuyor, seviyorum.. Adı gibi AYDIN bir insan olan Hacı Baba’mı karış karış gezdirdiğim eski sokaklarını, her birinde iki rekat namaz kıldığımız tarihi camilerini, ziyaret ederek saygımızı sunduğumuz, yoksul umutların sömürüldüğü, karabilmezliğin sülük gibi toprağına tutunduğu Ğözetici Baba, Hatuniyye, Şimşirli Dede, Abdürrezzak v.b sayısız türbelerini; balık yiyerek rakı içip dans ettiğim Arap Şükrü’sünü, kiliseyi binaların arasına gömerek görünmez kılmaya çalıştığımız Setbaşı’nı, hanlarını, hamamlarını; her şeyini, her yanını... Ben Bursa’yı, hem de tamamını yalnızca sevmekle, duyumsamakla kalmıyor, şiirleştiresiye yaşıyorum.“Bursayı Yaşamak” diyorum bu yüzden,”gülün oylumuna düşmek gibidir.”

BURSA’YI YAŞAMAK


Bursa’yı yaşamak

hep düşe kalka

bir düşün ardından

koşmak gibidir

Bursa’yı yaşamak Bursa’dan öte

gülün oylumuna düşmek gibidir.


Işığın gözgüsünden süzülen tüller

kutsal ve eskil bir yasak gibidir

yalnızca minberde okunur faslı.
Geçmiş anıları saklayan hanlar

kimliği kaybolmuş kentler gibidir

tözünü çözecek rehberi bekler.
İpeksi öfkesi bedestende

antik notalardan örgü gibidir

Sarıkız’ın sesi dindirir onu.
Çağlar boyunca gencecik kalan

Üstüne çığ düşmüş nergis gibidir

suyun aynasında görünür cismi.
Dinmeyen bir türkü inler derinden

hüznünü dağlara şakır gibidir

Olympos manastırlarında tüten dumanın.
Durup uzaklarda umarsız yeşil

Bursa’yı düşlemek solmak gibidir

Bursa’yı özlemek Hamburg’dan öte

yağlı çıra gibi yanmak gibidir

anlıyorum artık uzak da olsa

Bursa’yı yaşamak Bursa’dan öte

gülün oylumunda kalmak gibidir.

Hamburg,1998


Öte yüzünde başka, bambaşka bir yüzünü daha yaşamışım Bursa’nın; 2006 yılında oğlumun baş kişi olarak kabul edildiği, yıllar süren “mantıksız, haksız, acıklı ve siyasi” bir öykü nedeniyle çok acılar çekmişim, çok ağrılar... Söyleyememişim. Çocuklara yakarıda bulunmuşum Sevgi Ana(2003)’daki “Size Şikayetim Var” adlı şiirimle:

“Size çocuklar size

kimseye değil, size

size şikayetim var.

/....../
Sevdalıydı artık oğlum

güzellere sevdalı

emeğe, bilime, bilgiye

denize, şiire, müziğe

bir de bir güzel kıza.

Konuşmak istedi bu yüzden

konuşmak yüksek sesle

‘konuşmak yasak!’ dendi.

Şiir okumak istedi bu yüzden

türkü söylemek

‘şiir de yasak!’ dendi, ’türkü de!...’

Şaşırdı bu işe oğlum

/......./
Özgür olmak istiyordu oysa

özgürce yaratmak her şeyi

özgürce yaşamak

özgürleşmiş ülkesinde

eğerinde oturmak bağımsızlık atının

değil uzak terkisinde.

bu yüzden konuştu oğlum

gün gelecek,gün olacak

gün doğacak!’dedi oğlum.

‘Vay sen misin bunu diyen,

hem söyleyip hem eyleyen!

/....../’


Etmeyin dedim günlerce

etmeyin eylemeyin

fidanımı yolmayın

O,daha bir çocuk dedim

onu bana geri verin

onu bana geri verin

yüreğimi alın, dedim...

Onu annesine verin

yüreğini alın, dedim...

Hiç değilse cam ardından

yüzünü gösterin, dedim.

Ne geri verdiler kuzumu

ne yüzünü gösterdiler

kalınlaştıkça kalınlaştı önümde

on beş gün boyunca duvarlar

/......./


Yetmedi günlerce çekilen acı

yetmedi yaşanan bu

büyük sancı

/....../


Ne oldu sonunda biliyor musunuz

yol ldu annesi iki kapılı

beyaz saçlı mahpus yolu

bir gün uzayıp oğluna gitti

bir gün döndü yuvasına kör pişman

yüreği iki parça

iki parça çiçeği

umudu iki parça

iki parça emeği...

İkiye böldüler onu

/......./
Ama unutmayın çocuklar

yine de umudum var

geçecek elbet bir gün

dilime düşen acı

dinecek zamanın bir kesitinde

türküme düşen ağıt.

/....../
Şiirime düşen gölge kalkacak

kalkacak şiirime düşen bu gölge

şiirime düşen gölge kalkacak !”
Söyleyemediklerimin birini de gelecek bir kitabım söyleyecek:
KARDELEN ZAMANI

Şimdi kardelen zamanı

Ah yüreğim deliniyor!

Gökyüzü olgun/ dağlar acemi

Şimdi kardelen zamanı.

Ben seni böyle bir zamanda tanıdım

Ömrümün kızıl krizantemi.
Sondan bir önceki söz yine oradan olsun:
BURSA’DA ÖZLEM

Salkım söğütler

bencileyin inliyor

Hacivat Dersi’nin

ıssız kuytularında.
Bir kuş yuvası yıkılıyor

dudağımın kıyısında

ardından yüreğim uçuyor.
Bursa’nın her yanı bu gün

sensizlik kokuyor gülüm

seni özlüyor
Son söz de Bursa Suresi’nden:

Bu kentin yazgısı benim de yazgım

ülkemin aynası, tenimde yangın!

artık, sular bile Bursa’ya dargın!




GÜNEY ÖZKILINÇ
NÂZIM BURSA’DIR, BURSA DA NÂZIM…

1 Haziran 1933- 5 Ağustos 1934; 5 Aralık 1940-8 Nisan 1950 tarihleri arasında, yaklaşık olarak 11 yılını geçirdiği ve en güzel şiirlerini yazdığı Bursa’da bugün hâlâ Nâzım Hikmet’in izlerine rastlamak mümkün.

Bursa’da şu ana kadar yaklaşık yirmi evde Nâzım’la birebir anısı olmuş insanla karşılaştım. Bunun yanı sıra bu evlerde bizzat Nâzım Hikmet tarafından yapılmış yağlı boya tablolara, oyma işi tepsilere ve kendisi tarafından yazıldığı muhtemel bir de şiire rastladım. Bu eserlerin en önemli yanı ilk kez gün yüzüne çıkmaları ve bulundukları evlerde adı geçen isimlerin Nâzım’ın eserlerinde de yer bulmaları.
BURSA’DAKİ GÜZEL GÖZLÜ DOKTOR

Ali: Doktorlar ne dedi?



Nuri: Birisi zaten revirin doktoru, hastaydı der mi? Fakat ötekisi, güzel gözlü, al yanaklı doktor, kendi eliyle parçaladı ölüyü, hemen oracıkta, yolun kıyısında… Ciğerine baktı, sulu satlıcanı varmış Süleyman’cığın. Barsakları da tekmeden ezilmiş…

Güzel gözlü doktor: ‘Siz öldürdünüz herifi, raporu öyle vereceğim,’ diyor.

Ötekisi’ Sen rapor veremezsin, raporu benden istediler, sen kim oluyorsun?’ diyor…

”(Ferhad ile Şirin, Adam Yayınları 1987 s. 144)

Nâzım Hikmet’in “Ferhad ile Şirin” adlı oyunlarının bulunduğu yapıtta geçen “Sabahat” adlı oyunda “güzel gözlü doktor” diye yer verdiği Neşati Üster, onun Bursa’daki doktorudur.

Dr. Neşati Üster’in şu an hâlâ Bursa Verem Savaş Dispanseri ve Nilüfer ilçesinde bulunan Veremle Savaş Derneği’nde kurucu sıfatıyla fotoğrafları asılıdır.

Nâzım Hikmet’in Bursa’da doktorluğunu yapan Neşati Üster’in çok fedakâr ve çok çalışkan bir insan. “Neşati Bey, aynı zamanda Türkiye Ulusal Verem Savaş Derneği’nin de kurucuları arasında. Onunla tam on altı yıl birlikte çalışmış Veli Bey(Şu an hâlâ Verem Savaş’ta çalışıyor)Dr. Neşati için şunları söylüyor:” Ben hayatımda onun gibisini tanımadım. O zamanlarda Verem Savaş’lar bu kadar yaygın değildi. O, sabah kalkar Bursa’dan Çanakkale’ye gider, hastaların filmlerini inceleyip tedavileriyle ilgilenir ve sonra Bursa’ya gelir işlerine devam ederdi.”

1906 Gelibolu doğumlu Dr. Neşati Üster, bir dönem Haydarpaşa’da eğitim veren tıp fakültesine girer. Fakülteye girdiği ilk yıl Darülfünun grevine katılır. Eylemin içinde olan Hasan Ali Ediz’den etkilenir. Bir grup arkadaşıyla birlikte 1924 yılında tutuklanır. İstiklâl Mahkemesinde Hikmet, Şefik Hüsnü ve Hasan Ali Ediz’le birlikte yargılanır. Yargılama sonucunda Nâzım Hikmet, Şefik Hüsnü ve Hasan Ali Ediz’e gıyaplarında 15’er yıl ceza verilirken o da 10 yıl kürek cezasına çarptırılır. Nâzım Hikmet’le ilk kez Aydınlık dergisinde tanışır. Daha sonra çıkan aftan yararlanan Neşati Üster Sivas’a doktor olarak atanır. 1940 yılına kadar Sivas’ta çalışır. Nâzım’ın Çankırı Hapisanesi’nden Bursa’ya nakledildiğini Sivas’tayken öğrenir. Daha sonra Sivas’tan Bursa’ya atanır. Bursa Devlet Hastanesi’nde çalışmaya başlayan Üster, bir gün hastanenin idare binasına çağrılır. Bankta onu bekleyen adam Nâzım’dır ve birbirlerine sarılırlar. Bu onların ikinci buluşmalarıdır. 1944 yılında askere giden Üstel 1945 yılında askerlik dönüşünde Nâzım’la görüşmeye devam eder. 1948 yılında Memleket Hastanesi’nde (Şu anki Devlet Hastanesi) Bursa’daki doktoru Neşati Üster’e şu dizeleri mırıldanır:


Yarısı buradaysa kalbimin
yarısı Çinde’dir doktor.
Sarı nehre doğru akan
ordunun içindedir.


Sonra her şafak vakti, doktor
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor


Sonra, bizim burada mahkûmlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
her gece,
doktor.


Sonra, şu on yıldan bu yana
Benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma :
kalbim…


Ne ateryo skleroz, ne nikotin, ne hapis
İşte bu yüzden doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris…


Bakıyorum geceye demirlerden
Ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…”

Bursa- 1948

Bursa’da yaşamını yitirdiği 1986 yılına kadar doktorluk görevini sürdüren Neşati Üster, Bursa’da başta Piraye olmak üzere Nâzım’ın birçok yakını ve arkadaşıyla tanışır ve Nâzım’ın hastalandığı her an yanında olur.

“… Sağolasın Doktot Neşati imdadıma yetişti ve beni kötü ve ihtilat yapması mümkün bir gripten kurtardı…”( Piraye’ye Mektuplar-2 Nâzım Hikmet, Adam Yayınları 2002)




DR.GALİP UZUNCA: “ÖNCE PİRAYE ARDINDAN NÂZIM GELDİ…”
1922 Bursa doğumlu olan Dr. Galip Uzunca 1949 yılında tıp fakültesini bitirir ve Nâzım’ın Bursa Hapishanesi’nde doktorluğunu yapan Bursa Verem Savaş Dispanseri’nin kurucusu Dr. Neşati Üstel’in stajyeri olur.

Dr. Galip Uzunca 1981 yılında Verem Savaş Dispanseri’nin başhekimidir. 1985 yılında emekliğe ayrılır. Şu ana kadar dokuz kitabı yayınlanmış ve çeşitli dergilerde yazıları çıkmış Dr. Galip Uzunca, halen Bursa Veremle Savaş Derneği Müdürü olarak görev yapmaktadır.

Yıl 1942. Ben dayımın işlettiği Çekirge’deki Servinaz Otel’de her zamanki olağan işlerimi yapıyordum. Dışarıda bir fayton sesi işittim. Yanında üç çocuğuyla bir hanım faytondan indi ve bana otelde boş oda bulunup bulunmadığını sordu. Ben de var dedim. O kayıt için içeri girdiğinde bana dayımın kayınvalidesi Şadiye(Gezerayak) Hanım’ı sordu ve onunla görüşmem lazım dedi. Şadiye Hanım’la bu hanım akrabalarmış. Şadiye Hanım’a haber yolladık ve geldi, iki kadın sarmaş dolaş öpüştüler. Meğer bu hanım meşhur Nâzım Hikmet’in eşi Piraye imiş. Daha bavullar odaya taşınır taşınmaz kapıda bir taksi durdu. Bir jandarmayla kıvırcık saçlı, mavi gözlü, oldukça yakışıklı kırk yaşlarında bir zat taksiden inerek bana’ Ben Nâzım Hikmet’ dedi. Kâtip olarak hüviyetlerini kayıt ettikten sonra otelin 4 No’lu odasına girdiler.

1943 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım yaz tatilinde dayımın yanında çalışmaya devam ediyordum. O yaz, Piraye abla ve çocukları yine geldiler.

1943’ten sonra ben de Şadiye Hanım’ın kızıyla evlendim ve Piraye ablayla akraba olduk fakat sonraki yıllarda onların ayrıldıklarını duydum onları o günden sonra hiç görmedim…”

Nâzım, Piraye’ye yazdığı mektuplardan anlaşıldığı üzere kimi zaman yalnız gitmiştir Servinaz Oteli’ne…

Karıcığım,

Kısacık mektubunu aldım. Yine de sevindim. Yine mektupların gecikti diye üzülüyordum. Bugün galiba altı aydan beri ilk defa dışarı çıktım. Servinaz’a gittim. Banyo yapacaktım. Doluymuş, banyo yapamadım. Mamafi senin belki yakında geleceğini söyledim. Sonra kooperatife uğrayıp iplik aldım. İplikleri sırtıma yüklenip getirdim. Bütün bu dolaşma bir buçuk saat sürdü. Kunduram ayağımı vurdu. Servinaz’a gitmek yaralarımı deşti. Velhasıl şimdi sana bunları yazarken pek mahzunum…” ( Piraye’ye Mektuplar, S. 282,Adam Yayınları, Nâzım Hikmet)

O, Piraye ve Nâzım’ı gördüğü ilk günü anlatan ‘Gönülden Nağmeler’ adlı kitabındaki ‘Nâzım’ın Piraye’si şiirin de sahibidir…



Bin dokuz yüz kırk ili yılı Temmuz ayında

Liseyi bitirdiğim henüz gençlik çağımda

Servinaz Otelinde sekreterlik yaparken

Dayımın yanında tıp hayalleri kurarken
Üç çocuklu bir hanım bana boş oda sordu

Garip bir tesadüf o gün boş odalar boldu

Hemen yerleştirildi bavullar bir odaya

Ve hanım başladı bana sorular sormaya
Meşhur Nâzım Hikmet’in eşi Piraye imiş

Büyük bir heyecanla eşini bekler imiş

Şadiye Hanım yok mu diye sorunca bana

Ben de haber gönderdim hemen geldi yanıma
İkisi öpüşüp kucaklaştılar hasretle

Meğer akrabalarmış konuştular vüs’atle

Şadiye Hanım dayımın kayın validesi

Sonra benim de oldu O zamanla aynısı
Hoş bir taksiden indi aniden iki adam

Birisi kıvırcık saçlı mavi gözlü bir endam

Meşhur Nâzım Hikmet’miş eşiyle sarıldılar

Diğeri bir jandarma yıllarca anıldılar



ÇERKEZ KÖYÜ MUHTARI “SARI SEYFETTİN”

Bursa Cezaevi’nde mahkûmların portrelerini yaparken onlarla sohbet eden Nâzım, onlara sorular sorup öykülerini dinlerdi… Onun Bursa Cezaevi’nde yarattığı “Manzaralar” kuşkusuz bu sohbetlerin bir ürünüydü.

Bursa’nın dört bir yanından; ama özellikle köyleri ve ilçelerinden mahpus damına düşen insanlar, önceleri ondan çekiniyor fakat Nâzım’ı tanıdıktan sonra, ona saygı duyuyorlardı.

Sarı Seyfettin de böyle insanlardan biriydi… İnegöl’ün Çerkez köylerinden biri olan Güneykestane Köyü’nün de muhtarlığını yapmıştı Seyfettin

O yılların Çerkez köyünün muhtarı, Sarı Seyfettin (Durmaz) de tek kızı olan Yüksel Durmaz’ın (Elbir) ve torunları Dilber Turan ve Rakım Elbir’in anlatımlarına göre 1940‘lı yılların başında ormancılıkla ilgili bir sorun nedeniyle içeri girer. Ve burada Nâzım Hikmet’le tanışır. Nâzım, 1942 yılında …“Memleketimden İnsan Manzaraları”nda adı geçen Çerkez Köyü Muhtarı, Sarı Seyfettin’in portresini yapar


“…

Eskişehirli arabacı Selim:

-Nafiledir Alaman’ın encamı,’diyordu,

nasıl olsa bir yerde devrilip kalacak.

Eli bıçaklı, vuran kıran adamın sonu

Ya köpek ölümüdür, ya pezevenklik

Yahut da mahalle bekçiliği.’

İtiraz etti Sarı Seyfettin

( Çerkez köyünün muhtarı):

-Bilemem Alamanları



Ama vurucu olan pezevenk olmaz.’

…”

Eylül 2008. Sarı Seyfettin’in Bursa’daki evine gidiyoruz. Hürriyet Mahallesi’nde bir ev. Onların köyden taşındıktan sonra yerleştikleri şirin bir evde Çerkez sıcaklığı ve konukseverliğiyle bizi karşılayan Sarı Seyfettin’in kızı, torunları ve damadı… Her yudumunda dostluğu, güveni pekiştiren bu duyguları yıllar sonrasına götüren kahvelerimizi içip sohbete başladığımızda, Yüksel hanım bize Sarı Seyfettin’in fotoğraflarını göstermeye başladı. Nâzım’la hapis yatan, Nâzım’ın gözlerine bakan bir çift göz, yıpranmış siyah beyaz bir fotoğrafta bize bakıyordu…



Biz, bu fotoğrafın büyüsüne kapılmış bakarken; Sarı Seyfettin’in torunu Dilber Turan içeri gitti ve bir süre sonra elinde 45x55 cm çapında tuval üzerine yağlı boya ile yapılmış bir portreyle döndü. Portrede Sarı Seyfettin vardı. Fakat o da ne? Portrenin sağ alt köşesinde Nâzım Hikmet, Bursa-1942 diye bir imza! Heyecanım iki kat artmıştı. Bu 66 yıldır gün ışığına çıkmamış tablo, şimdi karşımda duruyordu.
BAŞGARDİYAN MUAVİNİ HASAN BASRİ
“9-2-43 Salı

Bu sabah revir matlasında başgardiyan muavini Basri Efendinin gürültülü konuşmasıyla uyandım.

-Hasan da ölmüş.

Dünden beri, yani on sekiz saat içinde, âdembabalardan bu üçüncü kurban. Ölülerden birisini dün çöp arabasıyla götürmüşlerdi. İkincisi bizim odanın bitişiğindeki eczanede.

Hasan deliydi. Yetmiş ikinci koğuş insanlarındandı.”(Nâzım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar-2, Adam Yayınları 2002, sayfa 10)

1943 yılında yazdığı mektupta bahsettiği başgardiyan muavini Basri 1896 İstanbul doğumludur. İstanbul’dan Bursa’nın Karacabey ilçesine zabit katibi olarak atanan Hasan Basri Acar’ın seksen bir yaşındaki oğlu Necmettin Acar kendisinin 13-14 yaşından itibaren sürekli Bursa Cezaevi’ne gittiğini anlatıyor.

Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde sürekli babamın girişteki odasına gelirdi. Hatta ziyaretçilerinin çoğuyla burada görüşürdü. Ben ve ablam Nemciye(Çulfa) sürekli olarak babamın yanına giderdik. Nâzım Hikmet, küçük kardeşim Suzan’ı kucağına oturtur severdi. Ona bol bol domates yemesi gerektiğini tembihlerdi. Hiç unutmam, bir gün ona ‘ben sanata gidiyorum’ demiştim. O da bana ‘okulu bırakmakla hiç iyi etmedin Necmettin’ demiş ve çok kızmıştı. Babamın Nâzım’la diyalogu çok çok iyiydi. Onunla sürekli çay içer ve sohbet ederdi. Bu nedenle diğer mahkûmlar idareyi ‘komünist olmakla’ suçlarlardı.”

Seksen üç yaşında olan abla Nemciye Çulfa ise Nâzım Hikmet’in içerde tül perde işiyle uğraştığını hatırlıyor.

Babam cezaevinden bana tül perdeler getirirdi. Nâzım Hikmet’i cezaevine her gittiğimde babamın odasında görürdüm. Babamın onu çok sevdiğini hatırlıyorum. Daha sonraki senelerde de bize ondan bahsedip durdu. Babamı 1958 yılında kaybettik.”

Necmettin Acar, araya girer: “Nâzım Bursa Cezaevi’nde imtiyazlıydı. Babam da Nâzım Hikmet gibi paşa soyundan geldiği için onu tutardı. O dönem cezaevinde idamlık mahkûmlar da vardı. Babamla fotoğrafı olan Hulusi adlı mahkûm sonradan Heykel Meydanı’nda asıldı.



Bizde Nâzım Hikmet’e ait çok eşya vardı. Ondan kalan, onun yaptığı resimler, yazdığı şiirler… Babam ölmeden önce Nâzım Hikmet yurt dışına çıktığı vakit, bir de Demokrat Parti dönemi olduğu için, evimize gelirler, bizi de komünistlikle suçlarlar düşüncesiyle Nâzım Hikmet’ten kalan eşyaları yok etti. Bir kısmı 1980 dönemine kadar evimizin altındaki bodrumda olan eşyalar çürüdü gitti. Şimdi sadece babamın fotoğrafları bir de Nâzım Hikmet’in babam için yazdığı bir şiir var elimde. Şiiri babama Nâzım Hikmet vermişti. Babam kendisi için yazılan bu şiiri elinde tutmayı riskli bulmuş ve ezberlemişti sürekli okurdu kendi yazısıyla bir kağıda yazmıştı. Ben de ondan duyup ezberledim.”

Bursa, Maskem semti, iki bin dokuz yılının soğuk bir ocak günü, gecenin dokuzu çalan telefonum, arayan yine Nâzım yine Nâzım yine Nâzım. Anılarla, fotoğraflarla, şiirlerle dolu tanıklar. Her biri bir destan kahramanı: Necmettin Bey ve Necmiye Hanım… Necmettin Acar kendisine babası Hasan Basri Acar’ın bıraktığı ve Nâzım Hikmet’e ait olduğunu söylediği şiiri aradan yıllar geçmesine rağmen unutmamış, ezberlemiş ve bir gün birileri sorar ben de okurum diye beklemiş.


Anlatayım size cezaevini

Hem mahkûmu hem idare şeklini

Muhterem müdürü orta yaşlıdır

Derin zekâlı ağırbaşlıdır


Ağaran saçların bir modası var

Kızdırmaya gelmez ağır bir sopası var

İçtiği sigara takımı pek bir güzeldir

Kırk ikilik Alaman topuna benzer


Sandalyeci Mustafa kumarbaz

Beş lira kaptı mı başka oynamaz

Müdürü, mahkûmu hepsi asildir

Başgardiyan muavini Hasan Basri’dir


Hem yazar hem okur hem vakur

Mahkûmun kalbini gözünden okur

Bundan daha iyi idare olmaz

Böyle gardiyanın eşi bulunmaz

Nâzım Hikmet

SON SÖZ


Nâzım Hikmet’e vatandaşlık hakkı verildi verilmesine ama çağdaş uygarlığı ve demokrasi kültürünü yaşayan ülkelerde yöneticiler, bir şairin, bir sanatçının birkaç gün kaldığı oteli, zaman geçirdiği mekânı müzeye dönüştürerek, bir anlamda sanatçısına, aydınına sahip çıkarak uygar dünya içinde saygınlığını arttırırken; bütün dünyada şiirleri okunan Nâzım, Bursa’da unutturulmak, belleklerden silinmek istenmektedir. Şunu sormak gerekiyor: Türkiye ve Bursa’da Nâzım adına bir müze, bir okul adı, bir cadde adı, bir heykel vb. var mı?

Yok değerli dostlar maalesef yok… Peki zaten bir dünya vatandaşı olan Nâzım’ı kağıt üstünde bir değişiklikle vatandaşlığa alıp reklam yapmak ne kadar samimi?



BEYZA ERSOY


BURSA ÖYKÜCÜLÜĞÜ

Bu bildirimizde Bursa’da “Öykü” türünün tarihi ve bugünü kapsamında, Bursa’lı öykücüleri, Bursa’da bir süre bulunmuş öykücüleri, Bursa’nın mekân olduğu ve anıldığı öyküleri, Bursa’da öykü adına yapılmış ve süren faaliyetleri, etkinlikleri; özetle geçmişte ve günümüzde Bursa’daki öykü atmosferini ele almaya çalışacağız.
Bildiride adı geçen yazarların çoğunun öykü türü dışında ürünleri de var, hatta bazı yazarlar aslında diğer türlerle daha çok anılıyorlar ama biz bu çalışmamızı sadece öyküyle sınırlı tuttuk, öyküye yer verdik.


Bildiriyi hazırlarken geçmişe göre, internet gibi bir bilgi paylaşım ve iletişim kolaylığı avantajımız olmasına rağmen, şu bir gerçek ki birçok bilgiye ulaşmak hala güç. Bunda kişisel tarihlerin de birçok detay içermesinin, özel kalmasının ve geçmişin kolayca sislenmesinin de etkisi var.

Gönül isterdi ki, ülkemizde ilk basımevi kuruluşundan bu yana, Bursa ve ülke çapındaki tüm gazetelerde, dergilerde, öykü kitaplarında ve biyografilerde “Bursa Öykücülüğü”nün izini sürebilelim.

İlerleyen zamanda eksiklerin tamamlanacağını, olası hataların düzeltileceğini umarız.

Bursa doğumlu öykücüler:


Aslında nerede doğduğunuzdan çok kendinizi nereye ait hissettiğiniz önemli olsa gerek ve dahası anıldığınız şehri sevmek ve emek vermek; yine de yaşamamış olsalar bile Bursa doğumlu yazarlar kentimiz için bir gurur vesilesidir, o nedenle bu tespitte bulunalım:

Feridun Andaç’ın “Türk Öykücülüğünün Gelişim Dönemleri” incelemesine göre, Türk edebiyatının Kuruluş-Çağdaşlaşma yolundaki ilk adımlar(1870–1930) döneminde Bursa doğumlu bir yazara rastlamayız. Bu durum Arayış(1930–1940) döneminde de sürer ve Bursa sahneye Gelişme(1940–1949) döneminde Burhan Arpad’la çıkar. Mudanya doğumlu Burhan Arpad (1910)’ın ilk öykü kitabı Şehir: 9 Tablo(1940) yayınlanır.

Modernleşme Yolunda (1950–1960) döneminde bir başka yazar görünür: Gemlik doğumlu Nezihe Meriç(1925), Bozbulanık(1953) adlı öykü kitabıyla yazın dünyasına adım atar ve yine Bursa doğumlu Hakkı Özkan(1926) Bedava(1955)’yı yayınlar.

Öykücülüğümüzün “Yapılanma”(1960–1970) döneminde Bursa doğumlu Celal Sılay (1914) Zorunlu Somut (1969) adlı tek öykü kitabını çıkarır.

Yenileşme(1980–1998) döneminde İnegöl-Eymür Köyü doğumlu Nadir Gezer(1930) Hanife Nine’den Öyküler(1981) kitabını yayınlar. Bu kitapla Nevzat Üstün 1.lik ödülü kazanır(1981). Pınar Kür(1943) Bir Deli Ağaç(1981), yine İnegöl doğumlu Cemil Kavukçu(1951) Pazar Güneşi (1983), Füruzan Toprak(1926) Dövme (1986) ve Semra Özdamar(1956) Sessiz Çığlıklar(1986), Mustafakemalpaşa doğumlu M. Kamil Doruk(1960) Antik Sevgililer(1987) kitaplarını yayınlarlar. Cemil Kavukçu Patika adlı dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanır(1987). Gemlik doğumlu Zebercet Coşkun(1933) Altın Kale’nin Esrarı(1988), Neşe Karel(1943) Yalnız Kadın Irmağı(1991), Mehmet Zaman Saçlıoğlu(1955) Yaz Evi(1994) adlı ilk öykü kitaplarıyla aynı dönemde yer alırlar. 1994’de Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda Haluk Cengiz(1957) ikinci olur. 1996 yılında Cemil Kavukçu Uzak Noktalara Doğru kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağan’ını kazanır. 1997’de Muhsine Arda(1952) Hesap öyküsüyle Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda ikinci, 1999’da Kemal Selçuk Ağaç Adamlar ile birinci olur.

2000’lere geldiğimizde, Seçköy doğumlu İbrahim Balaban(1921) Tahliyeci Yusuf (2000), Mustafakemalpaşa doğumlu Kemal Selçuk(1971) Ağaç Adamlar (2002), Serap Gökalp Astak Kum Saatinde Akarken(2002), Vecdi Çıracıoğlu(1953) Nehirler Denize Kavuştuğunda(2003) kitaplarını çıkarırlar. Esra Ersoy Varlık Dergisi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri öykü dalında Dikkate Değer Ödülü(2005), Serap Gökalp Petrol İş–Kadın Öyküleri Yarışması(2007) birinciliği alır. Nurhan Şahinkaya(1969) Alacaaydınlık(2008) kitabını çıkarır.


Bursa’da bir süre bulunmuş öykücüler:

Reşat Nuri Güntekin - (1889 İstanbul–1956 Londra) Öğretmenlik hayatına, Bursa Sultanisi(Bursa Erkek Lisesi)’nde Fransızca öğretmeni olarak başlamış, (1913–1916) yılları arasında Bursa’da bulunmuş.

Ebubekir Hazım Tepeyran – (1864–1947) Bursa’da Vali olarak görev yapmış (1918). Tek öykü kitabı: Eski Şeyler (1910). (Oktay Akbal’ın anne tarafından dedesidir.)

Sait Faik – (1906 İstanbul–1954 İstanbul) Sait Faik Bursa’ya sürgün edilen edebiyatçılardan. İşin biraz da mizahı tabii bu. Olay şöyle olmuş: Sait Faik İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken, sınıf arkadaşlarından biri bir öğretmenin sandalyesine iğne koymuş. Suçlu aranınca, kimse ele vermemiş. Bu da bütün sınıfın Bursa’ya sürülmüş. Sait Faik yaşamının üç yılını burada geçirmiş, ilk öykülerini burada yazmış. Tam tarihlerini verirsek, 1925–1928 yılları arasında Bursa Erkek Lisesi’nde okuyor ve mezun. İlk öyküsünü (İpek Mendil)bir ders ödevi olarak yazmış. Esra(Ersoy) ile bu konuyu konuşurken, şunu fikri önerdi: “Aslında Sait Faik’in ilk öyküsünü Bursa’da yazması ve edebiyata adım atmasından yola çıkarak, örneğin bir “Sait Faik İlk Öykü Yarışması” düzenlenebilir.” Ödül töreni de Bursa Erkek Lisesi’nin tarihi mekânında gerçekleştirilebilir. Birçok Bursa’lı hala işlevde olan böyle tarihi yerlere bir vesile olmadan giremiyor. Ben de görmedim. Tarihi mekânları genele açmak için de bir fırsat olacaktır böyle özel günler.

Bursa Öykü Günleri’ne katkıda bulunan kuruluşların ve Bursa Erkek Lisesi’nin işbirliğiyle bu ödül düzenlenebilir diye düşünüyorum.

Orhan Kemal – (1914–1970) 1940–1943 arasındaki yılları Nazım Hikmet’le birlikte Bursa Cezaevi’nde geçirdi. Nazım Hikmet 1940 Aralık ayında, “Taş Tayyare” dediği Bursa Cezaevi’nden başka bir cezaevinde yatmakta olan Kemal Tahir’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Kemal, Bursa’dayım. 1993 senesinden beri Bursa hapishanesinin duvarları, pencereleri, malta boyaları değişmemiş, ne eskimişler ne yenileşmişler. … Sana burasını birçok defalar anlatmıştım, tayyare biçimi bir bina. Benim oda kuyrukta, üçüncü katta, sol tarafta. Ortadaki odadan biraz küçük. İçinde iki kişi yatıyoruz. Oda arkadaşımın adı Kemal. Evet, “Kemal” senin adın gibi. Sana yalnız adı benzemiyor, senin gençliğine benzeyen tarafları da var. Şiire meraklı, heyecanlı.” Nazım Hikmet’in burada bahsettiği “Kemal”, Orhan Kemal’dir. Yaşı 26’dır. Nazım Hikmet ise 39 yaşındadır. (Kaynaklar:7)


Bursa sanki bir kırılma noktası, Sait Faik’in öyküye burada başlayışı gibi, Orhan Kemal de Nazım Hikmet’in etkisiyle şiirden vazgeçip öyküye ve romana, burada yönelmiştir.

Aziz Nesin – (1915 İstanbul–1995 İzmir) Sürgün olarak Bursa’da üç ay kaldı. (1947)

Oktay Akbal – (1923 İstanbul) 1950’li yıllarda Bursa’da iki yıl öğretmenlik yapmış.

Ahmet Şerif Şerefli – (1926 Bulgaristan–2000) Öykü kitabı: Şirin (1966) Beş yıl boyunca Bursa’da yayınlanan “Balkanlar’da Türk Kültürü” Dergisinin yazı müdürlüğünü sürdürdü.

Erhan Bener – (1929 Lefkoşe–2007 Ankara) Çocukluğunun bir bölümünü burada geçmiş. Taşındıklarından sonra da yazmak için de sık sık Bursa’ya gelip gitmiş.

Mustafa Necati Sepetçioğlu – (1932 Tokat, Zile–2006) – Bursa Erkek Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Öykü kitapları: Abdürrezzak Efendi(1956), Menekşeler Ölmemeli(1972), Bir Büyülü Dünya ki (1972)

Ahmet Uysal – (1938) Bursa Eğitim Enstitüsü’nün yöneticiliğini yaptı. Harç Kovası adlı öyküsüyle 12.Antalya Festivali Hikâye Yarışması’nda mansiyon aldı. (1975)

Mahmut Alptekin – (1940 Denizli) Bursa’da Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdi. Öykü kitapları: Bir Denizin İki kıyısı(1983), Tünel Çıkmazı(1990)(Ömer Seyfettin Ödülü)

İnci Aral – (1944 Denizli) İlk ve ortaokulu Bursa’da okudu. Eserlerinde Bursa’dan sıklıkla bahsetti.

Emine Sevgi Özdamar – (1946 Malatya) Babasının işi sebebiyle, çocukluğu sırasında Bursa’da bulunmuş. 12 yaşında Şehir tiyatrosunda “Kibarlık Budalası” oyununda sahneye çıkmış. Oyuncu olmaya Bursa’da karar vermiş. Yaşamını Almanya’da sürdürüyor. Öykü kitapları: Annedili(1990), Aynadaki Avlu(2001), Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur(2007) Araştırma sırasında Sevgi Özdamar ile Semra Özdamar arasındaki paralellikler dikkatimi çekti. Semra Özdamar Bursa doğumlu. E.Sevgi

Özdamar’ın Bursa’da ne kadar kaldığını bulamadım ama aralarındaki yaş farkı düşünülünce, Bursa’da bulundukları zaman çakışıyor gibi geldi. Ayrıca ikisi de önce oyunculuk yapmış, sonra yazmaya başlamış. Semra Özdamar da bir süre Almanya’da bulunmuş. İki yazar arasındaki akrabalık ihtimali olduğunu düşünüyorum. Ama bu konuda bir bilgiye rastlayamadım. Yaptığım bazı yazışmalardan da bir bilgi edinemedim.
Şükrü Bilgiç – (1947)1970’lerde Bursa’da öğretmenlik yaptı. Öykü kitaplarından bazıları: Yaşamaya Sevdalı(1944), Bulutlar Sevilmez mi(1983), Erken Göçen Kuşlar(1990)
Oyhan Hasan Bıldırki – (1947 Aydın-Söke) 1968–1971 yılları arasında Bursa’da bulundu. Bursa Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla birlikte Bursa’da Zaman dergisini çıkardılar. İlk öykü kitabı Koçaklar’ı 1975’te yayınladı. Oyhan Hasan Bıldırki’ye “Bursa’da Zaman” dergisini çıkardıkları zamandaki (1969) Bursa öykü atmosferini sorma fırsatım oldu. Cevabı şöyle: O dönem, edebiyatımız için oldukça talihsiz bir dönemdir. Kendimizi biz birdenbire gençlik kavgalarının içinde gördük. Ancak, o tarihlerde Bursa’da ileri teknolojiyi kullanan matbaalar da yoktu. Çıkan üç gazetede de daha çok tefrika romanlara yer veriliyordu. Sizin sorunuzun karşılığını o yıllarda biz de aradık. Bu karşılık Ender Uzer’in “Mektup”unda var: “Kitapçı vitrinlerinde görüp elime aldığım Bursa’da Zaman beni öylesine şaşırttı ki sevinçten olacak. Geç ama temiz oldu Bursa’da Zaman’ı bulmam. Bulmak ne kelime, kavuşmam. Son on senedir Bursa’da çıkan ve onun ozanlarının, onun yazarlarının olan bir dergisi yoktu. Bir ara “Çatı” görüldü ortalıkta. Ama maddî yoksunluk çökertiverdi Çatı’yı. Şimdi Bursa’da Zaman var karşımda. …  Ne güzel… Ah öylesine ümitlendim, öylesine dilim tutuldu ki. Ve de ne güzel; bu işin öncüsü, benim yuvam. Yıllar önce ilim ve irfan aldığım benim okulum.”

(Ender Uzer, Bursa’da Zaman / 1. Yıl Ekim 1969 5. Sayı – 5. Sayfa)      “Ama maddî yoksunluk çökertiverdi Çatı’yı.” Çatı’nın kaderi, “Bursa’da Zaman” için de yok oluş elbisesi olup çıktı. Mektupta da görüldüğü gibi, Bursa Eğitim Enstitüsü o günlerdeki Bursa edebiyatının çekirdeklerinin yetiştiği bir fidelikti. Sonra enstitü kapatıldı.”

Alper Akçam – (1952 Ardahan) Bursa’da genel cerrah olarak çalıştı. Şu anda Ankara’da yaşıyor. Son öykü kitabı Kiev’de Aşk(2008) ile 62.Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı. Öykü kitaplarından bazıları: Islaktı Gözleri(1999), Soluksuz Sıcaklarda(2000)

Yücel Balku - (1969 Iğdır- 2003 Bursa) Uludağ Üniversitesi IIBF Uluslar arası İlişkiler bölümünü bitirdi. Prometheus dergisini çıkaranlar arasında. Sonraki yaşamını da Bursa’da sürdürdü. İki öykü kitabı yayınladı: Sükut Ayyuka Çıkar (2001) (İnkılâp Kitabevi 2000 Yılı Öykü Ödülü), Goncanın Üçüncü Günü(2004)
Aysel Ekiz – (1970 Almanya) Aslen Bursalı. Bursa’da öğretmenlik yaptı. Adana’da görevini sürdürüyor. 2006 Ümit Kaftancıoğlu öykü yarışmasında üçüncü olan Eşik adlı öyküsüyle, aynı yıl yayınlanan kollektif kitapta yer aldı. Diğer ödülleri: Özgür encere Edebiyat Derneği’nin düzenlemiş olduğu kadın öyküleri yarışmasında Çok Kadındım adlı öyküsüyle mansiyon, Bursa Kültür Okulları’ının düzenlemiş olduğu Parlayan Yıldızların Sırrı adlı öğretmen öyküleri yarışmasında Bir Avuç Portakal Çiçeği adlı öyküsüyle bursa birinciliği.

Ferhat Güler – (1982 Van) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öykü kitabı: Bilinmeyene Doğru(2008). Güler, halen İstanbul’da yaşıyor.


Bildirinin sunuluş tarihi itibariyle Bursa’da yaşamını sürdüren öykücülerden bazıları:
Nadir Gezer – ( 1930 İnegöl) BUYAZ Derneği kurucularından. Öykü Kitapları: Hanife Nine’den Öyküler(1881), Yürüyen Gece(1988), Puslu Hüzün(1989), Kırılgan Umutlar(1998), Yürek Bağı(2005) Metin Önal Mengüşoğlu – (1947 Elazığ) Öykü kitapları: Gavur Kayırıcılar(1973), Dr.S(1987), İstanbul Hikâyeleri(2004)

Şaban Akbaba – (1954 Kars) BUYAZ derneği kurucularından ve başkanı. Öykü kitaplarından bazıları: Nazik Kız(2001), Che Sevgisi(2008), Kafessiz Bir Dünya(1992, çocuklara), Gülderen’in Dedesi(2008,çocuklara). Ödülleri: Nazik Kız öyküsü ile Karacaoğlan Kültür Sanat Festivali, Halkbilim yarışmasında birincilik (1985).


Erdem Katırcıoğlu – Öykü kitapları: Kehanet ve Saplantı(2001), Son Beste(2002), Adalet ve Aşk(2004)

Nazan Bilgel – (1954 Ankara) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öykü kitapları: Mutlu İnsanların Öyküleri Olmaz (1994), Hayat Bana Hiçbir Şey Öğretmedi (1997)

Şenol Yazıcı – (1956 Trabzon) KimseSiz dergisinde genel yayın yönetmenliği yaptı. Halen Maviada dergisinin gelen yayın yönetmeni. Öykü kitaplarından bazıları: Selam Söyleyin Ayışığına(1997), Benim Kimsem Olsana(1999)

Nursel Aras – (1956 Iğdır) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öykü kitabı: Kara Üzüm Salkımı Hüzünler (2004)

Şafak Pala – (1968 Bilecik, Pazaryeri) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öykü Kitabı: Sızı(2008)

Nurhan Şahinkaya – (1969 Bursa) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Altı yıldır bir derginin yayın kurulu üyeliği yapıyor. Öykü kitabı: Alacaaydınlık(2008)


Aysel Karaca – (1970 Ankara) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öyküleri çeşitli dergilerde yer aldı. İlk öykü kitabı Kiraz Mevsimi 2006’da yayınlandı.

Pelin Yılmaz – (1970 Ankara) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öyküleri çeşitli dergilerde yer aldı. Öykü kitabı: Her Kadın Başka Türlü Ölüyor(2008)

Hakan Akdoğan – (1971 Ankara) Halen Nilüfer Belediyesi’nin devam ettirdiği öykü ve yazın atölyesinin yürütücülüğünü sürdürüyor. Tek öykü kitabı: Mermerden Ev (İki Uzun Öykü)(Üniversite Yıllarında yayınlamış.)
Kemal Selçuk – (1971 Mustafakemalpaşa, Bursa) Öykü kitabı: Ağaç Adamlar(2002)

Serap Gökalp – (Bursa) Maden Mühendisleri Odası, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliği, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğü ödüllerinden bazıları. ) Öykü kitabı: Astak Kum Saatinde Akarken( 2002)

Serap Yenilmez – (1974 Kırşehir) Bir süre yazın atölyesine devam etti. İlk öyküsü Bursa’da Yaşam dergisinde yayınlandı.
Esra Ersoy – (1978 Bursa) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öykü dosyasıyla Varlık Dergisi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri 2005’te Dikkate Değer Öykücü ödülünü aldı. Öyküleri Mutlu Yaz (Varlık, Temmuz 2005), Nakış (Mahsus Mahal, Kış 2008) dergilerinde yayınlandı.

Fatma Dilek Koca – (1979 Bursa) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlandı.


Beyza Ersoy – (1972 Bursa) Bir süre yazın atölyesine devam etti. Öyküleri: Bursa’da Yaşam, Yansımalar, Patikalar dergilerinde yayınlandı.

Ender Uzer – Öyküleri son olarak Çatı dergisi’nde yayınlandı.

Gürhan Adana – İlk öykü kitabı: Kırmızı İplikli Salıncak(2008) Yenişehir’de yaşıyor.

Bursa’da yazılan, yayınlanan, Bursa’da geçen, Bursa geçen öykülerden bazıları:


Tanrı Misafiri – Reşat Nuri Güntekin, (Tanrı Misafiri) Tehdit – Reşat Nuri Güntekin İpek Mendil – Sait Faik Zemberek – Sait Faik Vurma Fatma – Halide Edip Adıvar, İzmir’den Bursa’ya (1922)(belgesel-öykü)(kolektif) Bayrağımızın Altında – Halide Edip Adıvar İzmir’den Bursa’ya (1922)(belgesel-öykü) (kolektif) Selam – Sabahattin Ali (Yeni Dünya)(1943) Sus Payı – Refik Halit Karay (Memleket Hikâyeleri) Günahsız Katil – Samim Kocagöz İznik’li Leylek – Haldun Taner (Onikiye Bir Var) Yaşamaya Bak – Yüksel Pazarkaya (Oturma İzni) Allah’ın Dediği Olur – Işıl Özgentürk Elvan Anahtarını Nasıl Düşürdü? – Orhan Duru 72. Koğuş – Orhan Kemal, (72.Koğuş)(Uzun Öykü)(Bursa Hapishanesinde kaldığı döneme dair izlenimlerini anlattığı) Çeşitli Öyküler - İnci Aral (Ağda Zamanı)(1979) İnci Aral bu ilk öykü kitabında Bursa’da geçirdiği dönemden izlere yer verdi. Mavi Mor, Yolum Yolum Dikenli Yolum – Nadir Gezer (Yürek Bağı)(2005)


Yasak, Nazik Kız – Şaban Akbaba (Nazik Kız)(2001) Sokaklar, Evler, Pencereler – Haluk Cengiz Hürriyet Deyince – Abdullah Parlak (Bursa’da Zaman dergisi, 1969) Türkmen Kızının Ardından – Adil Yılmaz (Bursa’da Zaman dergisi, 1969) Değirmen – Hüseyin Özkan (Bursa’da Zaman dergisi, 1969) Yazgan Niyazi – Erdem Katırcıoğlu (Son Beste)(2002) Cevşen– Yücel Balku (Goncanın Üçüncü Günü)(2000) abruşak, sisten sonra – Yücel Balku (Sükût Ayykuka Çıkar)(2001) Kaçanlar ve Kovalayanlar, Soluksuz Sıcaklarda, – Alper Akçam (Soluksuz Sıcaklarda)(2000) Düzdeğişmece… — Alper Akçam (Kiev’de Aşk, 2008) Ağaç Adamlar – Kemal Selçuk, Ağaç Adamlar(2002) Çeşitli Öyküler – Cemil Kavukçu (Tüm kitaplarından) Yakası Beyaz Kürklü Taba Rengi Kaban – Murathan Mungan (Kadından Kentler)(2008) Turhan Nasıl Çıldırdı-Ahmet Müfit Müftioğlu, Çağlayanlar(1922) Suç, Şeftali Çiçekleri, Kaderci, Ümit Yorgunu, Kadersiz Başım Oy – Oyhan Hasan Bıldırki, Şahit – Sadrettin Çanga (Uludağ dergisi) Dönüş, Analık – Nursel Aras (Kara Üzüm Salkımı Hüzünler)(2004) Kiraz Mevsimi, Ayak İzim Yoktu, Düşler Evi – Aysel Karaca (Kiraz Mevsimi)(2006) Han Fotoğrafları – Yavuz Bubik (Geniş Zamanlı Hikayeler)(2006) Yitik Şehir – Serap Yenilmez (Bursa’da Yaşam, Mayıs 2004) Gezginin Aşkı – Pelin Yılmaz (Bursa’da Yaşam, Mayıs 2004) Sızı, Unuttu! – Şafak Pala (Sızı)(2008) Meşin Tavuk, Beş Taş – Esra Ersoy Şu Rumeli Diyarı – Fatma Dilek Koca (Bursa’da Yaşam) Binbir Bursa Masalları – Beyza Ersoy (Bursa’da Yaşam, Mayıs 2004)

Ayrıca Ahmet Emin Atasoy’un Bursa’dan Esintiler(2008) adlı Bursa’yla ilgili yirmi beş öyküden oluşan ve Bulgarca basılan bir derleme kitabı bulunmaktadır.


Bursa’da Öykü Faaliyetleri:

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat yarışması: Tanpınar’ın ölümünün 40. yıldönümüne rastlayan 2001 yılından itibaren Osmangazi Belediyesi’nce her yıl farklı bir türde düzenleniyor. 2005 yılında Hikâye dalında yapılan yarışmada dereceye giren öyküler Geniş Zamanlı Hikâyeler(2006) adı altında kitaplaştırıldı. Birincilik ödülüne Ceren öyküsüyle İzzet Harun Akçay, ikincilik ödülüne Dolunay öyküsüyle Asuman Güzelce, üçüncülük ödülüne Çocuk ve Kelimeler öyküsüyle Didem Çınar layık görüldü. Ebruzen öyksüyle Sevil Tepe ve Kül ve Mesel öyksüyle Mazlum Dirican ise mansiyon ödülü kazandılar. Kitaba giren on beş öyküden Kırk Sekiz Leblebi öyküsü, Mudanya doğumlu E.Esra Uğur(1979)’a, Han Fotoğrafları öyküsü Bursa Ticaret Lisesi’nden mezun, halen Bursa’da yaşayan Yavuz Bubik(1940)’e ait.


Uludağ Üniversitesi Yazın Şöleni:

1996 yılında, etkinliklerin sorumluluğunu Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Mustafa Durak’ın üstlendiği, Uludağ Üniversitesi tarafından “Öykü Bildirişimleri” adlı bir yazın şöleni düzenlendi. Bu şölen kapsamında yapılan öykü yarışmasında Arka Oda öyküsüyle Mehmet Güler(1944, Sivas) birinci, Dilim Dilim öyküsüyle Affan Muhlis Bahadıroğlu ikinci, Üç Palamur Sokağı ve Domates Çiçekleri öyküsüyle Sema İşisağ üçüncü oldular. Yazın şölenine konuk olan yazarlardan bazıları: Tahsin Yücel, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Füsun Akatlı, Sevim Burak, Buket Uzuner. (Kaynaklar:10)


Bursa Edebiyat Günleri:

Bu etkinliklerin ilki, Ramis Dara sorumluluğunda ve Bursa Kültür ve Turizm Vakfı desteğiyle 27-28 Ocak 1996 yılında düzenlendi. Bu etkinlikler 9 yıl boyunca sürdü. Etkinliklere hem Bursa içinden hem dışından birçok öykücü konuk oldu: Nadir Gezer, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar, Neşe Karel, Erhan Bener, Cemil Kavukçu, Altay Öktem, Oya Baydar, İnci Aral, Zeynep Aliye, Nursel Duruel, Feyza Hepçilingirler, Ayşe Kilimci, Necati Tosuner, Tahsin Yücel ve diğer birçok yazar…9.etkinlik: 16-18 Nisan 2004 tarihlerinde gerçekleşti. Bu tarihten sonra etkinlik Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenmeye başladı.


Dünya Öykü Günü Etkinlikleri

Dünya Öykü Günü ilk olarak 14 Şubat 2003’te kutlanmıştı. O yıl Bursa’da da Edebiyatçılar Derneği’nin organizasyonuyla Visal Kafe’de kutlanmıştı, BUYAZ’ın 2004 yılında kurulmasından sonra bu kutlamaları BUYAZ üstlendi ve her yıl 14 Şubat’ta öykü etkinliğinin yanı sıra Dünya Öykü Günü Onur Ödülü de vermeye başladı. Ödül alan yazarlar: Nadir GEZER (2005), Oktay AKBAL (2006), Talip APAYDIN (2007), Tarık Dursun K. (2008) Dünya Öykü Günü bu yıl da BUYAZ, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Bursa Eğitime Hizmet ve Eğitimi Geliştirme Derneği, Bursa Çağdaş Hukukçular Derneği, Alp Kültür Derneği ve Dil Derneği Bursa Temsilciliği işbirliği ile bu yıl başlayan 1.Bursa Öykü Günleri kapsamında kutlanıyor.


Yücel Balku Öykü ve Yazın Atölyesi: Bursa’da Öykü adına yapılan faaliyetlerin başında 2003 Senesinden bugüne süren Öykü Atölyesi geliyor. Dilek Çelebi’nin projesi olarak Kitabevi’nde başlayan proje önce Yücel Balku’nun yürütücülüğünde başladı. Yücel Balku’nun dönemin başında vefatıyla yürütücülük görevini Nahit Kayabaşı ve Kemal Selçuk üstlendiler. Atölyenin ikinci yılında yürütücülüğü Hakan Akdoğan devraldı. Kitabevi Nilüfer Belediyesi ile işbirliğine giderek, daha geniş bir katılıma ulaşmasını sağladı. Günümüzde atölyeyi Nilüfer Belediyesi, Hakan Akdoğan’ın idaresinde sürdürüyor. Yazın Atölyesi katılımcılarının ürünlerini paylaştıkları bir site de mevcut: www.yazinatolyesi.com
BUYAZ: Bursa Yazın ve Sanat Derneği

Buyaz kurulduğu günden beri dönem faaliyetlerinde Dünya Öykü Günü kutlamasına ve öykü panellerine, yazar buluşmalarına yer veriyor. Bu etkinlikler kapsamında Bursa’ya gelen konuk yazarlardan bazıları: Özcan Karabulut, Vecdi Çıracıoğlu, Burhan Günel, Latife Tekin… Buyaz faaliyetlerini Alp Kültür Merkezi’nde sürdürüyor. 2009 itibari ile başlayan bir başka projede BUYAZ Öykü Atölyesi. Harun Cici yönetiminde başlayan atölyede Türk Öykücüler kronolojik sırayla ele alınıyor, öykülerinden okumalar yapılarak, öykücülerin yaşadıkları dönem üzerinden öyküleri analiz ediliyor. BUYAZ hakkındaki bilgilere sitesinden ulaşılabilinir: www.buyaz.org


Melih Elal Okuma Grubu: 2004 Ağustos’unda 'Tarih, Kültür, Felsefe Çalışma Topluluğu'nun toplantısında doğan okuma grubu fikri 2004 Eylül’ünde hayata geçti. Başlangıçta adı Nilüfer Yerel Gündem Okuma Grubu olan topluluk, Melih Elal’ın vefatından sonra, Melih Elal Okuma Grubu adını aldı. Kurulduğundan bu yana her ayın son Salı’sı toplanan grup öykü ve roman okuyup tartışıyor, yazar konuk ediyor. Grupta ele alınan öykü kitaplarından bazıları: Haldun Taner- On İki’ye Bir Var, Sabahattin Ali-Ses, Bilge Karasu-Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Çehov-Toplu Öyküler, Maupassant-Ay Işığı…
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Etkinlikleri:

Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO) AB Bilgi Bürosu’nun iki yıldır (2007 ve 2008) organize ettiği etkinliklerde Karin Karakaşlı, Sema Kaygusuz ve Ahmet Ümit konuk gelen öykücü yazarlar oldular.


Akkılıç Kütüphanesi Etkinlikleri:

Nilüfer Belediyesi Akkılıç Kütüphanesi Perşembe ve Cumartesi akşamları konuk yazarlarla öykü etkinlikleri düzenliyor. Hasan Ali Toptaş, Murathan Mungan, “İşte Böyle Güzelim” belgesel-öykü kitabı okuma tiyatrosu, “Atölye Yazarları Okuyor” düzenlenmiş etkinliklerden bazıları.



Yüklə 1,24 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin