SELÇUKLU VE OSMANLI DEVLETİ’NDE TIP UYGULAMALARI
Endülüs’ün, dolayısıyla İslam’ın Batı Avrupa’daki etkisinin en belirgin kanıtı olan ünlü bilge Roger Bacon (1214-1294) özgür fikirleri yüzünden, otorite ve din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yattı. Müslüman olmakla suçlandı. Hıristiyan olmayanlardan (özellikle Araplardan) birçok şey öğrenilebileceğini söyledi. Ona göre İbn-i Sina Aristoteles'den sonraki en büyük filozoftu. Felsefenin görevinin insanı Tanrı'nın bilgisine götürmek ve O'nun hizmetine koşmak olduğunu dile getirdi.
1000’li yılların başında Batı Avrupa bu düşüncelerin etkisiyle boğuşurken, Anadolu ve Orta Doğu karşılık olarak Haçlı Seferleri (1095-) ve Moğol saldırısına uğruyordu.
1924 yılında Muhiddin Tatavi adlı bir Mısır’lı doktor Almanya Freiburg Üniversitesi’nde bir doktora tezi hazırladı. Bu teze göre İbn en Nefis pulmoner dolaşımı ilk bulan bilim insanıydı. Bilim tarihçisi Max Meyerhof bu konuyu bilim dünyasına daha yaygın olarak duyuracaktı.
Bu çalışmalar bilim tarihinde yapılan yanlışlıklara bir örnekti. Bizler bu hataların düzelmesini nasıl sağlayabiliriz?
Bize ulaşan bilgilerle yine o dönemlere dönüyoruz:
İslam Tıbbında Hastaneler
İslam peygamberi Hz.Muhammed (A.S.) hastaların bakımları, şifa umutlarını artırmak ve uygun tedbirlerin sağlanması için ziyaret edilmesini istemişti. Bu tür alışkanlıkların gelişmesi ile hastane, hospis, dini merkezler ve eğitim kurumlarının kurulmasına ilham vermişti.Sağlık kurumlarına mali destekler motive edilmiş veya dini kurallarla düzenlenmişti.
Erken dönem İslam hastaneleri hakkında az bilgi olmasına karşılık bu tür kurumların sekizinci yüzyılın erken dönemlerinde kurulduğunu ve Cundişapur gibi okul ve hastane modeli üzerinden geliştirildiği söylenebilir (Hz.Ömer dönemi, 591-644). Bazıları da izole lepralı veya ama ve engelilere yönelik hastaneler gibiydi. Bazı vakıflar , hapishanede bulunan hastaları ziyaret eden doktor timleri kurmuşlar ve yardımcı bayan sağlık personeli ile kırsal alanlara hizmet götüren ekipler oluşmuştu.
İslam dünyasında ilk hastane 707’de Şam’da kurulurken, 805 yılında Harun Reşid (786-809) Bağdat’ta hastane kurmuş ve Cundişapur’dan Cebrail Bahtişu çağrılmıştı. Türklerin Mısır’daki Tulunoğlu hükümdarı Ahmed ibn Tulun (868-884) tarafından 872’de Kahire’de Tolun Hastanesini kurduğu bilinir. Razi’nin Rey’deki hastanenin yerini seçerken şehrin belirli yerlerine et astırdığı söylenir.
Mar kelimesi Farsça’da yılan, Stan ise Sanskritçe’de ev anlamındadır. Maristan böylece ortaya çıktı ve bimaristan olarak değişim gösterdi. Bimar hasta anlamında olup Kahire, Bağdat, Şam, Konya, Sivas, Kayseri ve Halep’te önemli bimaristanlar vardı. Şifahane, Darüşşifa gibi terimler bunların yerini aldı. Hastane teriminin ilk kez 1843’de kullanıldığı söylenir. Hastalar bimaristanlarda dış holde muayene edilir, ciddi hastalığı olanlar hastaneye kabul edilir, banyo yaptırılır ve yeni elbiseler verilirdi. İslam tıbbında nabız, cilt rengi ve idrar muayenesinin ayrı bir yeri vardı.
Ünlü oftalmolog hekim ve vezir Ali b İsa 931 yılında tedavi için kentten kente dolaşmak amacıyla özel bir hekimler birliği kurmuştu. 981’de İranlı emir Adudu’d-devle, Bağdat’ta Adudi Hastanesi’ni kurdu. 1154 yılında ise Selçuklu’nun Halep Atabeyi Nureddin Zengi (1146-1173) Şam’da Nureddin Hastanesi kurdurmuş ve bu kurum üç yüzyıl boyunca karşılıksız hasta tedavi etmiş ve ilaç dağıtmıştır. Bundan kısa bir süre sonra Selahaddin Eyyubi (ö.1193) Kahire’de Nasiri (Salahiyye) Hastanesi’ni kurdu. Bu hastane ilk günlerinden itibaren Suriye ve Mısır tıp merkezleri arasındaki bağlantıyı sağladı. 1187-1192 yılları arasında yaşanan III. Haçlı Seferi’nde karşı karşıya gelen İngiliz Kral Aslan Yürekli Richard ile Eyyubi-Selçuklu İslam ordularının komutanı Selahattin Eyyubi arasında farklı bir ilişki başlamıştı. Büyük komutan Selahattin Eyyubi hekimini Haçlı komutanı Richard’a göndermiş ve bu temaslar sırasında tarihte bilinen şekliyle haçlı zihniyetinde çok önemli değişikliklere yol açılmıştı. Albigensian Haçlı Seferlerine katılmayı reddeden ve Endülüs felsefesine yakınlaşan Avrupa halkı örneğinde Kral Richard Fransa’ya döndüğünde bambaşka bir kişilik olacaktı.
Mısır’daki bu dönemin en önemli hastanesi 1284 yılında Mansur Kalavun (1279-1290) tarafından eski bir Fatımi sarayından bozma olarak inşa ettirilen Mansuri (Kalavun) Hastanesiydi. Hastanenin çeşitli hastalıklar için bölünmüş farklı koğuşlarıyla, kadın ve erkekler için ayrı bölümlerinde yüzlerce yatağı vardı. Ayrıca ders salonları, kütüphanesi, camisi ve yönetim büroları olan hastane bugün de Kalavun Hastanesi olarak faaliyetini sürdürmektedir.
İslami dönemde tespit edilebilen ilk Türk hastanelerinden biri Karahanlı Buğra’nın (1051-1068) Semerkand’daki Darülmerza’sıdır. 1066 yılına ait vakfiyesinde acil hastalarla, hastanede kalacak hastaların hekimlerinin maaşları, ilaç, aydınlanma, ısıtma, mutfak giderleri cenaze ve dini giderleri için Semerkand’ın bir mahallesi ve bir hamam vakfedilmişti.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Batıya doğru hareketi ile Anadolu kapıları açılmıştı. 1071 yılında Alp Arslan’ın Malazgirt’te kazandığı zaferden sonra Türkler kısa zamanda Anadolu’ya yayıldılar. 13. yüzyılda Anadolu büyük Türk nüfusu ile artık Türk vatanı olmuştu. Anadolu’da kaleme alınan ilk Türkçe tıp eserlerinden biri 1100’lu yıllarda Danişmendoğulları adına Hekim Bereket tarafından yazılmış Tuhfe-i Mübarizi’di. Selçuklular döneminde Anadolu’da büyük bir uygarlık vardı. Ahi teşkilatının kurucusu Azeri Ahi Evran (1171-1261) döneminin ünlü tabiplerindeni bilgisi vardır. Dericilerin piri ve 32 çeşit esnaf ve sanatkarın lideri Ahi Evran değerli bir Türk filozofu olup Kayseri, Konya, Denizli ve Kırşehir’de yaşamıştı.
Anadolu Darüşşifaları
Anadolu’da kurulan darüşifalardan ilki Mardin’de Artuklu Sultanı Necmeddin İlgazi (1108-1122) tarafından yaptırılan Maristanı idi. İçinde cami, medrese, hamam, çeşme, ve maristan bulunmaktaydı. Anadolu Selçuklu sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1204-1211) ölen kız kardeşi için yaptırdığı Gevher Nesibe Sultan Şifahanesi 1206’da Yeşilırmak kenarında bir külliye olarak inşa edilmişti ve şifahane ve medresesi olan onsekiz hasta odası, hamam, başhekim odası ve ameliyathanesi vardı. İzzettin Keykavus 1217’de Sivas’ta bir darüşifa yaptırdı. 1228’de Mengücek hükümdarlarından Ahmed Şah’ın kızı Turan Melek Sultan Divriği’de kendi adıyla darüşifa kurmuştu. Konya Aksaray’da üç darüşifa yaptırılmıştı. Çankırı’da 1235, 1255’de Kastamonu’ da, 1308’de Amasya’da Darüşifa kurulmuştu.
1220 tarihli vakfiyesi sayesinde Anadolu Selçuklu dönemi dârüşşifâların kadroları ve işletilmesi hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Keykavus’un Sivas’taki Darüşşifası yıkılan kısımlarıyla birlikte yaklaşık 3400 m2’lik alanı ile Selçuklu dârüşşifâlarının en büyüğüdür.
Büyük bir avlunun etrafında eyvanlarla kaplı 30 hastane odası yer almaktadır. Darüşşifanın banisi İzzeddîn Keykâvus’un dârüşşifâ içindeki türbesinin cephesi, Selçuklu sanatının en zengin sırlı tuğla ve mozaik çini dekoruna sahiptir. Dârüşşifâ vakıflarının idâresi, saray hazinedârı ve Çankırı Dârüşşifâsı’nın kurucusu Cemâleddîn Ferruh’a verilmişti.
Mütevelli, şarlatanlıktan uzak, deneyimli, terbiyeli hekim, cerrah ve kehhâllerin, eczacıların ücretlerini tespit eder, ilâç yapımında kullanılan ham maddelerin, teminini sağlar, ayrıca dârüşşifâda çeşitli görevlerde çalışanların müstahdemin görev ve derecelerini aylıklarını tayin ederdi. Vakfedilen, her biri bir iki köyü içine alan 5 çiftlik, 7 parça arazi ve 108 dükkânın gelirlerinden artan para ile dârüşşifânın gerekli yerleri tamir edilir ve kalan parayla da yeni gelir kaynakları satın alınırdı. Bu darüşşifa da çok uzun seneler hizmet vermişti.
Hekim Bereket Tuhfe-i Mübârizî adıyla, Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabını yazan tabiptir. Hekim Bereket bu eseri önce Lübâbu’n-Nuhâb adıyla Arapça olarak yazdığı, daha sonra bunu Tuhfe-i Mübârizî adıyla Farsça’ya çevirerek Selçuklu sultanına sunmuştu. Bu eseri Alâeddîn Keykûbât’ın (ö.1237) Amasya valisi çok beğenmiş fakat “Türkçe yazılmış olsaydı çok değerli olurdu” demesi üzerine kitabı Türkçe’ye tercüme etmişti. Eser 4 bölümden ibaret olup ilaç olarak kullanılan bitkilerin tek tek ve daha sonra formüller şeklindeki halleri verilmiştir. Bu bilgilerin önemli bir kısmı İbni Sina’nın eserinden özetlenmiş ve Hekim Bereket bunlara kendi tecrübelerini de ilave etmişti.
Gazanfer Tebrizi (ö.1280)
Anadolu Selçukluları döneminde Konya’da yaşamış önemli hekimlerdendir. Sarayda ve önemli sağlık kuruluşlarında hizmet etmiştir Hekim Ekmeleddîn ile birlikte Mevlânâ’nın ölüm döşeğinde tedâviye çalışan hekimlerden idi. “Hâsılu’l-Mesâ’il” adlı şerh ile İbn Sînâ’nın el-İşârât ve’t-Tenbîhât’ının, et-Tabî‘iyyât kısmına yazdığı şerhin 1301’de istihsal edilmiş nüshası günümüze ulaşmıştır.
Hubeyş bin İbrahim et-Tiflîsî
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıçarslan’ın (ö.1192) câmi, medrese, zâviye ve çarşılarla donattığı Aksaray’a Azerbaycan’dan gelmiştir. O dönem Aksaray önemli bir bilim merkezi haline gelmişti. Tiflîsî tıp, dil, edebiyat, astroloji, rüyâ tabiri ve kıraat gibi değişik alanlarda otuza yakın eser vermiştir. Tıbbî eserlerinden bazıları:
* Edviyetü’l-Edviye: Müfred ilâçların toplanması, depolanması, yakılması, pişirilmesi, kullanımı süresi, mürekkep ilâçların formüllerini ve hazırlanışından bahseden eczacılığa dair bir eserdir.
* İhtisâru Fusûli’l-Bukrat: Hippokrates’in Aforizmasının Arapça muhtasarıdır.
* Kifâyetü’t-Tıb: iki kitap ve 224 bâb olarak Farsça yazılan bu eser Melikşah’a sunulmuştur.
* Risâle fî Şerhi Ba‘zi’l-Mesâi’l li-Esbâb ve ‘Alâmât Müntahabe Mine’l- Kānûn: Hastalıkların sebepleri ve belirtilerini, İbn Sînâ’nın Kānûn’undan seçilmiş bazı örneklerle açıklamaya çalışan bir risâledir.
OSMANLI DEVLETİ’NDE TIP UYGULAMALARI
Osmanlı Devleti (1299-1922) Batı’da Avrupa içlerinde Viyana’dan Afrika ve Asya’ya kadar uzanan bir uygarlık örneğiydi. Osmanlı Devleti kuruluş tarihi 1300 olmakla beraber devlet ancak Bursa’yı elde edinceye kadar düzenini kurabilmiş, parasını bastırmıştır. 1400’de Bursa’da Uludağ eteklerinde bir Darüşifa kurdular. İlk devirdeki Osmanlı hekimliğini ve hekimlerini tanımakta kaynak erişim zorluğu nedeniyle çekilmektedir. Aynı sorun Selçuklu tıbbı için de doğrudur. En önemli problem bu tür Arap harfleriyle yazılmış kaynak eserlerin kütüphane raflarında korunmaya alınmayışları ve bu konulara ilgi gösterecek ve aynı zamanda Osmanlıca’dan Türkçe’ye transkripsiyon yapacak bilim insanı azlığıdır.
Bursa Darüşifası vakıfnamesinde Maristan ismi de kullanılmıştır. Çalışanların aldıkları ücret ve kadroları düzenlenmiştir. Örneğin bir sertabip günlük 12 dirhem alırken, tabipler 8 dirhem almaktaydı. Hastaların nafaka ve ihtiyaçları için yıllık 93.500 dirhem gümüş tahsis edilmişti. Bursa Darüşifası Türkler, Araplar, İranlilar gibi bütün İslam memleketinde yapılan darüşifaların bir eşi idi. Böylece Osmanlı Türklerinin ilk hastane ve medresesi açılmış oldu.
İlk Osmanlı hekimleri Hacı Paşa, Murad oğlu İshak, Ahmedi ve Ahmed-i Dai diğer Türk devletlerinden gelmişlerdi. Hacı Paşa (Konyalı Celaleddin Hızır) ve Murad oğlu İshak (İsfendiyarlı) tarafından yazılmış olan tıp kitapları mevcuttu. 1381 yılında Hacı Paşa Türkçe olarak Şifaü’l Eskam ve Devaü’l Alam adlı kitapları yazmıştı. Murad oğlu İshak Müntehab-ı Şifa-i Tıbbı ve Edviye-i Müfrede’yi 1390’da yazmıştı. Bundan sonra Kütahyalı Ahmedi’nin (ö.1413) Müntehab-ı Şifa-i Tıbbı ve Tervihü’l Ervah (Ruhların kokusu) adlı kitapları görülür
Germiyanlı Ahmed-i Dai’nin bazı eserleri vardır. İlk Osmanlı hekimleri İbn Sina’nın Kanun kitabı ile Halife Memun emriyle yazılmış kitapları kaynak almıştı. Tıp kitaplarının Türkçe olması dikkati çeken bir husustur.
Asıl adı Celaleddin Hızır olan Konyalı Hacı Paşa, Mısır’da eğitim aldıktan sonra Osmanlı sarayına girmişti. Murad oğlu İshak ise İsfendiyar ilinden (Gerede) gelmiş, Ahmedi ise Uşak’ta doğmuş ve yine Mısır’da eğitim almıştı. Göz ve kulak ağrıları, nezle, öksürük, zatürriye, kusma, sıtma vb bir çok rahatsızlık tarif etmişti. Ahmedi-i Dai Germiyanlıydı.
Bu yazarların kitaplarında görüldüğü gibi Osmanlılarda tıp kitapları Türkçe idi. Murad oğlu İshak bunu kendi kitabında şöyle izah ediyor:
Mizacından haysiyetinden menfaatinden ve mazarratından Türki dilince
Şerh eyleye, Ta ki kalan dillerde bir nice kişiler asanrak ola…
Ondördüncü yüzyıl hekimlerinden Cerrah Mesud’un yazmış olduğu Hülasa adlı kitapta teşrihten sözedilir. İnsan vücudunun onbeş cüzden oluştuğu ve kan, safra, balgam, deri, sinir
damar, et, yağ, ilik, tırnak ve kıldan oluştuğu yazılıdır.
İstanbul’un fethinden sonra Vezir-i Azam Mahmud Paşa ile Ali Kuşçu tarafından çizilen program üzerine Fatih Medresesi kurulmuştu. Fatih Vakıfnamesinde bu medreselerde tıp dersleri verildiğine dair kanıt olmamasına rağmen bazı Türkçe kitaplarda burada tababet eğitimi yapıldığına dair yazılar vardır. Buradan hakim, tabip ve mühendis yetiştirildiği yazılmaktadır. Edirne Darüşifası (Bimarhane) 1486’da II.Bayezid zamanında yapılmıştır. Padişah III.Mustafa zamanında (1758-1769) Fatih medreseleri arasında bir Tıp Medresesi’nin varlığı bilinir.
Amasya ve Osmancık Medreselerinde eğitim alan Akşemseddin’in kitaplarında (1389-1459) yazdıkları arasında dikkat çeken bilgiler vardır. Kitab-ı Tıbb’da daha önce görülmeyen bir çok fikir ortaya konmuştur. Sıtma nöbetleri hakkında üstün değerde bilgiler vermektedir. Akşemseddin’in tohum kelimesiyle anlatmak istediği şeyin mikrop olduğu anlaşılmıştır öyle ki Pastör önemli keşfini tamamladığında mikrop değil tohum manasına gelen germ kelimesini kullanmıştı. Sözleri aynen şöyledir:
Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.
Fatih Sultan Mehmet Han Çevre Nizamnamesinde şöyle demektedir: “Ben ki İstanbul fatihi Abd-i (kul) aciz Fatih Sultan Mehmet; bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kain ve malumu’l hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eyledim. Şöyle ki: bu gayrımenkulatımdan elde olunacak nema’larla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20 şer akçe alsınlar…”
Akşemsettin’in gözlemleri ve Fatih’in koruyucu halk sağlığı için ortaya koyduğu tedbirler aslında günümüz enfeksiyon hastalıklarının büyük salgınlarını önleyici niteliktedir. Nitekim temizlik ve yıkanmayı günah gören Avrupa’da veba ve sifiliz nedeni ile nüfusun büyük bölümleri yok olurken, Anadolu topraklarında yaşayan halkın daha şanslı olduğu anlaşılır.
Sinoplu Mümin b Mukbil onbeşinci yüzyılın hekimlerinden olup gözde yedi tabaka saymış, rahmin iki boşluklu kese olduğunu bildirmiştir. 1437’de Zahire-i Muradiyye yi yazmış, ayrıca Miftahu’n-Nur (Işığın Anahtarı) ve Haza’inu’- Surur adlı kitapları vardır.
Edirne II. Bayezit Darüşşifası (1488): Sultan II. Bayezit tarafından yaptırılan Edirne II. Bayezit Darüşşifası mimarisi bakımından büyük önem taşır. İlk kez bu darüşşifada merkezi sistem denilen, yani hasta odaları ve koğuşların merkezdeki kapalı bir avluyu çevrelediği bir düzen getirilerek az sayıdaki hasta bakıcı ile çevredeki hasta odalarında bulunan pek çok hastaya bakma olanağı sağlandı. Evliya Çelebi burada yatan akıl hastalarına müzikle rehabilitasyon uygulandığını yazar. Hastane 32 yataklıdır.
Osmanlı Devleti’nde hekimler kendiliklerinden Türk diline ehemmiyet ve itibar ediyorken
Demirtaş Paşaoğlu Gazi Umur Bey (ö.1462), Arap ve Fars dillerinde yazılmış tıp ve diğer eserleri Türkçe’ye çeviriyordu, Külliyesi Bursa’dadır.
Osmanlı sarayının ilk hekimi belki de Sinan Şeyhi dir. Yusuf Sinaneddin (Hekim Şeyhi)(1371-1431) aslen Kütahyalı olup İranlı Seyyid Şerif Cürcani’nin arkadaşıdır ve şair hekimdir. Hüsrev ü Şirin adlı eseri Osmanlı edebiyatının ilk minyatürlü eserlerindendir.
Şerefeddin Sabuncuoğlu (1386-1470): Fatih dönemi hekimlerindendir. Amasya Darüşifası’nda görev yapan Sabuncuoğlu Zehravi’den sonra resimli cerrahi kitabının yazarıdır. Cerrahiyyetü’l Haniyye adlı bu eserde hekim, hasta ve alet resimleri ile cerrahi tedavi şekilleri vardı. Mücerrebname adlı kitabı deneysel tedavi yöntemleri kitabıydı. Bir çeşit farmakoloji kitabıdır. 1465 yılında yayınladığı Cerrahiyet el-Haniye adlı bir eseri ünlü Endülüslü cerrah Ebu’l Kasım el-Zehravi’nin Kitab el-Tasrif Adlı ansiklopedik eserin 30. cildindeki cerrahi bölümün resimlenmiş ve yeni katkılar verilmiş halidir. Sabuncuoğlu Şerefeddin de Cerrahiyyetü’l-Haniyye’sinde “Bu kitabı Türki yazdığım şol ecilden kim kavm-i Rum Türki dilin söyler” demektedir. Cerrahname üç kitaptan oluşur ve 140 resim bulunmaktadır. 1 ve 3. kitabı farmakolojiye, 2. kitabı cerrahiye ayrılmıştır.
Eser Fatih Kütüphanesi’nde, Paris Bibliotheque Nationale’de ve İstanbul Üniversitesi’nde bulunmaktadır. 17. yüzyılda yazılmış bir baskı da mevcuttur. Piri Reis’in (1470-1554) amcası Kemal Reis ilk kez 1487 yılında ve daha sonra 1501 ve 1505 yıllarında Endülüslü
Yahudileri Anadolu’ya getirmiştir. Bu yıllarda Osmanlı Endülüs ile daha yakın temas halindeydi ve Endülüs’lü ünlü bilim adamlarını kitapları Anadolu topraklarına geliyordu: Şerefeddin Sabuncuoğlu ile Zehravi’nin kitaplarındaki örtüşmeyi bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Mısırlı alim Celaleddin es-Suyuti (ö.1505) (Doğru Yol ve Susuzluğu Gideren Nebevi Tıb Pınarı) eserinde, Tıbbı Nebevi Hz.Muhammed’in hadisleri etrafında şekillenen bir olgu olarak sunulur. Ahi Ahmed Çelebi 1522’de Risale Hassatü’l-Kilye ve’l Mesane kitabında
İhlil yoluyla mesaneya girip ilaç enjekte etmek, taşları delmek kırmak ve alet ile bıçak kullanmak anlatılmakta idi. Zeyneddin el-Abidin b.Halil Şifaü’l-fevaid (Sağlığın Yararları) kitabını IV. Murad’a (1623-1640) ithaf etmişti. Bu eserde yemek ve içeceklerin humoralizme uygun listelemeleri yapılmış Galen ve diğer tıb otoritelerinin dışında Hz.Yusuf ve Hz.Süleyman gibi Peygamberler de Hz.Muhammed gibi tıbbi otorite olarak sunulmuştu.
İçme suyundan, baklagillere, et ve kümes hayvanları, deniz ve göl balıkları gibi konulardan onyedi başlık halinde bir eserdi.
Manisa Hafsa Sultan Bimarhanesi (1539):
Kanuni Sultan Süleyman, Manisa’da vali olarak bulunduğu sırada annesi Hafsa Sultan adına 1522’de inşa edilen külliyeye, annesinin vefatından sonra 1539’da bir de darüşşifa ekledi. Kareye yakın dikdörtgen planda inşa edilmiş olan darüşşifaya ait vakıf defterine göre darüşşifada 1 başhekim, 1 hekim, 1 kehhal, bir cerrah, 1 vekilharç ve 25 hademe görev yapıyordu. Manisa Darüşşifası 19. yüzyılda akıl hastalarına tahsis edildi, Cumhuriyet’ten sonra ise kömür deposu ve sağlık müzesi olarak kullanıldı. Yakın zamanda restorasyonu tamamlanan bina günümüzde Celal Bayar Üniversitesi’nin hizmetine verilmiştir. Manisa’da Hanedan ailesi için hastane kuran ve ilk nazırlığını yapan Büyük hekim Merkez Muslihiddin Efendi (ö. 1551) güçlü bir macun gibi pek çok ilaç imal etmişti. Mesir macunu Kırmızı-Kara biber, zencefil, kişniş, hindistan cevizi, anason, safran, Tarçın, hardal, çörekotu, kakule, çiviotu, kimyon, vanilye, portakal kabuğu, Şeker gibi bir çok ürünü içermekteydi. İlaç dövmede uzmanlaşılmıştı ancak dozaj-etki ayarı belirsizdi. Afyon, delileri denetim altında tutmak için kullanılıyordu.
Endülüs Yahudi alimi Moşe Hamon, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) Gut hastalığını merhemle masaj yaparak iyileştirme girişiminde bulunmuştu. Hürrem Sultan-Mihrimah ve Rüstem Paşa Hamon’u desteklemişlerdi. Hamon’un saraydaki rakibi Şeyh Kaysunizade Mahmud’du. İki hekim arasındaki mücadelede Hamon azledildi.
Mısır’ın hekimleriyle ünlü Kaysunizade (Kusuni) ailesinden Kaysunizade Bedrüddin Mehmed (Mahmud), Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra İstanbul’a gelmiş ve Kanuni’nin Gut hastalığını iyileştirince hekimbaşı olmuştu. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar’daki son seferinde padişahın yanında bulunmuş ve tahnit işlemini yapmıştı (Hekimbaşı Kaysunizade Mahmud Efendi).
Emir Çelebi (?-1638) Enmuzecu’t-tıb kitabında anatomi çalışmaları yönüyle farklılıklar arzeder. O’na göre savaşlarda ölen askerlerin vücudunu inceleyerek hekimler bilgilerini artırabilirlerdi. Aksi halde maymun ve domuzlarda anatomi çalışmayı tavsiye eder.
Şirvan doğumlu Şemseddin İtaki (1572-1632) Teşrih-i Ebdan ve Tercüman-ı Kibale-i Felosofan (Vücut azalarının anatomisi ve filozofların rolünün izahı) eserinde kısmen İbn Sina’nın Kanun adlı kitabının üzerine bina etmiştir. Burada İbn en-Nefis’in düşüncelerine yer vermiştir. O halde Osmanlı’nın bu döneminde kan dolaşımı gibi tıpla ilgili çağdaş bilgilere hakim bir tıp uygulamasının mevcudiyeti kabul edilebilir. Ayrıca bu kitapta çeşitli organlar ve kemikler resimlerle gösterilmişti.
Sinoplu Ömer Şifai 1742’de Bursa’da vefat etmiştir.Tıbbı Cedid adını alan yeni Avrupa tıbbından etkilendiği bilinir. Cevherü’l-Ferid fi Tıbbi’l-Cedid kitabında bu akımın etkisi görülür.
Şam’da ve İtalya’da eğitim alan Ömer Şifai Bursa Şifahanesinde Reisü’l etıbba olmuştu.Onun öğrencisi Bursalı Ali Münşi (ö.1748) Paracelsus’un iatrokimya tıbbını desteklemiş ve Avrupa’dan tercümeler yapmıştı. Vesim Abbas (ö.1762) Arapça Farsça Latince ve eski Yunan dillerini biliyordu. Teşrih ve kronik hastalıkların tedavisinde Latince’den tercümeler yaptı ve Tıbb-ı Cedid-i Kimyai adlı kitabı yazarak Batı tıbbının gelişmelerini
nakletmeye çalıştı.
Sonuçta Osmanlı’da Nebevi Tıpla humoralist Galenosçuluk, Razi-İbn Sina-Zehravi ve ondan sonraki kişisel hekim tecrübeleri ile Halk hekimliği birlikte yaşatılıyordu.
Osmanlı Tıbbındatemelde iki nitelik göze çarpıyordu:
Osmanlılar koruyucu tıbba büyük bir önem atfediyordu. Tıbbi tedavi belirgin ve geniş kapsamlı toplumsal özelliklere sahipti. Hiyerarşik olarak yapılandırılmış Osmanlı toplumu sosyal ve mali farklılıkları kabul ediyordu. Antik Yunan’dan miras alınan humoralizme dayanan mekanik bir tıp da mevcuttu. İnsan vücudu fizyolojik yapı bloklarını teşkil eden dört humordan (sıvı) oluşur: Kan (Hava), Balgam (Su), Siyah Safra (Toprak) ve Sarı Safra (Ateş)
Vücuttaki herhangi bir dengesizlik durumu olan hastalık ortaya çıktığında Humoralist hekimin görevi dört sıvıdan hangisinde bir fazlalık ya da eksiklik olduğunu teşhis etmekti
Soğuk ve kuru olduğu bilinen siyah safrada bir fazlalık görülmesi durumunda vücudun sıcaklık ve nem seviyesinin suni yollarla artırılması gerekirdi.
Osmanlı Tıbbında iki nitelik göze çarpıyordu:
Osmanlılar koruyucu tıbba büyük bir önem atfediyordu. Tıbbi tedavi belirgin ve geniş kapsamlı toplumsal özelliklere sahipti. Hiyerarşik Osmanlı toplumu sosyal ve mali farklılıkları kabul ediyordu. Antik Yunan’dan miras alınan humoralizme dayanan mekanik bir tıp da mevcuttu. İnsan vücudu fizyolojik yapı bloklarını teşkil eden dört humordan (sıvı)
oluşur:Kan (Hava), Balgam (Su), Siyah Safra (Toprak) ve Sarı Safra (Ateş)
Vücuttaki herhangi bir dengesizlik durumu olan hastalık ortaya çıktığında Humoralist hekimin görevi dört sıvıdan hangisinde bir fazlalık ya da eksiklik olduğunu teşhis etmekti. Soğuk ve kuru olduğu bilinen siyah safrada bir fazlalık görülmesi durumunda vücudun sıcaklık ve nem seviyesinin suni yollarla artırılması gerekirdi.
Osmanlı’da mutfak kültürü ve beslenme alışkanlıkları ile ilgili genel inançlar halk arasında yaygındı:
* Yersen Günde Bir Elma Muhtaç Olmazsın Doktora
Zengin içerikli ve dengeli bir beslenme insanı sağlıklı kılan bir unsurdu. Belirli gıda maddelerine ya da yemeklere şifa verici nitelikler atfedilirdi. Avrupalı seyyahlar Osmanlı mutfak kültürüne ve zengin gıda içeriğine atıflar yapmışlardır. Aslında gastronomi ile eczacılık arasındaki fark çok açık değildir. Baharatlar, Bal, Çay ve diğer gıdaları gözönüne alan bir çok yabancı saray mutfakları için alınan baharatlar, zihninde ilaçların bileşenleri
hakkında fikri olan işinin ehli bir eczacı tarafından sipariş edilmiş gibiydi der. Et, balık, pilav, tatlılar, su, şerbet tüketilmeliydi. Kuduslülerin et tüketimi İstanbulluların tükettiği koyun ve sığır etinden dörtte birinden azken İstanbul’da genellikle koyun eti tüketilirdi. Koyun eti, balık, pilav, yumurta, soğan, sarımsak, lapa, un ve bal, yeşil sebzeler, fasülye, mercimek ana gıda maddeleriydi. Afyon, haşhaş, zencefil, engerek zehiri gibi maddelerden oluşan ilaçlar hazırlanırdı. Bitki ve hayvansal yağlar, süt ürünleri, zeytinyağı, tereyağı, peynirler baklagiller, otlar, sert kabuklu yemişler bal, hünnap, erik, şeftali gibi eczacı kullanımında gıdalar vardı. Kozmetik ürünler ve kıymetli kokular yaygındı. En önemli olan tiryaklar engerek yılanı eti ve yılan zehiriydi. Neticede modern spreyler hariç Osmanlılar enfüzyonlar, detokslar, Pomatlar, haplar şuruplar, pastiller, toz halde ilaçlar, fitil ve lavmanlar tütsüler kullanırdı.
Kan et ve yumurta gibi iyi gıdalardan hasıl olur
Safra tatlı yemeklerden hasıl olur
Balgam balık yoğurt ve soğuk yemişler gibi maddelerin yenmesiyle hasıl olur
Sevda sarımsak gibi kuru gıdalardan hasıl olur
Safra galip gelirse ağızda acı bir lezzet peyda olur susama hissi artar. Uyku gelmez, iştah zayıflar yüz sararır rüyada sarı renkler görülür. Balgam galip olursa hazım zayıflar, vücut ağırlaşır. Çok uyku uyumak rüyada su görmek balgamın galip olşuna delalet eder. Sevda galebe çalarsa iştahın kuvvetli olduğu halde zayıflar, uyku gelmez. Hastayı fena fikirler sarar, vücutta kıllanma olur, delilik olur. Hekim hastanın bu şekilde hangi hıltın galip olduğunu anlamaya çalışır. Ağrı, uyku, ve ateşini tetkik ederdi. Hastanın teşhisi için acele edilmeden uyku, yemek, oda sıcaklığı gibi hususlarda kontrol altına alınırdı. Nabzı ve özelliklerini ölçmek çok önemliydi. Hava, gıda, su, hareket, uyku, cinsellik, hamam gibi konular tüm kitaplarda ele alınmış ve hijyen olarak tarif edilmiştir. Çok uyumak gerinmek esnemek kan galebesinden hasıldır ve kan alınması gereken yerler kaşınır vücut ağırlaşır, vücutta sivilce ve çıban çıkar burun kanar- dil kızarır.
Cerrahlığa ait dağlama, yarma, sınık sarma, çıkık çekme, kan alma gibi girişimler gerçekleştiriliyordu. Nabız ve hastanın cilt rengi takip edilirdi. Hastalar olgu bazında tedavi edilir ve tecrübe birikirdi. Yaraların temiz tutulması gerektiği biliniyordu. Silahla yaralanmalarda kan mil ile yoklanır kemik kırığı aranır, kan durdurulur.
Kaynamış zeytinyağı ile koyun yünü uygulanır ve deri kalkmış ise ibrişim ile cerahate bir delik bırakılarak dikilirdi.
Yüzeysel tümörlerin kazınması tuz dökülmesi ve merhemle tedavisi yapılırdı. Hekimler beyaz gömlek ve pelerin giyerler ve beyaz bir sarık takarlardı. Gümüş başlıklı bir asaları vardı ve gül kokulu kafur ve tahta sandaletle etkili görüntülere sahiplerdi. Hekim önce hastanın inancını kazanır ve tanı koymada acele etmezdi. Hastanın ağrısı, uykusu, ateşi araştırılırdı
Nabzı bilmek hekimliğin baş şartıydı. Veremin tarifi şöyleydi: Yaştan, zatülcenpten, nezleden olur yahut çok öksürmekten olur. Alameti sil olur ki sıtması ola, ama daimi ola. Soğuk hava hoş gele, öksürük ile gelen balgam yaramaz kokar, yanakları kızıl ola.
Hekimler hastayı her yönüyle ele almalıydı: Hastanın yaşadığı iklim ve topoğrafya, meslek
İstirahat ve gıda rejimi (Diyet),
Humoralist Yaklaşımda göz önüne alınan özellikler: Işık ve Hava, Yiyecek ve İçecekler, İş ve İstirahat, Uyku, Vücuttan Atılan Şeyler (İdrar, Gaita, Cinsi, Banyo) , Ruh Hali ve Mizaç
Hastaların dindarlıkları yargılanmamış, talihsizliklerinin suçları günahkarlıklarına veya inançsızlıklarına yüklenmemiştir. Nebevi Tıbbına bağlı olarak da hastalık hastayı Allah rızası ve dindarlık ileödüllendiren ve bu sayede cennete girişi kolaylaştıran bir çileydi: Allah müminin çektiği hastalıkları günahlarına kefaret kılar.
Tedavide Kullanılan Yöntemler:
Kan alma: 16. yüzyıl Fransız seyyah Thevenot’un anlattığı yönteme göre Veneseksiyon yöntemi yani geniş bir toplardamara kesit yaparak girmek amaçlanıyordu
Kan alma başağrıları başta tüm ağrılar için kullanılırdı
Sülük
Bardak çekme
Dağlama
Müzik
Kan alma için (veneseksiyon) 30 yer belirlenirdi: 16 başta, 5 el ve kolda, 3 bacak ve ayaktan
Cerrahi müdahale humoralist kuramda hekimin başvurması gereken en son seçenekti.
Tabib ya da hekimlerden ayırmak için cerrah ünvanı kullanılırdı. Cerrahi ile birlikte ayrılmaz kabul edilen anatomi İstanbul’daki Süleymaniye Tıp Medresesi’nde ders programında yer alırdı. Katip Çelebi (Hacı Halife) teşrih kavramına Arapça olarak kaleme aldığı devasa bibliyografik ansiklopedisi Keşf-üz-Zunun an Esami’l Kütüp ve’l Fünun’da (Zanların Keşfi: Bilimlerin Unvanları ve İsimleri) yer vermiştir. Anatomi bu eserde saygın bir bilim dalıdır:
Astronomi ve anatomi bilmeyen Allah’a dair bilgiden yoksundur. Anatomi bilimi Allah’ın mükemmel tasarımını ispatlamak için bir araç olarak görülürdü. Gelenekel olarak gerçekleştirilen sünnet erkek çocuklara yapılan bir küçük cerrahiydi ve cerrahlar tarafından yapılıyordu.
İslam Tababetinde Eğitimi:
931 yılında Bağdat’ta ortaya çıkan bir hekim hatası sonucu ölüm diploma zorunluluğunu gündeme getirdi. Böylece tıp eğitiminin ölçülmesine karar verilmişti ve 860 tıpçının 160’nın
sınavdan kaldığı bilinir. Bir çok olay ortaya çıkmaya başlayınca hukukçulara hekimlerin test edilmesi ile ilgili rehber kitaplar dağıtılmıştı. Bir kişi elinde katır idrarı ile doktora başvurur ve onun bir ideal bir kölenin idrarı olduğunu söyledi. Doktor o kızın büyülendiğini ve ancak bir katırın böyle bir idrar çıkarabileceğini ileri sürdü. Arpa ile iyi beslenmenin çözüm olacağını söyleyen doktor halifenin özel doktoru olarak atandı. Eğitim merkezi olarak medreseler gelişti ve tıp eğitimi bunların içinde sürdürüldü. Herkes tıp hekimi olabilirken din ile bir ilgi kurulmaması önemliydi. Türklerde hekim olabilmek için akil olmak, çok kitap okuyup Bimarhanelerde çok düşünmüş olmak kafi idi.
Tıp her ne kadar temel kuralları itibariyle medreselerde öğretiliyorsa da, cerrahi, eczacılık ve benzeri klinik yanlarının çoğu, genellikle yanına bir tıp okulunun eklendiği hastanelerde öğretiliyordu.
Bazı ünlü hekimler de evlerinde ya da özellikle bu tür toplantılar için düzenlenmiş mekânlarda öğrencilerini eğitiyorlardı. Öğrenimin önemli bir bölümü ise aile çevrelerinde, özel dispanserler veya özellikle eczacılıkla ilgili olarak eczanelerde yürütülüyordu. Çünkü tıpla uğraşan bir ailede kuşaklar boyu oluşmuş tıp geleneği, İslam uygarlığında gerek Müslümanlar, gerekse İslam toplumu içinde yaşayan doğu Hıristiyan ve Musevileri arasında hayli güçlüydü. Bayanların eğitim aldığı, hemşire, refakatçi ve jinekolog olarak çalıştığı
Bilinir. Endülüs’te Zehravi’nin bayan hekimlerinin azlığından şikayet ettiği bilinir.
Anadolu’da Tıp Okulları
* Diyarbakır’da 1198’de Mesudiye Medresesi,
Kayseri’de 1206’da Darüşşifa
* 1470’de Fatih Darüşşifası
* 1488’de Edirne Darüşşifası
* 1539’da Manisa Hafsa Sultan Darüşşifası
* 1550’de İstanbul Haseki Darüşşifası
* 1557’de Süleymaniye Darüşşifası
* 1621’de I. Sultan Ahmed Darüşşifası kurulmuştur
Tıp medresesi olarak ilk kez kanuni devrinde Süleymaniye Tıp Medresesi 1556’da açılmıştır
Vakıfnamesinde diğer medreseleri ile Tıp Medresesi bina olunduğu cümleleri vardır. Tıp medresesinin müderrisden başka sekiz danişment, bir kapıcı, bir ferraş, bir de noktacıdan ibaretti. Müderris basiret ve zeka selamet-i havass ile maruf ilm-i mizana arif tabipler arasından seçilirdi. İlk müderris Hekimoğlu Ahmed Çelebi’dir. Doçent yerine olan danişmentlerin maaşı günlük iki akçe idi. Her Perşembe toplanırken dört gün eğitim verilirdi
Medresenin yetiştirdiği hekimlere diploma manasında temessük verilirdi.
Aşılama:
Çiçek hastalığına karşı yapılan aşı Osmanlı’da yaygın bir cerrahi girişimdi. Halk tıbbında uzmanlaşmış yaşlı kadınlar tarafından yapılıyordu. Erkek çocukların ve genç delikanlıların kollarında, göğüslerinde ve alınlarında dört beş damar açılıyordu ve çiçek hastalarının açık yaralarından alınan mukus açık damarların içine konuluyordu. Çocuklar bu işlemden sonra hastalanıyor ve birkaç gün ateşleri yükseliyordu. Ama tamamen iyileşiyorlardı. 18. Yüzyılın başında İngiliz St James Sarayı’nın Osmanlı sefirinin eşi Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) bu aşıyı İstanbul’da öğrenmiş ve Londra’daki bir saygında kendi çocuğu için kullanmıştı. Bu aşılama Edward Jenner (1749-1823)den çok daha önce Anadolu’da
Uygulanıyordu.
Kötü Alışkanlıklar:
1600’lü yıllardan sonra haşhaş - afyon benzeri uyuşturucular halk içinde hatta yüksek devlet yetkilileri içinde yaygınlaşmıştı. Bunlara göre IV. Murad tütünle ilgili bir ferman yayınlamıştı. IV.Mehmed (1648-1687) Osmanlı toprakları içinde tüm meyhanelerin
kapatılmasını emreden bir ferman çıkarmıştı. Padişah III.Ahmed (1703-1730) 1725’de haşhaş kullanımı ile ilgili bir ferman çıkardı. Tarihçi ve bürokrat İbrahim Peçevi (1574-1649) kahve ve tütünün tüketilmesini tiksinti ile anlatır: Mide bulandırıcı kokusu, şahsi temizliğe, elbise, sarık ve sakalı kirletmesi, beyin üzerindeki kötü etkilerini dile getirmişti. Bu tür maddelerin tüketiminin eğlence, safahat, vakit ve para israfıydı.
Osmanlı Devletinde Hekimbaşılık:
Osmanlı sultanları ile hekimler arasındaki ilişkiler XV. Yüzyıla kadar takip edilebilmektedir. Onbeşinci yüzyıla kadar saray ya da padişah hekimi diye bir tabibin mevcut olduğuna dair bir vesika bulunamamıştır. Karaman Seferi sırasında Padişah Çelebi Mehmed’i (ö.1421) Ankara’da Şeyhi’nin tedavi etmişti. Sabuncuoğlu İlyas Çelebi aynı dönemde hekimbaşı idi. II.Murad’ın yanında Yahudi İshak Paşa, Fatih’in yanında Kutbeddin ve Şükrullah Şirvani, Altunizade gibi hekimlerin bulunduğu bilinir. II.Bayezid zamanında Hayrullah Efendi ile resmi manada hekimbaşılık dönemi başlar. Saray protokolünde önemli bir yeri olan ve padişah tarafından resmi yazı ile atanan hekimbaşıya huzurda samur kürk giydirilir, Bab-ı Ali’de Çinili Oda’da sadrazam tarafından kabul edilerek kahve ikram edilir ve göreve başlardı.
Evliya Çelebi’ye göre hekimbaşılık devletin en yüksek ilmi kadrolarından biri olup 500 Akçe tahsis edilen bir memuriyetti. 1535’de Sinaneddin Yusuf’un aylığı 3900 akçe idi.
Aylıkları dışında Tekfurdağı (Tekirdağ) gelirlerinin bir bölümü ile kış, bahar ve bayramlarda ayrıca taltif edilir ve giyecek kumaşlar verilirdi. Hekimbaşı başta padişah olmak üzere tüm aile sağlığı ile ilgilenirdi. Padişahın yemeği ile nevruzda nevruziyeyi devlet ricaline takdim ederdi. Sarayın ihtiyacı olan mum ve sabunlar onun formüllerine göre imal edilirdi. Saraydaki iki eczane ve beş hastahanede sayıları 25-30 arasında değişen cerrah kehhal ve hekimler düzenli çalışırdı. Sarayda Baş Lala Kulesi’nde otururlardı. Emirlerinde baltacılar, mübaşirler, hünkar kapıcısı, ve yüz kadar hademe vardı.
1837-1840 yılları arasında Meclis-i Umur-ı Tıbbiye ve benzeri kurumların kurulmasıyla yetkiler elinden alındı ve Serettibba-i Şehriyari makamı adını aldı. 1850-1923 arasında yalnızca saray hekimliği yapan Serettibba-i Şehriyari ünvanı verildi. 1500’lü yıllardan beri kayıtlı hekimbaşıların isimleri mevcut olup çeşitli lakapları vardır: Bilgisiz, megaloman, bestekar, hattat gibi. Padişah II. Mahmud (1808-1839) ve Abdülmecid’in (1839-1861)
Hekimbaşıları Abdülhak Molla idi (1849 azli ve 1854 ölümü). Hekimbaşıların hepsinin ortak özelliği gelirleriyle rahat bir hayat yaşamışlar, bazıları büyük servetler edinmişler ancak hizmet ettikleri kişilere ve devlete asla ihanet etmemişlerdir.
Onaltıncı yüzyıl siyasi tarihine bir bakalım:
Rönesans liderleri ile dost olan Osmanlı, İngiltere, Fransa, Hollanda kurucu ataları ve ittifak yapmışlardı. Rönesans papaları ile de ittifak yapıldığı zamanlar vardı. Tüm bu güçler Latin İttifakının güçlü lideri İspanya ile savaşmaktaydılar.
Avrupa’da Reform:
Protestanlık tek bir din değildir, buna verilecek ad Reforme Din’dir. Marthin Luther bu konuda tek lider değildi. Luther, Copernic’i zibidi bir astrolog olarak aşağılamıştı. Thomas Müntzer (1488-1525) vaftizme ve Luther’e karşı çıkmış ve Alman Köylüler Savaşı’nda asilerin lideri olmuştu, Doğu Almanya kahramanıdır. Latin Kilise karşıtı manifesto yazmıştır, Komünyona karşıdır. 1525’deki Köylüler Savaşı 1789 Fransız İhtilali öncesi Avrupa’nın en yaygın savaşıydı. Alman anabaptist Melchior Hoffmann (1495-1543) gerçek Hıristiyanların
Türklere karşı savaşmaması gerektiğini vurgulamıştı. 1527’de Schleithem Konfesyonu’na başkanlık eden Michael Sattler eğer Türkler topraklarımıza gelirse onlardan ziyade Hıristiyanlara karşı savaşacağını ilan etmişti. 1526 Mohaç-1529 Viyana kuşatmaları bu çağrılara göre değerlendirilmelidir.
Osmanlı Donanması Fransa’da Toulon’a gelmişti. Önce Temmuz 1543’de Marsilya’ya geldiğini hatırlatmak istiyorum. 1543-44 kışı 637 evin bulunduğu Fransa Toulon’da yaklaşık bir yıl Osmanlının yaklaşık 30.000 savaşçısı konakladı. Nis alındı, İtalya’nın batı kıyılarına sefer düzenlendi. Tüm bu zamanlarda Osmanlı Endülüs’ten göç eden Morişkoların ve reformistlerin yanındaydı. Bu konuda örnek olarak vereceğim ilk kimlik değişikliği 15. yy’da
Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisiyle Avrupa ve Akdeniz’de ortaya çıkmıştı. Akdeniz tarihçisi Braudel diyor ki “15. Yüzyılda insanlar büyük gruplar halinde Hıristiyanlık’tan İslam’a geçiyorlardı. İslamiyet onları macera ve kazanç olanakları nedeniyle cezbetmektedir” “Çağrı o kadar güçlüdür ki kilise mensupları bile bunun dışında kalamamaktadırlar.
Hıristiyan bir kralın elçisine Fransa’da refakat eden ve İspanyol otoritelerine geçerken yakalanması tavsiye edilen şu “ Türk” eski bir “Macar rahibidir.”
Endülüs’ten sürülen Morişkoların bazısı Fransa’da Languedoc, Provence ve Bordeaux gibi kentlerde yerleşmiş ve bazısı da samimi Hıristiyanlığa dönmüştü. Pek çok Morişko’nun yolu İtalya’dan geçmiş olup, Palermo’ya gelmişler ve bu bölgede samimi/kripto Hıristiyan olarak yaşamışlardır. Elizabeth İngiltere’si, Morişko sürgünleri ve Reformistler için de bir sığınak olmuştu. Morişkoların evlerinden ve topraklarından çıkarılmalarının evrensel dramı Miguel de Cervantes (1547-1616) tarafından ustaca hayata geçirmiştir . 1605’te yazmayı tamamladığı “Don Kişot” romanında aslında Müslüman olan bir Morişko’nun kılık değiştirerek farklı bir isimde yaşaması konu edilir. Sancho Panza-Almanya Augsburg’da yaşayan Hıristiyan Hacı Ricote karşılaşması bir kişinin aynı anda bir Müslüman İspanyol ve bir Hıristiyan Alman olabilme olasılığını dile getirmiştir. Bu kimlik farklılığı olabilir miydi?
Roman’da Cervantes’ e göre bu soruya cevap “Evet” olmuştur. Fransa, İngiltere ve Düşük ülkelerdeki (Benelüks) heretik (sapkın) vatandaşlarının varlığını sürdürmemesi gerektiğine inancıyla İspanya Kralı II.Felipe (1527-1598) tüm bu korumalara reaksiyon gösteriyordu
Felipe’ye göre bu sapkın İspanyollar ulusal onuru zedelemektedir. I. Elizabeth ise (Hz.) Muhammed (A.S.) düşüncesine (İslam’a) ilgi duymuştu. Kendisini, “(Hz.) İsa’nın (A.S.) adını yanlış olarak kullanan putperestlere karşı gerçek inancın savunucusu” olarak görüyordu.
1566 yılında Bab-ı ali ile Hollanda’nın kurucu atası sayılan Willem van Orange (1533-1584) arasında ilişkiler başlar. Orange’nin Müslüman olduğu ve Yusuf İbrahim adını aldığı bilinir. İspanya’dan zulüm gören Morişko halifesi Halife Abdul Abu Uzrim ile yakın temastadır ve birbirleriyle yardımlaştıkları bildirilmiştir. 2 Eylül-9 Ekim 1621 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Osman’ı Hotin Seferi’nde görürüz. 1620 yılındaki Çuçoro Savaşı ile Lehistan’a karşı elde edilen zafer padişaha Osmanlı Devleti sınırlarını Baltık Denizi’ne kadar uzatabileceği umudunu vermişti. O dönemde Berber sahillerinde Dutch korsanlarıyla Türk korsanlar arasında bazı kooperasyonlar vardı ve bu ilişki Dutch isyanlarıyla Türkler arasındaki basit bir ilişkiden ziyade Antikatolizizmin güçlü ve sembolik bir ifadesiydi. İlhan Karaçay, o dönem Hollandası’nda “Katolik Olmaktansa Türk Olmak Daha Evladır” sloganlarından, “Türk bayrağı çekilmiş gemiler ve boyunlarında gümüş yarım ay figürlü asılı kolyeleri olan denizcilerin” varlığından söz eder. Antwerp’te 1566’da hilal rozet takmak ve hep bir ağızdan “Liever Turksch dan Papauw” demek adet olmuştur. Hollanda savaşçılarının madalyonlarından birinde de “Katolik olmaktansa Türk olmak daha iyidir” ve “Türkler Papa’dan daha iyidir” yazmaktaydı.
Wiegers Morişkoların Amsterdam’da bir “Toplantı Yeri” ya da bir “Cami Ev” yaptıklarından söz ediyor. Fransiscus Dusseldorp’a göre 1609’da Morişkolar Amsterdam’a gelmişler, burada bir toplanma yeri oluşturmuşlar ve orada bulunan bazı heretikler de Kalvinizm ile aynı olduğu gerekçesiyle İslam’a dönmüştür. Bu Morişkolar, yaklaşık 1000 evlik bir alanı işgal ettiklerini etmişler ve Türk gibi davranmışlardır. Daha 1554’te Avusturya Büyükelçisi Busbeq lale soğanını İstanbul’dan almıştı ve Hollanda’ya taşımıştı. Lale ünlü Botanikçi Carolus Clusius’un daha sonra eline geçmiştir.
1572 Dutch isyanının ancak dışarıda iyi organize olmuş “Sea Beggar” ların içerde Hollanda kasabalarında eşit derecede organize olmuş “Fifth column” aksiyonu ile mümkün olmuştur. Onaltıncı yüzyılda halen Hollanda Cumhuriyetinin vatandaşlarında büyük etki bırakan deniz dilencilerinin tarihinde bir olay daha vardır: 1574’te Leiden’in Kurtarılması.
Buradaki Türk katkısını gösteren 1625 yılına ait bir tarihi belge yılında İspanya hükümetinin resmi yazışmaları içinde bulunmuştur.
Batı Avrupa’da aydınlanma döneminin baş aktörü olarak sayılan Rene Descartes1596’da Tours ve Poitiers arasındaki La Haye’de doğmuştu. Modern felsefenin babası sayılır, fizikçi ve matematikçidir. 1616’da hukuk diploması aldı, Hollanda Prensi Maurice’in Ordusunda İspanyollara karşı savaştı. 1619’da Bavyera’da ordudayken aniden bir rüya gördüğünü
Söyler. Hollanda’ya yerleşti ve Katoliklerden dinsiz damgası yedi. “Düşünüyorum öyleyse varım” ve “Sahneye maskeyle çıkıyorum” der. Yazdığı kitaplar İmam-ı Gazali’nin kitaplarıyla karşılaştırılmıştır ve büyük benzerlikler bulunmuştur. 1649’da İsveç Kraliçesi Kristine’in eğitimi için Stocholm’a gitti. Kraliçenin babası Osmanlı dostu Erdel Kralı Betlen Gabor aracılığı ile Lehistan’a karşı yardım istemişti.
İşte Hollanda’da aydınlanma sonrası ortaya çıkan ünlü bilim insanlarını ve büyük doktor Herman Boerhaave (1668-1738) gibi hekimleri bu çerçevede görmek gerekir. Bu yüzyılın en başarılı klinisyeni ve tıp hocası Leyden’li’ydi. Leyden’i neredeyse dünyanın tıp merkezi haline getirmişti. Boerhaave‘nin ikna edici kişiliği büyük dikkat topladı. Mekanistik, kimyasal ve klinik tıp yaklaşımlarını birleştirmişti. Hastayı merkeze koyarak hastabaşı klinik eğitimi benimsedi ve teoriden çok uygulamayı öne çıkardı. Ayrıca yetiştirdiği harika öğrencileriyle de ün kazanmıştı. Eserlerinin bazı bölümleri, Sultan III. Mustafa (1757-1774) zamanında, 1767’de Hekimbaşı Suphizade Abdülaziz Efendi tarafından Fusul ismiyle Türkçe’ye çevrilmişti.
Batı Avrupa’nın Aydınlanma tarihi göz önüne alındığında büyük tarihçimiz rahmetli hocamız Prof.Dr.Halil İnalcık’ın dediği gibi 15. ve 16. Yüzyıllar Avrupası’nın, zamanın büyük politik ve ekonomik gücü Osmanlı’yı hesaba katmadan anlaşılamayacağı aşikardır.
İspanya’dan Avrupa içlerine göç eden Müslüman, Yahudi ve Reformist Hıristiyanlar aydınlanmada büyük rol sahibi oldular. Böylece Batı Avrupa’da onyedinci yüzyılda yeni bir kimlik doğdu ve bu kimliğe karşı Latin Katoliklerin CounterReformasyonu sonrasında bu reformist kimlik Atlantiğe açıldı. İngiliz tarihçi Nabil Matar ve Amerikalı tarihçi Barbara Fuchs’un vurguladığı gibi Osmanlı’nın Atlantik vizyonu da vardı. İşte bu yıllardan sonra aydınlanan Batı Avrupa onyedinci yüzyılın ortalarından itibaren, Endülüs’ten sonra ilk kez orijinal bilgi üreten ve Osmanlı’yı etki altına alan bir Batı uygarlığını ortaya koyacaktı.
Dostları ilə paylaş: |