Karluk Devleti (780–840)
Çin kaynaklarına göre Ta-li devrinden (766–779) sonra Karluklar güçlenmeye başladılar ve ikametlerini Çu Vadisi’ne naklettiler. Onlar böylece Ötügen’deki Uygur tehlikesinden ve Çin İmparatorluğu’nun etkisinden uzaklaşmış oluyorlardı. Türgiş devletlerinin iki eski merkezi Tokmak ve Evliya-Ata’yı ele geçirmekle bir nevi onların yerine yeni bir devlet kurmakta idiler. Yeni kurulan Karluk Devleti’nin merkezi Balasagun yakınlarındaki Ordu kent şehri idi. Bunun yanında yeni kurulan Karluk Devleti’nin kuruluş tarihi de Çin kaynaklarının verdiği bilgilere göre en erken 780 gibi görünüyor. O dönemden kalan para yeni bulundu. Kırgızistan’ın Çu Vadisi’nde yer alan Bişkek’in 50 km batısındaki eski bir Soğd kenti olan Şiş-tüb Arkeoloji Sitesi’nde oldukça ilginç olan bu paranın arka yüzünde “Karluk Han’ın parası” kelimeleri yer almaktadır.144 Devletin kurucusu olarak onların başında Arslan il Tirgüg’ü görüyoruz.145 Buradaki Tirgüg devlet kurucularına verilen bir unvandır.
Kuruluş yıllarında (780 civarında) Karluk Devleti’nin komşuları kuzeyde Oğuzlar ve Peçenekler, Doğuda I. Uygur Devleti ve Çin İmparatorluğu, güneyde Tibet Krallığı ve batıda Abbasi Devleti idi. 791 yılında Tibet Krallığı ile işbirliği yapan Karluk Hükümdarı Uygurların elinden Kağan-stupa Vadisi’ni (Beşbalık yakınında) aldı.146 Bu dönemde Uygurlar Çin İmparatorluğu ile dostane münasebetler tesis ederken Karluk Devleti, Tibet Krallığı ile işbirliğine önem veriyordu. Yine kuruluş yıllarında Arslan Han güneyindeki Çu Vadisi’ndeki Kasu, Yegen Kent, Ordu Kent ve Çiğil kent şehirlerini ülke topraklarına katmaktadır.147
840 yılı Ötügen Uygur Devleti için bir felaket yılıdır. Bu senede Kırgız baskınına maruz kalan bu Uygur Kağanlığı sakinleri beş ayrı bölgeye kaçmak zorunda kaldılar. Bu beş gruptan bir tanesi Uygur nazırı Si-şi-pang-tele’nin başkanlığında Karluk ülkesine (Beşbalık) sığındı Beşbalık Yabguluğu’na sığınan bu grup daha sonra kuvvetlenecek ve önemli olaylarda kendini gösterecektir.
Yıkılışına kadar Karluk Devleti’ni en fazla rahatsız eden ülke Abbasi İmparatorluğu oldu. Daha Halife El Mehdi (775–785) zamanında başlayan bu ilişkiler genellikle savaşları da beraberinde getirdi. Harun Reşid’in (786–809) halifeliği zamanında Karluk Yabgusu 792–793 sıralarında Fergane’ye bir taarruz yaptı ve bölgeyi ele geçirdi.148 Bu fethe karşı Abbasilerin Horasan Valisi olan Gitrif bin Ata aynı senede kumandanlarından Amr bin Cemil’i bir ordu ile Karlukları çıkarması için Fergane bölgesine gönderdi. Fakat Amr bu işi tam olarak sonuçlandıramadı ve arkasından bölgeye gönderilen Fadl bin Yahya el Bermeki149 meseleyi Abbasi Devleti lehine neticelendirdi. Yine Harun Reşid’in saltanatı sırasında halifeye karşı Rafi bin Leys150 isyanı patlak verdi. Rafi’nin hareketi genişledi ve kendisine Taşkent, Fergane, Hoçent vb. bölge hâkimlerinin yanında Dokuz Oğuz ve Karluk Yabgusu da katıldı.151 İsyan sırasında asilerle Hilafet ordusu arasında birçok çarpışma oldu. Sonunda Harun Raşid’in gönderdiği Herseme bin Ayan kumandasında bir ordu vaziyete hâkim oldu ve isyanı bastırdı. Bu isyanda Karluklar dâhil diğer bölge sakinleri Rafi’yi 809 da terk ettiler. Aynı şekilde ilişkiler Halife Memun (813–833) zamanında da devam etti. Vezir Fadl bin Sehl’in 816’da Otrar Vilayeti’ne yaptığı bir seferde Karluk ordusu feci bir bozguna uğradı. Abbasi Veziri bu seferinde Karluk Yabgusu’nun karısı ve çocuklarını esir aldı ve Yabgu da Kimek memleketine kaçmak zorunda kaldı.152 Yine Halife Memun zamanında son siyasi hadise olarak 822’de Saman’ın torunu Ahmed’den Fergane’yi alan Karlukların Horasan Umumi Valisi tarafından derhal çıkarıldıklarını görüyoruz. Memun’dan sonra Karluk Devleti ile Abbasi Devleti arasında bir savaş veya bir olay göze çarpmıyor. Bu durum IX. asırda Samanilerin bölgeye hâkim olmaları ve Abbasi Devleti ile Karluk Devleti’nin arasına tampon devlet gibi girmelerinden ileri gelmiş olabilir.153
Karahanlı Devleti’nin Doğuşu
Daha önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi 780’li yıllardan itibaren Çu Vadisi’ne ve dolayısı ile Karahanlı arazisine hâkim olan ve bağımsız yaşayan Karluk Türk boyudur. Üç boydan ibaret olan ve başlarında bir Yabgu bulunan bu boyun hâkimiyeti kesintisiz 840 yılına kadar devam etmiştir. 840 tarihinde Orta Asya’nın siyasi durumu değişti. Sayan dağlarında oturan Kırgızlar ani bir çıkışla Ötügen’deki Uygur Devleti’ni (Arap kaynaklarında Tokuz Oğuz) yıktılar. Ancak Kırgızlar dağlı bir Türk kavmi olup günlük hayatlarında dağ kültürü ile yoğrulmuş bir boy idi. Bu sebeple onlar Ötügen’de kalmadılar ve asıl yurtları olan Sayan dağlarına çekildiler. Bir diğer ifadeyle Kırgızlar bir Orta Asya hâkimiyeti peşinde koşmadılar. Pritsak’a göre Uygur Devleti’nin yıkılması, aynı zamanda bozkır hâkimiyetinin Ötügen ile bağlı olduğu inancının da yıkılmasını ortaya çıkardı.154 Bu durumu çok iyi değerlendiren Çu Vadisi’ndeki Karluk Yabgusu Arslan Han ki -kendi soyunu Göktürk Hakanlarının mensup olduğu Aşena sülalesine bağlıyordu.- kendisini bozkırlar hâkiminin (Göktürk Hakanı) kanuni halefi ilan etti ve büyük kağanın unvanını (Kara Hakan) aldı. Merkez olarak da Çu Vadisi’nde Balasagun civarında kaynaklarda Kara Ordu veya Kuz Ordu ismiyle geçen Ordukent’i seçti. Alınan unvanla beraber devletin ismi de değişti. Kara Hakan ile beraber Karahanlı ismi doğmuş oldu.
Olayların akışı bize gösterdi ki Karluklara halef olan Karahanlılar’dır. Yani Karahanlı Devleti bir meydan savaş sonucu veya bir barış antlaşması neticesinde kurulmadı. Bu bir hâkimiyet anlayışı sonunda, sosyolojik bir değişim neticesinde ortaya çıkan yeni durum oldu.
Arslan Kara Hakan bu yeni durumu devam ettirmek için önce dâhili organizasyona eğildi. Altay geleneğine uyarak sayıları çok fazla olan Türk boylarının yönetimini ve ülkenin idaresini ikiye böldü. Doğu bölgesinin yönetimini Arslan Kara Hakan unvanı ile kendisi üstlendi ve kendisine merkez olarak İslam kaynaklarında Ordukent olarak geçen şehri (Balasagun yakınlarında) seçti.155 Aslan Kara Hakan fiiliyatta bütün Karahanlı sahasının hükümdarı sayılıyordu. Ülkenin batı bölümünün yöneticisi şerik kağan unvanını taşımakta idi. Onun yönetim merkezi ise Çu Vadisi’ndeki Taraz Şehri oluyordu. Şerik (ortak) kağanın unvanı Buğra Kara hakandı. Pritsak’ın çok güzel tasbit ettiği gibi bu unvanlardan Arslan Üç Karluk boyundan birisi gibi görünen Çiğillere aitti. Batı bölgesinin hâkimi olan Buğra Han’daki Buğra unvanı da Yağma kabilesinin ongunu oluyordu. Yine Pritsak’a göre Yağmalar bu asırda Karluk birliğini meydana getiren boylardan birisi idi. Kanaatimize göre bu topluluk 1700 kabileden meydana gelen Yağmaların tamamı değil, Tanrı dağlarından batıya göç eden küçük bir grubu olmalıdır.
Bu konuda ilave edilebilecek son cümleler şunlar olabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi Karahanlı Devleti bir meydan savaşı sonucunda, bir barış antlaşması neticesinde veya büyük bir göç olayı nihayetinde kurulmuş bir devlet değildi, tamamen siyasi ve sosyolojik değişmeler sonucu ortaya çıkmış bir Türk devleti oluyordu. Tarihte benzer bir örneğini görmek de pek mümkün değildir. Bu bize aynı zamanda kültürel olarak eski Türk cemiyetinde aile ve boy bağlarının çok kuvvetli olduğunu göstermektedir. En son 744 yılında yıkılmış olan II. Göktürk Devleti’nin hâkimiyet anlayışının devam ettirilmesi düşüncesi ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Karahanlı Devleti’nin Yıkılışındaki Problemler
Karahanlı Türk Devleti’nin yıkılışında da problemler yaşandı. Önce 1042 tarihinde resmen ikiye ayrılmakla devletin gücü parçalanmış oldu. 1210 tarihinde Nayman Güçlük’ün Kaşgar’ı alması ile Doğu Karahanlı Devleti sona erdi. Bunu takiben 1212 yılında Harzemşahlar Batı Karahanlı Devleti’ne son verdiler. Her ikisinin de yıkılışında görülen hatalar ve aksaklıklar şunlardır. Taht kavgaları ve bu yolda yapılan mücadeleler her iki bölümü de yıpratmış ve yıkılış sebebi olmuşlardır. Yine her iki bölümde göçebe-yerleşik hayat çekişmesi olmuş bunlar dâhili isyanlara zemin hazırlamışlardır. Ayrıca Karahanlılarda askerî teşkilatta bir gevşeklik göze çarpmaktadır. Gazneliler ile yapılan savaşlarda bu durum açık olarak görülür.
Gazne Türk Devleti’nin Kuruluşunda Yaşanan Problemler
124 yılı aşkın bir süre tarih sahnesinde kalan bu devlet 20’ye yakın hükümdar tarafından yönetildi. Gazne Türk Devleti’nin tarihimizde enteresan bir yeri vardır. Bu da bir şehrin (Gazne) bu Türk Devleti’ne isim olmasıdır: X. asırda İslam Ülkesi olan Abbasi İmparatorluğu’nun uç bölgelerinde hâkimiyet elde etmek için Türkler ve İranlılar arasında mücadeleler başladı. İşte Gazne Devleti bu mücadeleler sonucu kurulmuş bir Türk devletidir. İranlı veya Soğdlu Tacik aslından gelen Samaniler IX. asrın başında bağımsız bir devlet kurdular. Bunların valileri ve kumandanları arasında Türk isimlerine tesadüf edilmeye başlandı. “Türk köleler” adı verilen bu isimler yavaş yavaş önemli mevkilere yükselmeye başladılar. Bunlar, İran’da, Mâverâünnehr’de ve şimdiki Afganistan’da Türklerin yerleşmelerine yol açtılar. Bu önemli şahsiyetlerin önde gelen isimlerinden birisi de Alp Tigin idi. O, önce mabeyinci ve arkasından 955 yılında Herat Valisi olmuştu.
Samanilerden Mansur bin Nuh zamanında (961–976) Alp Tigin gözden düşmüş ve ülkenin doğusuna çekilip kendisini itaate almak için yapılan teşebbüslere karşı direnmişti. O, bununla da kalmamış Gazne şehrini işgal etmiş ve 963 yılında orada ölmüştü.156 Gazne daha önce Samani mülkü değildi. Civardaki büyük şehirlerden birisi olan Kabil’e de Hinduşahiler hâkimdi. Gazneliler Devleti’nin kuruluşunda en büyük problem Türk boylarından sadece Halaçlara dayanması idi. İleride de görüleceği gibi bu Türk boyu yabancı bir ülke arazisinde zar gibi ince bir tabaka şeklinde kalacak bu da daha başka problemleri yanında getirecektir. Devlet yöneticileri Orta Asya’dan diğer Türk boylarını buraya çekmek için girişimde bulunmadılar.
Gazne Devleti’nin Yıkılışındaki Yaşanan Problemler
Gazne Devleti’nin kuruluşunda yaşanan problemler yıkılışının da hazırlayıcısı oldular. Gazne ordusu Türk ırkından Halaçların yanı sıra Türk olmayan Guri, Afganlı ve Hindulardan meydana geliyordu. Dil ve din birliğinin bulunmadığı ülkede yukarıdaki gruplardan müteşekkil orduda da problemler yaşandı. Kuvvetli ve otoriter bir hükümdarın elinde varlık gösteren bu ordu, dirayetsiz yöneticilerin elinde disiplinsiz bir grup oluşturuyordu. Burada en büyük eksiklik Orta Asya’daki diğer Türk boylarının ülkeye iskânını sağlayacak bir göç köprüsünün kurulamamasıdır. Osmanlı Devleti’nde de yaşanan bu problemi Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa çözmeye çalışmıştı. Fakat Gaznelilerde buna benzer bir yönetici hiç görülmedi. Gazne Türk Devleti’nin yıkılışında yaşanan bir diğer problem de ülkenin çok dağlık olması idi. Bu da başta ulaşım ve lojistik olmak üzere birçok problemi beraberinde getiriyordu.
SELÇUKLU DEVLETLERİNİN KURULUŞ DEVİRLERİNDE ETKİLİ OLAN AMİLLER ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
Haşim ŞAHİN
Selçuklular, Türklerin tarih boyunca kurduğu dört büyük imparatorluktan birisi olarak kabul edilir. Selçukluların, asıl yurtları Hazar Denizi ile Aral Gölü’nün kuzeyindeki bozkırlarda bulunan Oğuzların Kınık Boyu’na mensup olduğu bilinmektedir157. Hanedana adını veren Selçuk’un babası Dokak, bu sülalenin bilinen ilk reisidir. Kuvvetli bir kimse olmasından dolayı kendisine “Demir Yaylı=Temür Yalıg”158 unvanı verilmişti. Oğuz Yabgu Devleti’nde “subaşı” olarak görev yapan Dokak, “Yabgu’nun çok güvendiği, devlet işlerinde danıştığı birisiydi”159.
Dokak, Selçuklu ailesinin adı bilinen ilk reisi olması hasebiyle, kuruluş sürecinin başlatıcısı olarak kabul edilir. Bu yüzden olsa gerek, M. Altay Köymen, Selçuklu Devleti’nin kuruluş devrinin Dokak’ın Oğuz Yabgu Devleti hükümdarının maiyetinde bulunduğu zamandan başladığı ve Dandanakan Muharebesi ile son bulduğu kanaatini dile getirir160.
İslami Devlet Olmanın Önemli Bir Şartı Gaza ve Cihad: Gazi Selçuk Bey
Dokak’ın ölümünden sonra subaşılık görevi bu sırada genç bir delikanlı olduğu ifade edilen oğlu Selçuk Bey’e tevcih edilmiştir. Selçuk’un genç yaşta böylesine önemli bir göreve getirilmesi, devlet ve hükümdar nezdindeki itibarını göstermesi bakımından önemlidir. Ancak, o, bu mevkiine rağmen, bilhassa Hatun’un kışkırtmaları neticesinde Yabgu’nun gözünden düşmüş, öldürülme korkusu hissetmeye başlayınca da, Oğuz Yabgu Devleti’nin başkentinden ayrılarak, yaklaşık 350/961 yılı civarında Cend bölgesine göç etmiştir161.
Bar Habraeus, Selçuk’un, Yabgu ile arası bozulunca kabile mensuplarını toplayıp, at, deve, koyun ve ineklerini alarak “çobanlık etmek” bahanesiyle Turan diyarından İran diyarına geçtiğini yazmaktadır162. Bu ifadeler, ailenin hayatında hayvancılığın yerini göstermesi açısından önemlidir. Nitekim kısa bir süre sonra da sürülerine otlak bulmakta sıkıntı çekmeye başlayınca Cend civarından hareketle Horasan civarına doğru kaymaya başlayacaklardır163.
Cend, Selçuklu ailesinin göç ettiği dönemde, gezi ve ticaret yolları üzerinde kurulmuş bir pazar kenti, daha doğrusu bir uc konumundaydı. Uc, bir göçebe siyasi birliğinin, komşu yerleşik devletlerin hâkimiyeti altındaki yerlere doğru sokulmasıyla teşekkül ediyordu164. Buralar, yerleşiklerle ortak yaşamaya alışmış, girişken göçerlerin cirit attığı, her türlü alışverişin yapıldığı yerlerdi. X. asrın ikinci yarısından itibaren bölgede İslam dini yayılmaya başlamıştı ve Cahen’e göre gezici dervişlerin ve tüccarların bu yayılışta büyük payı vardı165. İslamiyet, bölgede manevi güç olarak, sapkın akımlara karşı Sünni tepkinin savunmaya geçtiği yerlerde daha etkin bir yayılma alanı bulabiliyordu. Bu tepki, daha ziyade bu uğurda savaşanların temsil ettiği gazilik anlayışı çerçevesinde ön plana çıkmıştı166.
Selçuk, İslam etkisinin yoğun olarak hissedildiği böylesine bir uca yerleşince kabilesinin önde gelenlerini toplamış, onların da fikirlerini aldıktan sonra İslam dinini kabul etmeye karar vermiştir. Burada, Selçuk’un, eski Türk geleneğine uygun olarak bir “kurultay” toplaması ve boyunun geleceğini ziyadesiyle etkileyecek böylesine bir kararı kurultay kararıyla alması dikkat çekicidir.
Bar Habraeus bu olayı şu şekilde nakletmektedir:
“Bunlar İranlıların Müslüman olduklarını görerek birbirleri ile konuştular ve ‘biz içinde yaşamak istediğimiz bu memleket halkının dinini kabul etmez ve onların türelerine uymazsak bir kimse bize iltifat etmez ve bir tek başımıza yaşamağa mahkûm bir azlık halinde kalırız’ dediler”167.
Bu ifadeler, aynı zamanda Selçuk Bey’in bölge şartlarını ve devletlerarası dengeleri gözetmek bakımından ne derece zeki bir devlet adamı olduğunu görmek açısından da önemlidir. Bununla birlikte, Selçukluların İslam dinini kabulünü sadece siyasi endişelere bağlamak da doğru bir yaklaşım olmasa gerektir. Nitekim Zeki Velidi Togan, Selçukluların, Selçuk Bey’in İslam dinini kabulünden önce, yaklaşık yüz yıllık bir süreçte bu dini tanıma gayreti içerisinde olduklarını ifade etmektedir168. Kaynaklarda, Selçuk’tan önce, babası Dukak’ın da Müslüman olduğu yönünde verilen bilgilerin varlığı da göz ardı edilmemelidir169.
Selçuk Bey’in İslam’ı kabulünden kısa bir süre sonra, yeni dininin en büyük savunucularından birisi haline gelmesi de yine, ailenin eskiden beri İslamiyet’e duydukları sempati ile alakalı olsa gerektir. Selçuk, İslam’ı kabul edince, durumu bölgenin valisine bildirmiş ve kendilerine İslam’ı daha iyi öğretecek fakihler göndermesini istemiştir. Vali, birçok hediyelerle birlikte bunlara yaşlı bir adam göndermiş ve bu adam da onlara istediklerini öğretmiştir170. Burada, İslam dinini doğru bir şekilde öğretmek gayesiyle yetiştirilen fakihlerin daha sonraki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de İslam dininin daha iyi anlaşılması noktasında ne derece önemli bir görev üstlendiklerine dikkati çekmek gerekir.
Selçuk Bey, kısa sürede siyasi nüfuzunu artırarak ucda İslam’ın bölgedeki en önemli savunucularından birisi haline gelmiştir. Bu tavrını da, yıllık vergiyi toplamaya gelen Oğuz Yabgu’sunun memurlarına “Müslümanların kâfirlere haraç vermeyeceğini” söylemek suretiyle ortaya koymuştur171. Selçuk Bey’in Oğuz Yabgu’sunun vergi memurlarına karşı gösterdiği bu tepki ve ardından gönderilen orduyla savaşması, Selçukluların kuruluş aşamasındaki ilk siyasi adım olarak kabul edilebilir172. Zira Yabgu ile bir süre önce din değiştirme suretiyle başlayan ayrışma bu şekilde siyasi bir boyut da kazanmıştır.
Bu olay, Selçuk Bey’i, savunma durumundan saldırı durumuna da geçirmiş; kısa bir süre sonra ucda İslam’ın temsilcisi sıfatıyla Oğuz Yabgu Devleti topraklarına gaza akınlarına başlamıştır. Elbette, Selçuk Bey’in bu akınlarını siyasi nüfuzunu artırmak gayretiyle mi, yoksa gerçekten de büyük bir samimiyetle İslam’ın yayılmasına hizmet etmek gayesiyle mi yaptığı konusunda yeterince fikir sahibi olmayı kolaylaştıracak somut bilgiler kaynaklarda mevcut değildir. Ancak, bir kez daha ifade etmek gerekir ki, Z. V. Togan’ın öne sürdüğü görüşlerin geçerliliği kabul edildiği takdirde ikinci ihtimalin daha kuvvetli olduğuna kolayca hükmedilebilir. Kesin olarak bilinen ise, Selçuk Bey’in, yaptığı gaza akınları neticesinde bölgede yaşayan Müslüman topluluklar arasında büyük şöhret kazandığı ve bu sayede komşularıyla ittifak yapabilecek derecede güçlendiğidir. Nitekim o, bu gayretleri neticesinde “Melikü’l-gâzî Selçuk b. Tukak” unvanına sahip olmuştur173. Bölgede hüküm süren iki büyük devletten birisi olan Samanilerin, devlet sınırlarını korumaları karşılığında ailenin Buhara yakınlarındaki Nur kasabasına yerleşmesine müsaade etmeleri buna verilebilecek güzel bir örnektir. Selçuk Bey, oğlu Arslan’ı anlaşma uyarınca bu bölgeye göndermiş, kendisi ise Cend’de kalmayı tercih etmiştir174.
Selçuk Bey, yaklaşık yüz yaşlarında iken 397/1007 yılında vefat ettiğinde geriye beş oğlundan, daha önce vefat eden Tuğrul ve Çağrı Beylerin babası Mikail’in haricinde Arslan (İsrail) Yabgu, Yunus, Yusuf ve Musa Yabgular kalmıştı175. En büyük oğul olan Mikail daha önceden öldüğü için ailenin riyaseti Arslan Yabgu’ya verildi.
Kuruluşun Temel Dinamiği Siyasi Güç: Arslan Yabgu ve Türkmenleri
Arslan Yabgu, babasından aldığı siyasi mirası her geçen gün biraz daha ileriye götürmüş, sürekli artan Oğuz göçlerinin etkisiyle daha da güçlenerek devletler arasındaki siyasi ilişkilerde dengeleri değiştirebilecek bir güce ulaşmıştır. Fakat bu güç, Karahanlı Devleti üzerinde bir baskıya dönüşmeye başlayınca, bu duruma bir son vermek isteyen İlig Nasır Han, Gazneli Mahmud ile Selçuklu Türkmenlerinin tasfiye edilmesi yönünde bir anlaşma imzalamıştır176. Bu anlaşma çerçevesinde hareket eden Gazneli Mahmud, bir hile ile ele geçirebilmek için, anlaşma vaadiyle Arslan Yabgu’yu sarayında bir ziyafete davet etmiştir. Ravendî, Sultanın sarayında gerçekleştiği ifade edilen bu görüşmeyi şu şekilde nakletmektedir:
“İsrail gelince, Mahmud ona ziyade ikram eyleyip kendisiyle beraber tahta oturttu. Onu kendisine yaklaştırıp hoş geldin diyerek hal hatır sordu. Söz sırasında dedi:’Bizim her zaman Hindistan’da kâfirlere karşı gaza yapmak için, büyük bir orduya ihtiyacımız vardır. Horasan illeri ihmal edilmiş, askersiz kalıyor. Sizinle tam bir misak ve anlaşma yapmayı arzu ediyorum. Eğer bir taraftan bir düşman kalkıp bir fitne çıkarır da yardıma muhtac olursak, sizin ordunuzdan yardım isteyelim’. İsrâil cevap olarak şöyle dedi: ‘Bizim tarafımızdan kullukta kusur olmaz’. Mahmud dedi: ‘Eğer ihtiyaç olursa hangi alâmetle bize yardım gelir ve ne miktar gelir?’. İsrâil koluna bir yay asmıştı ve elbisesinin kuşağına iki tane ok takmıştı. Onlardan bir oku Mahmud’a verip dedi: ‘Muhtac olduğun vakit bunu bizim kabilemize gönder, yüz bin atlı imdadına yetişir’. Mahmud dedi: ‘Ya kâfi gelmezse?’. Öteki oku önüne koydu ve dedi:: ‘Bunu Belhan-Kûh’a (Horasan’ın güneydoğusunda bir dağın adı) gönder; elli bin süvari imdadına gelir’. Mahmud dedi: Bu da kâfî gelmezse?’. Yayı vererek söyledi: ‘Nişan olarak Türkistan’a gönder, istersen iki yüz bin süvari gelir’. Mahmud bu sözlerden endişeye düştü ve onu aklında tuttu177.
Arslan Yabgu’nun bu şekilde bir tavır sergilemesi karşısında siyasi açıdan endişeye kapılan ve sahip olduğu gücün farkına varan Gazneli Mahmud, hile ile onu yakalatarak Kalincar Kalesi’ne hapsettirmiştir. Bu olay, Selçuk Bey’in iki yüz adamla Cend’e göç ettiği dönemden itibaren Selçuklu ailesinin ulaştığı gücü göstermesi açısından son derece önemlidir. Arslan Yabgu bu coğrafyada yaşayan Oğuzları kendi etrafında toplamayı sağlayabilecek karizmatik bir lider konumuna yükselmiştir. Gazneli Mahmud’a yardım bahanesiyle, verdiği gözdağının arka planında da cengâver karakterine ve etrafına topladığı soydaşlarının kendisine verdiği sınırsız desteğe olan güvenci yatmaktadır.
Arslan Yabgu’nun, Kalincar Kalesi’nde hapis kaldığı sırada kendisini kurtarmaya çalışan oğullarına, Oğuz geleneğindeki soy asaletine dayanan hükümdarlık sistemine atıfta bulunmak suretiyle yaptığı vasiyeti de hayli ilginçtir. O, oğullarına hükümdarlık elde etmeye çalışmalarını, on defa yenilseler bile yılmamalarını ve devlet kurma fikrinden vazgeçmemelerini öğütlemektedir. Zira ona göre, “Gazneliler Devleti’nin hükümdarı olan Mahmud soyu sopu belli olmayan bir köle oğludur ve hükümdarlık onun elinde kalmayacaktır”178.
Bu anekdot, Arslan Yabgu’nun şahsında, kuruluş dönemindeki Selçuklu beylerinin devlet kurma yolunda ne kadar azimli, kararlı ve planlı hareket ettiklerini ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. Nitekim onun ölümünden sonra ailenin reisliğini üstlenen yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Beyler ile kardeşi Musa Yabgu, tam da onun istediği gibi hareket etmişler, yaptıkları savaşlarda defalarca yenilgiye uğramalarına, baskınlara uğrayıp neredeyse soyları kuruyacak şekilde sayılarının azalmasına rağmen bu ülkülerinden hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir.
Hanedanın Soy Arasında Paylaşımı
Arslan Yabgu, Kalincar Kalesi’ndeki esaretinden, oğullarının gayretlerine rağmen kurtulamamış, yaklaşık yedi yıl hapiste kaldıktan sonra 1032 yılında vefat etmiştir. Onun hapiste olduğu yıllarda, kardeşi Yusuf, Yabgu unvanıyla bir süre Selçukluların idaresini üstlendiyse de 1030 yılında Ali Tegin tarafından öldürülmüştü. Bu nedenle, Arslan Yabgu’nun ölümü üzerine ailenin idaresi kardeşi Musa (İnanç) Yabgu’nun ve yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Beylerin eline geçmiştir. Burada Selçuklu idaresinin Türk Devlet Geleneği içerisinde önemli bir yer tutan müşterek hükümdarlık sistemini uyguladıkları görülmektedir179. Selçuklu beylerinin bu dönemi hayli sıkıntılar içerisinde geçmiştir. Zira Arslan Yabgu’nun yüksek hâkimiyeti altında toplanan göçerler, onun ölümünden sonra yabguluk unvanına sahip olan Musa’nın idaresi altında toplanmamışlar ve kısa süre içerisinde farklı bölgelere dağılmışlardır. Bu sebepten dolayı, Selçuklu Devleti’nin kuruluş süreci diğer devletlerle kıyaslandığında bir hayli uzamış ve sancılı geçmiştir. Ancak, genç Selçuklu beyleri bu zor şartlar altından kurtulmayı başarmışlar ve kendilerine yeni hâkimiyet alanları aramayı tercih etmişlerdir.
Arslan Yabgu gibi güçlü bir liderin hâkimiyeti altında sayıları devletlerarası dengeleri değiştirecek kadar fazla olan göçerlerin kısa süre içerisinde değişik bölgelere dağılması ve bu yüzden Tuğrul ve Çağrı Beylerin bir anda amcalarının hatta dedeleri Selçuk’un ilk zamanlarındaki sayıya düşmeleri göçerlerin genel karakteristiği ile yakından alakalıdır. Zira bu göçerlerle, üzerlerinde hâkimiyet kurmuş yahut peşlerine takıldıkları beyleri arasında sıkı bir bağ yoktu. Çünkü onların beylerle ilişkileri gündelik çıkar ilişkilerinden başka bir şey değildi. Bir gün bir beyi desteklerken başka bir gün bir başkasını destekleyebiliyorlardı180. Nitekim bu göçerlerin çoğu da Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra “beylerinden zulüm görmekte ve eziyet çekmekte olduklarını” söyleyerek Gazneli Mahmud’un himayesi altına girmişlerdir181.
Bu şekilde Selçuklu göçerlerinin büyük bir kısmı Gazneli Mahmud’un hizmetine girerken, Tuğrul Bey’in idaresindeki bir bölümü çöllere çekilmiş, Çağrı Bey kumandasındaki birlikler ise Anadolu tarafına bir akın gerçekleştirmişlerdir182. Çağrı Bey’in 1018 yılında gerçekleştirdiği bu akın sonrasında söylediği ifade edilen sözler, daha o dönemde bile Anadolu coğrafyasının Selçuklular nezdindeki önemini gösterir. O, ağabeyine Harezmliler ve Gaznelilerle baş etmelerinin çok zor olduğunu, buna mukabil Anadolu coğrafyasına yapacakları akınların daha zahmetsiz olacağını ve bu bölgeleri daha kolay kontrol altına alabileceklerini söylemiştir183.
Tuğrul ve Çağrı Beyler ne yapacaklarını çok iyi bilen ve adamlarına tam anlamıyla hükmeden iki lider durumundaydılar. Onlar bu süreçte, Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerine ağırlık verip kendilerini ihmal etmesinden kaynaklanan boşluğu bu şekilde bâkir bölgelere akınlar yapmak ve dağılan boylarını yine tek bir idare altında toplamak suretiyle değerlendirmişlerdir184. İki kardeş devlet kurma yolunda gerekli her türlü adımı atıyorlar ve bu süreçte desteklerini almak istedikleri her zümre ile yakın ilişkiler içerisine giriyorlardı. Siyasi başarının yanı sıra, boy teşkilatının birliği gözetiliyor, dervişler ve fakihler gibi sivil hayatta söz sahibi zümrelerle olan ilişkiler de ileri seviyeye götürülüyordu.
Dostları ilə paylaş: |