Burada şu noktayı da açıklığa kavuşturmam gerekiyor: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) dönemi İslamî açıdan müstesna bir dönemdir; siyasi hareket ve inkılaplarda fazla fikrî hareket ve inkılapların dönemidir. İmam Sadık'ın (a.s) dönemi ikinci asrı ikinci on yılından ikinci asrın beşinci on yılına kadardır; yani değerli babaları hicri 114 yılında şehid olması üzere dönemin imamı kendisi oldu ve hicri 148 yılına -yaklaşık bu asrın yarısına- kadar yaşadı. İslam'ın zuhurundan yaklaşık bir buçuk asır ve İslam'ın fütuhatından yaklaşık bir asır geçiyordu. Çeşitli milletlerden yeni Müslümanlardan iki üç nesil İslam dünyasına girmişti. Emevilerin döneminden kitap tercümesine başlandı. Her biri farklı bir kültüre sahip olan milletler İslam dünyasına girdiler. Siyasî hareket İslam dünyasında küçük bir hareketti; çok sayıda kültürel hareketler vardı ve bu hareketlerden bir çokları İslam dinini tehdit ediyordu. Bu dönemde başlı başına dikkate alınması gereken zındıklar ortaya çıktılar; onlar Allah, din ve peygamberi inkar ediyorlar, Abbasiler de kafalarında tasarladıkları nedenlerle onlara serbestlik vermişlerdi. Tasavvuf meselesi de daha farklı bir şekilde çıkmıştı ortaya. Yine fıkhı bambaşka kurallardan -rey, kıyas vs.- çıkaran fakihler ortaya çıkmıştı. İslam dünyasında benzeri daha önce olmayan, daha sonra da görülmeyen farklı görüşler ortaya çıktı.
İmam Sadık'ın (a.s) dönemiyle İmam Hüseyin'in (a.s) dönemi çok farklıydı. İmam Hüseyin'in (a.s) dönemi tamamen bağnazlık hakimdi. Onun için İmam Hüseyin'den (a.s), bütün imameti boyunca hadis olarak nakledilenler beş altı cümleyi geçmez. Tam aksine İmam Sadık'ın (a.s) döneminde bu siyasî ihtilaflar nedeniyle ve bu kültürel hareketler sonucu öyle bir zemin oluştu ki İmam (a.s) için kitaplarda dört bin öğrencinin ismi kaydedildi. Dolayısıyla İmam Sadık'ın (a.s) kendi döneminde siyasi açıdan İmam Hüseyin'in (a.s) şartlarında olduğunu -ki böyle değildi- farz edersek bile -oysa bunun farzı bile yanlıştır- diğer açıdan İmam Sadık'la (a.s) İmam Hüseyin'in (a.s) konumu arasında büyük bir fark vardı. İmam Hüseyin (a.s) şehit olmasaydı -elbette İmam Hüseyin'in (a.s) şehadetinin bir çok etkileri vardır- ne olurdu? Evinde kendi kabuğuna çekilmiş ve kapıyı yüzüne kapamış bir kişi; ama İmam Sadık'ın (a.s) şehit olmasını ve onun şehadetinin İmam Hüseyin'in (a.s) şehadetinin etkilerini de bırakacağını farz etsek bile, şehit olmayarak İslam dünyasından -sadece Şia'nın değil- bütün İslam dünyasının kaderinde etkili olan bir ilmî ve fikrî harekete önderlik etti. İnşallah bunu önümüzdeki celsede açıklayacağım.
2. Celse
Bismillahirrahmanirrahim
Bir önceki celsede hilafet ve hükümet meselesine tepki gösteren imamlarımızdan birinin İmam Sadık (a.s) olduğunu söyledik. Şöyle ki İmam Sadık'ın (a.s) döneminde öyle bir ortam meydana geldi ki, İmam Sadık (a.s) dışında hükümet ve hilafet iddiasında bulunan herkes harekete geçti; fakat İmam (a.s) kenara çekildi. İmam Sadık'ın (a.s) döneminin asıl özellikleri hükümetin Emeviler'den Abbasilere geçmesine neden olan faktörlerdi. Ayrıca "Eba Müslim"den de önde olan "Eba Selme-i Hallal" gibi biri -ona "Âl-i Muhammed'in veziri" Eba Müslim'e ise "Âl-i Muhammed'in emiri" diyorlardı- hükümetin Emevilerden Abbasilere intikal etmesi için çaba harcıyor. Elbette Eba Selme Emevilerin saltanatının son bulup Abbasi hükümetinin kurulmasından sonra görüş değiştirip hilafeti Alioğullarına aktarmayı tasarlıyor. Dolayısıyla iki kişiyle Medine'ye iki mektup gönderiyor; birini İmam Sadık'a (a.s) ve diğerini ise -İmam'ın amcası oğullarından ve İmam Hasan-ı Mücteba'nın oğullarından olan- Abdullah-i Mahz'a. Abdullah-i Mahz bu mektubu alınca seviniyor, olumlu cevap veriyor; fakat İmam Sadık (a.s) ilgisiz davranıyor; hatta mektubu okumayıp elçinin gözleri önünde ateşe tutup yakarak, "Bu mektubun cevabı budur" buyuruyor. Bu konu hakkında geniş bir şekilde bahsettiğimiz için daha fazla üzerinde durmuyoruz. Fakat genel olarak İmam Sadık'ın (a.s) hükümet ve hilafet konusuna çok çekimser davrandığı ve hükümeti ele geçirmeye en küçük bir eğilimi olmadığı ortadadır. Bunun neden nedir; neden İmam böyle davranmıştır? Elbette İmam (a.s) bir girişimde bulunduğunda hükümeti ele geçirmek için ortamı uygun görseydi kesinlikle girişimde bulunmalıydı; fakat mevzu bahis şu ki, ortam yüzde yüz uygun olmayıp, örneğin yüzde elli uygun olsaydı İmam'ın (a.s) öldürülme pahasına olsaydı bile girişimde bulunmasının ne sakıncası olabilirdi? Burada yine İmam Hüseyin'in (a.s) durum ve metoduyla mukayese söz konusu olmaktadır.
Burada birazcık İmam Sadık'ın (a.s) döneminin özellikleri, İmam'ın (a.s) kendi döneminde yaptığı İslamî faaliyetler, İmam Hüseyin (a.s) de o dönemde olsaydı kesinlikle aynı şekilde hareket edeceği ve o dönemin İmam Hüseyin'in (a.s) dönemiyle farklı olan yönleri üzerinde durmak istiyorum. Elbette dediğim gibi, mesele hükümet zemini olduğu halde İmam'ın (a.s) buna girişmediği değil, İmam'ın (a.s) neden kendisini ölüme vermediğidir?
İmam Hüseyin'le (a.s) İmam Sadık'ın (a.s) Döneminin Mukayesesi
Bu iki asır arasındaki mesafe yaklaşık bir asırdır. İmam Hüseyin'in (a.s) şehadeti hicretin 61. yılında vuku bulmuş ve İmam Sadık (a.s) ise hicretin 148. yılında şehadet şerbetini içmiştir; yani bu iki imamın şehadetleri arasında seksen yedi yıl vardır. Dolayısıyla bu iki imamın yaşadıkları zaman arasında aşağı yıkarı seksen yedi yıl vardır. Bu süre içerisinde İslam dünyasın durumu tamamen değişti. İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde İslam dünyasında söz konusu olan tek mesele hükümet ve hilafet meselesiydi; tüm etkenleri hükümet ve hilafet düzeni oluşturuyordu; hilafet her şey anlamında ve her şey de hilafet anlamındaydı; yani meydana gelen basit İslam toplumu o halinde kalıyordu; mesele emir sahibinin kim olduğu konusundaydı. İşte bu nedenle hilafet düzeni de bütün hükümet işlerinde tam anlamıyla etkiliydi. Muaviye'nin fevkalade bir diktatörlük düzeni kurmuştu. Yani durum ve zamanı da onun için şartları hazırladı; gerçekten kimsenin nefes almasına bile izin vermiyordu. İnsanlar birbirlerine hükümetin siyasetine aykırı olan bir şey söylemek isteselerdi; mümkün değildi. Yazıyorlar ki, biri diğerine Hz. Ali'nin (a.s) faziletiyle ilgili bir hadis nakletmek isteseydi onun mevzuu kimseye anlatmayacağına emin olmadıkça söylemezdi. Hadisler nakledileceği zaman başkalarının duymayacağından emin olunan mekanlarda naklediliyor, ortamda genel bir güvensizlik ortamı hakimdi. Bütün Cuma namazlarında Emirulmüminin Ali'ye (a.s) lanet okuyorlardı; Resulullah'ın (s.a.a) minberinde, İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in (a.s) karşısında Hz. Ali'ye lanet okuyorlardı. Dolayısıyla Muaviye'nin döneminde -yani Hz. Ali'nin (a.s) şehadetinden sonra İmam Hüseyin'in kendi şehadetine kadar- İmam Hüseyin'in (a.s) tarihinin meçhul bir tarih olduğunu görüyoruz; hiç kimse İmam Hüseyin'i (a.s) arayıp sormuyor; hiç kimse bir haber, bir hadis, bir cümle, bir konuşma, bir hutbe ve bir görüşme nakletmiyor. Ehlibeyt'i olağan üstün bir inzivaya itilmişlerdi; öyle ki hiç kimse onlarla bağlantıya bile geçemiyordu. İmam Hüseyin (a.s) böyle bir durumda elli yıl daha yaşasaydı yine bir şey değişmeyecekti; yani ondan üç cümle bile nakledilemeyecekti; her türlü faaliyet zemini ellerinden alınmıştı.
Emevilerin yıkılmasıyla sonuçlanan son dönemlerinde ve genellikle Abbasilerin döneminde -özellikle Abbasilerin hükümetlerinin başlarında- durum tamamen değişti -bunu Abbasilerin özgürlükçü olduklarına mal etmek istemiyorum; bunu İslam toplumunun tabiatına mal etmek gerekir-; öyle ki birincisi halk arasında düşünce özgürlüğü oluştu. -böyle bir özgürlüğün varlığı, düşünce ve inanç özgürlüğünün varlığı tartışılmaz. Fakat mesele bu düşünce özgürlüğünün kaynağının ne olduğunda ve acaba gerçekten Abbasilerin siyasetinin böyle olup olmadığındadır.- İkincisi, halk arasında ilmî bir hareketlenme ve heyecan oluştu; hem de beşer tarihinde eşine az rastlanan bir ilmî heyecan; bu ilmi heyecanla bir millet ilime yöneldi. Hem İslamî ilimlere -yani kıraat ilmi, tefsir ilmi, hadis ilmi, fıkıh ilmi, kelamla ilgili meseleler ve edebiyatın çeşitli bölümleri gibi doğrudan İslam diniyle ilgili olan ilimler- hem de İslam diniyle ilgili olmayan ilimlerle, yani tıp, felsefe, astronomi, riyaziyat gibi insanî ilimler, genel beşeri bilimler yöneldi. Bir anda fevkalade bilimsel bir hareket oluştu ve ilim metası olan kimsenin ilmini sunması için zemin hazırlandı; yani geçmiş zamanlarda, İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) döneminin son zamanları ve İmam Sadık’ın (a.s) döneminden önce böyle bir zemin hiç yoktu; ansızın ilim, düşünce ve söz sahiplerinin çıkıp konuşması için zemin hazırlandı. Elbette bu konuda bir çok etkenin rolü vardı; hatta Abbasiler de bunu engellemek isteselerdi engelleyemezlerdi; çünkü Araplar dışında diğer ırklar İslam dünyasına girmişti; bu ırklar arasında en şuurlusu İran ırkıydı. Onlardan biri Mısır ırkıydı. Hepsinden güçlüsü, bilgilisi Beynu’n-Nehreynlilerle Suriyelilerdi; bu bölgeler o asrın medeniyet merkezlerinden biriydi. Bu çeşitli milletlerin gelişiyle millet ve ırk farklılığı kendiliğinden fikir alışverişi için zemin hazırladı. Müslüman olanlar da sürekli İslam’ın mahiyetini daha fazla tanımak istiyorlardı; Araplar Kur’an-ı Kerim’de o kadar derine inip Kur’an üzerinde düşünmüyor, araştırmıyorlardı; fakat diğer milletler Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’la ilgili konular üzerinde o kadar inceleme yapıyorlardı ki haddi, hesabı yoktu; Kur’an-ı Kerim’in her kelimesi üzerinde düşünce sarf ediyor ve hesap açıyorlardı.
Dostları ilə paylaş: |