BÜYÜK MİLLET MECLİSİ HÜKÜMETİ
1921 yılı Mart ayında Büyük Millet Meclisi ikinci içtima yılı Mustafa Kemal Paşa’nın açış nutkunda belirttiği üzere 350 kişi ile açılmıştır.65 Seçimler 12 Mayıs 1920 tarihinde yapılmış olmasına rağmen, 1921 yılında henüz bütün mebuslar Büyük Millet Meclisi’ne katılmış değildir. İntihap mazbataları onaylandığı halde Meclis’e katılmayanlar olduğu gibi başka meslekleri tercihen mebusluktan istifa edenler de vardır. Meclise katılmayanların mebusluklarına ilişkin Divanı Riyaset görüş oluşturmakta ve Meclis karar almaktadır. Buna göre, mebuslar ya Nısabı Müzakere Kanununa göre müstafi addolunarak ıskat edilmekte ya da kendilerinden Kanunda belirtilen sürede Meclise iştirak etmemelerinin nedeni sorulmaktadır. Meclisten ıskat Nısabı Müzakere Kanunu’nun 3.maddesinde düzenlenmiştir: “Büyük Millet Meclisi Âzasından senede iki ay bilâmâzeret ve bilâfâsıla devam etmeyenler Heyeti Umumiye karariyle müstafi addolunurlar.”
İki kişi, Veysel Rıza Bey (Gümüşane) ve Mehmed Hulûsi Efendi (Yozgad) başka meslekleri tercihen mebusluktan istifa etmiştir. Bilâ mezuniyet Meclise iltihak etmemiş olduğundan 4 kişi müstafi sayılmıştır: Hulûsi Bey (Konya), Halil Hilmi Efendi (Karahisarı Sahib), Dr.Mustafa Bey (İzmir), Ahmet Bey (Ertuğrul). Dersim Mebusu Mustafa Ağa, Kanunda belirtilen süreyi geçirmiş olmakla birlikte müstafi addolunmasına dair Divanı Riyaset Kararı reddedilmiş ve kendisi bir süre sonra Meclise iştirak etmiştir.
Reşit Bey’in (Saruhan) mebusluğu Ethem Bey ve Tevfik Bey ile birlikte hareket ederek vatana ihanet ettiği gerekçesiyle 8 Ocak’ta düşürülmüştür. Menteşe Mebusu Yunus Nadi Bey’in masuniyeti teşriiyesinin kaldırılması istenmiş; Tokad Mebusu Nâzım Bey’in masuniyeti teşriyesi Karahisarı Sahib (Afyon) Mebusu Mehmet Şükrü Bey’le beraber komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle kaldırılmış ve Nâzım Bey, Hiyaneti Vataniye Kanunu’na istinaden suçlu bulunması üzerine mebusluğu 12 Mayıs’ta ıskat edilmiştir.
1921 yılında 7 mebus hayatını kaybetmiştir. Vefat eden mebuslar, Mustafa Efendi (Niğde), Salâhaddin Bey (İstanbul), İsmail Fazıl Paşa (Yozgad), Hamza Hayatî Bey (Menteşe), Hasan Tahsin Bey (Mardin), Murad Bey (Kastamonu) ve Fuad Bey (Çorum)’dir.
Var olan açıklar nedeniyle usulüne uygun olarak yapılan seçimler sonucunda 13 yeni mebus Büyük Millet Meclisi’ne katılmıştır. 1921 yılında Meclise katılan isimler şu şekildedir: Hafız Mehmed Bey (Trabzon), Celâl Bey (Trabzon) [Celalettin Aykar], Hasan Bey (Trabzon), Hamit Bey (Trabzon) [Nebizade Hamdi Ülkümen], Tevfik Bey (Van), İbrahim Bey (Karesi), Hacı Arif Bey (İstanbul), Hilmi Bey (Ardahan), Cavid Bey (Kars), Fahrettin Bey (Kars), Binbaşı Rıza Bey (İstanbul) [Ali Rıza Bey], Ali Rıza Bey (Kars) ve Veliyüttün Bey (Saltıkgil) (Burdur). Kadri Bey’in (Ergani) mebusluğu ise kabul edilmemiştir.
Malta sürgünleri serbet bırakıldıktan sonra 11’i Meclis’e katılmıştır: Faik Bey (Edirne), Şeref Bey (Edirne), Ali Bey (Karahisarı Sahib), Ali Cenani Bey (Gaziantep), Rauf Bey (Sivas), Zülfi Bey (Diyarıbekir), Vâsıf Bey (Sivas), Celâl Nuri Bey (Gelibolu), Numan Usta (İstanbul), İlyas Sami Efendi (Muş), Ali Fethi Bey (İstanbul). 1921 yılında mebus olduğu halde Meclis’e katılamayan tek kişi İzmir Mebusu Tahsin Bey olmuştur. Tahsin Bey, 11 Mart 1922 tarihinde Meclis’e katılabilecektir.
1921 yılında Malta sürgünlerinden Tahsin Bey’in dışında, Yunanistan’da esir bulunduğu için Cafer Tayyar Paşa (Edirne) ve Şark Cephesi Kumandanlığı görevi nedeniyle Kâzım Karabekir Paşa (Edirne) de Meclis âzası olmalarına rağmen Meclis’e katılamamışlardır.66 Birinci Dönem Meclis’ine katılamayan Pozan Bey (Urfa), Mustafa Ağa (Dersim) ve Bekir Sıtkı Bey (Siverek) ise 1921 yılında Meclis’e iştirak etmiştir.
Ethem Bey kuvvetlerine iştirakle vatana ihanet suçundan Hacı Şükrü Bey (Diyarbekir) ve evinde Yunan casuslarını barındırmak suçundan Abdûlhalim Çelebi Efendi (Konya) hakkında tahkikat başlatılmak üzere Meclis şubeleri görevlendirilmiştir.
Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun Kabulü: Büyük Millet Meclisi’ne Anayasal Statü
20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilâtı Esasiye Kanunu kabul edilerek, 3.maddesi ile Türkiye Devleti ilan edilmiş ve bu devletin, Kanunun kabulüyle birlikte anayasal statüye sahip hale getirilmiş Büyük Millet Meclisi tarafından idare edileceği hükme bağlanmıştır. Büyük Millet Meclisi’ne anayasal statü kazandırılması hem Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul Hükümeti ve İtilâf Devletleri tarafından tanınmasını hem de fiili işleyişin yasal güvence altına alınmasını sağlama amacı taşımıştır. Teşkilâtı Esasiye Kanunu lâyihasının son görüşmelerinin yapıldığı dönem, Londra Konferansı’nın hazırlık çalışmalarının yapıldığı döneme denk gelir. Londra Konferansı’na gönderilecek heyet konusunda İstanbul ve Ankara Hükümeti arasında gerçekleşen yazışmalar hem İstanbul Hükümeti hem de İtilâf Devletleri nezdinde tanınmanın ne kadar yakıcı bir sorun olduğunu gösterir. Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa, delegelerin yeni Anayasa’ya göre ancak Meclis tarafından belirlenebileceğini söyleyerek 30 Ocak’ta Sadrazam Tevfik Paşa’ya Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu göndermiştir. İcra Vekilleri Heyeti Reisi Fevzi Paşa da, 4 Şubat’taki gizli oturumda Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun kabulündeki zamanlamayı izah edercesine şöyle demiştir: “Maksadımız İstanbul'da esir vaziyetine düşmüş olan hükûmete tabi olmak değil, o hükûmet ve zihniyeti değiştirerekten hareket etmek ve milletin hakimiyetini elinde bulunduğunu ispat etmekti.” 21 Şubat’ta Mustafa Kemal Paşa da, “Bugün Londra'da ispatı vücut eden heyeti murahhasamızın bütün kudreti, bütün kuvveti ve salâhiyeti temsiliyesi Teşkilâtı Esasiye Kanunumuz sayesindedir" diyecektir.
Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun kabulü, kolay bir şekilde tanınma problemini çözemediği gibi fiili işleyişe güvence getirmek bir yana açıklık dahi getirememiştir. Fiili işleyişin nasıl gerçekleştiği, fiili yönetim şekline ne ad verileceği gibi meseleler yönetim şeklinin ne olması gerektiği noktasındaki görüş ayrılıkları nedeniyle açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu nedenle, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu ilanı ile birlikte kuruluşu gerçekleşmiş bir devletin esaslarını belirleyen bir Anayasa olarak görmektense henüz kuruluşu tamamlanmamış ve dayanağı olacak esaslar üzerinde ciddi bir savaşın yürütüldüğü bir Anayasa olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Bir başka deyişle, Teşkilâtı Esasiye Kanunu ve onu uygulamaya koyması öngörülen teşkilât kanunlarının her biri fiili durumu hukukileştiren veya yeni bir fiili işleyiş yaratan değil iç savaşı yansıtan birer metin olarak görülmelidir. Fiili durum ile Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun getirdiği esasların çakışması, iç savaşın seyri ile ilintilidir.
Büyük Millet Meclisi: Yönetimde Tek Yetkili Organ
Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 1.maddesinde “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir.” denilerek egemenliğin, yani siyasi iktidarın ilk kez Padişah’tan alınarak millete geçtiği kabul edilmiştir.67 Keza, Kanuni Esasi’nin 3.maddesinde 1909 yılında yapılan Anayasa değişikliğinde Padişah’a Meclisi Umumi önünde şeriat ve anayasa hükümlerine uyma, vatan ve millete sadakat etme yönünde ant içme zorunluluğu getirilmiş olsa da, saltanatı seniyei osmaniyenin sülalei ali Osman’a ait olduğu belirtilmekteydi.68 Birinci madde sadece siyasi iktidarın kime ait olduğunu değil; aynı zamanda, nasıl kullanılacağını da belirlemiştir. “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” ifadesi, idare usulünde de bir değişime gidildiğini göstermektedir. Kanuni Esasi, 7.maddesi ile Padişah’a, sadece Padişah tarafından kullanılabilecek yasama ve yürütme yetkileri vermekte; 1909 yılı Anayasa değişiklikleriyle Padişah ve Heyeti Vükela karşısında Meclisi Mebusan’ın yetkilerinin arttırılmasına rağmen Padişah’ın Meclisi Umumi’yi fesih yetkisini elinde bulundurmasını öngörmekteydi.69 Dahası, Padişah’ın, Ayan Meclisi’nin onayını almadan iradei seniye ile 21 Aralık 1918 tarihinde fesih yetkisini kullanmasıyla siyasi ve idari karar alma süreci Padişah ve Padişah’a karşı sorumlu olan Heyeti Vükela’ya geçmişti.70 Padişah’ın mutlakiyetçi karşı-ihtilalinden, yani mutlakiyete dönüş anlamına gelen bu fesihten sonra Kanuni Esasi’nin bile yürürlükte olduğu tartışmalı hale gelmişti.71 Oysa, Teşkilâtı Esasiye Kanunu, ilk üç maddesiyle idarenin ancak millet ve aynı anlama gelmek üzere onun temsilcisi Büyük Millet Meclisi eliyle kullanılabileceğini belirtmiştir.
İdare usulündeki değişim, sadece idarenin Meclis’te tezahür eden milletin eline geçmesi ve milletin Meclis’i vasıtasıyla idareyi elinde bulundurması değildir. Teşkilâtı Esasiye Kanunu, şekilsel özellikleri itibariyle incelendiğinde 24 maddesinden 14’ünün idare bölümüne ait maddeler olduğu görülecektir. Bu durum, sadece Kanun-i Esasi’nin Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin yürürlükte olduğu ve idare dışındaki hükümlerin Kanuni Esasi’de belirtildiği kabülü ile açıklanamaz. Çünkü idare bölümüne adını veren “idare” kavramı, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nda, yasama ve yürütme faaliyetinin bütününü, dahası Türkiye Devleti’nin yönetilmesini ifade etmektedir. Bir başka deyişle, idare, dar anlamıyla yürütme organının faaliyetini değil bir devletin yönetilmesiyle ilgili bütün faaliyetleri içermektedir. Dolayısıyla, Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve Hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” unvanını taşır dendikten sonra yönetimin nasıl gerçekleşeceği belirtilmiş ve Anayasa’nın temel özelliklerinden biri olan yönetimin esasları ortaya konmuştur. Esas belirlendikten sonra, idare bölümünde yönetimin toprak üzerinde örgütlülüğüne bağlı olarak nasıl şekilleneceği hükme bağlanmıştır.
Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile esasları belirlenen yönetimin tek yetkili organı ise Büyük Millet Meclisi’dir.72 Büyük Millet Meclisi, yönetsel gücünü ulusal ve yerel kongre iktidarlarının merkezileşmesi ile oluşan bir devrim meclisi olmasından almaktadır. Yönetim usulüne de yansıyan niteliksel özellikleri itibariyle kuvvetler birliği esasını benimsemiş bir Meclis Hükümeti (Konvansiyon Meclisi)’dir.73 Devrimci durumun, iktidarı öncelikle Meclis’te tek elde toplama ihtiyacı yarattığı ve kuvvetler birliği ilkesinin de bu çerçevede benimsendiğini söylemek doğru olur.
Tam bir Konvansiyon Meclisi ve hatta Konvansiyon Meclislerinin en uzunu olarak görev yapan Büyük Millet Meclisi,74 karar alıcı olması nedeniyle yasama üstünlüğü ilkesinin benimsendiği; yasama, yürütme ve yargı yetkisini tek elde toplayan bir Meclis olmuştur. Her kanun, “işbu kanunun icrasına BMM memurdur” ibaresi ile çıkmış;75 İcra Vekilleri Heyeti’nin ayrı bir tüzel kişiliği olmadığı hatırlatılarak vekil seçim ve tevkilinde Büyük Millet Meclisi’nin yetkili olduğu vurgulanmıştır. Örneğin, 28 Mayıs’ta, İcra Vekilleri Heyeti'nin 19 Mayıs 1921 tarihli içtimaında Fevzi Paşa'yı Erkânı Harbiye Reisvekilliğine intihap ettiğine dair İcra Vekilleri Heyeti Tezkeresi usule uygun bulunmayarak iade edilmiştir. Sual takrirlerinin [soru önergesi] rutin, istizah takrirlerinin [gensoru önergesi] ise yaygın bir denetim aracı olarak kullanılması, İcra Vekilleri’nin Büyük Millet Meclisi karşısındaki sorumluluğunun ne kadar önemsendiğini gösterir. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, istizah takrirleri sonunda yapılan güvenoylamasında çok az farkla güvenoyu alması üzerine 12 Kasım’da istifa etmiştir.
Büyük Millet Meclisi, müstemirren (kesintisiz) toplantı halinde ve kendisinin üstünde kendisini feshetme yetkisine sahip bir organ olmadan çalışmıştır. 17 Şubat’ta kabul edilen 98 sayılı Nısabı Müzakere Kanununun Altıncı ve Sekizinci Maddeleri Makamına Kaim Kanun, mebuslara yapılan ödemeler için senenin tahsisat ve tanzimat diye ikiye ayrılmasının ve mebuslara toplantı döneminde daha fazla maaş verilmesinin müstemirren toplantı halinde bulunan Meclis’lerin toplanma koşullarına uygun olmadığı ve mezun âzanın Meclis’e katılımının arttırılması gerekçesiyle, bu ayrıma son vermiş ve Mebuslara her ay düzenli olarak 200 lira ödenmesini kararlaştırmıştır.
Yönetim Şekli Tartışmaları
Büyük Millet Meclisi yönetiminin temel esaslarını belirleyen Teşkilâtı Esasiye Kanunu, kabulüylebirlikte yönetim şekli tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmalar, saltanat makamının kaim olduğu Meşruti Monarşi ve Cumhuriyet rejimi, Meclis Hükümeti ve Parlamenter Sistem, merkeziyet ve ademi merkeziyet veya aynı anlama gelmek üzere şûra sistemi başlıklarında toplanabilir. Söz konusu tartışmalar, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun farklı gerekçelerle sahiplenildiğini göstermiştir. Bir grup, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu, Saltanat ve İstanbul Hükümeti’ne karşı iradei milliyeyi temsil ettiği için; bir grup, İstanbul Hükümeti’ne karşı milli mücadeleyi sağlayacak iradei milliyeye dayanak olduğu için; bir grup ise, “halka doğru” gidişi sağlayacağı için Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu sahiplenmiştir. Anayasa’nın farklı gerekçelerle sahiplenilmesi, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun mevcut haliyle kabulünün bir ittifaka dayandığını göstermekle birlikte, ittifak unsuru başlıkların herbirinin de tartışmaya açık olduğunu ifade etmektedir.
Meclis Hükümeti ve Parlamenter Sistem tartışması aslen, İcra Vekilleri Heyeti’nin görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi söz konusu olduğunda gündeme geldiği için İcra Vekilleri Heyeti altında değerlendirilecektir.
İradei Milliye ile İradei Seniyye Karşı Karşıya
Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun kabulü, Kongreler Dönemi ve Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ile yaşanan ikili iktidar durumunu pekiştirmiş ve Ankara Hükümeti’ne meşru bir zemin sağlamıştır.76Ancak, Ankara Hükümeti’nin meşruiyetini artırması, Meclis’in saltanat ve hilafet makamı karşısındaki gücünü artıracağı düşüncesini doğurduğundan, Meclis’in saltanat ve hilafet makamı düşman işgalinden, yani esaretten kurtulana kadar geçici olarak yönetimi üstlendiğini düşünenler ile Meclis’in ancak saltanat ve hilafet makamı ile birlikte çalışabileceğini düşünenlerin Teşkilâtı Esasiye Kanunu’na karşı cephe almalarına yol açmıştır. Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun tartışmasız kabul edilen 1. ve 2. maddelerini dengeleyecek şekilde Kanun’a eklenen bir maddei münferide (geçici madde) ile örtülü bir konsensusun sağlanmış olması Teşkilâtı Esasiye Kanunu üzerinden bu tartışmanın devam etmesine neden olmuştur. Geçici maddede, Nısabı Müzakere Kanunu’nun 1.maddesine atfen Meclis’in “gayenin husulüne kadar müstemirren müçtemi bulunacağı” (kurtuluş amacı gerçekleşene kadar kesintisiz toplantı halinde olacağı) ifade edilerek, hilafet ve saltanat konusuna ilişilmemiştir.77 Meclis’in amacı kurtuluşun sağlanması olarak belirlenmiş ve ancak kurtuluş sağlandıktan sonra yönetim şekli üzerine, yani saltanat ve hilafet makamının konumu üzerine karar alınabileceği ima edilmiştir.
Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nda saltanat ve hilafet makamının zımnen kabulü, 30 Ocak 1921 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Sadrazam Tevfik Paşa’ya telgrafıyla pekiştirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, telgrafında Kanuni Esasi’nin Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin yürürlükte olduğunu beyan etmiştir. Bu durum, iki anayasalı bir durum yaratmış; tartışmaların Kanuni Esasi ve Teşkilâtı Esasiye Kanunu arasındaki ayrılıklar üzerinden devam etmesine yol açmıştır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Kurulu, daha Teşkilâtı Esasiye Kanunu görüşülürken, Hükümet'in Halkçılık Programı adı altında Meclis'e sunduğu Teşkilâtı Esasiye Kanun Lâyihası ile cumhuriyete doğru gidildiğini ileri sürecek ve hilâfet ile saltanatın korunmasının gerekliliğine işaret ederek adını "Müdafaa-i Hukuk ve Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti" olarak değiştirecek ve 15 Ocak’ta topluca istifa edecektir. Mustafa Kemal Paşa, 25 Mart’ta Kâzım Karabekir Paşa’ya çektiği bir telgrafta, Erzurum Mebusları Celâleddin Arif Bey ile Hüseyin Avni Bey tarafından Meclis’te başlatılan muhalefetin Erzurum’daki bir zümreye dayandığını tahmin ettiğini söyleyecektir.78
24 Ocak’ta Erzurum Mebusu Celâleddin Arif Bey, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun bir Kanuni Esasi mahiyetinde olduğunu; ancak, Kanuni Esasi’nin 116.maddesinde belirtilen Anayasa’da değişiklik yapma şartlarının yerine getirilmediğini söyleyerek, bu usul hatasından dolayı Reisi Sanilikten şifahen ve Adliye Vekâletinden tahriren istifa etmiştir. Celâleddin Arif Bey’in Teşkilâtı Esasiye Kanunu’na getirdiği usul itirazının aslen esasa ilişkin bir itiraz olduğu ise istifanamesinden anlaşılmaktadır. Çünkü, siyasi ve vicdani kanaatine uygun olmadığını belirttiği Teşkilâtı Esasiye Kanunu, iradei seniye onayı olmadan kabul edilmiştir. Bu itiraz, iradei milliye karşısında ve onun üstünde bir iradei seniyeye ihtiyaç duyulup duyulmadığı tartışmalarını başlatmıştır.
Karahisarı Şarkî Mebusu Mustafa Bey, 15 Şubat’ta Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nun birinci maddesinin Makamı Muallâyi Hilâfeti ortadan kaldırmaya meyl ettiği ve hilafetin ademi lüzumunu gösterdiği gerekçesiyle tadilini teklif etmiştir. Mustafa Bey, Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nun ilk maddesi olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ifadesinin "hakkı hâkimiyet esas itibariyle milletindir" şeklinde değiştirilmesini önermiştir. Bu değişikliği takiben Kanun'un yedinci, sekizinci ve dokuzuncu maddeleri ile Heyeti Vekilenin tefriki vezaifini düzenleyen ve düzenleyecek bütün kanunların da Encümeni Mahsusa'ca tadilini ve hep birlikte neticelendirilmelerini teklif etmiştir. Mustafa Bey’in, Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nun 7.maddesinin tadiline dair verdiği diğer bir kanun teklifinden sonra, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu bozma girişimlerinin "memlekete ve menafii millete ve Meclisi Âli[nin] vazı meşruuna darbe vurmak" olacağını söylemiş ve teklifler Meclisce reddedilmiştir.
İradei milliye ve iradei seniye tartışması İcra Vekilleri Heyeti’nin yetki ve sorumlulukların belirlenmesi gündeme geldiğinde yakıcı hale gelmiştir. Heyeti Vekilenin Vazife ve Mesuliyetine dair Kanun tartışılırken, Kütahya Mebusu Ragıb Bey, 24 Kasım 1921 tarihli konuşmasında, ihtilalci bir meclis Kanuni Esasi’nin ilk yedi maddesinin baki olduğunu iddia edemez diyerek, saltanat ve hilafet makamının yetkilerinin korunmasına veya yeni Anayasa görüşmelerine bırakılmasına karşı çıkmıştır. Trabzon Mebusu Hafız Mehmed Bey ise, eleştiriyi daha ileri bir noktaya taşımış; “Milletin bilâkaydu şart hâkimiyeti milliyesini kabul ettiği”ni hatırlatarak, saltanat ve hilafetin mevzubahis olmasının, bu esasın ifadesi olan Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin hukukunu ve Teşkilâtı Esasiye Kanununu çiğnemek olduğunu dile getirmiştir. Saltanat ve hilafet konusunun Teşkilâtı Esasiye Kanunu yapılırken bile gündeme gelmemesine karşı, bugün gündeme gelmesini de ayrıca eleştirmiştir. Bu noktada ısrar edilmesinin ancak yeni bir Anayasa tartışmasının gündeme getirilmesiyle aşılabileceğini söylemiştir.
Peyamı Sabah Gazetesi yazarı Ali Kemal 8 Şubat’ta Teşkilâtı Esasiye Kanunu kabul edilir edilmez şöyle yazmıştır: "Geleneklerimizi, millî kurumlarımızı, dinimizin kutsallıklarını bile kökünden baltalamakta çok ileri gittiler. Bu memlekette yeniliklerin bu mertebe cahiline, reddedilmişine, aynı zamanda cesurcasına asla rastlanmadı. Ankara'dakileri öyle bir teceddüt hırsı sarmış ki." 11 Aralık’ta "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'na dair Ankara'da cereyan eden müzakereleri hayretle, üzüntüyle, hatta dehşetle okuyoruz. Zavallı Anadolu ne ellere düştü.” dedikten sonra, 17 Aralık’ta “Bir kere düşman atılsın. Ondan sonra görüşmek lazımdır. İstanbul baş, Anadolu gövdedir. Anadolu’nun ağzında komünizm, kapitalizm, emperyalizm, halk hükümeti, millet devleti gibi manasız sözler" var diye yazacaktır.
Halkçılık ve Şûra Yönetimi
Teşkilâtı Esasiye Kanunu, 18 Eylül 1920 günü İcra Vekilleri Heyeti tarafından gönderilen bir lâyiha ile tartışılmaya başlanmıştır. Bu lâyihanın, siyasal yazında kendine Halkçılık Programı olarak yer bulmasından da anlaşılabileceği gibi Halkçılık, Büyük Millet Meclisi’nin temel düşünsel dayanaklarından biridir.79
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart’ta Meclis Reisi olarak yaptığı ikinci içtima yılını açış konuşmasında, Meclisi Âlinin ve Hükümetinin siyasi dâhiliyede halkçılık ve siyasi hariciyede müstakil bir devlet olma şiarını benimseyerek hakimiyetini ispat için çalıştığını ve bu yolda Sevr Muahedesini fiilen ve hükmen geçersiz kıldığını belirtmiştir. "Türkiye Büyük Millet Meclisi[nin] mukadderatı milleti bilfiil deruhde eylediği gün bulduğu idare makinasının mâzinin istibdad fikirleri ve esasları üzerine kurulmuş çürük bir makina olduğunu" söyledikten sonra, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun muhteviyatı tatbik ve yeni İdarei Vilâyat Kanuniyle ikmal edildiği takdirde, (böyle bir makinanın ıslahı ile) memleketin dâhilen muhtaç olduğu esbabı inkişafın tamamen ihzar edilmiş olacağına kaniim" demiştir.
Büyük Millet Meclisi’nin düşünsel temellerini oluşturan Halkçılık’ın ne olduğu ise, 1921 yılı boyunca tartışılacaktır.80 Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu önceleyen lâyihanın 3.maddesinde “Türkiye Halk Hükümeti BMM tarafından idare olunur ve TBMM Hükümeti ünvanını taşır” denmesine karşılık, 18 Kasım 1920 tarihindeki Meclis oturumunda maddenin bu şekli reddedilmiş ve 1921 yılında kabul edildiği halini, yani Türkiye Halk Hükümeti…. Türkiye Devleti şeklini almıştı.81 Maddenin ilk halini savunan Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendi’nin Ocak ve Şubat aylarında yapılan tartışmalar neticesinde yönetimden uzaklaştırılması, Tokad Mebusu Nâzım Bey’in masuniyeti teşriiyesinin ref’i ile Halk Zümresi’nin tasfiyesi, Halkçılığın Bolşevik içeriğiyle kabul edilemeyeceğinin ve Anayasa’da kendisine yer bulamayacağının göstergesi olmuştur.
Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın da içinde olduğu bir grup ise, Halkçılık’ı, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesine yansıyan haliyle sahiplenmiş ve yorumlamıştır. Bu anlayış, 1921 yılı içinde kendini gösteren Halkçılık yorumlarından birini oluşturacaktır. Onlara göre, Halkçılığın dayanağı “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” ilkesidir. Bu kabulle birlikte, Halkçılık anlayışı Rousseau’nun genel iradenin temsili siyasal kuramına dayandırılmıştır.82 Büyük Millet Meclisi, ayrıcalıklı sınıflara, özel çıkarlara karşı genel iradeyi temsil eden bir kurum olarak görülmüştür. Bu noktada, Halkçılık anlayışı, iradei milliye ile iradei seniyye çatışmasının da düşünsel kaynaklarından birini oluşturacak şekilde, saltanat karşısında halkın egemenliği, bütün milletin çıkarlarının korunması ve onun adına iktidarın kullanılması şeklinde yorumlanmıştır. Halkın egemenliğini güçlendirmenin yolu, tefriki kuva gibi halkın egemenliğini baltalayacak yönetim tarzlarından uzaklaşarak, egemenliğin tek bir kuvvet ile teşkil edilmiş bir Halk Hükümeti’ne verilmesidir.83 Bu nedenle, bir devlet reisi olacaksa o, bütün egemenliği elinde toplayan Meclis’in reisi olmalıdır; onun içinden çıkmayan bir reisin halkın egemenliğini tahdid edeceği düşünülmektedir. Bu anlayışa göre, söz konusu ayrıcalıklılar dışında halk bir ve bütündür. Halkın vahdedini bozduğu düşüncesiyle, Halk İştirakiyun Fırkası’na karşı tutum alınmıştır.84
“Halka doğru” söylemini benimseyen bir diğer grup ise, Halkçılığı ademi merkeziyetçiliği ifade eden yeni bir tılsım olarak sahiplenmiştir.85 Büyük Millet Meclisi’ni, memleket genelinde kurulacak şûra yönetiminin en üst organı olarak gören bu grup, Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nu memleketin idaresinde şûra sistemini tesis edeceği gerekçesiyle kabul etmiş ve 1921 yılı boyunca bu sistemi hayata geçirecek kanunların çıkarılmasına çalışmıştır. İdarei Kura ve Nevahi Kanunu Lâyihası’nı, 22 Eylül’de Meclis’e getiren Dahiliye Encümeni mazbatasında imparatorluğu çöküşe sürükleyen neden olarak “merkeziyetçilik ve idaresizlik” gösterilmiştir.86 Bu halkçılık anlayışını benimseyen mebuslar, şûra sisteminin en üst organı olarak gördükleri Meclis’in yetkilerini tahdid edeceğini ileri sürdükleri her türlü merkezileşme girişimine karşı çıkmış; bu girişimleri Babıâli tarzı yönetim olarak tenkit etmişlerdir. 17 Ekim’de Müfettişi Umumiye Kanun Lâyihası müzakere edilirken, Meclisin teftiş yetkisini idareye bırakmasının yeni Babıaliler veya bir "paşalar teşkilatı" doğuracağı iddia edilmiştir.
Büyük Millet Meclisi: Encümenler, İsyanlar, Fırkalar ve Gruplar
Büyük Millet Meclisi’nde kararlar, kabul edilen Kanunlar ve Heyeti Umumiye Kararları aracılığıyla alınmıştır. Bu dönemde, Heyeti Umumiye Kararları, Meclis’in gücünün bir yansıması olarak Kanunlar kadar önemli bir rol üstlenmiştir.
Dostları ilə paylaş: |