(M. 325) Biri geldi, ah! dedi: Tatar akıncıları yetişti, ne fena olay! Utanmıyor musun? dedim. Bu kadar zamandır kurbağalık davası güdüyorsun. Tufan'dan niçin bu kadar titriyorsun? Ördek olababildinse keyfine bak!
Üç oğlu olan o Padişah, onlara, aman sakının,olmaya ki, falan kaleden gecesiniz! diye öğüt vermişti. Eğer o öğüdü vermeseydi onların da oraya uğramak hatırlarından bile geçmeyecekti. Şehzadeler gittiler. Orada anlatılması imkânsız olan bir dilber sureti gördüler. Altında falan Padişahın kızı diye adı yazılı. Biri geldi, ondan kızı istedi. Padişah benim kızım yoktur dedi. Hem kim onu ister de ondan bir nişan getirmezse kafasını uçururum, iki şahzâde bu yolda başlarını verdiler. Kızı isteyenlerin başları bir hendeğe atılmış, bu hendek tamamiyle dolmuştu, iki şehzadenin başı da aynı hendeğe atıldı, ötekilerine karıştı.
Bütün bu hikâyelerle huzurunuzu bozmayayım. Yoksa bu nükte ilejlgili âyetler de vardır. Bunların açıklanmasında ve Peygamber sözlerinin anlatılmasında, hele, altın öküz heykeli, dadı ile kız ve nihayet nişan göstermek gibi fıkralarda, şu anlamdaki âyette buyurulan, "Sen sevdiğini doğru yola yöneltemezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir." (Kasas sûresi, 56) anlamındaki hitapta da bir işaret vardır. O bir bahane buluyor ve istemiyor? "Fakat bir çokları bilmezler." (K. 63/7) anlamındaki âyete göre de o Müslümandır. Nihayet en düşkün biri varsa o da benim. Bana demişlerdi ki: Yetmiş yaşındaki bir kâfir eline bir desti su verir, kendini kurtarır.
Hazreti Muhammed'i (S.A.)'ı Ebu talib besledi, yüce sıfatlarını o terbiye etti, o imanı, bizzat onda buldu.
Biri o mümin değildir dedi: Münafıkların başkanı o idi. Gönlünde öyle bir şey vardı ki açıklayamadı, onun aksini meydana koydu ve ilâve etti, "Araştırmak dindir." Ben, hayır, dedim, bu bir yanıltma (Safsatadır) dedim. Bu konuda ne dersin diye sorarlarsa, "Araştırma Müslümanlık değildir, Müslümanlığı örtmektir," derim.
Allah'a ant içerim ki, o bengi suyu içen, Allah'ı bilen kimsedir. Yoksa üstünde lütuf deryasını nasıl dalgalandı-rırdı? Rastladığı herkesi Allah kulları ile birlikte düşünen, "Allahm kavmini doğru yola yönelt!" diyen Peygamberin yalvarması ancak Allah'a uymaktır.
Bana Allah elçisi hazreti Muhammed'in (S.A.) kitabı fayda vermez, bana önce Allah'ın (M. 326) kendi kitabı (kalb) gerektir. Yoksa bin kitap da okusam yine karanlıkta kalırım.Allah velilerinin sırlarını bilenler, onların kitaplarını okurlar. Herkes bir hayal karıştırarak o sözlerin sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu küfür söz ve yanlış anlayış, o sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdandır. Ben Levhi Mahfuz'a (Gizli levhaya) kadar levhasına baktım gördüm ki, bir kalabalık toplandı. Orada gördüm ki, falan münkir olmuş, birbirlerine Pehlevî dilinden manzum sözler yazıyorlar. Nasıl hoşa gider mi bu manzara? Bilsek ki hoşluk denilen şey dostlar derneğindedir. Birbirlerinin yanlarında salınıp gezerler, yüzlerini gösterirler, o zaman birer birer aralarında bir sevgi belirmeye başlar. Aşk gelince onların parlaklığı kalmaz. Bir şeyi bal içinde saklarsan taze ve hoş kalır. Hava bal ile bu cisim arasına girmek için yol bulamaz ki onu bozabilsin.
Şam'da Heratlı Şahabeddin riyazetten o kadar yanıp tutuşmuştu ki, sanki bütün Peygamberlere göz kırpardı. Derler ki: Melekler kıskançlıklarından onun yüzünü halka çevirir, halk ile oyalamak isterlerdi. Bu Şahabeddin ile hiç kimse halvete girmenin yolunu bulamazdı. Cebrail bile, bana zahmettir, derdi, Bir gün de, benim varlığım bile hana zahmettir demişti.
Bütün bu yaslı hali ile bana, sen gel dedi, çünkü sen gönlümün huzurusun! Ben de, madem ki beni böyle vasıflandırıyor ona bir soru sorayım dedim ve şunu söyledim: Bu söz bana ikilik getiriyor. Bir saat başını önüne eğdi, o zaman içeriden iki yüz yerden yüz bin söz kapısının açıldığını tekrar kapandığını anlatmaya başladı. Bu sözün açıklanmasında sonuna kadar konuştu ve dedi ki: Böylece kendilerine ikilik gelen bir zümre vardır ki kuvvetli olurlar
Ama bunlar pek az kimselerdir. Ben de kendi kendime dedim ki: Sana o sayıları pek az olanlardan sorayım da buradan başla. Bana cihanı dolaştırsan o tarafı hiç istemem, sormam. (M. 327) Nihayet benim soruma geldik, bu yönden de söyleyecek sözü yoktu.
Bana Kur'an-ı tefsir et, dediler. Bizim tefsirimiz bildiğiniz gibidir dedim. Ne Muhammed'den, ne de Allahdan söz açarız. Burada ben de kendimi inkâr ediyorum. Ona diyorum ki: Münkirlerdensin! Git kendini kurtar, bize niçin baş ağrısı veriyorsun? Hayır diyor, gitmem. Böylece kalacağım. Bunu inkâr eden benim nefsimdir, nasıl olur da sözümü anlamaz?
Bir yazı üstadı, üç türlü yazı yazardı. Birini yalnız kendisi okur başkası okuyamaz, ötekini hem kendisi okur, hem de başkaları. Üçüncü çeşit yazıyı da ne kendisi okur, ne de başkaları. Söz söyleyen benim, ama bunu ne ben bilirim, ne de başkaları bilir!
Bazı âyetleri tefsir etmiyorlar. Yani gerekli görmüyorlar. Asıl gerekli olan şey, senin kendini kurtarmandır. Niçin kurtarıyorsun? Yani bu kolaydır, ama asıl işin çetin tarafı da odur.
Katır deveye dedi ki: Sen pek az başa geçiyorsun, yani önde yürüyorsun, bu nasıl oluyor?
Deve cevap verdi: Evvelâ benim üzerimde fazla bir yük var.bu ağırlık bırakmaz ki önde gideyim, sonra bedenimin iriliği, boyumun yüceliği, gözümün keskinliği sayesinde yokuşun başından bakar inişin sonuna kadar alçak, yüksek her tarafı görebilirim, nihayet ben helâl süt emmişim. Sen haramzadesin, yani, piçsin! Katır piçliğini benimsedi, haramzâdeliği kalmadı. Onun piçliği, inkârında idi. Çünkü haramzâdelik, ayrılmaz bir sıfat değildir.
Birisi başka birini dava etmişti. Kendisinden tanık istediler. Davacı on sofiyi birden getirdi. Kadı, bir tanık daha getir, dedi. Davacı: Efendimiz, dedi, âyette, "Sizden iki erkeği tanık getirin," (Bakara Sûresi, 282) Duyurulmuştur. Ben on tanık birden getirdim. Kadı şu cevabı verdi: Bu on kişi bir tanık demektir. Bunlardan yüz bin tane getirsen yine bir sayılır.
Derler ki: iki arkadaş yıllarca birlikte yaşadılar, bir gün bir şeyhin yanına vardılar. Şeyh sordu: Kaç yıldan beri birbirinizle dostsunuz? Birkaç yıldan beri, dediler. Şeyh tekrar sordu: Bu zaman içinde aranızda hiç bir çekişme olmadı mı? Hayır, dediler, hep hoş geçindik. Şeyh şöyle dedi: Biliniz ki siz nifak içinde yaşıyorsunuz. Herhalde aranızda bir olay geçmiştir ki, içinizden biriniz gönülden hoş görmemiş veya beğenmemiştir. Evet, dediler. Şeyh dedi ki: (M. 328) işte o beğenmemezliği korkudan dile getirmediniz. Dostlar yine, evet, dediler. Şeyhi gerçeklediler.
Şu hikâyeyi anlatmaktan maksadımız da yine hikâye işidir. Ancak üzüntülerini gidermek için hikâyenin dış anlamına bakmamalı, belki hikâyenin suretinde bilgisizliği gidermelidir. Ben öyle herkesi iğneleyerek incitenlerden değilim. Eğer Öfkelenir de kaçarsa, çok kere ben de kaçarım. Allah, bana on defa selâm söyler, cevap vermem. Onuncu defadan sonra, selâm sana! derim. Kendimi sağır yerine koyarım. Şimdi bize, haydi demek lâzım. Öfkelenmek gerekirse öfkeleniriz. Halk için, çok hoşa giden şeyler, arzular dünya güzellikleri, bana göre çirkin ve iğrenç şeylerdir. Ancak bir kimsenin dileği veya mutluluğu için olursa, başımı eğer, her şeye katlanırım. Çünkü o mal, sevgili ve herkesin kıblesidir. Böyle değerlenir. Ben böyle bir yoldaşla nasıl yarış yapabilirim? Bu gün dileklerimizden biri şudur ki: Eğer sizi bir yere çağırırlarsa, deyiniz ki: Yanımda üstadım, kılavuzum olmadan gidemem, önce onu elde edin o zaman biz hazırız. Eğer üstat o taraftadır derlerse, kabul etmem, deyin! Bu bir tuzaktır. O bir yere gitmez. Eğer derlerse ki: O buradan geçiyordu, geçerken kendisini orada bir bağa götürdük, o zaman bağın kapısına kadar gidersiniz, içeriye girmezsiniz, içerde uyumuştur, derlerse, dersiniz ki: işitmedik ki, görelim de gelelim. Yoksa boşuna girmiş oluruz.
Vezir birine dedi ki: Bin altın al, şu işittiğin şeyi kimseye söyleme! Adam bin altını alır ve şöyle bağırır: Biliniz ki vezirin çıkardığı bu yeli ben çıkardım. Hey hey, benim bir bakışım bütün varlıkları kavramıştır. Sanırsın ki bütün varlıklar onundur. Nasıl dersin ki, asıl olan mânadır. Asıl surettir. Tersine de olur. Bazı vakitlerde maksat mâna da olur, o hatıraya ziyan verir, cevaptan men edersek Allah'ın sözü değişiktir:
Beyit:
Ey sevgileri, sevgiler koparan güzel!
Ey Allahları, Allah inciten sevgili!
(M. 329) Bu da öylece yüzü örtülüdür. Nasıl ki "Örtmek imandandır" buyuruldu. Evet hiç bir kimse yoktur ki, onunla yüzünü kapamaksızın bir nefes alabilsin.
Mahmud'un iç âlemi hep Ayaz'la doludur. Ayaz'ın içi de hep Mahmud'dur; her ikisi tek bir isimdir ki, iki görünmüştür. Söz, ancak onların iç âlemini görebilmektir. Dedi ki: Görmek, söz yerine geçer. Evet dedim, mürid yani dileyen odur. Murad(istenilen) da budur. Murad, öz ve halistir. Dedi ki: Seninle birlikte olmanın faydası yok, beni rüsva ettin. Ama ne içten kurtardın, ne de dıştan. Başkaca mümkün olan şeyden sormak yok. Allah Peygamberine şöyle öğüt veriyor: "De ki, Allahm bilgimi artır" diyor. Benim gönlüm için bu bilgiyi öğrenme! Akıl buraya nasıl sığar? Burada akıllı kâfirdir, ak'ıl kâfirdir. Felsefeciler, akıl hükmündedirler. Akıl nasıl küfür olur?
O köpekler Şahabeddin'e açıkça kâfir diyorlardı. Şahap nasıl kâfir olabilir? Eğer bu bir nur ise, Güneşin önünde (Şems'in huzurunda) Şahap kâfir olur, örtünür, kendini göstermez. Ama Şems'in yanma gelince de dolunay gibi olur.
Söylediklerimi anla! Eksik tarafını düşünüyorum da .öfkeleniyorum. Benim öfkeli zamanımda, niçin bulunmuyorsun? öfkeli vaktimde, niçin gelmiyorsun? Ben niyaz ehli, gerçek dostlara karşı çok alçagönüllüyüm. Ama başkalarına karşı da çok onurlu ve kibirli davranırım H, beni on defa kucaklar da ben ancak ya bir kere veya hiç kucaklamam. On kere Mevlâna Celâleddin beni arar, ben ona ya bir defa iltifat ederim, yahut hiç. Nihayet insan oğulları niçin ayrı ayrıdırlar? Ayrılık ikiliğe düşmektendir. O, ancak meyhanelerde olur, o pek aşağılık kertede olan eşeklerde olur. insan oğullarının eşeklerle ne ilgisi var? Nihayet arada bir fark olmamalıdır ki, o razı olsun, gönlü hoş olsun. Bu iş ise asla kadere uygun olmaz. Onların bütün sözleri Cüneyd'den veya Bayezid'dendir. Biz de Cüneyd'den ve Bayezid'den konuşuyoruz. Ama onların sözleri, konuşmaları kalpte soğukluk yapıyor. Bizim sözlerimize karşı soğuk düşüyor. Nasıl ki, şekerin özü ve katıksız şeker olan nöbet şekerini yememiş kimseye, üzüm pekmezinin tadı ekşi gelmez.Keşke üzüm pekmezi de tatlı olaydı. Hele Balebek pekmezi daha tatlı olur. Çünkü parmakla tutabilirsin. Bir okkasını yerinden kaldırabilirsin.
(M. 330) Şimdi bütün ömrü boyunca, o medrese hocası bu noktada kalmıştır. O havuz, dörtte dört murdar oldu, der. Seninle benim aramda bir şey kayboldu. Gizli sadaka ona verilir. Öyle bir öfke gerektir ki, öteki öfkeyi bastırsın. Bir gün kendi başıma yola çıkmıştım, erken sabahtan ilk namaz vaktine kadar yolu şaşırmış gitmiştim. Böylece üç gün geçmişti. Bir dağın tepesinden büyük bir pınar, gür bir su kaynağı akıyordu. Öte yanda ilerde bir cadde ve bir köy görünüyordu. Fakat bulunduğum mesafeye göre köy uzaktan bir yüzük halkası gibi dağ tepecikleri de birer çocuk gibi görünüyordu. Artık ölümü göze alarak yukardan aşağı sekmeye başladım. Köylülerden bir kalabalık acaba bu gelen, hayvan mı, kaplan mı yoksa başka bir şey mi, diye bakmıyorlardı. Gayet rahat bir inişten aşağı yuvarlanmıştım. Köye geldiğim zaman bütün köylüler gelip ayağıma kapandılar.Bana karşı hayranlık göstererek.acaba bu Peri mi, yoksa Hızır mı idi ? Nasıl mahlûk idi ki, öyle bir yerden selâmetle kurtuldu? dediler.
Kur'an'da, "De ki o Allah tek ve eşsizdir," (İhlâs Sûresi, 1) kime işarettir? "De ki ben tek Allah'ım," deseydi o derece soğuk düşerdi.
Şu hale göre, "Kendimi kutlarım şanım ne yücedir," sözü nasıl soğuk olur? Bu sözde hiç ikiyüzlülük yoktur. Gönlünü henüz yıkamadınsa, zaman zaman beyle konuşmak yaraşır. Bu Celâl'in hikâyesine benzer. Bir gün kendini soğuk ve tatsız bir kuruntuya kaptırmıştı. Rum ülkesine-'; gideyim, Sultandan bir at armağan etmesini dileyeyim der.-Uzun bir gecikmeden sonra geldiğini haber verirler. Bir gün diyordu ki: Padişahın ahırından zaman zaman nice' atlar geçti. Ama hâlâ evime ulaşmadı. Rum ülkesine nasıl gidebilir? Şurasını bilmez ki, ey bizim has kulumuz, kendine değer vermedin. Bizi değerlendirmek, bizim Allahlığımızı yüceltmektir. Dedi ki: Biz kendi kullarımızı ve akdoğanlarımızı sizin işleriniz için bu tuzağa attık. Nihayet Sultana ait olan av doğanının nişanını iyi tanı.
Veys-EI-Karanî (Allah ondan razı olsun). Hazreti Muhammed'in (S.A.) huzuruna erişemedi. Peygamberin sağlığında, sudan topraktan ayrılmadı. Ama aralarında perdeler kalkmıştı. Onun mazereti, annesine yardım etmek idi. O işi de yine Allah'ın ve peygamberinin işaretine uyarak yapıyordu. Ömer'le bazı dostlarının onun halinden haberleri vardı. Demişti ki, Eğer benden sonra gelirse (M. 331) onun işareti şöyledir. Benden ona selâm söyleyin, fakat onunla fazla konuşmayın. Peygamber dünyadan göçtükten sonra, Veys'in annesi öldü. Büyük Sahabelerin hazır bulunmadığı bir sırada Hazret! Muhammed'in (S.A.) türbesini ziyaret etti. Sahabeden bir kısmı onun ahvaline dair birçok sorular sordular: O da cevap verdi, mazeretini söyledi. Bunlar dediler ki: Ana baba ne demektir? insan Allah Peygamberinin katma varmakta nasıl olur da kusur gösterir? Biz ve dostlarımız bütün yakınlarımızı, Hazret! Muhammed'in (S.A.) sevgisi uğrunda öldürmeyi sivrisinek öldürmekten daha kolay sayarız. Veys, ne kadar mazeret gösterdi ise, ziyaret edememesinin sebebinin, yine Hazre-ti Muhammed'in (S.A.) işareti ile olduğunu, nefsinin ve mizacının havası ile olmadığını söylediyse de anlatamadı. Onlar daima Veys'i suçlamaya uğraştılar, sözü uzattılar. Nihayet Veys, yüzünü onlara çevirdi ve dedi ki: Sizler ne zamandan beri Hazret! Mustafa (S.A.) ile düşüp kalkıyorsunuz? Her biri ayrı ayrı şu kadar seneden beri diye cevap verdiler ve dediler ki: O günlerin her biri bin yıldan daha değerlidir. Bunu nasıl hesap edelim?
Şiir:
Kendini bir an için sevgili ile baş başa bulursan,
Bir ömür boyunca nasibini ancak o an içinde alırsın!
O dakikayı sakın elden çıkarmamaya bak!
Çünkü böyle bir anı bir daha pek az bulursun.
Veys dedi ki: Şimdi soruyorum sizlere, Hazreti Mustafa'nın (S.A.) nişanı ne idi? Bir kaçı boyu şöyle idi, yüzü rengi böyle idi diye anlatmaya başladılar.
Veys, onları sormuyorum dedi. Şöyle gönlü alçak, böyle cömert, gece gündüz şöyle ibadet ederdi. Kur'an'ın "Geceleri biraz kalk," (Müzemmil Sûresi, 3) hükmüne göre namaz kılardı, dediler. Bunları da sormuyorum, dşdi. Bazıları da, ilmi şöyle idi, mucizesi böyle idi, dediler. Bunları da sormuyorum, dedi.
(M. 332) Eğer sahabelerin uluları orada olsalardı, o asla bu .soruları sormayacaktı. Çünkü onlar da onun nişanını görüyordu, işitmek, gözle görmek gibi değildir.
Şiir:
Yüzümü zamane altını gibi gör de sorma!
Bu göz yaşını nar daneleri gibi gör de sorma!
Evin içinde neler olduğunu benden sorma,
Dergâhın kapısında kan gör de sebebini araştırma!
Sahabeler bu soruların karşılığını vermekten aciz kalınca, biz bu nişanlardan başkasını bilmiyoruz, şimdi sen söyle, dediler. Veys cevap vermek için ağzını açacağı sırada on yedi kişi yüz üstü düştüler. Baygın bir halde kendilerinden geçtiler, ötekilerde de bir yufka yüreklilik, bir ağlama belirdi. Bir şöy söylemelerine imkân olmadı. Zaten hiç kimsede de dinleyecek hal kalmamıştı.
Sofilerden bir kaç kişi bana Erzincan yolunda arkadaş olmuşlardı. Bunlar beni kendilerine başkan seçtiler. Senin buyruğun olmadıkça ne bir konakta ineceğiz, ne de senden izinsiz sofra kuracağız dediler. Hattâ senin emrin olmadıkça birbirimizden incinsek bile hiç bir şey anlatmayacağız. Bir kaç gün geçmişti, yiyecek bir şey bulamadılar. Karpuz mevsimi idi. Uzaktan bir bostan tarlasından bir adam eliyle işaret ederek sesleniyordu. Allah adına ant vererek dervişler buraya gelsinler, diyordu. Bunlara acele etmeyin dedim. Ama biz açız dediler, sen de aç isen gecikme! Keramet inkâr olunmaz. Onlara dedim ki: Nihayet orası yerinde duruyor o şimdilik elimizdedir. Nasıl ki sofinin biri ekmeğe yüzünü dönerek, eğer senden daha iyisini bulursam elimden kurtulursun, bulamazsam, şimdilik elimdesin, demiş.
Kulağımızı ağırlaştırarak, ne diyorsun diye sorar gibi elimizi kımıldattık daha çok yaklaştı ve ısrar gösterdi. Adama dedim ki: Bir şart ile geliriz. Sen ne yiyorsan dervişlere de ondan vereceksin. Ayağıma kapandı. Çünkü o bunu rüyasında görmüş ve vaktini bekliyormuş. Dervişler için karpuz toplamıştı. Ona dedim ki: Sakın olmaya ki sen iyilerini yiyesin de dervişlere Allah için ondan daha fenasını veresin. Bir nara atarak yere yuvarlandı. Dervişleri üç gün konakladı, kuzular kesti, onun nasibi budur dedim. (M. 333) Azizleri üç gün geri bıraktım, ama sana da nasip erişti diyerek ayrıldım.
Erzincan'a varınca dostlarda, ayrı düştüm. Beni tanımadıkları süre içinde günlerimiz hoş geçti. Oyunlar çıkarıyor, şakalaşıyorduk. Beni tanıdıktan sonra da etrafıma toplandılar hep toy, düğün ettiler.
Üç gün iş aramaya gittim. Beni kimse çağırmadı. Çünkü pek arıklaşmıştım. Herkesi götürdüler, ben oracıkta kalakalmıştım.
Yolda büyük bir adamın gözü bana ilişti. Kölesini göndererek burada niçin beklediğimi sordurdu. Sen yolun kâhyası mısın? dedim, eğer şehri ve yolu sözleşme ile aldınsa, bana haber ver.
Adam bana alçakgönüllülük gösterdi,beni evine götürdü, güzel bir yer gösterdi, yemekler getirtti, iki dizinin üzerine edeple oturdu. Yemek yedikten sonra, bana bu şehirde bulundukça her gün gel karnını doyur, dedi. işte onun bu sözü oraya bir daha gitmeme engel oldu. Bir gün beni gördü ve dedi ki: Nihayet beni şu çetin durumdan kurtar! Dostluk asla tek taraflı olmaz. Gönülden gönüle pencere vardır, derler. Ben kendi gönlümün yandığını biliyorum. Beni niçin böyle perde arkasında bırakıyorsun? Hiç demiyorsun ki , bu nasıldır? Evet dedim. Benim bir adetim vardır, her kimi seversem önce ona karşı sert davranırım; ta ki her şeyimle onun olayım. Etimle, derimle, iyi ve kötü her şeyimle ona bağlanayım. Çünkü iyilik öyle bir şeydir ki, beş yaşında bir çocuğa karşı bile yapsan o senin çocuğun olur. Ancak er odur ki, önderinin nasıl sabırlı olduğunu görür ve onunla başına gelecek belâya da katlanır. Sonradan yüz gösterecek devleti bekler. Onu nereye eriştireceğini düşünür de başını o tarafa çevirir. Kahraman olur, ölümden korkmaz, neticede hiç de ölmez. Belki ölümsüzlükte ölümsüzlüğe, belki bin ölümsüzlüğe ulaşır.
Orada birini gördüm, parmak kaldırdı. Bin kere de Müslüman olsan, dedim yine sende o küfürden bir şey artık kalır. Yoksa niçin o fersiz bakışlarınla hep bana bakıyorsun? Orada bir şeyh vardı, bana öğüt vermeye kalkıştı. Halk ile onların anlayışları ölçüsüne göre konuş! Sonra onların zevklerine, dostluklarına göre nazlan! Doğru söylüyorsun, dedim ; fakat sana cevap veremem. (M. 334) Çünkü bana öğüt verdin; sende, vereceğim cevabı kavrayacak kafa göremiyorum.
Bir topluluk ruh âleminde başka bir zevk buldular. Aşağı indiler, yerleştiler, Allahsal âlemden söz açtılar. Ama aynı o ruh âlemini Allahsal âlem sananlar da vardır. Bunlara Allahsal bir ilham yahut gönül çekici bir hal gelir, yahut onu kolundan tutarak Allahsal âleme çeken bir adam vardır ki, ona uyarlar. Burada gerçi başka bir incelik vardır. Bu âleme niçin indik,diye sorabiliriz. Hallacı Mansur'a henüz ruh tamamı ile yüzünü göstermemişti. Yoksa nasıl olur da, "Ben Hakkım," diyebilirdi? Hak nerede, ben nerede? Bu ben nedir? Bu ne sözdür? Eğer ruh âlemine dalmış olsaydı, orada söz nasıl yer bulurdu. Elif nereye sığar, Nün nereye sıyırdı?
Biri, Allah birdir dedi; öteki, peki sana ne? dedi. Çünkü sen ayrılık âlemindesin yüz binlerce zerreden ibaretsin. Her zerrede dağınık, karmakarışık, donuk âlemler var. Bunlarda onun başlangıcı olmayan varlığı gizlidir. Sana ne oluyor? Çünkü sen yoksun.
"Yoksulluk benim kıvancımdır" diyen yüce bir insandır, âleme sığmaz. Yoksulluk nedir ki, o onunla öğünsün . Evet o Hak ışığının önünde yoksuldur, çaresizdir. Onun göğsü, Hak ışığı önünde arıktır. Hep yanar ve der ki: Keşke yüz göğsüm daha olaydı da her gün bu nur içinde yanıp tutuşaydı, saçılıp döküleydi, tekrar tazeleneydi. O yanıp yakılmanın rahatlığını ancak o bilir. Zevkini ancak o çıkarır.
Yüce Allah, "Eğer bu Kuran-ı bir dağ üzerine indirseydik, sen. o dağı Allah korkusundan çökmüş parça parça dağılmış görürdün," (Haşir Sûresi, 21) buyuruyor. Onu dağ üstüne bile koysalar taşımaya güç yetıre-mez
O nur yansılanır. Dervişin azığı yoksulluktur. Yoksulluk da Allah yolunda dervişliktir. Dervişliğin hırka ile ne ilgisi var ki, her yıl dokuz yüz bin akçe derviş hücrelerinde yatanlar için harcanır. Her gün on koyun kesilir. Hele havadan gelen gelirleri de sayısızdır.
(M. 335)Hazreti Muhammed (S.A.), "Benim Allah ile öyle bir anım otur ki, aramıza ne bir mahlûk, ne de en yakın bir melek giremez," buyuruyor. Allahsına erişiyor.
Bu Şeyhlere sordum:"Benim Allah ile öyle bir anım olur ki," sözü ile işaret edilen hal. sürekli olur mu? Bu ahmak şeyhler, hayır, dediler. Sürekli olmaz. Dedim ki: Dervişin biri Hazret! Peygambere (S.A.) dua ediyordu ve diyordu ki: Allah sana daima topluluk versin. Hazreti Peygamber buyurdu ki: Hey hey bu duayı bana etme! Bana dua ederken, Allahm topluluğu ondan kaldır, Allahm ona dağınıklık ver diye yalvar! Ben topluluk içinde aciz kaldım, örs oldum. Ulu.Allah, "Sanır mısınız ki, sizi gereksiz yarattık," (Müminun Sûresi, 115) buyuruyor. Derler ki: Bazı fenalık vardır ki, neticesi iyiliktir. Yani ben yüz orduyu yağmaladım, yüzümü sana çevirdim, sen başka bir yerde uğraşıyorsun. Sana saygı gösteriyorlar, bana göstermiyorlar. Ben yüzümü hep sana çevirmişim. Benim bütün varlığım, senin bütün varlığınla dolu. Onun karşılığı olarak benim varlığımda bol bol senin varlığın yaşıyor.
Biri kapının önünde içeri girmek için hep ağlayıp sızlar. Giremezsin, sana izin yoktur derler. Öteki de bir saat dışarı çıkmak için sızlanır hayır derler; bu nasıl olur?
Efendi, herkes kendi halini anlatır.Allah kelâmının mânasın söylüyoruz,derler. Hele bir hadiste, "Allah, ruhları tenlerden önce yarattı," buyurmuştur; bu nasıl olur? Yüz binlerce yılı göz önüne getir ki bedenler yaratılmazdan önce geçmiştir.Bu Hadis yani sonradan yaratılan varlıklardan birer perdedir. Hades, yani sonradan meydana gelen şey, elbet de abdest almayı gerektirir. Hades'ten yani abdesti bozan şeylerden arınmalıdır ki, namaza ve Allah katına yol bulasın. Bilmiyorum ki sonradan yaratılan bir nesne yüce Allah'ın sözünü nasıl kavrayabilir? Ancak gerektir ki, gizli gizli Hak yolunda yürüsün, ruhu yok oluncaya kadar, geçici varlığı kalmayıncaya kadar bu yolda ilerlesin. Nasıl ki o hikmet ehli zat, donuk ve eksik olmakla beraber şöyle demiştir: Muhammed gerçi orada idi, varlıktan her ne varsa hep orada idi. Haktan başka herşey orada idi, ama yokluğa ve fanilik ülkesine gitti. Evet her şey yok olur. Denilebilir ki o gelir, selâm sana, seni yalnız buldum, der.
(M. 336) Herkes bir şeyle uğraşır. O işten hoşnut ve memnundur. Kimi ruh ile ilgilenir, kendi ruhu ile uğraşır. Daha başkaları aklı ile, nefsi ile alışveriştedir. Seni kimsesiz buluyoruz, bütün dostlar, kendi sevdaları peşine takıl mış gitmişler, seni yalnız bırakmışlar. Ben dostları olmayan bir dostum. Onlar arasında gidenlerden şu nükte meşhur oldu: "Allah, kuluna vahiy yolu ile neler bildirdi ise, bildirdi," (Necim Sûresi, 10) buyruldu. Necim Sûresinin başından bu onuncu âyete kadar dışarı çıktı, her ne kadar dışarı çıkmasa bile.
Biri, o niçin vahyetti diyor, diye sordu. Dedi ki: Ne söyledi ise söyledi. Ruhu gelir, sorar ki, o sana söyledikleri ne idi, diye sorar. Hazreti Peygamber (S.A.) ona ne konuştuksa konuştuk der. Akıl da böylece gelir sorar, o da aynı cevabı alır. Şimdi onun alnında bir satır yazı yazılmıştır.
Biri malımı yağmaladılar diye şikâyet ediyordu. Dedim ki: Bu, bakkala çıraklık eden Hintli kölenin hikâyesine benzer. Bakkal her müşterinin kâsesinden bal, yahut yağ asırır, müşteri gittikten sonra de çıraktan gizlermiş. Çırak içinden kızar, fakat bir şey söyleyemezmiş. Bir gün büyük birtulumun ağzı açık kalmıştı, içindeki bal hep dökülmüştü. Bunu fırsat bilen Hintli köle, evet, dedi, parmak parmak topladın, şimdi tulum tulum boşalt! Kardeşi için kuyu kazan bir gün içine düşer. Kötülük yapma. Kötülük görürsün! Kuyu kazma, içine sen düşersin! Biri dedi ki: Falanın cenaze namazına gidelim. O sırada sofinin ondan çekinir yeri yoktu. Onu Allah yargılasın dedi. Gerçekte cenaze namazı onu Allah'ın bağışlaması demektir. Asıl budur. O aslı, kökü bilmeyip de dallarla uğraşanlar, elbet de tersine ve yanlış söylerler. Yine bir hikâye vardır: Biri balıktan bahseder. Onun büyüklüğünü, iriliğini anlatırmış. Başka biri sus demiş, sen balığın nasıl olduğunu ne bilirsin? Öteki ben bilmez miyim, bu kadar deniz yolculuğu yaptım, demiş. Peki o halde balığın nişanını söyle nasıldır. Palavracı hemen atılır: Deve gibi iki bacağı var. Adam, yahu der ben senin yalnız balığı bilmediğini sanırdım, şimdi görüyorum ki, sen deve ile öküzü de birbirinden ayıramıyorsun!
Dostları ilə paylaş: |