Sakarya üNİversitesi yayin no: kuruluş ve çÖKÜŞ SÜREÇlerinde tüRK DEVLETleri sempozyumu biLDİRİleri


YAŞAYIŞ VE KÜLTÜR AÇISINDAN ESKİ TÜRK DEVLETLERİNİN KURULUŞ VE YIKILIŞ NEDENLERİ



Yüklə 2,09 Mb.
səhifə4/26
tarix28.10.2017
ölçüsü2,09 Mb.
#17505
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26

YAŞAYIŞ VE KÜLTÜR AÇISINDAN ESKİ TÜRK DEVLETLERİNİN KURULUŞ VE YIKILIŞ NEDENLERİ

Üçler BULDUK

Türkler tarihleri boyunca pek çok devlet kurmuşlardır. Kimi zaman nüfusu itibarıyla da Türklerden müteşekkil halkların oluşturduğu millî devlet, kimi zaman Türk nüfusunun idareci pozisyonunda olduğu, halkı yerli unsurlardan oluşan devletler, kimi zaman ise çok uluslu yapıları içinde barındıran dünya devletleri, Türklerin kurduğu devletlerin temel karakteristiğini yansıtmaktadır. Ancak Türk asıllı kavim veya boyların pek çok devlet kurduğu gerçeği, Türklerin teşkilatçı bir yapıya sahip olmalarını göstermesi ve dolayısıyla bu durumu bir övünç kaynağı olarak algılama gereği kadar, niçin bu kadar çok devlet kuruldu? sorusuna başka bir cevap arama zorunluluğunu da ortaya çıkarmaktadır. Üstelik sayıları yüzü geçen bu devletlerin önemli bir kısmının yine Türk asıllı başka kavim veya devletler tarafından yıkılmış olması, cevabı aranması gereken başka bir meseleyi de gündeme getirmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, pek çok devleti ortaya çıkaran, Türk devlet anlayışına temel teşkil eden değişik unsurları, daha objektif bir bakış açısıyla incelemek gerekmektedir. Kısacası, Türklerin devlet kurma ve yaşatmasındaki anlayışı izah edebilmek için Türk kültürünü, vatan ve millet anlayışını, hâkimiyet telakkisini ve idari ve askerî yapılanmasını anlamak gereklidir.

Devlet bir anlamda milletin en üst seviyede organize olmuş şeklidir ve bu anlamıyla günümüzde hemen her devletin yapılanması birbirine benzer. Ancak devlet anlayışı, milletlerin tarih ve kültürü ile doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple Türk devlet anlayışı kendine mahsus özelliklere sahiptir. Devleti tanımlayan veya devletin unsurlarını oluşturan kavramlar dahi, Türklerin köklü ve kendine has bir devlet fikrine sahip olduklarını gösterir. Türk devletleri “cihanşümul” bir anlayış ile oluşturulmuştur118. Yani cihana hâkim olma ve yönetme düşüncesi tarihte kurulan Türk devletlerinin ortak hususiyetidir. Bu düşüncenin oluşmasında elbette eski Gök Tanrı inancının izleri görülür. Nitekim Göktürk kitabelerinde bu anlayış açık bir şekilde dile getirilmiştir:

“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisinin arasında kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış ve kişioğlunun üzerine babam, amcam Bumin Kağan ve İstemi Kağan (Tanrı tarafından) oturtulmuştur”119. Kağanlığa oturma görevi Tanrı tarafından verilmektedir. Nitekim II. Göktürk Devleti’nin kuruluşu anlatılırken, İlteriş Kağan ve İlbilge Hatun’un “Türk Tanrısı”, tarafından tepelerinden tutulup Tanrı katına çekilerek kağanlığın verildiği ifade edilir120.

Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, Türk kağanı ilahî bir menşeden yani Tanrı’dan devlet kurma ve yönetme yetkisini (kut) almaktadır. Kut sahibi kağan, dünyayı yönetme gibi ağır bir mesuliyeti üslenirken, insanoğlunun huzur ve refahını ön planda tutmak zorundadır121. Dolayısıyla, batıdaki imparatorluk kavramı ile Türklerdeki devlet kavramı özünde birbirinden farklıdır. Batıda imperium anlayışı her hâl ve şartta ceberrut bir “hükmetme” ve “kazanma” esasına dayanır. Bu anlayış, çok uluslu bir imparatorluğun zaman içerisinde, diğer milletleri “sömürge” olarak görmesine yol açmıştır. Türk tarihinde ise bu anlamda hiç bir “imparatorluk” yoktur. Çünkü Türk devletinin temel felsefesinde, “almak” değil “vermek” esastır. Devlet kelimesinin “saadet, huzur” anlamında kullanılması dahi bunu gösterir. Türk devleti adalet içerisinde, töreye bağlı olarak bütün zenginliğini halkıyla paylaşır. İşte bu sebepledir ki Türklerde zengin yani “bay” kişi, malı mülkü çok olan kişi değil, onu halkıyla paylaşan kişidir. Bey olmanın gereği budur. Türklerin kısa zamanda devlet kurmalarının ve başka milletlerin de bu devlete itaat etmelerinin özünde bu anlayış yatar.

Günümüz devlet kavramına göre devletin oluşabilmesi için şu unsurların bir arada bulunması gerekmektedir; ülke, millet, egemenlik (siyasi hâkimiyet) ve politik örgütlenme (teşkilatlanma)122. Türkler en eski çağlardan beri bu unsurları esas alan pek çok devlet kurmuş ve yaşatmıştır. Gerek İslam öncesi olsun, gerek İslami dönemde olsun kurulan her Türk devleti birbirinin devamı niteliğindedir. Çünkü devletlerin adı veya coğrafyası farklı da olsa, Türk devlet anlayışı umumi hatlarıyla hep aynı kalmıştır.



Üzerinde yaşanılan coğrafya, milletlerin kültüründe, dolayısıyla yaşayış ve inançlarında önemli bir yer tutar. Ancak coğrafyayla bütünleşebilen bir millette vatan ve devlet anlayışı gelişebilir. Günümüz Türk dünyasını da göz önünde bulundurduğumuzda aynı sonuca varılabilir ki, Türklerin eskiden beri yaşadıkları topraklar, nispeten yüksek platolarla çevrili, su kaynaklarına sahip, yaylak ve kışlak alanlarının bulunduğu, uçsuz bucaksız bozkırlardır. Bu özellikleriyle Türk coğrafyası daha çok hayvancılığa müsait bir hayat tarzını ifade eder. Nitekim Hunların erken devirlerinden bahseden Han devri tarihlerindeki Hsiung-nu monografisinde, Türk coğrafyası ve yaşayışı hakkında şu bilgiler yazılıdır: “…Hun-yüler kuzey sınırlarında otururlar, otlakları takip ederek hayvan yetiştirir ve yer değiştirirlerdi. Yetiştirdikleri hayvanların çoğu at, sığır ve koyundu… Su ve otlakları izleyerek hareket ederlerdi. Surlarla çevrili bir şehirleri, sürekli oturdukları bir yer ve tarım yapmak gibi bir uğraşları yoktu. Ancak yine de herkesin kendine ait bir toprağı bulunurdu.”123 Kaynakta ‘Hunların tarım yapmak gibi uğraşları yoktu’ deniliyorsa da, bu ifade Türklerin tarımı bilmediklerini değil, ana geçim kaynağı olarak tarımı ön plana çıkarmadıklarını gösterir. Nitekim eldeki veriler, onların kendine ve hayvanlarına yetecek ölçüde ziraat yaptıklarına da işaret etmektedir124. Yaylak ve kışlak hayatının vazgeçilmez unsuru olan “konar-göçer”lik, Türklere has bir yaşayış biçimidir. Konar-göçerlik, yanlış bir biçimde, ilkel göçebelik ile karıştırılır125. Hâlbuki bu tip hayat tarzında, iki menzil arasında (yaylak ve kışlak) töre yani hukuk ile sınırları çizilmiş bir gidip gelme söz konusudur. Yani ilkel göçebelikte olduğu gibi herhangi bir hukuka bağlı olmayan, gelişigüzel bir göç söz konusu değildir126. Dolayısıyla “karnının doyduğu her yeri” makbul gören göçebelikte sosyal hayat ve iktisadi yapının yanısıra vatan mefhumu da gelişmez veya dar anlamıyla kalırken127, Türk konar-göçerliğinde, yer ve sub (su) “ıduk” yani mukaddes addedilir ve bu inanış, güçlü bir vatan anlayışını ifade eder. Orhun kitabelerinde “Üze Türk Tengrisi, ıduk yiri subı ança itmiş erinç. Türk bodun yok bolmasun tiyin, bodun bolçun tiyin”128 denilerek, İlteriş Kağan’a devlet kurma yetkisinin veriliş sebebi izah edilmiştir. Bu ifadeye göre Tanrı’nın Türk vatanını kutsal kılıp, düzenlemiş olmasının sebebi, Türk milletinin varlığını sürdürmesi içindir. Bu vatanı terk etmek, cezalandırılmayı gerektirmektedir. Nitekim yine kitabelerde “Tokuz Oguz bodun yirin-subın ıdıp Tabgaçgaru bardı”ğı129 için, yani kutsal vatan topraklarını terkettiği için cezalandırılmıştır. Hemen hemen aynı ifadeleri 15.-16. yüzyıl Osmanlı belgelerinde de görmekteyiz. Yaya-müsellem ve timar defterlerinde “yerin suyın (ıssuz) komak” tabiri sık sık kullanılmaktadır. Bu suçu işleyenlerin dirliği, ocağı veya muafiyeti elinden alınmaktaydı.

Büyük oranlarda hayvan sürülerine sahip olan Türk boyları, bir taraftan kutlu saydıkları coğrafya ile uyum içerisinde hayatlarını idame ettirirken, diğer yandan öteki boylar ile “töre” gereği münasebetlerini geliştirirler. Çünkü aynı tarz yaşayışa sahip olan boylar, gerektiğinde sürülerini birleştirerek, tabii afetler, kuraklık, otlak darlığı vs. gibi durumlarda ya da düşmanlarının saldırıları karşısında, işbirliği yapmak zorundadır. Bu ve benzeri sebepler Türk konar-göçerlerini birlikte yaşamaya, tasa ve sevinçte birliğe, kısacası “millet” olma şuuruna götürür. Sınırları belirli bir coğrafya üzerinde siyasi örgütlenmeye giden milletin ortaya çıkardığı hükmi kişilik ise devlet olarak nitelendirilir.

Bugün yanlış olarak doğrudan doğruya milletin karşılığı olarak kullanılan “ulus”, aslında üzerinde halkın yaşadığı belirli bir idari taksimata ayrılmış toprak parçasıdır.130 Bu anlamıyla Türkler “ulus” veya “uluş” sözünü, eyalet anlamında kullanmışlardır. Ancak bu kavram dahi vatan ile milletin birbirinden ayrılmaz olduğunu göstermektedir. Türklerin devlet için “il” sözünü kullanması da bu anlayışı doğrular. Göktürk, Uygur ve Karahanlı çağında “il” kavramı doğrudan devlet sözünü karşılamıştır. Bu devlet, belirli sınırları olan, üzerinde halkın yaşadığı bir devlettir.

Türkler yukarıda da belirttiğimiz gibi, en eski çağlardan beri güçlü bir millet anlayışına sahiptir. Millet için Göktürk kitabelerinde “bodun” veya “budun” ifadesi kullanılmıştır. Bodun sözü, bod veya boy olarak günümüze kadar gelen ve insan vücudunu karşılayan bir kelimedir. Dolayısıyla, ahenk içerisinde birbirini tamamlayan bir işleyiş yapısına dayanan sosyal birlik veya kabileler için de aynı kullanılmıştır. Ancak daha çok milletin temelini teşkil eden güçlü sosyal birlikler bodun olarak nitelenir ve “bağımsız, illi ve kağanlı” Türk milletini ifade eder. Göktürk kitabelerinde, devleti kuran boylar için Türk budun tabiri kullanılır. Bu anlamda Türgeşler, Oğuzlar için “Türküm budunum” denilmektedir. Dolayısıyla kitabelerde geçen Türk budun siyasi bir birlik içerisinde yaşayan hür, müstakil, bir ve beraber olan boyları kucaklayan geniş ve gelişmiş bir kavramdır. “Türk Sir Budun” tabiri de bu anlamda birleşik Türk boylarını karşılar. Bir araya gelememiş, teşkilatsız, dağınık boylara ise kitabelerde “Tölös (Töles)”131 denir. Kısacası budun veya milletin, devlet ve kağana sahip, siyasi bir birlik oluşturmaları şarttır. Nitekim boyları ifade eden “ok” tabiri de bu açıdan değerlendirilmelidir. On-ok, Üç-ok, Boz-Ok gibi Oğuz kollarının adında görülen “ok”, sosyal ve siyasi açıdan belirli bir birliğe bağlı olan boy anlamına gelir. “Ok”suz olan boy, hiçbir otoriteyi tanımayan asi grup demektir. Bu sebepten dolayı Türklerde ok tabiliğin sembolüdür. Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Han, üç küçük oğlunu temsil eden Üç-Ok’lara sembol olarak ok, üç büyük oğlunu temsil eden Boz-Oklara ise sembol olarak yay verir ve şöyle der; “Nasıl ki ok, yay kendisini nereye çevirirse oraya gitmek zorunda ise, küçük oğul da (hâkim olan) büyük oğula öyle tabi olmak zorundadır”132. Bugün Anadolu’nun bazı bölgelerinde, düğün merasimlerine davet edilmek üzere düğün sahibinin, yakınlarına “okuntu” yollaması da bu anlayışın değişik bir ifadesidir.

Kısacası, Türklerde bodun veya millet, birlikte yaşama arzusu gösteren, siyasi bir teşkilatlanmaya sahip hür ve müstakil topluluktur. Ortak hedef ve gayeleri olan insanlar, elbette aynı tarih, kültür ve yaşayışa sahip olurlarsa, bir ve beraber olurlar. Milliyet duygusunun gelişmesinde ortak değerleri benimseme ve onlara sahip çıkma bu açıdan önemlidir. Mete, Hun Devleti’ni kurduktan hemen sonra Çin hükümdarına yazdığı mektupta “eli ok ve yay tutan herkes Hun oldu” der133. Eğer dar anlamda kabileci bir anlayış Türklerde olsa idi, Selçuklu Devleti@nin hanedanı oluşturan, Kınık boyunu; Osmanlıların Kayı’yı devletlerine isim olarak seçmeleri gerekirdi. Aksine Osmanlılarda millet kavramı yalnız Türkleri kapsamıyor, devlet içindeki tüm insanları içine alıyordu. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ve “Türkiye Cumhuriyeti@ni kuranlara ve burada yaşayanlara Türk denir” tanımlaması da, bütünleştirici bir anlayışın ifadesidir.

Türklerin tarih boyunca pekçok devlet kurmaları, onların ne kadar teşkilatçı bir yapıya sahip olduklarını göstermesi bakımından dikkat çekici ise, kurulan devletlerin yıkılış sebepleri de o kadar ibret vericidir. Türk tarihinin geneli göz önüne alındığında çoğu devletin iç çekişmeler nedeniyle ortadan kalktığı veya yine bir başka Türk boyu tarafından yıkıldığı görülmektedir. Türklerin “ilsiz” ve “kağansız” kalmalarının en büyük sebebi, aslında kendilerini illi ve kağanlı yapan “Türk töresi”nden kopmaları olmuştur. İslamiyetten önce Orta Asya’da kurulan büyük Türk devletlerinin yıkılış dönemleri incelendiğinde bu gerçek açık olarak görülebilir. Hun ve Göktürk çağı buna iyi bir örnektir. İslami dönemde de mahiyeti biraz değişmekle birlikte töre ve adaletten ayrılan Türk devletlerinin zayıflamaya başladıkları izlenebilir. Hun devrine ait Çin kaynaklarındaki bilgiler, Göktürk kitabeleri ve İslami döneme geçiş devrinde yazılan Kutadgu Bilig ile Nizamülmülk’ün kaleme aldığı Siyasetname gibi kaynaklar, çözülmenin sebeplerini anlatan pek çok örneklerle doludur.

Orta Asya Türk tarihinde Türk devletinin kendini güçlü kılan Türk töresinden uzaklaşmasının ne gibi kötü sonuçlar doğuracağı, ezeli düşmanları Çin ile örnekleştirilerek anlatılır. Bunda amaç, tehlikeye dikkat çekilerek, devletin kendisine çeki-düzen vermesidir. Göktürk kitabelerinde buna dair çok sayıda örnek olmakla birlikte, henüz Hun çağında bile Çin adetlerini benimsemenin mahsurları, hem de bir Çinlinin ağzından, açık bir şekilde izah edilir. Mete’nin oğlu Kiyuk’un veziri olan Cung-Hang Yüeh, refah ve zenginliğe erişince gevşeyen ve Çin giyimi ve yemeklerine ilgi duymaya başlayan kağana bunun sakıncalarını şöyle anlatır:

“Hunların bütün halkını toplasanız, Çin’deki bir ilin nüfusu kadar bile tutmaz. (Nüfus bakımından) Çin daha güçlü sayılır. Ayrıca onların yiyecekleri ile elbiseleri de ayrıdır. Bu sebeple, Çin’de (yetişen ve yapılan) bu gibi mallara bağlanmak doğru değildir. Şimdi siz, Hun hakanı, geleneklerinizi değiştirip Çin’de bulunanan mallara sahip olmak isterseniz, Çin mallarının hiç olmazsa beşte birini satın almak zorunda kalacaksınız. Böylece Hun halkının hepsi, (ihtiyaçları için) hep Çin’e bakacak ve Çin’in tesiri altına girecektir.

Çin ipeklilerini alsanız ve elde etseniz bile, siz Hunlar çalılar ve dikenler arasında, hep at üzerinde dolaşmaktasınız. Giyecekleriniz ve pantolonlarınız az zamanda, çalılar arasında yırtılmış olacaklar. Elbette ki, ipekli elbiseler, şimdiye kadar giydiğiniz yün ve keçe elbiseleriniz kadar mükemmel ve elverişli olamazlar.

Yiyecek meselesine gelince: Çin yiyeceklerini elde etseniz bile, onlar da az zamanda tükenip gidecekler veyahut da yemeyip atacaksınız. Bu da gösteriyor ki, Çin yemekleri, sizin kımız ve yoğurtlarınız kadar lezzetli ve size uygun yiyecekler değildir.”134

Bugün dahi benzer meselelerle karşı karşıya olduğumuz göz önüne alınacak olursa bu öğütlerin doğruluğu ve güzelliği insanı şaşırtmaktadır. Göktürk çağında da devletin çöküşünü hızlandıran sebepler arasında Türk yaşayış ve töresinin terkedilerek Çin’e öykünmenin ilk sırada yer aldığı görülür. Çinliler bu durumun farkında olduğundan Türkleri kendi yakınlarına çekmeye çalışmış, taht mücadelelerini gizliden gizliye kendi çıkarları için körüklemiştir. Batı Göktürklerinin başında bulunan İstemi Yabgu’nun oğlu Tardu, ihtirası ile Doğu’daki İşbara Han’ın yüksek hâkimiyetini tanımayarak isyan ettiğinde, Çin devreye girerek, Göktürkler arasına iyice nifak sokmuş idi. İşbara’ya karşı isyanların gittikçe artması üzerine, Han, Çin’in himayesine girmeyi kabul etmiş, fakat Çin hükümdarı, bunun karşılığında Hunların Çin adetlerini benimsemesini talep etmişti. Çünkü Çin hükümdarı “Türklerin ok atamadıkları zaman tehlikeli olamayacaklarını” biliyordu.

Hun ve I. Göktürk devletlerinin başına gelenleri iyi bilen Bilge ve Kültegin kardeşler, II. Göktürk Devleti’nin aynı hatalara düşmemesi için, Çin’in asıl amacını kitabelere nakşederek ölümsüzleştirmişlerdir. Tarih şuuruyla nakşedilen öğütler, Türk töresini terketmenin ağır bedelini halka hatırlatmaktaydı:

“Tabgaç budun (Çin), altın, gümüş, ipek ve ipekli kumaşlardan bolca verirmiş. Çin milletinin sözü tatlı, hediyesi de çekici imiş. Tatlı söz ve yumuşak ipeği (hediyeleri) ile Çinliler, ararlar ve uzak milletleri (bulup) kendilerine bu yolla yakınlaştırırlarmış. (Yakınlarına gelip) konan (kavimlerin ise), içlerine fesat bilgisini yayarlarmış. İyi bilgiye sahip bilgi kişiyi, iyi cesur ve alp kişiyi yürütmez imiş. (Onların içinde) bir kişi yanılsa, beşiktekilere kadar (artık acımaz ve) kıymaz imiş. (Çin’in) tatlı sözüne, yumuşak hediyesine kanıp pek çok Türk öldü...”135

Bu muhteşem nutukta daha sonra I. Göktürk Kağanlığı’nın dağılarak çok sayıda Türk’ün katledildiği ve kalanların da Çin’e yerleştirilmeleri anlatılır. Kutlu yurt olan Ötügen’in terkedilmesi devletin yıkılış sebeplerinden biri olarak gösterilir ve Türk milleti birkez daha uyarılır:

“Türk milleti! Eğer o yerlere (Çin’e) varırsan öleceksin. Ötügen yerinde oturup, (Çin’e yalnızca) kervan ve heyetler gönderirsen, hiçbir kaygın olmayacaktır. Ötügen ormanında oturursan ebedi il tutacaksın. Türk milleti, artık tok olacaksın. Açlık, tokluk nedir bilmezsin. Bir doysan, açlık nedir bilmezsin. Bunun için, seni eğitmiş olan kağanının sözünü almadın. Yer sayarak (yerden yere) vardın. Oralarda hep tükendin ve zayıfladın. Orada kalmış olanlar ise, (yine) yerden yere gittiler. Hepsi, ölü (gibi) yürüyor idiler. Tanrı buyurduğu için; özümün kutu, talihi olduğu için kağan oldum...”136

Bu ifadelerde Türk milletinin “yanılma”sı ve “ilsiz” kalması anlatılır. Eğer millet vatanını ve kağanını terk ederse Tanrı tarafından cezalandırılır. Tonyukuk kitabesinde “Tanrı şöyle demiş: Han verdim hanını bırakıp teslim oldun. Teslim olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk milleti öldü, mahvoldu, yok oldu.” denir. Şüphesiz Türk devletlerini güçlü kılan millet-devlet kaynaşmasıdır. Devlet, milletine hizmet ettiği sürece “kutsal” kabul edilir. Orhun yazıtlarında Türk milleti bütün işini ve gücünü kağana verirken, kağanın da milletin başını dik tuttuğu, aç ve çıplak kimse bırakmadığı destanî bir dille anlatılır. Eğer kağanlar, babalarına benzemez, töreyi unuturlarsa, devlet ve millet felaketle karşı karşıya gelir. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, devletin zayıflayıp, parçalanması sebepleri bu açıdan şöyle anlatılır:

“Bilgisiz kağanlar, kötü kağanlar tahta oturmuş olduğundan; bakanları (buyrukları) da bilgisizmiş, kötü imiş. Beğleri ve halkı düzensiz (tüzsüz), Çin milleti aldatıcı ve sahtekâr olduğu, küçük kardeşi büyük kardeşe düşürdüğü, beğ ve halkın arasını açtığı için Türk milletinin ülkesi elinden çıkmış. Kağanlık tahtına çıkardığı kağanını kaybetmiş. Çin milletine beğ olacak erkek çocuğu kul, hanım kızı cariye oldu. Türk beğleri Türk adını bıraktı. Çin beğlerinin çince adlarını alarak Çin imparatoru için çalıştılar.”137

Görüldüğü gibi Orta Asya Türk tarihinde devletin yıkılış sebepleri daha çok Türk töresinin terki ve iç mücadelelerle izah edilir. Hunlar ve Göktürkler aslında kendi iç mücadelelerin sonunda zayıflamış, Çinliler sadece bundan faydalanmışlardır. Uygur Devleti de 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından yıkıldıkları halde, başlarına gelen felaketlerden hep Çinlileri mesul tutmuşlardır. Uygur destanlarında, hep Çin motifi işlenir. Çünkü Çin, Türk töresinin karşısındaki “yabancılaşma” tehlikesini sembolize eder.



KARAHANLI VE GAZNELİ TÜRK DEVLETLERİNİN KURULUŞ VE YIKILIŞLARINDAKİ PROBLEMLER

Hüseyin SALMAN

A) Karahanlı Devleti’ndeki Problemler

3.000 yıllık Türk tarihinde kuruluşu en büyük problem olan devlet Karahanlılardır. Bir defa isim suni (yapay)dir. İlk defa Orientalist V. V. Grigorev (1816–1881) Mâverâünnehr Karahanlılarına dair yazdığı bir makalede (1874) bu ismi kullandı. Daha önce “Türkistan Uygur Hanları” tabiri kullanılmakta idi. Karahanlılar tabiri bu sülalenin unvanlarında geçen “Kara” sözünden doğdu (Kara Han, Kara Hakan, Arslan Kara Hakan, Tamgaç Buğra Kara Hakan vb.). Bu konuda büyük bir çaba sarfeden Pritsak’a göre Altay kavimlerinde Çinlilerde olduğu gibi dört renk (Kara, Kızıl, Gök, Ak) dört ayrı yöne işaret etmekte idi. Bu sebeple Türkçe “kara” sözü araştırmacıya göre eski Türklerin yön tayininde “kuzey” manasına denk düşüyor ve hukuki rumuz olarak da büyüklüğü ve yüksekliği ifade eden bir tabir olmakta ve bu şekliyle Kara Han, Kara Ordu vb. birleşimlerinde “büyük baş” manalarında kullanılıyordu.138

Karahanlı Devleti’nin kuruluşunda asıl problem sülalenin menşei meselesinden ileri geliyordu. Konu ile ilgilenen araştırmacılar tarafından yedi ayrı görüş ileri sürülüyordu. Bunlar: 1) Uygur Faraziyesi, 2) Türkmen Faraziyesi, 3) Yağma Faraziyesi, 4) Karluk Faraziyesi, 5) Karluk-Yağma Faraziyesi, 6) Çiğil Faraziyesi, 7) Göktürk Faraziyesi. Yine Pritsak’a göre menşei ile ilgili olarak bu kadar çok görüşün mevcut olması, bir faraziyedeki delillerin doğruluğunun diğer faraziyelerdeki doğruları yok etmemesinden ileri gelmektedir. Bize göre bu görüşler içerisinde coğrafi ve tarihî delillere dayanarak Karluk faraziyesi bugün artık oturmuş vaziyette olup gerçeğe en yakın olan faraziyedir.

Meseleye coğrafi-tarihî açıdan baktığımızda görünen şudur. 552 tarihinde Ötügen’de Göktürk Hakanlığı kurulduğunda Bumin Hakan ülkesinin Batı yöresinin (Altay dağlarının batı kıyılarından başlayıp Tanrı dağlarının en doğu ucu arasında çizilecek eğri çizgi Doğu ve Batı Göktürk bölümleri arasındaki sınırı oluşturur) idaresini kardeşi İstemi Yabgu’ya verdi. Yabgu unvanı ile İstemi, Altay dağlarından Seyhun Nehri’ne kadar uzanan bu geniş araziyi 576 tarihine kadar 24 yıl boyunca iç işlerinde serbest, dış işlerinde ağabeyisine bağlı olarak yönetti. İstemi Yabgu burada Göktürklerin (Batı) esas boyları olan On-oklar ile beraber Karlukları, Çomulları, Çumileri vb. Türk boylarını gayet güzel idare ederek takdir topladı.

I. Göktürk Devleti’nin siyasi tarihinde bir süre sonra dalgalanmalar ve kargaşalıklar başgösterince ülke 581 tarihinde ikiye ayrıldı. Doğu Göktürk Devleti (581–630) ve Batı Göktürk Devleti (581–659) bölümleri ortaya çıktı. Böylece Karahanlıların coğrafi olarak kurulduğu arazi tas tamam Batı Göktürk Devleti arazisi oluyordu. İstemi Yabgu’dan sonra yerine geçen oğlu Tardu Hakan (576–603) dönemi ile Batı Göktürk Devleti’nde büyük bir gelişme görüldü. Tong Yabgu ile (618–630) bu gelişme zirveye ulaştı. Ancak 630 tarihinde hem Doğu ve hem de Batı Göktürk devletlerinde dış baskılar (Çin İmparatorluğu ) sebebiyle çözülmeler başladı. Doğu Göktürk Devleti 630 tarihinde yıkıldı. Batı Göktürk Devleti 659 yılına kadar bu dış baskılara dayandı. Bu tarihle (659) beraber Batı Göktürk Devleti de Çin İmparatorluğu’nun hegemonyasına girdi. Batı Göktürk ülkesinde Çin Devleti’ne tabi mahalli hükûmetler kuruldu. Bu durum 690 yılına kadar sürdü.

Elli yıllık esaret dönemini takiben Doğu Göktürk Devleti İlteriş Hakan’ın üstün gayretleri sonucu 682 tarihinde bağımsızlığını tekrar kazandı ve II. Göktürk Devleti olarak siyasi hayatına devam etti. Aynı İlteriş (682–692) Batı bölümüne 689–690 yıllarında yardım elini uzatarak onların da Çin hegemonyasından kurtulmasını sağladı. Batı bölümündeki On-ok boyları ve diğer Türk boyları Ou-tehe-le (ok: U-çe-le) isimli bir önderin yönetiminde Sarı Türgiş Devleti’ni kurdular (690–715). U-çe-le (690–706)nin devleti doğudaki Zaysan-Alagöl-Urungu üçgeninde yaşayan Karluk sınırından başlayıp Seyhun Nehri’ne kadar uzanıyordu. U-çe-le’den sonra Sarı Türgiş Devleti oğlu Souo-ko (ok: So-ko) zamanında (706–710 gelişme gösterdi. Bu devleti Türgişlerden siyah boyların önderi Sou-lou (ok: Sulu) Kağan’ın (716–737) kurduğu Kara Türgiş Devleti takip etti. Su-lu Kağan batı bölgesinde Emevilere epey sıkıntılı günler geçirtti ve kendisine “Ebu Müzahim” lakabı verildi. 738 ile 759 seneleri arasında On kabile içindeki Tu-lu ve Nu-şe-pi grupları devamlı çekişme halinde yaşadılar ve bu durum 759 yılına kadar sürdü.139

759 yılından sonra On-ok boylarının bölgede etkinliklerinin kalmadığı görülür. Bunda az önce bahsettiğimiz 738 senesi sonrasındaki iç çekişmelerin rolü olduğu gibi 748 yılında Çinli General Wang Tcheng-kien’in Tokmak Şehri’ni zaptetmesinin de rolü vardır.140 On-oklar Çu Vadisi’nden batıya doğru göç ederken daha sonraları “Oğuz” ismini alarak Seyhun nehri boylarında yavaş yavaş şehirlileşmeye başlayacaklardı.

On-okların boşalttığı sahayı Zaysan-Alagöl-Urungu göller üçgeninde oturan Karluklar doldurmaya başladılar. Burada Karahanlı Devleti’ni kuracak olan Karluklara dair geniş bilgi vermeyi lüzumlu görüyoruz. VI. asrın başlarında kurulan Göktürk Hakanlığı’nın önemli boylarından birisi olan Karluklar bir Türk kabilesi idiler ve Göktürklerin soyunun bağlı olduğu “Aşena” ailesine mensuptular. VII. asrın ortalarında onlar üç ayrı bölgede ikamet ediyorlardı. I. Yukarıda yazdığımız gibi Zaysan-Alagöl-Urungu göller üçgeninde oturan grup, II. Pei-ting’in kuzey batısında (Beşbalık) oturan grup ve III. Ötügen bölgesinde oturan grup.141 Birinci gruptakiler üç boydan ibaretti ve bu vesile ile kaynaklarda “Üç Karluk Boyu” diye geçer.142 650 senesini takip eden yıllarda Çinli General Kao K’an-tche Doğu Göktürk Devleti’nde Kiu-pi Kağan’ı mağlup edince birinci gruba mensup olan Üç Karluk kabilesinin hepsi de Çin İmparatorluğu’na tabi oldular. İmparatorluk 657 senesinde Üç Karluk boyundan birincisi olan Meou-lo Boyu’nun arazisinde kendisine tabi Yn-chan Hükûmeti’ni, ikinci kabile olan Tch’e-se boyunun arazisinde Ta-mo Hükûmeti’ni ve üçüncü boy olan Ta-che-li kabilesinin arazisinde Hiuen-tche Hükûmeti’ni kurdu. Bundan sonra Tch’e-se boyunun arazisi ikiye bölündü ve Kin-fou mahalli hükûmeti bu bölgeye ek olarak yerleştirildi. Üç kabilenin Çin’e bağımlılığı İkinci Göktürk Devleti’nin kuruluşuna kadar sürdü (682).

VII. asrın ilk yarısında Doğu ve Batı Göktürk devletleri arasında ikamet eden bu üç kabile bu Türk devletlerinin zayıflamalarında ve gelişmelerinde değişim (dönme) gösteriyorlardı. Ne bu Türk devletlerine itaati ve ne de baş kaldırmaları sürekli olmuyordu. Muhtemelen II. Göktürk Devleti’nin kuruluşunu takiben onlar güneye göç etmeye başladılar. Çin kaynaklarına göre onların askerleri kuvvetli ve savaşmaktan zevk alıyorlardı. Yen bölgesinin (Beşbalık) batısındaki muhtelif Türk boyları onlardan çok korkuyorlardı. 742 yılında Uygur ve Basmıllar ile birleşip II. Göktürk Devleti’nin Kağanı Ou-sou-mi-che (Ok: U-su-mi-şe) ye hücum edip onu öldürdüler. Sonra Uygurlar ile anlaşıp Basmıllara hücum ettiler (743) ve onların Kağanı Aşena ve Che (ok=Şe)’yi Beşbalıktan kaçırdılar. Aşena Şe Çin merkezine sığındı. Karluklar ve 9 Uygur boyu Hoai-jen Kağan (Kutluk Bilge Kül Kağan) diye adlandırılan Uygur hükümdarını başa geçirdiler (745). Sonra Ötügen Dağı’nda oturan Karluklar Uygurlara tabi oldular. Beşbalık ve Altay’da oturanları kendilerine birer Yabgu seçtiler (bağımsız oldular). Bir kaç zaman sonra Üç Kabile’nin Yabgusu Toen-pi-kia Türklerden Çin’e isyan eden bir kabilenin şefi olan A-pu-se’yi zincire vurdu ve Çin imparatoruna teslim etti. Bundan memnuniyet duyan Çin imparatoru, Karluk Yabgusu’na Altay Bölgesi Hükümdarı” unvanını verdi. Karluklar 756–757 yıllarından sonra zenginleştiler ve Uygurların gücüyle çekişmeye başladılar. 779 yılından sonra onlar tekrar güçlenmeye başladılar ve ikametlerini Çu Vadisi’ne naklettiler. Zayıflayan Türgiş boylarının Tokmak ve Evliya-Ata gibi önemli şehirlerini ele geçirdiler. Türgiş kabile grupları olan Tu-lu ve Nu-şe-pi boyları Karluklara tabi oldular. Böylece Karluklar 552 yılından beri orada oturan Batı Türklerine halef oldular.143


Yüklə 2,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   26




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin