Emek, Barış ve Demokrasi Bloğunun Türk (Sosyalist) Adaylarına Açık Mektup
Emek, Barış ve Demokrasi Bloğunun değerli Türk (Sosyalist) adayları,
“Bal” demek başkadır, “bal yemek” başkadır.
Sırrı Süreyya Önder’in geçenlerde dediği gibi, “Bal demeylen ağız tatlanmaz.”
Sizlerin kazanmanızı canı gönülden isteyen ve bunun için çırpınan bir insan olarak yaptıklarınızı ve yapamadıklarınızı elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum. Şu ana kadar izlenimim, sizlerin bol bol “bal” dediğiniz ama bal yemediğinizdir. Daha da doğrusu bal yapmadığınız ama bol bol “bal” dediğinizdir
“Bal”ın yerine Sosyalizm’i koyarsak, bol bol sosyalizmden, emekten, işçi sınıfından söz ediyorsunuz ama tam da bu yaptığınız sosyalist değil ve sosyalizme zarar veriyor. Sosyalist olmadığı için tabii ki yeterince demokratik de değil. Dolayısıyla sadece sosyalistlere değil, sizi aday gösteren demokratik Kürt hareketine de zarar veriyor.
Neden böyle olduğunu ve böyle bir sonuca ulaştığımı aşağıda açıklayacağım.
Ancak, sizlerin nesnel konumunuz, sizlerin, aday olarak varlığınızın, kendi söylediklerinize ve söylemediklerinize, yaptıklarınıza ve yapmadıklarınıza rağmen demokratik bir işlev görmesini engellemiyor.
Çünkü sizler sosyalist olmanızdan öte, her şeyden önce Türk olduğunuz için, Türklerin ezilenlerine ve demokratlarına, Kürt hareketinin demokratik karakterini anlatabilmek, gösterebilmek, ön yargıları yıkabilmek için, Kürt özgürlük hareketi tarafından aday gösterildiniz. Öte yandan, Kürtlerin mücadelesini destekleyen veya onun yanında görünmekten çekinmeyen Türklerin varlığı, Kürtler içindeki demokratların konumunu sağlamlaştırmakta ve güçlendirmektedir.
Yani sizler kendinizi hep sosyalist olarak tanımlasanız da, sosyalist aday olduğunuz için değil; Türk aday olduğunuz için, söylediklerinizden ve söylemediklerinizden bağımsız olarak, bu adaylığınızın kendisi “Medya Mesajdır” dedikleri gibi, mesajdır. Ve bu mesajın demokratik bir özü vardır.
Ezilenler çoğu kez, programları, partileri ya da insanları onların gerçekte söyledikleri ve yaptıklarıyla değil, onlarda görmek istedikleriyle değerlendirirler. Ve tam da bu nedenle yaptıklarınız ve söyledikleriniz gerçek anlamlarıyla değil, nesnel işlevinizin anlamıyla anlaşıldığı için aradaki makas ve çelişkiler görülmüyor ve algılanmıyor.
Ne sizler nede sizleri destekleyenlerce görülmeyen bu çelişkiler, görülmediği için ortadan kalkmış olmuyor. Unutmayalım ki, hatalar bizden hızlı koşarlar; tam da onların unutulduklarını, tarih ve olaylarca aşıldığını düşündüğümüz anda aşılmaz bir duvar olarak karşımıza dikilirler.
Düşünün bir kere, Ermeni ve Rum katliam ve sürgünleri, ezilenlerin politikleşme ve radikalleşmesinin yükseldiği altmışlı, yetmişli yıllarda hiçbir zaman kimsenin gündeminde değildi. O zamanlar bunu Türkiye’nin ve solun gündemine sokmak isteyen bir çaba, o yükselişin coşkusu içinde bir sabotaj gibi görülebilirdi. Her şey tarihçe ve olaylarca aşılmış ve unutulmuş gibi görünüyordu. Ama bu gün bu katliam ve sürgünleri gündeme almadan ne dünü ne bugünü anlamanın mümkün olmadığı; demokratikleşmenin olanaksız olduğu apaçık ortada.
Bu nedenle, yani ilerde çok geç olmaması için, hiç de arzu etmememe rağmen, pişmiş aşa su katarca ve kötü olmayı göze alarak bu açık mektubu yazmaya karar verdim.
Durumum altmışlı ya da yetmişli yıllarda başarıdan başarıya koşan, gençliğini soluyan bir hareketin gündemine Ermeni ve Rum katliam ve sürgünlerini sokmaya çalışan, maalesef var olmamış, bir insanın durumuna benziyor.
Bu nedenle, lütfen bütün ön yargıları bir kenara bırakarak bu mektubu okumaya ve anlamaya çalışın. Yarın gerçekten çok geç olabilir.
*
Sizler hep sosyalizmden söz ediyor ve sosyalistliğinizi vurguluyorsunuz.
Sosyalizmin özü nedir?
Biçimsel, (hukuki) eşitliği gerçek (ekonomik-sosyal) eşitlikle birleştirmektir denebilir.
Büyük tek tanrılı dinlerin ve bu dinlerdeki Allah’ın işlevi, insanları eşit kılmaktır. Binlerce aşirete bölünmüş, tanrıların bile hiyerarşi içinde oldukları (ki o tanrılar gerçek toplulukların sembolüydüler ve o topluluklar arasındaki eşitsizliği yansıtıyorlardı) bir dünyada tek tanrı, en azından ona inananların biçimsel eşitliğini sağlıyordu.
Örneğin İslam bu biçimsel eşitliği din adamlığını yok ederek, herkese oku diyerek ve herkesi aynı namaz safına dizerek daha da pekiştirmiş, bu sayede çok kısa zamanda bütün İran ve Akdeniz’i feth edip egemen din olabilmiş; Roma imparatorluğunun alanı dışında yayılamayan Hıristiyanlığın aksine Hint ve İran’da da yayılan tek din olabilmiştir.
Hindistan’da Kast sisteminin eşitsizliği çok güçlü olduğu için eşitleyici Allah orada fazla bir etki sağlayamamış, kast sistemiyle birlikte Hinduizm’in yüzlerce tanrısı var olmaya devam edebilmiştir.
Ancak bu biçimsel eşitliğin yetmeyeceği, insanların yaşam, gelir ve tüketim düzeylerinde bir eşitlik olmadığı, ya da en asından büyük farklar ortadan kaldırılmadığı takdirde bir süre sonra o biçimsel eşitlik bile yitirileceği için, Allah, bu ekonomik eşitliği sağlamaya yönelik tedbirler ve zorunluluklar da getirmiştir. Yanındakini kendinden çok düşünmek; elindekini başkalarına vermek, zekat, diğerkamlığın yüceltilmesi vs. bunun örnekleridir. Allah’ın varlığını ve birliğini kabul biçimsel eşitliği sağlarken, biçimsel eşitliği sağlayan Allahın bu emirleri sosyal eşitliği sağlamayı hedefliyordu.
Aydınlanma da, kendi iddiasının aksine, din olmadığını iddia eden bir Dindir2. Bütün dinler gibi kapsadığı ve örgütlediği topluluğun sınırlarını çizer.
Aydınlanma dini ve sonrasında da aynı ilişki görülebilir.
Putların (totemlerin ve totemlerden türeyen tanrıların) egemen olduğu bir dünyada Allah’ın sağladığı biçimsel eşitliği, uygarlık dinlerinin egemen olduğu bir dünyada, Aydınlanma, bu dinlerden olmayı, kişilerin özel sorunu yaparak, toplumsal örgütlenmede topluluğun tanımından dışlayarak sağlamaya çalıştı.
Yani Aydınlanma’nın, insanların dinlerinin ve soylarının (ki o da uygarlık öncesi dinleri demektir) onları eşitsiz kılmayacağı ve bunu kabul edenlerin insan olduğu önermesi, tek tanrılı dinlerin Allah’ı ile aynı işleve sahiptir ve özünde örneğin İslam’ın Kelime-i Şahadet’inden zerrece farklı değildir.
Modern Sosyalizm fikri de, tıpkı Allah’ın sosyal eşitliği sağlamaya yönelik emirleri gibi, Aydınlanmanın sağladığı bu biçimsel eşitliğin yetmeyeceği; gerçek ekonomik bir eşitlikle pekişmediği takdirde, bir süre sonra bu biçimsel eşitliğin de yitirileceği gerçeğine dayanır.
Marksizm öncesi sosyalizm de eşitliği, tıpkı tek tanrılı dinler gibi, üretim ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, tüketim ve bölüşüm alanında tedbirlerle sağlamaya çalışmış ve bunu ummuştur. Bu bakımdan Marksizm öncesi sosyalizm fikriyle desteklenmiş bir Aydınlanma, İbrahimi dinlerden pek farklı değildir.
Marksizm bütün bu biçimsel eşitliği ve bunun ekonomik eşitlikle pekişmesi gerektiğini temel bir varsayım olarak kabul eder. Bunlar Marksizm’in özünde vardır. Marksist sosyalizmin temel farkı, tüketimi ve bölüşümü eşitleme girişim ve tedbirlerinin, bu yöndeki en sıkı ahlaki emirlerin bile bunu sağlayamayacağı ve sağlayamadığı; bunun için üretim ve mülkiyet münasebetlerinin değiştirilmesi gerektiği noktasında toplanır.
Marksizm bu anlamda, sadece Aydınlanma ve onun sosyalist devamcılarının değil; bütün tek tanrılı dinlerin, vasiyetini gerçekleştirmenin yolunu ve onların neden başarısız olduğunu gösterir.
Buraya kadar bilinen şeyler ve her halde kimsenin itirazı yoktur.
Ancak bundan sonra kafalar karışıyor ve çok temel bir gerçek unutuluyor: Ulusçuluk ve Ulusların varlığıyla birlikte biçimsel eşitliğin ve bu fikrin ve idealin yok olduğu.
Biçimsel eşitliğin olmadığı bir dünyada bu eşitlik sanki varmışçasına, sosyal ve ekonomik eşitliği gündemin başında tutmak; yani sosyalistlik yapmak; fiilen kendi zıddına döner ve bırakalım gerçek eşitliği sağlamak bir yana biçimsel eşitsizliği sürdürmenin bir aracına dönüşür. Sosyalizmin ve Marksizm’in son iki yüzyılının tarihi maalesef tam da bu dönüşümün tarihinden başka bir şey değildir.
Aydınlanma insanların dini ve inancı onların eşitliğini etkilemez derken, o zamanlar dünyayı bölmüş ve bölüşmüş dinlere karşı, tıpkı İslam’ın da bir tek dünyayı hedeflemesi gibi, bir tek dünyayı, dünyadaki insanların eşitliğini hedefliyor ve var sayıyordu. Marksizm ve onun temelindeki sosyalizm fikri de tüm dünyayı kapsayan bu eşitliğin varlığı varsayımından hareket ederek ekonomik eşitliği problematize ediyordu.
Ne var ki, tıpkı İslam devriminde Mekke zengin eşrafının ve Orta Doğu’nun bezirganlarının ve devletçiliğinin Muaviye eliyle yaptığı karşı devrim gibi; Aydınlanma devriminde de Burjuvazi, Aydınlanma’nın Muaviyesi Napolyon eliyle bir ulus ve ulusçuluk karşı devrimi yaptı3.
İslam nasıl Muaviye’den sonra, tüm devrimci, demokratik ve eşitlikçi özünü yitirmiş, İslam olmaktan çıkmış, karşı devrime uğramış biçimde yayılmasını sürdürdüyse, Aydınlanma da Aydınlanma olmaktan çıkmış, karşı devrime uğramış, eşitlikçi, devrimci ve demokratik özünü yitirmiş, uluslar ve ulusçuluk biçiminde yayılmasını sürdürdü.
Böylece bir tek dünya cumhuriyetindeki İnsanların eşitliğinin yerini, uluslara bölünmüş bir dünyada ulusların eşitliği aldı. Uluslar ve ulusçuluk insanların eşitliği program ve fikrinin terki, ona karşı bir savaş ve karşı devrimden başka bir şey değildir.
Bu karşıdevrim ve bunun uluslar biçiminde egemen oluşu ve yaygınlaşmasıyla birlikte aslında insanların gerçek eşitliği idealinin (Sosyalizm) ardındaki varsayım olan insanların biçimsel eşitliği ve bunun ideali yok edilmiş oluyordu.
Bu noktadan sonra, bu biçimsel eşitliğin yok edilişini, yani ulusları ve ulusçuluğu problem etmeyen ve bunu en temel sorun olarak koymayan her gerçek eşitlik hareketi (yani sosyalizm), bu biçimsel eşitsizliği sürdürmenin ve yaygınlaştırmanın bir aracına dönüşmüştür. İki yüz yıllık sosyalizm tarihi bunun kanıtıdır.
Aslında konu son derece açık ve basittir, fili eşitsizliğin ve bölünmenin olduğu bir yerde, bu eşitsizlik ve bölünme yokmuşçasına hareket etmek ve bu bölünmeyi ve eşitsizliği esas düşman olarak görmemek bu eşitsizliği ve bölünmeyi sürdürmenin bir aracı olur.
Yeryüzünün uluslara bölünmüş olduğu bir dünyada uluslar yıkılmadan, yani insanların biçimsel eşitliği sağlanmadan gerçek bir eşitlik sağlamak mümkünmüş gibi, gerçek eşitliğin (sosyalizmin) sloganlarını atmak, fiili eşitsizliği gündemden düşürmek, bu eşitsizliği pekiştirmek, yaygınlaştırmak anlamına gelir.
Bugün bütün dünyadaki bütün sosyalistler ve sosyalist hareketler bu temel yanlışla maluldürler. Bugün sosyalistlerin yapması gereken, sosyalizmden, yani gerçek eşitlikten önce, onun var olabilme koşulu olan biçimsel eşitliği sağlamak; yani Aydınlanma’nın karşı devrime uğramadan önceki ideallerine dönmek ve onu savunmaktır.
Bu da somut olarak günün dünyasında, İslam’daki kabilelerin; Aydınlanma’daki Uygarlıkların dinleri değil, uluslar egemen olduğundan; uluslara karşı mücadele etmektir.
Klasik aydınlanmanın eski dinlere karşı yeni bir din olarak ortaya çıkışı, Descartes’den Kant’a kadar süren uzun bir hazırlık gerektirmişti. Uluslara karşı mücadelenin düşünsel hazırlıkları ise henüz yeni başladı denebilir. Yani uluslara karşı bir Aydınlanma devrimi için önümüzde kat etmemiz gereken uzun bir yol var demektir.
Özetle, dünyadaki sosyalist hareketin sırtında ulusların ortaya çıkardığı eşitsizliği es geçmenin ve uluslara karşı mücadeleyi başa almamanın ve fiilen ulusçuluğa dönüşmenin korkunç yükü var. Bu yükün farkına varmak ve kurtulmak kolay değil.
Bu nedenle, Bloğun sosyalist adayları olarak, sizlerden sanki bu yük yokmuşçasına beklentiler içinde olmak, sizlere haksızlık etmek olur.
Bu nedenle, sizler her ne kadar sosyalist inançlara sahip olsanız da, sizlerden yukarıda anlatılana uygun olarak, esas hedefin yeryüzü çapında önce biçimsel eşitlik; uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş olduğu yönünde bir çağrıda bulunmanızı veya bu yönde bir seçim çalışması yapmanızı beklemek haksızlık olur. Bunu bu mektupla ve yazdıklarımla karınca kaderince de olsa ben yapmaya çalışıyorum.
Ama sosyalist olmayan, nesnel demokratik işlevinize uygun demokratik bir programı savunabilirsiniz en azından. O zaman, Sosyalizm demokrasiyi var saydığından, sosyalizme de hizmet etmiş olursunuz. Öznel inançlarınızla yaptıklarınız ve sözleriniz arasındaki makas biraz olsun kapanır.
Nasıl mı?
Başlangıçta yurttaş ile insan içerik olarak aynıydı. “İnsan Hakları Bildirisi” aynı zamanda “Yurttaş Hakları Bildirisi” anlamına geliyordu.
Ama sonra bu “yurttaş”, sadece belli bir toprak parçasında, belli bir devletin sınırları içinde yaşayanlarla tanımlanmaya başladı. Bu değişim sembollerde çok daha iyi görülebilir. Bugünkü Fransız bayrağındaki üç renk, başlangıçta Fransız ulusunu değil, o Aydınlanma’nın ideali olan biçimsel eşitliği (Beyaz: özgürlük, Mavi: eşitlik, Kırmızı: kardeşlik) sembolize ediyordu ve o renklerin anlamı buydu. Bugün bu renkler Fransız ulusunun ve bayrağının renkleri olmuş durumda.
Aynı karşı devrimci dönüşüm Marseyyez için de görülür. Engels’in “bütün zamanların en devrimci şarkısı” dediği, bütün dünya devrimcilerinin marşı, şimdi artık “Fransız Milli Marşı”dır.
Ama bu milliyetçilik henüz, ulusu bir soy ve dille tanımlamıyordu; dili soyu ne olursa olsun bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlıyordu. Alsas-Loren’in Almanca konuşanları da kendilerini Fransızca konuşanlarla aynı ulustan görüyorlardı.
Bu karşı devrim bile daha sonra bu karşı devrim içinde gerçekleşecek daha gerici ulusçuluk karşı devrimine göre daha demokratik kaldı. Bu ulus ve ulusçuluk karşı devrimi de kendi içinde bir karşı devrim daha yaşadı.
Neredeyse Marksizm’in doğuşuyla aynı dönemde, ulusların birer dile, dine, soya, tarihe, kültüre göre tanımlanması ve böyle kurulan uluslar dönemi başladı. Dünyada hiçbir yer aynı dil, din, tarih, kültür, soydaki insanlarla kaplı olmadığından, bir ulusun bunlardan biriyle veya bir kaçıyla tanımlanmasıylla birlikte, ulusların içindeki eşitsizlikler ve baskılar dönemi başladı.
Bu noktada sosyalistlerin, en azından, bırakalım uluslara karşı mücadele etmeyi bir yana, nispeten demokratik ulusçular olarak ulusun bir dille, dinle, soyla, tarihle, kültürle tanımlanmasına karşı çıkmaları beklenebilirdi.
Ne yazık ki, sosyalizm ve sosyalistler bunu bile mücadele edilmesi gereken bir baş hedef olarak önlerine koymadılar. Hatta ulusçuluk tanımlarıyla ulusların böyle tanımlanmasını teorileştirdiler ve meşrulaştırdılar. Fiiliyatta bu çifte kavrulmuş karşı devrimin en gerici ulusçuluğun savunucuları, yayıcıları oldular. Modern toplumun dini, bu en gerici biçiminde, yani dile ine, tarihe, kültüre göre tanımlanmış uluslar biçiminde, neredeyse sosyalistler aracılığıyla ve sosyalistler tarafından yayıldı. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (Lenin); “Ezen bir ulus özgür olamaz” (Marks) parolası gibi parola ve programlar, hep gizli bir varsayım olarak, ulusların dile, dine, tarihe göre tanımlanmışlığını var sayarlar. Ve bu gerici ulusçuluğu bizzat kendileri üretirler.
Burada anlaşılması gereken temel sorun şudur: Eşitsizlik ve baskının olduğu bir yerde bu yokmuş gibi mücadele hedefleri belirlemek, fiilen o eşitsizliği korumanın ve pekiştirmenin bir aracı olur.
İnsanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliğinin aldığı bir dünyada, sanki insanların eşitliği varmış gibi sosyalizmin sağlayacağı eşitliği gündemleştirmek; bu eşitsizliği ve ulusları savunmaktan başka bir anlama gelmez. Dünyadaki bütün sosyalistler bugün bu durumda.
Bir dile, dinle, soyla, tarihle, kültürle tanımlanmış bir ulusta, sanki o ulusal devletin topraklarında yaşayan insanlar eşitmiş gibi, sosyalizmi gündemleştirmek, o ulusal devlet içindeki eşitsizliği savunmaktan başka bir anlama gelmez. Bugün dünyadaki ve Türkiye’deki sosyalistlerin de ezici çoğunluğu da bu durumdadır.
Şimdi gelelim sizlerin sosyalizm ve eşitlikçilik söylemlerinize. Sizin sosyalist olarak ve sosyalizm adına edeceğiniz her söz, Türkiye’de ulusun Türklükle; Türklüğün de bir dille, soyla, tarihle, etniyle hatta ırkla tanımlandığı fiili gerçeğini baş düşman, kendisine karşı mücadele edilecek temel hedef olmaktan çıkardığı için nesnel olarak gerici Türk ulusçuluğuna hizmet eder. Yani bırakın sosyalist olmayı, demokratik bile değildir yaptığınız ve yapmakta olduğunuz iş.
Maalesef sizlerin durumu tam da budur.
Hiç biriniz şu ana kadar, hiç bir konuşmanızda ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla bir tarihle, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlanmasını sorun edip insanları buna karşı mücadele etmeye çağırmadınız.
Bu nedenle bırakalım sosyalistlik yapmayı, sosyalizm söylemlerinizle demokratlık bile yapmıyorsunuz; bu asgari demokratik hedefi bile baş hedef olmaktan çıkarıyorsunuz.
Aslında yaptığınız akıllı Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değil nesnel olarak. Çünkü akıllı bir Türk milliyetçisi de Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu, hatta ayrılma haklarını da savunabilir. Ama bunu savunan demokrat veya demokratik bir ulusçu olmaz; aptal ve inkarcı bir Türk milliyetçiliğinden, akıllı bir Türk milliyetçiliğine geçmiş olur. “Başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” şiarı, akıllı bir gerici milliyetçiliğin şiarıdır. Ertuğrul arkadaşımız örneğin, “Çünkü biliyoruz ki Kürdü ezen bir Türk de özgür olamaz” derken, sosyalizm adı altında akıllı bir Türk milliyetçisinin söylediğinden ve söyleyebileceğinden farklı bir şey söylemiş olmamaktadır.
Demokratik bir milliyetçi, ulusun Türklük ya da Kürtlükle tanımlanmasına karşı çıkıp; Türklüğün ya da Kürtlüğün hiçbir politik anlamı olmaması için mücadele edendir.
Sanılmaktadır ki, Kürtlerin bir ulus olarak tanımak, tanınmasını istemek demokratlıktır hatta sosyalistliktir.
Hayır, bu bırakın sosyalistliği bir yana, demokratlık bile değildir. Bunu pek ala bir Kürt milliyetçisi gibi bir Türk milliyetçisi de, akıllı bir Türk milliyetçisi de isteyebilir.
Çünkü burada, ulusun bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlanması, yani Türklükle ve Kürtlükle tanımlanması sorun edilmemekte, böyle tanımlanmış ulusların eşitliği sorun edilmektedir. Yani çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk fiilen savunulmaktadır. Hem de sosyalizm diyerek.
Demokrat olmanın asgari koşulu, ulusun Türklükle ve/veya Kürtlükle tanımlanmasına karşı olmak; bunu baş mücadele hedefi olarak ortaya almaktır; Türklüğün ya da Kürtlüğün hiçbir politik anlamının olmaması için mücadeleyi başa almaktır.
Ve sizler gerçekten, samimi sosyalist inançlarınıza uygun bir şeyler yapmak istiyorsanız, ulusun Türklükle (veya Kürtlükle) tanımlanmasına karşı mücadeleyi baş sorun olarak koymanız gerekmektedir. Ancak o zaman Türk olmaktan çıkıp bir demokrat olmaya başlayabilirsiniz. Türkleri demokrat olmaya çağırabilmeniz için önce kendinizden başlamak zorundasınız.
Ama Türkleri Demokrat olmaya çağırabilmek için de önce sosyalist değil, aslında Türk olduğunuzu, henüz demokrat bile olmadığınızı görmeniz gerekmektedir.
Ayrıca sosyalist olarak değil, ancak Türk olarak; Türkleri ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye; Türk olmama hakkı için mücadeleye, demokrat olmaya çağırabileceğinizi görmeniz ve anlamanız gerekmektedir.
Sadece demokratik hedefleri daha iyi savunabilmek ve gündemleştirmek için sosyalizm lafı etmeyi bırakıp, Türk olarak konuşmaya başlamanız ve aslında Türk olarak konuştuğunuzun bilincine varmanız gerekmiyor. Aynı zamanda Türk olmama hakkınız olmadığınızı da görmeniz gerekiyor.
Biliyorum ki sizler kendinizi Türk olarak tanımlamıyorsunuz. Muhtemelen “benim milliyetim yok, ben milliyetçiliğe karşıyım” gibi sözler edersiniz size ne olduğunuz sorulsa.
Ancak Türk olmamak öyle kolay değildir. Çünkü bu dünyada ulussuz olmak mümkün değildir. Ulussuz olma hakkı yoktur. Keza bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin Türk olmama hakkı yoktur. Siz de kendinizi öyle görmemenize rağmen sapına kadar Türksünüz. Denebilir ki, sosyalist ulussuz olma hakkını; Demokrat Türk olmama hakkını savunandır.
“Ben kendimi Türk olarak görmüyorum, milliyetçiliğe karşıyım” demek Türk olmama anlamına gelmez. Türk devletinin vatandaşı iseniz, ona askerlik yapıyor, vergi veriyor, onun verdiği hüviyeti kullanıyor iseniz, Türk ulusundan olmaya devam edersiniz. Bütün bunları yapıp da benim milliyetim yok demek; Kelimei Şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, zekat verip, hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değil, dinsizim demeye benzer.
Ulusu Türklükle tanımlamış bir devlette Türk olmamak için, nüfus kağıdınızı yırtmanız, vergi vermemeniz, askerlik yapmamanız, mahkemelerine gitmemeniz, o mahkemelerin kararlarını tanımamanız; okullarına gitmemeniz gerekir. Ancak o zaman Türk olmadığınızı söylemenizin bir anlamı olabilir.
Türk olmamak, ancak bir dile, dine, tarihe göre tanımlanmamış bir demokratik cumhuriyette bir hak olabilir. Öyle bir cumhuriyette, Türklüğün, Kürtlüğün, Rumluğun, Ermeniliğin vs. hiçbir politik anlamı olmaz. O ülkede, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Resmi dil olmaz. Ortak bir anlaşma dili veya “resmi dil” politik değil pratik nedenlerle gerekli görülürse, bu teknik bir sorun olarak tartışılarak demokratik olarak belirlenir ve pek ala o ülkede konuşulmayan bir dil de olabilir. Örneğin dünyanın birçok ülkesinde resmi dil İngilizcedir ama o ülkelerin resmi dili İngilizce diye İngiliz ulusu olmazlar. Ulusu tanımlayan dil ile pratik bir çözüm olarak (Lingua Franz) bir ortak resmi dil çok farklı şeylerdir.
Böyle bir demokratik Cumhuriyet’te okullarda Türk tarihi ya da Kürt Tarihi ya da Ermeni veya İyonya tarihi okutulmaz. Ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih okutulur. Demokratik bir cumhuriyette Kürtlüğün, Türklüğün, Ermeniliğin, Yunanlılığın (İyonyalılığın yani Egeliliğin) Beşiktaşlı, Fenerli veya Galatasaraylı olmaktan daha farklı bir anlamı olmaz. Ancak böyle bir cumhuriyette insanların, nasıl şimdi her hangi bir takım tutmama hakları varsa, öyle Türk, Kürt, Ermeni, Rum olmama hakları olabilir.
O halde, Türk olmama hakkını savunan bir Türk; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkan ve bunu reddeden bir Türk ancak demokrat olabilir. Elbette sosyalist inançlarınıza uygun olarak, sizler bunu kabul etmeye hazır olabilirsiz. Ama bunun için mücadeleyi başa almadığınız sürece bırakalım sosyalist olmayı, demokrat bile olamazsınız.
Ve maalesef sosyalizm, işçi sınıfı, emek adına yaptığınız bütün konuşmalar ve bütün davranışlarınızın nesnel anlamı budur.
Bu nedenle, bırakın sosyalistliği bir yana, önce Türk olduğunuzu ve Türk olmanız gerektiğini görün, Türk olarak konuşmaya başlayın. Türk olarak Türkleri Türk olmama hakkını savunmaya, yani demokrat olmaya; ulusun tanımını bir dille, bir tarihle, bir soyla yapmaya karşı mücadeleye çağırın. İşte o zaman biraz sosyalist ve demokrat olmaya başlarsınız.
Bunu yapmanızın hayati bir önemi vardır. Bu hem gerçekten demokratikleşmenin, hem de kanlı bir Kürt Türk çatışmasını engellemenin biricik yoludur.
Kürtler üzerindeki baskının ve Kürtlerle Türkler arasındaki eşitsizliği gidermenin iki yolu vardır.
Biri gerici milliyetçiliğin yoludur. Kürtler de Türkler de, dille, tarihle, soyla tanımlanmış gerici milletler olarak eşit düzeyde iki partner olarak birlikte yaşayıp yaşamayacaklarına karar verirler.
Bunun hiçbir demokratik muhtevası olmadığı gibi, gerçekleşmesi çok zor ve kanlı olur. Gerçekleştiğinde ise konjonktür ve geçici güç dengeleri gereği aynı devlet çatısı altında yaşamaya karar verseler bile, ilk krizde ve güç dengelerindeki değişimde, kanlı bir ayrılma kaçınılmaz olur. Balkanlar, Sovyetler vs. bunun onlarca kanıtını yeterince sunmuş bulunuyor.
İkinci yol, ulusun Türklükle tanımlanmasına son verilmesidir. Ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanmaya karşı tanımlanmasıdır. Böyle bir demokratik ulusta Kürtlük de Türklük de kişilerin özel sorunu olur.
Herkesin ana dilinde eğitim görme hakkı olur, ama o ana dilde eğitimlerde herkes kendi dilinde ulusların tarihi olmadığını öğrenir. Ulusların tarihi olduğu iddialarının gerici ulusçuların iddiaları oluğunu öğrenir.
Ama nasıl gerçekten laik bir ülkede, yani okullarda din derslerinin, diyanetin vs. olmadığı; dinin kişilerin gerçekten özel sorunu olduğu bir demokratik cumhuriyette herkes aynı Darvin yasalarını ve DNA’ları vs. öğrenir ama okuldan çıktığında, özel hayatında ve dinsel cemaatinde İnsan’ın Adem ve Havva’dan geldiğini de öğrenme hakkı olursa; aynı şekilde, okulda ulusların tarihi olmadığını öğrenen, Kürtler, Türkler, Ermeniler vs. kendi ulusal cemaatlerinde çok farklı kendi tarihlerini öğrenebilirler. Örneğin Türkler, Türklerin Merih’ten veya Orta Asya’dan geldiğini veya Türklerin hafızasını kaybetmiş Rumlar ve Ermeniler olduğunu öğrenebilirler. Farklı Türk tarihlerini savunanlar farklı Türk Tarih Kurumları kurabilir, tezlerini savunabilir ve yaymaya çalışabilirler.
Ve tabii nasıl gerçekten laik bir ülkede, bu dinlere inanmayan laikler de kendi birliklerini kurup dinlerin söylediklerinin saçmalık olduğunu söyleyebilirlerse aynı şekilde, demokratik olarak ulusu tanımlamış bir ülkede Türk, Rum, Ermeni olmayı kabul etmeyen “Ulusuzlar” da, tıpkı hiçbir futbol takımını tutmayanların, takım tutmayı saçmalık olarak görmeleri gibi, bir ulusu olmayı saçmalık olarak görebilirler ve bunların hepsi kendi fikirlerini serbestçe yayabilirler ve tartışabilirler. Demokratik Cumhuriyetin bir tek görevi olur, insanların bu fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak.
Bu yol demokratik yoldur ve bütün radikalliğine rağmen ve tam da bu nedenle gerçekleşmesi çok daha kolaydır ve hiçbir zaman kanlı bir bölünmeyle sonuçlanmaz. Bölünme ancak, tıpkı Kuzey, güney Amerika savaşında olduğu gibi, gerici ve demokratik ulusçuluk arasında olabilir. Yani belli bir bölgedeki ahalinin ulusu bir dille, dinle, soyla tanımlamaya kalkmaları halinde onlarla demokratik ulus ilkesini savunmak için savaşılır. Böyle bir ulusta Kürtlerin de Türklerin de ayrılma hakkı olmaz, ama bir köy bile, ulusu demokratik olarak tanımladığı sürece ayrılabilir. Ama zaten ulusu demokratik olarak tanımlayan bir büyük birlikten ayrılmanın hiçbir iktisadi nedeni de olmaz.
İşte sizler bir Türk olarak böyle bir demokratik ulusçuluk programını en baştaki bir görev olarak savunmadığınız için; sosyalizmi, işçileri, emekçileri dilinizden düşürmediğiniz için, gerici Türk ulusuna ve ulusçuluğuna hizmet etmiş oluyorsunuz.
Ve böyle yapmayarak, Kürt ulusal hareketi içindeki demokratik eğilimin de güçsüzleşmesine ve gerici ulusçuluk karşısında sürekli mevzi yitirmesine yol açıyorsunuz.
Bu durumdan çıkmanız için, bir an önce, Özgürlük hareketi tarafından aday gösterilmenizde, nesnel demokratik karakterinizin sosyalistliğinizden değil Türklüğünüzden geldiğini görüp önce Türk olmanız ve Türk olarak konuşmaya başlamanız gerekiyor.
Ama sadece bu nedenle değil, Türklükle tanımlanmış bir ulusta Türk olmamanız mümkün olmadığı için de, Türk olmama hakkını savunmak için de Türk olarak konuşmanız ve önce Türk olmanız gerekiyor.
Ama sadece bu da değil Türk olduğunuzu kabul etmeyi ve Türk olarak konuşmayı reddettiğiniz ve sosyalist olarak konuştuğunuz sürece nesnel olarak gerici Türk milliyetçiliğine hizmet ettiğiniz için; bu durumdan bir an önce kurtulmak için Türk olarak konuşmaya başlamanız gerekiyor.
Sadece bu da değil, Türklere ancak Türk olarak hitap edip, onları Türk olmama hakkı için mücadeleye kazanabileceğiniz için, bir parça demokrat olabilmek için, Türk olarak konuşmaya başlamanız gerekiyor.
Ve nihayet, Kürtlerin sosyalistleri hep Kürt olarak anılıp; sosyalizm söylemiyle Türklük yapan Türkler hep sosyalist olarak anıldığı için; yani Politik kültürde Kürtlerin fiilen sosyalist olma hakkı bulunmadığı için de en azından Kürt sosyalistleriyle eşit duruma gelmek için Türk olarak konuşmaya başlamanız gerekiyor.
Anca Türk olarak Türklüğün politik bir anlamının olmasına karşı bir mücadeleye başladığınızda bir biraz olsun sosyalistçe bir iş yapmış; bal demeyi bırakıp bal yemeye başlamış olursunuz.
İşte o zaman tarihin önünüze çıkardığı bu istisnai olanağı hakkıyla ve azami ölçüde değerlendirmiş olursunuz.
10 Mayıs 2011 Salı
Demir Küçükaydın
http://www.akintiya-karsi.org/koxuz
demiraltona@gmail.com
Not: Bu açık mektubu okuyan ve alanlardan bir dileğim var. Bir kaçı hariç, ne sosyalist adayların ne de bu adayları destekleyen DTP’nin adayları, vekilleri ve yöneticilerinin bende mail adresleri bulunmuyor. Bu açık mektubu alan ve okuyanların tanıyorlarsa veya ellerinde adresleri varsa maille veya basarak mektubun muhataplarına ve bilgi için iletilmesi geekenlere iletmelerini dilerim.
Ayrıca, Asrın Hukuk Bürosu Avukatlarından da bu açık mektubu Öcalan’a iletmelerini ve dilerim.
Dostları ilə paylaş: |