F. İmam Cafer'in Kader Anlayışı
Zurâre, İmam Cafer es-Sâdık'a "Ey Şeyhim, kaza ve kader hakkında ne dersin?" diye sorduğunda:
"Ben diyorum ki, Yüce Allah kullarını kıyamet günü bir araya topladığı zaman, onlara emrettiği şeyleri soracaktır, onlar için takdir (kazâ) ettiği şeyleri değil..."demiştir. 193
G. Eş'arîler Ve Mâtürîdîlere Göre Kaza Ve Kader
Eş'arîlere göre kaza, Allah'ın ezeli irâdesinin, varlıklara (eşyaya) gelecekte (dünyada) olduğu üzere ilgisinden ibarettir. Kader ise, Allah'ın varlıkları, ezeli ilmine uygun bir şekilde, zat ve sıfatlarında tayin edilmiş bir kader ve belli bir takdir üzere var etmesidir. 194
Mâtürîdîlere göre kader, Cenâb-ı Hakk'ın ezelden ebede kadar olacak şeylerin zamanını, niteliklerini, özelliklerini ve diğer ayrıntılarını bilip ezelden takdir etmesidir. Kaza ise Cenâb-ı Hakk'ın irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin zamanı gelince onları, ilim ve irâdesine uygun bir şekilde var etmesinden ibarettir. Bir de bazı Mâtürîdîlere isnat edilen görüşe göre kaderden maksat, Allah Teâlâ'nın varlıkların (eşyanın) yaratılmasından önce miktarlarını ve zamanlarını bilmesi, sonra olacak olanı ezeli iliminde bulunduğu gibi yaratmasıdır. 195
Şu halde Eş'arilerin "kader" dediğine Mâtürîdîler "kaza", "kaza" dediklerine "kader" demiş oluyorlar.
Bu durumuda "kaza" ve "kader", Cenâb-ı Hakk'ın ezeli sıfatlarından olan ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarıyla ilgilidir.
Mâtürîdîlerin meşhur alimlerinden olan Sadruşşerîa (ö. 747/1346), "Ta'dilu'l-Ulûm" adlı kitabında, “takdîr’in biri irâde sıfatının, diğeri ilâhî hikmetin neticesi olmak üzere iki anlamı olduğunu söylemektedir:
Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın ezeli irâdesine göre her şeye kendi özelliğini tahsis etmesidir.
İkincisi de, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî hikmetine uygun bir şekilde her şeye layık olan özelliğini tahsis ve tayin eylemesidir. "Kaza" ise Cenâb-ı Hakk'ın varlıklar (eşya) üzerine gelecekte (layezel'de) bulunacakları veya layık oldukları nitelikler (ahvâl) ile hükmüdür. Takdirin sözü edilen anlamları ile kazanın bu manası, lafız itibariyle farklı olmakla beraber gerçekte aynı olduklarından kaza ile takdir arasında eşitlik bulunduğunu söyledikten sonra Sadruşşerîa, bazen kaza lafzından "yaratma" (halk), bazen küllilere ait hüküm anlamı kasdedildiğini ifade etmektedir. 196
Mu'tezile, kullardan gelen ihtiyarî fiiller konusunda kaza ve kaderi inkâr etmektedirler. Bu fiillere ilâhî ilmin teallukunu (ilgisini) kabul ederler. Ancak bu fiillerin varlığını bu ilâhî ilme dayandırmazlar. Bilakis kulların ihtiyarına ve kudretine isnat ederler. Çünkü Mu'tezile'ye göre, insanın fiilerinden sorumlu olması için, fiillerinde her bakımdan hür ve bağımsız olması gerekir. Bu yüzden insan, kendi fiil ve hareketlerinin faili ve yaratıcısıdır. Bu fiillerde Allah'ın irâdesinin rolü söz konusu değildir.
İslâm filozoflarına göre kaza, Allah'ın var olacak varlığın en iyi nizam ve en mükemmel düzende olması gerektiğini bilmesinden ibarettir. Onların "inâyet” ismini verdikleri bu ilm-i ilâhî, varlıkların en güzel tarz ve en mükemmel biçimde bütünü itabariyle mevcutların coşması (feyezân)nın ilkesidir. Kader ise kazada karar bulduğu tarzda, mevcudatın sebepleriyle aynî varlığa (dünyaya) çıkartılması demektir. 197
H. İnsan Fiilleri Açısından Kaza Ve Kader
Cenâb-ı Allah, hayatta, bütün varlıklar arasında ve kainatta, her şeyi ve her hadiseyi bir sebebe ve şartlara bağlamıştır. Mevcudatı, ezelde ilâhî takdîr (ölçü) ile mukadder (hazırlamış) ve gelecekte (dünyada) ilâhî kaza ile var etmektedir.
Dünyada maddi ve manevi her olay bir takım sebeplere bağlanmıştır. Sebep bulunduğu zaman onun bağlı bulunduğu müsebbep (netice), Cenâb-ı Hakk'ın alemde hüküm süren sünnetleri ve kanunları gereğidir. Sebebi de müsebbebi de yaratan Allah'tır. Varlıkların birbirine sebep olması, Allah'ın dilemesi ve istemesi iledir. Bu yüzden insan, sebepleri ihmal etmeden Allah'ın kanunlarına göre hareket etmek durumundadır. Cenâb-ı Hak bunu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bildirmiştir:
"Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona her şeyden bir sebep (istediğini her şeye ulaşmanın yolunu, aracını) verdik.” 198
Her hadise, ilâhî kanunların etkisi altındadır. Bu ilâhî adet (kanun), böyle cereyan etmekte olup, değişmeyecektir. Nitekim Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de:
"Daha evvel gelip geçmişler hakkında Allah'ın hükmü bu idi. Allah'ın hükmünde hiçbir değişiklik göremezsin” 199 "Allah'ın adeti (kanunu), önceden beri hep böyle idi Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsınız?”200 buyurmuştur. Bu sünnet-i ilâhiyeye filozoflar "tabiat kanunu" ismini vermektedirler. Bu kanun, eşyada mevcut olan kuvvetler ve kabiliyetler, hadiseler arasındaki sebeplilik münasebetinden başka bir şey değildir. Biz müslümanlar (kelâmcılar), buna "sünnet-i ilâhiyye", "âdet-i ilâhiyye" ve "kavânîn-i ilâhiyye" (doğa kanunları) ismini vermekteyiz.
Cenâb-ı Allah, insana maksadına erişmek için ilim, kudret ve diğer vasıtalar gibi her türlü sebepleri vermiştir. Demek ki her şey bir sebep ve düzen içinde cereyan etmektedir. Meselâ mesleğimiz ziraatçılık ise, önce tarlamızı sürer, tohumu toprağın altına eker, gerekirse toprağı sular, zararlı otları koparır atarız. Bu yaptıklarımız mahsul almamız için birer sebeptir. Ve hangi tohum atılırsa, alacağımız mahsûl de o neviden olur. Buğday ektiğimiz yerden arpa değil, ancak buğday biçeriz. Bir çiftçi tarlası ne kadar verimli toprağa sahip olursa olsun, toprağını sürmeden dua ile ondan ömrü boyunca beklese mahsûl alamaz. Zaten çiftçinin böyle bir davranışı, gerçeklere ve ilâhî sünnete aykırıdır. Bizim yapacağımız elimizden geldiği kadar sebeplere sarılmak ondan sonra Allah'a tevekkül ve güvenmektir. Hiçbir gerçek müslüman, "Mukadder olan ne ise o olacaktır veya ben Allah'a tevekkül ettim" diye sebeplere yapışmayı terkedemez. Çünkü böyle bir hareket, İslâm'ın ruhuyla bağdaşmaz. Allah'a tevekkül ve güvenmek müslümanın kulluk görevlerindendir. Ancak bununla beraber o, zahiri sebeplere de başvurur. Böyle sebeplere sarılmak Allah'a tevekkül ve dayanmaya aykırı değil, bilakis tevekküle daha uygundur. Nitekim, "Yapacağın işler hakkında onlara danış, karar verince de Allah'a dayan, çünkü Allah kendine” 201 dayanıp güvenenleri sever emretmektedir.
Tevekkülün nasıl olması gerektiğini Hz. Peygamber bize açık bir şekilde ifade etmişlerdir:
"Bir gün bâdiyeden (çölden) gelmiş bir zât, devesini bir yere bağlamaksızın mütevekkilâne Mescid-i Nebevî'nin dışarısında başıboş salıvererek Peygamber'in huzuruna girince, Hz. Peygamber kendisine,
"Çık deveni bağla da ondan sonra tevekkül” 202 diye emir buyurmuştur. İslâm'da tevekkülün ne demek olduğunu anlamak için bu hadisten daha parlak bir dayanak aramaya gerek yoktur.
Hadis kitapları tetkik edilince bunun çok örneklerine rastlanacaktır. Bu konuda Resûlullah (s.a.v.)'in şu hadis-i şerifi de bizlerin ibret almamız gereken bir yöne dikkatimizi çekmektedir:
"Eğer Allah'a gerçek anlamda tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi sizin rızkınızı da verirdi. Dikkat etsenize, kuşlar sabah yuvalarından aç gidiyorlar da akşam tok dönüyorlar.” 203
Hz. Peygamber bize bu sözleriyle tevekkülün görünen ve bilinen sebeplere yapışmadan, oturup neticeyi beklemek olmadığını açıkça ifade buyurmaktadır. Kuşların bile yuvalarında durarak değil, yuvalarından çıkıp rızıklarını bulmak için dolaşıp didindiklerini ve böylece kursaklarını doyurdukları hatırlatılmaktadır.
İnsanların, başka bütün canlılardan, akıl, fikir ve irâde gibi üstün niteliklerle Allah tarafından donatıldığı düşünüldüğünde, bu özelliklerin kullanılmadan bırakılmasının tevekkül ile yakından uzaktan bir ilgisi olmadığı gibi, beraberinde insana daha büyük bir sorumluluk ve vebal yüklediğinde de hiç şüphe yoktur.
Dostları ilə paylaş: |