Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç ve dış duyguları da bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte de kullanırlar. Hayatı neşeli olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile uğraşmak dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi öğütçüler, son günlerinde şunu söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman zorlanma zamanı değildir. Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü dünyamızın kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.
Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır. Bunun ayrılıktan başka ne faydası var?
Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?"Biz de öyleyiz senden ayrılıyoruz. Sonra kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem ki: Bu birleşme sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu birleşmenin değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.
Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki: Bunu şeyh söylemedi. Bu gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı yoktur.
Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran'da, "Allahı ululuğuna yaraşır bir halde takdir etmediler'", (Enam Sûresi, 91) Kur'an'daki, "Ferahlandılar," (Enam 44) sözü de dünya nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar" sözünde de onları ebedî hayata yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler, şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile olur. Yemekte bile aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap vermedi. Bize vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden Buhar'ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, "Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın," (K. 60/1) buyurdu.
Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt üst olurken, öteki selâmette kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allah'ın elindedir. Kur'an'ın "Oku!" hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani, ey edepsiz çocuk ibret al ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil! Kur'an'da, "Yer sarsıldığı zaman," (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir, sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu teklifin artmasından zevk alırsa, teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden bahsediyorsun. Bundan sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan batkın bir haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir. Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki bir sırrı ve bir hakikati vardır, Allah'ı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu cefayı yaparken, mühlet vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu. Şimdi gerektir ki, dertsiz bir kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, "Genişleten kimse, genişlik bulur" buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt yetişmez, ama öteki cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.
Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de olabilir. Bu Zehra ile o, her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.
Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç kişi de vahyin indiği yer, yani onun muhatabı oldular.
Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi olasın. Harfleri arasında Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere düştüğün zaman niçin yoksun kalasın! Niçin onun tev'ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, "Ibrahimin makamına giren güven bulur," (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim ki! O kıl, sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine gözyaşı ve ıstırap görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi. Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları yeterli değildi, şimdi nebilerinkine başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa'nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira! Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum! O iğrenme düşmanlıktan değildi. Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu gün Allah adamı böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine vursam, yenini namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun, ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum. Bakayım topal mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın acaba kadınlarla ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda, bir kimse halinden şikâyet ediyor mu', yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim evimde bir sofra donatsınlar ve o sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir hikâye anlatayım, demedim mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna'dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp tutuşuyor diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal görsün. O ister adam oğlu olsun, ister başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar. Onların zannına göre marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa zamanında yaşayan ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber çağında ölenlerden başkalarıdır.
Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım yazıyı uykun gelinceye kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan sonra kaleme vuracağım, ta Musul'a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz'e de gideceğim. Orada falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum. Ondan sonra Bağdat'a, sonra Şam'a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az kalmam geri dönerim. Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı çekersin, çünkü şairin dediği gibi:
Mısra:
Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.
Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde edilmesi kolay değildir, bir adam tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık gösteriyor; bu olmasa postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî sapığın kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.
Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker diyordu. Görüyorsun ki, aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad'ın (Adliye emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu gönderdi ve ona Şemseddin'i de çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey yaparım da aramızdaki muhabbet eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden geçti ki, Adliye Emirine bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el çekmiş gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir meyvenin başına gidiyor. Ben senin duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet, dedim, bir çok eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk geliyorum, ama seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme, dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün gece o kadar yedim ki, teravih namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.
Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan kimse, ertesi günü daima hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür, dedim.
Üçüncü Bölüm
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HU!
(M. 259) Peygamberimiz buyurdu ki: "Kardeşlerimle buluşacağım günü çok özlüyorum."
Sahabe, yani Peygamberimizin yoldaşları, Ey Allah elçisi, o kardeşler bizler miyiz? dediler.
— Hayır.
— Yoksa nebiler mi?
— Hayır, buyurdular. Benden sonra gelecek bir toplumdur onlar.
Bunlar uykulu uykulu birtakım sorular sordular, sonra tekrar uykuya vardılar. O sözler uyanıklığın yankısı idi. Nasıl olur da o kadar yankı gelsin de ondan ayılmasınlar ve başka yankılar vermesinler. Bu, yeteneklerinin eksikliğindendi. Bütün cihan halkı bir tarafa geçsin, ben öbür tarafa geçeyim. Her ne zorlukları varsa benden sorsunlar, hepsine cevap vereyim ve hiç kaçmayayım. Sözden, konuşmadan yüz çevirmem, daldan dala sıçramam.
Zeyneddini Tusî on, on beş gün için Şeyhi ziyarete gelmişti; ondan halvette bazı şeyler sordu. Nihayet onu halvetten dışarı çıkardılar yolcu ettiler. Bir gün birisi ile konuşuyorduk; Zeyneddin benim müridim idi, divane oldu, dedi. Ben çok uğraşıyordum ki bu müritler gibi başımı aşağı indireyim. Neticede hakikat böyledir. Ben onun gibi bir müridi nerede bulayım ki Allah benim müridimdir. Çünkü onun kutsal adlarından biri de mürid'dir. Murad ise benim. Çünkü her müridin bir muradı, dileği vardır.
Bana bu zahir bilgileri ve bu çabuk anlayış kudreti gerektir ki, bunların yardımı ile, yazıktır şu benim bilgimi onlara söylemek gerekmez,diyeyim.Ancak onların bilgileri onların olsun. Onları bu değersiz bilgileri ile meşgul etmek gerektir. Tarîrı, hiç kimsenin bedeninin boşluğunda iki yürek yaratmadı (herkesde bir kalp yarattı). Bizim her neyimiz varsa hep onundur. Bu her iki söz de bir anlamdadır.
Hak yüce Allah asla "Enel Hak", yani ben Hakkım demez. Allah, her zaman beni kutlayın, beni kutlayın! da demez. Çünkü bunlar hayret ve taaccub ifade eden sözlerdir. Hak nasıl olur da hayret ve taaccub beyan eder? Eğer kuluna ait bir ilgi dolayısıyle taaccüp ifade eden süphan kelimesini kullanırsa doğru olabilir.
(M. 260) Rubi Meskûn yeni yerin dörtte bir parçası halkın üzerinde yerleştiği parçadır. Geri kalan dörtte üçü güneşin sıcağında yanar, orada halk yurt tutamaz. Bu dörtte bir parçada yerleşmiş olanlar, bana ne kadar zor meseleler sorarlarsa sorsunlar, karşılığını peşin alırlar. Onlar için pek zor görünen sorulara karşı cevap içinde cevap, kayıd içinde kayd, şerh içinde şerh yazmışlardır. Benim sözümde ise bunların herbirine on türlü cevap vardır. O, güzelliği ve o tatlı edası ile hiç bir kitapta yazılı değildir. Nasılki Mevlâna, bana, "Seninle tanıştıktan sonra bu kitaplar nazarımda pek tatsız kaldı," buyurdular.
Bu arşın gölgesi altında yedi zümre vardır. Gerçi kıyamet gününde bütün yaratıklar şaşkına dönerler, korku içinde kalırlar, gördükleri bir çok korkunç manzaradan ürkmüş bir halde kızgın gün ışığında yanarlar. Bir başka topluluk da kan ter içinde bunalmıştır. Yukarıda sözü geçen yedi zümre her şeyden selâmette kalırlar. Bu yedi zümreden birisi yalancılardır. Ama şöyle bir yalan olmalı: Biri sana gelir, biraz önce filânla birlikte idim, şimdi onun yanından geliyorum, çok üzüntülü idi, senden yana utanarak diyordu ki, Allah Allah nasıl oldu da ben falan zat hakkında terbiyesizlik ettim? Aklım başımdan gitmiş, hiç kendime sahip değildim. Yaptıklarımın farkında değilim, pişman oldum. O kimse ki hem bu adama gelir, hem öteki hasma gider, aralarını bulmak ister. Hayırseverliğin iki mislini yapar, ateşi söndürünceye kadar çabalar ki.kimseyi yakmasın, işte o fitne ateşini söndürmek kutlu bir iştir, ister yalanla, ister doğru sözle olsun! Ateşi söndür de, ister idrar ile, ister hendek suyu ile söndür, ister tertemiz su ile. Bu millet ise aksini yapıyor. Kavga koparmak için yalan söylüyor. Şu bizim insanlarımız nerede görülmüştür? Eğer arada Mevlâna olmasaydı bizim ile onlar arasında (paylaşılamayacak) ne vardı?
İşte bu sebeple bir tek dost gözü görüyorum, ama yüz düşman gözünü de görmek zorunda kalıyorum ve şüphesiz ki görüyorum.
Geçen gün hayalini karşıma getirdim, onunla tartışmaya koyuldum. Niçin bunların karşılığını açıkça ve olduğu gibi vermiyorsun, dedim. Hayalin bana şu cevabı verdi: Onlardan utanıyorum; istemiyorum ki incinsinler. Ben de buna karşılık verdim. Derken tartışma uzadı. Söylemediğim ne kaldı ki! Hayır, söylediklerim ne idi ki! Sanki hiç bir şey konuşmadık. Yani irfanı eksik insanların sözlerine nispetle herşeyi söyledik, ama kendi söyleyeceğime göre hiç bir şey söyleyemedik.
(M. 261) Hazreti Peygamber (Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun), şöyle buyurdu: Bir kimse kırk sabah Allah'a can ve gönülden kulluk etse onun kalbinden diline doğru hikmet pınarları akmaya başlar.
Peygamberimiz bu sözü kendi yoldaşları arasında açıklarken, dostlarından biri kırk gün kendi kendine ibadetle uğraştı. Sonra Hazreti Peygambere (S.A.) şikâyet etti. Ey Allah Resulü! dedi. Falan dosta öyle bir hal geldi ki, gözü, sözü, rengi değişti. Siz ise, bu hali beyan ederken yukarıda andığımız hadisi buyurmuştunuz. Ben gittim tam kırk gün elimden geldiği kadar uğraştım. Nitekim Kur'an'da, "Allah insana gücünün yettiği kadar teklif koyar," (K. 2/286) buyurulmuştur. Senin sözünde de hâşa yalan olmaz. Hazreti Peygamber (S.A.) şöyle buyurdular: Ben, can ve gönülden kulluk ederse, dedim.
Can ve gönülden Kulluk etmenin şartı, bunu ancak Allah için yapmaktır. Yoksa başka emeller ve hevesler uğruna kulluk etmek değildir.
Sen başka bir dostundan işittiğin garip konuşma tarzının sende de belirmesini istedin, bu isteğin yerine geldi.
Bize inanan bir topluluğa dedim ki: Allah sizi çok bahtiyar yaratmıştır. Çünkü böyle insanlar sizin içinize düşmüş, siz de onlarla birlikte bulunmanın değerini anlamışsınız. Bahtiyar yaratılmış olanların yolları aydın olur; ayışığı kapılarına vurur.
Şiir:
Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Duygusuzların yoldaşlığı çok zararlıdır, haramdır. Bilgisizlerin yoldaşlığı büsbütün haramdır. Yedikleri de haram. Haram yemek ki, bilgisizlikten ileri gelir, o lokma benim boğazımdan geçmez. Onun yemeğini yesem, sanki bir mancınık taşı gelir, içi ta tavana kadar camlar ve şişelerle, âletlerle dolu bir sırçacının dükkânına çarpar, her şeyi parçalar.
Bir ilâhi hadiste, ulu Allah, "Her günahın bağışlanır, ancak benden yüz çevirenin günahı af olunmaz," buyurmuştur.
Önce Elif nedir? Onu söyle, sonra B'ye gelirsem iş uzar. Bugün bizim için uzun kısa hep birdir. Uzun olmuşuz ne çıkar, kısa olmuşuz ne çıkar? Uzun ve kısa cismin, maddenin sıfatıdır. Sıfat ile mekân sonradan yaratılmıştır. Evvel, âhir, ön ve son, Allahdan belirdi, Allahsız ne evvel var idi, ne de son. Ne zahir, ne batın, yani ne açık var idi, ne de gizli.
Mısra:
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet'tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:"Beni Meta oğlu Yunus'tan üstün görmeyiniz." Çünkü o denizin dibinde, balığın karnında mirac'ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur' an'da, "Orada giyimleri ipektir," (Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur'an'da, "Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım," (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can, senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Şiir:
Mertçe ve mert huylu olmaya bak!
Yoksa bin türlü utanca uğrarsın.
Beni tanıyorsan, beni görüyorsan o üzüntüleri niçin anıyorsun? Eğer hoş olmak benim elimde ise niçin kendini sıkıyorsun! Benimle beraber isen, niçin kendinle meşgulsün! Benim dostum isen, niçin kendi kendine dost oluyorsun? Yıllar geçer de, ancak birisiyle dost olur ve huzura kavuşuruz.
Şiir:
Yıllar gerektir ki güneş altında bir taş,
Ya Bedahşan'da yakut, yahut Yemen'de akik olsun;
Aylar gerektir ki, bir pamuk çekirdeği toprak altında
Gelişsin de, ya bir çıplağa örtü, ya bir şehide kefen olsun.
Beni görüyorsan niçin kendine bakıyorsun? Beni anıyorsan kendi nefsini niçin anıyorsun? öğüt sözleri öğütleri anma işi, kendini anma demektir, varlığını anmadır. Bir yerde ki rahat vardır, Allah vardır, öğüt nerede, söz nerede kalır?
(M. 263) Birkaç gün birlikte oturmuş, yedi sofî arkadaş vardı. Bunların yemeğe, içmeye ihtiyaçları vardı, ama aralarındaki sohbetin tadından bir türlü yerlerinden ayrılıp yemeğe gidemiyorlardı. Vezirin biri bunların halini haber aldı. Uzaktan gelerek yüzünü yere koydu, şöyle dedi: Canınız ne istiyor, ne arzu ediyorsunuz? içlerinden biri, git dedi, bize yetecek derecede bolca lokma hazırla, evi boşalt, büyükten, küçükten kimse bulunmasın. Kendin de evden1 çık. Hiç kimse kapıyı çalmasm. Vezir öyle yaptı. Bunlar yedi kişidir, dedi, ben ihtiyat olarak yirmi kişilik bir sofra hazırlayayım, ev halkını da akrabaların evlerine göndereyim. Ayrıca şöyle dedi: Bu gün hiç kimse bu evin etrafında dolaşmasın. Kâseleri doldurdu, ekmekleri sof raya yerleştirdi, onları eve çağırdı, yerlerine oturttu. Artık müsaadenizi diliyorum, bu gece sabaha kadar sizden ayrılıyorum, dedi. Kapıyı kapadı ve dışarı çıktı. Onlara evi terk etmiş gibi görünerek yukarıda bir odaya çekildi, gizlice bir delikten bunların nasıl yemek yediklerini seyre daldı. Birer birer kâseleri önlerine koyup yemeğe başladılar. Kâseler boşalınca, ikincisini alıyorlardı. Ansızın içlerinden biri sofradan yuvarlanıp düştü. Allah rahmetine kavuştu. Her şey aslına döner kaidesine göre, "Rabbine dön!" (Fecr Sûresi, 28) emrini işitti. O zaten doğruluk makamında idi; hem orada, hem de burada o renksiz perdenin arkasında kalmıştı. O perde sayesinde onu burada gördüler. Geri kalan altı kişi yemeğe devam ettiler. Bir saat daha geçmişti. Öteki arkadaşı da evvelkinin ardından yürüdü. Böylece yedinci kişiye kadar hepsi gitti, içlerinde ancak bir kişi sağ kaldı. Ev sahibinin sabrı tükenmişti. Aşağı indi, hemen kapıyı açtı. Güya dışarıdan geliyormuş gibi bir durum takındı ve sordu: Nasıl oldu Şeyhim? Yemekler kâfi geldi mi? İstediğiniz gibi yediniz mi? Şeyh, hayır, dedi.
Vezir sordu ve Şeyh cevap verdi: Eğer yetişecek kadar olsaydı ben de sağ kalmazdım, istek baki kaldıkça yemek yeter derecede sayılmaz.
Tam karnı doymuş olanın cevabı ancak iç kapının hiç bir tarafından bir soru ve karşılık gelmemesidir. (M. 264) Soru ve karşılık istekleri devam ettikçe orada başka sorular, başka cevaplar bulundukça yeterlik olmaz. Bunun delili de içinde bir kuşku olması ve bunun cevaba muhtaç bulunmasıdır.
Bir gün Şeyh Hamid küfür ve iman bahsini yorumluyordu. Ben ona bakıyordum ve görüyordum ki, daha yüz sene iman ve küfür konusundan bir koku alamayacaktır. Eğer bunu anlamış olsaydı. Dervişler huzurunda bahsettiği o hikmet ve edep meselelerinde kendi düşüncelerini gizler ve derdi ki: Görüyorum ki benim sözlerim bir neticeye ermiyor. Ötekilerin sözlerine nasıl sıra gelsin? O zaman onun bu sözü ötekinden daha iyi ve tamam olurdu.
Nasıl ki sofî, eğer senden daha iyi başka birisini bulsaydım, sen benden, ben de senden kurtulmuş olurduk. Yoksa sen eldesin, der ve ekmeğini de hırkasının yeninde gizler. Nasıl ki, "Yolunu, paranı, gidişini gizli tut" derler. Hazreti Peygamberde, "Herkim sırrını gizlerse işine sahip olur," buyurmuştur. Evet bir kul vardır ki, bunu niçin gizleyeyim. Mevlâna Şemseddini Tebrizî de sırrını açıklayan işine sahip olur demişti. Ancak o kul nerede? Ey sevgili! Görmediğin kimseye ne cefa ediyorsun? diyebilsin!
Bir felsefeci zümresi, melekleri nebilerden daha üstün tutarlar. Hazreti Mustafa'yı ve nebileri halk ile meşgul olduklarından dolayı (hâşâ) eksik görürler. Melekler peygamberlere yardım ederek yüzlerini dünyaya çevirirler. Onları halka öğüt vermeye gönderirler ki, bu Haktan uzaklaşmak veya onu unutmak demek değildir. Ama bize anlattıkları peygamber mucizelerinden akla uygun olanlarını kabul ediyoruz. Akla uygunsuz olanları da kabul etmiyoruz. Çünkü akıl Allanın hücceti (Senedi)'dic. Allanın hüccetlerinde ise bozukluk olmaz.
Diyelim ki, mucize sizin aklınızın göremeyeceği bir şeydir. Akıl ise Allah'ın insanda bir hüccetidir. Onu yerinde kullanmasan seni yanıltır. Bundan dolayıdır ki, akıllar yetmiş iki millete göre değişiktir. Biri birini yanıltmaktadır. Meselâ iki kişiye sorarsınız, ikide iki kaç defa vardır, diye. Her ikisi de bir kere der, aynı cevabı verir. Aralarında bu cihetten ayrılık yoktur. Çünkü bu basit aritmetik sorusunu düşünmek kolaydır. (M. 265) Ama yedide yedi veya on yedide on yedi kaç kere vardır deseniz, o iki akıllının cevapları değişebilir. Çünkü bu daha zor, yanıltıcı bir sorudur. Eğer biraz ağır davranır, aklı yerinde kullanmazlarsa doğru cevap veremezler. Nasıl ki, aynayı bir kere eğri tuttun mu, orada yüz binlerce doğru ayna olsa artık ondaki görüntüyü düzeltemezsin. Kuran'da, "Biz sana kendinden önce gelen kitaplarla senin yanında olanları gerçeklendiren kitap gönderdik," (Mâide Sûresi, 49) buyurulmuştur.
Dostları ilə paylaş: |