a) İbn Sînâ
İbn Sînâ'ya göre, "hayır", varlığın kemâlidir. "Şer", bu kemâlin yokluğudur. Gerçek nizâm, sırf hayır olan zât-ı Bârî'dir. Alemin nizâmı ve hayrı O'nun zâtından sudur etmiştir. Öyleyse O'nun zâtından sudur eden her şey, nizâmdır ve hayırdır. Kâinatın nizâmı ve hayrı en uygun bir şekilde meydana gelir. Bu nizâm ve hayır her şeyde ayan beyan görülür. 264 Kâinatta şer, araz olarak bulunur, bizatihi şer bulunmaz. İbn Sînâ, şerri üçe ayırır:
a) Eksiklik (naks), bilgisizlik gibi.
b) Elem.
c) Günah'tır. Şer, bir şeyin tabiatının gereği olarak o şeye ânz olan kemâlin yokluğu, o şeyi müstehak olduğu kemâlden uzak kılan arızî bir şeydir. İbn Sînâ görüşlerini şöyle açıklar:
Küllilerde ve makûllerde şer yoktur, yalnız fertlerde bazı vakitler şer meydana gelir. İbn Sînâ, bir yerde kısmî şer varsa, orada umumun hayrı bulunduğunu kabul eder. Meselâ ateş, zâtında hayırdır fakat arızî olarak serdir. Bu yüzden âlemin küllî nizâmı için zarurî olarak arız olan bir kısım serlere iltifat edilmez. 265
b) İbn Rüşd
İbn Rüşd (520-595/1126-1198) de çoğunluktaki hayrın varlığı için azınlıkta olan şerrin var olmasını kabul ederken, İbn Sînâ ile birleşir. 266 İbn Rüşd'e göre Allah, hayır zatından hayırdan ötürü yaratıcısıdır. Şerrin de hayır için, yani onunla hayra yaklaşma olduğu için yaratıcısıdır. Öyle ki Allah'ın şerri yaratması, kendisi için adalet eseridir. Meselâ ateş, ancak varlıkları kendisiyle kâim olabilecek bir kısım varlıkların var olmalarının sebebi olduğu için yaratılmıştır. Fakat bazı varlıkları bozması, onun tabiatında bulunan arızadan ileri gelmektedir. Bununla beraber, ondaki hayır ve fesad karşılaştırıldığı zaman, onun varlığının yokluğundan daha iyi olduğu meydana çıkar; öyleyse "ateş" hayır olmuş olur. 267
c) Mu'tezile
Mu'tezile'ye göre, Cenâb-ı Hak, hayrı irâde eder ve yaratır ise de, şerleri ve kötülükleri irâde etmez ve yaratmaz. Hatta rivayet edilir ki, Mu'tezile'nin reislerinden el-Kadı 'Abdulcebbâr el-Hemedânî (ö. 415/1025), Üstad Ebû İshak el-İsferâînî (ö. 418/1027)'nin "Allah Teâlâ hayrı, şerri hem irâde eder hem yaratır. Çünkü bütün âlem O'nun yed-i kudretinde olduğundan, kâinatta ondan başka mutasarrıf, mâlik, kadir yoktur. Yalnız şerre rıza-i Bârî'si tealluk etmez" dediğini örünce, Akıl ve mantığın kabul edemeyeceği söz ve işlerden Cenâb-ı Hakk'ı takdis ederim" demiş; üstâd da cevap olarak, "Mülkünde dilediğinden başka şeyin cereyan etmediği Cenâb-ı Hakk'ı takdis ederini'' demiş idi. 268 Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, "Makalat’ında, 'Abbâd (ö. 250/864) dışında Mu'tezile'nin hepsinin, Allah'ın şerri yarattığını kabul ettiklerini söyler. 269
d) Ebu'l-Hasan el-Eş'arî
Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, "Kitâbü'1-Luma"ında, hayrın, fazl ve ihsan olarak Allah'tan olduğunu kaydeder. Şerrin ise yaratma bakımından Allah'tan olduğunu ve O'nun için değil, başkası için bulunduğunu söyler. 270
Eş'arîlere göre Allah, hayır ve şerri hem irâde eder, hem yaratır. O'ndan başka yaratan yoktur. O, fâil-i muhtardır. Bu âlem, O'nun mülkü olduğu için orada dilediği gibi tasarrufta bulunur. O'nun üzerine hiçbir şey vacip değildir. Ancak o, Küfre rıza göstermez, kötülüğü emretmez. Onlara, göre hayvanların, çocukların ve delilerin gördüğü elemler Allah'ın adliyle meydana gelir. Onlara dünyada erişen elemden dolayı mükâfaat vermek, Allah üzerine vacip değildir. Eğer, o, âhirette onları nimetleriyle nimetlendirirse bu. O'nun fazl ve ihsanıyladır.271
e) el-Gazzâlî
İmam el-Gazzâlî, "el-İktisâd fi'1-İ'tikad'da, güzel (hasen) kavramının izafî (sübjektif) olduğunu şu şekilde açıklar:
Fail hakkında fiil üç kısma ayrılır:
Birincisi failin maksadına uygun gelen, ikincisi failin maksadına aykırı olan, üçüncüsü fail için işlenmesinde de terkinde de bir maksad (fayda) olmayan fiildir. Bir fiilin güzel olması, failin maksadına uygun gelmesidir. Failin maksadına aykırı olan fiile çirkin (kabîh) denir. Ne uygun gelir, ne de aykırı olursa o fiile de abes adı verilir; yani aslen faydasız fiil demektir. Şu halde bir fiil, bir şahıs hakkında güzel, ötekisi hakkında çirkin olabilmektedir. Böylece güzellik ve çirkinlik izafî (itibarî) bir husus olduğu için şahıstan şahısa değişmektedir. Fiilin zatî sıfatlarından değildir. Dinîn güzel kıldığı, karşılığında sevap vadettiği fiil güzeldir. Çirkin ise, bunun karşıtıdır.272
Görüyoruz kî Eş'arî'ler, güzellik ve çirkinliğin tamamen izafî bir şey olduğunu, fiilin aslında bulunan bir nitelik olmadığını, bunların ancak dinin emirlerinden ve yasaklarından anlaşılacağını kabul etmektedir. Neticede onlar, elem ve saadet meselelerini, Allah'ın dilediğini yapan (fâil-i muhtar) sıfatına bağlayarak açıklamaktadırlar.
f) Ebû Mansûr el-Mâtürîdî
İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, "Kitâbu't-Tevhid'de, "Zararlı Varlıkların Yaratılmasındaki Hikmet' adı altında müstakil bir başlıkla konuya daha net bir şekilde yaklaşmaktadır. İmam el-Mâtürîdî'ye göre, akıl her ne kadarilâhî hikmetin esasını kavramaktan aciz ise de, Allah'ın yarattığı yılanlar ve zararlı varlıkların yaratılması gibi-her şey için bir hikmet vardır. O, insanoğlunun, zararlı ve menfaatli olan şeyle imtihan edildiğini, bu ikisi sayesinde itaatten dolayı sevabın tadını, günahdan dolayı da cezanın acısını bileceğini belirtir. Çünkü yaratıklar fiillerdeki neticeleri kasdetmek üzere yaratılmışlardır. 273 İmam el-Mâtürîdî, yaratıkların cevherlerinde zararlı ve faydalı farklı yönlerin bulunduğunu, Allah'ın onları âlim, hakîm bir düzenleyiciye delâlet edecek şekilde yarattığını, delâlet ve şehâdet yönünden ittifak halinde sanki bir cevher imiş gibi birliğine delil kıldığını söyler. Zararlı ile faydalının, hayır ile şerrin aralarında tezat olmalarına rağmen, bir arada bulunmalarının Allah'ın birliğine ve eşsizliğine delâlet eden bir hikmet olduğunu açıklar.
Bir de el-Mâtürîdî'ye göre, Allah'ın mahlukatı böyle faydalı ve zararlı yönleriyle yaratmasındaki hikmet, zorba kimseleri ve hükümarları zelil kılmak içindir. Böylece onlar, kendi zayıflıklarını görürler, yanlarındaki kuvvetlerin çokluğuyla gurura kapılarak Allah'ın koyduğu sınırları geçmezler. Zira onlar, zayıf ve faydanın yaratılması sayesinde, Allah'ın dilediği kimseyi, dilediğine musallat kılmaya kadir olduğunu anlarlar. Aynı şekilde mahlukatın zarar ve fayda esası üzerine yaratıldığını düşünen kimse, Allah'ın her şeyden müstağni olduğunu da bilmiş olur, Yine el-Mâtürîdî'ye göre, zararlı görülen varlıklarda, birçok faideler vardır ama, insan onların esasını (künhünü) kavramaktan âcizdir. Meselâ bunlardan ateş, onda hem yakma, hem gıdaları iyi bir hale koyma niteliği vardır. Başka bir misâl de sudur. Su, hem her canlıya hayat sağlar, hem de onun yok olmasına neden olabilir. Bunun gibi, hiçbir 'acı veya zehirli madde yoktur ki içinde çetin bir hastalık için ilaç bulunmasın. Bu yüzden el-Mâtürîdî, "Tefekkür eden kimse, varlığa hayır ve şer denmesinin hatalı olduğunu bilir, bilakis her madde zararı da, faydayı da ihtiva etmektedir. Öyleyse bunda Allah'ın birliğine delâlet eden delillerin en büyüğü vardır" demektedir.
el-Mâtürîdî, zararlı varlıkların yaratilışındaki hikmeti şu iki şıkta toplamaktadır:
a) İnsanın kendisinden ümitte bulunması ve çekinmesi için zarar ve fayda taşıyan varlığı elinde tutan "Tam Kudret'in varlığına delil teşkil etmesi.
b) Emir ve nehyin gerçekleşmesi için ibret ve öğütlerin tam olmasıdır.
Şu halde el-Mâtürîdî'ye göre, dünyada zararlı gibi görünen varlıklar, beraberlerinde birçok faydaları da ihtiva etmektedir. Bu yüzden varlığa hayır ve şer denmesini hatalı bulur. Mahlukatın böyle zarar ve faydayı bulunduran bir nitelikte yaratılması, emir ve nehyin gerçekleşmesi için insanların imtihanında bir vasıta olmaktadır. Aksi takdirde emir ve nehyin anlamı kalmaz. Aynı zamanda bu zıtlıklar ve farklılıklar içinde birbirini tamamlayan birliğin bulunması, Allah'ın her şeye kadir ve bir olduğunun delilidir.
Mâtürîdîler de, Eş'arîler gibi, her şeyin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ederler. Bunun içine insanların fiilleri, kötü cisimler ve başkaları girmektedir. Yalnız Allah'a nisbet edilecek sıfatların. O'nun ilim, kudret, azamet, celâl gibi-kendisinin büyüklüğüne yaraşan şeyler olması gerekir:
"Muhammed'in Rabbi", Musa'nın Rabbi" vs. Fakat "Ey maymunların ve domuzların Yaratıcısı!" denilmesi caiz değildir. Mâtürîdîlere göre Allah'ın güzel ve çirkin olanı yaratması, birbirine zıt varlıkları yaratması, O'nun kudret ve irâdesinin nüfuzunun kemâline delildir
g) Sadruşşerîa
Sadruşşerîa, hayr ve şerrin yaratılması konusunda şöyle der:
"Allah, hayır ehli, yarattığının şerrinden Yaratıcısına sığınsınlar, şerrin kendilerine ulaşmasından da çekinsinler diye hayır ve şerri, iyi ve kötü nefisleri yarattı. Çünkü hayır ve şer olmasaydı, "ümit" irecâ) ve "korku" (havf) gerçekleşmezdi. Ümit ve korku olmasaydı, kulluk ve rubûbiyyet belli olmazdı. 274
Bu açıklamalarıyla Sadruşşerîa, İmam el-Mâtürîdî'ye tabi olarak, hayır ve şerrin yaratılmasındaki hikmeti, insanın Rabbine karşı kulluğunu göstermeye yarayan bir vasıta halinde görmektedir. Çünkü insan, hayır işlemek, serden kaçınmak suretiyle Rabbine karşı kulluk vazifesini gerçekleştirebilmektedir. Demek ki hayır ve şer olmasa, insanın kulluk görevini yapıp yapmadığı anlaşılamazdı. Şu halde şerrin varlığı bir bakıma insanın sevap kazanmasına, yüksek dereceler elde etmesine vesile olduğu için bir nimet mesabesindedir. Dünyada şer diye bir şey olmasaydı, insanların yaptıkları işlerin hiçbir değeri kalmadığı gibi, irâde ve tercih diye de bir şeyden söz edilemezdi. Hayrın değeri de takdir edilemezdi. Öyleyse hayır ve şerrin varlığı, makine veya robot seviyesinde olmayan insanın haysiyetine uygun olarak görev yarışında bir imkân vasıtası, Rab ile kul arasıda en büyük alâmet teşkil etmektedir. Yoksa insanın kulluğu nasıl bilinirdi? Söz, yine İmam el-Mâtürîdî'nin ısrarla üzerinde durduğu Allah'ın varlığını ve birliğini bilmeye delil olduğunda düğümleniyor.
İnsan, yaratılışı itibariyle hayır veya şer yolunu tercih etme imkân ve istidadına sahiptir. Allah, ona zarar ve faydayı, hayır ve şerri ayırd edecek (akıl ve fikir) gücü vermiştir. Üstelik Allah, insanın her şeyi akıllarıyla kavrayamayacağını bildiği için lütuf ve ihsan olarak Peygamberler göndermek suretiyle rehber olmuştur. O, insanın iyilik veya kötülük yollarından birini tercih edebilecek yetenekte olduğunu şu âyetlerle işaret etmiştir:
"Muhakkak ki biz, insana doğru yolu gösterdik, o, ister şükredici olsun, ister nankör.” 275
"Biz insana, hayır ve şer yolları olmak üzere iki de yol gösterdik.” 276
h) er-Râğıb el-İsfahânî
Ebu'l-Kâsım er-Râğıb el-İsfahânî, her insanın iyi veya kötü yolu seçme kabiliyetinde yaratılmış olduğunu üstün meziyetler kazanabileceğini açıkladıktan sonra şöyle der:
"Eğer insanlarda, bu kuvvet ve istidat mevcut olmasaydı, güzel öğüt ve irşatlar, Peygamberlerin uyarmaları, terbiye etme ve eğitme işlerinin faydasız kalması lazım gelirdi. 277
i) İbn Kayyim el-Cevziyye
İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350). İblis'in ve ordusunun yaratılmasında sayısız hikmet olduğunu, onun ayrıntılarının ancak Allah tarafından bilineceğini söyledikten sonra, o hikmetlerden bazılarının şunlar olduğunu zikreder:
Allah'ın peygamberlerinin, velilerinin, düşmanlarıyla mücahede sayeside kulluk mertebelerini olgunlaştırması, onun Şerrinden, hilesinden Allah'a sığınmalarını istemesi ve böylece onların dünyevî ve uhrevî birçok menfaatler temin etmesi; İblis'in durumunu gördükten sonra, meleklerin ve mü'minlerin günahlardan korkması, Allah'a (kendisine) muhalefet edenlere ve emrine itaat etmeyip kibir gösterenlere onu ibret kılması, onunla iyilerin kötülerden ayrılması için Allah'ın insanları imtihanda onu vasıta yapması vs. 278
j) Mevlânâ
Mevlânâ (1207-1273)'nın "Mesnevi'sinde halkın Allah tarafından yaratılması, sonra helaki ile ilgili Hz. Musa'nın Tanrı'ya soru sorması ve Tanrı'nın ona cevabını ibret verici bir şekilde şöyle dile getirilmiştir:
"Mûsâ dedi ki: Ey soru hesap gününün sahibi Tanrı, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın?
Cana canlar katan erler, dişiler yaratırsın.... sonra bunları yıkar, mahvedersin, neden?
Tanrı dedi ki:
Bu suali inkâr yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum.
Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim. Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun
Bunu bilip sonra da halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyosun.
Sen bunu biliyosun ama halka da bildirmek için soruyorsun.
Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan soruyu soramaz.
Sual de bilgiden doğar, cevap da... nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!
Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da!
Bu nefret ve sevgi aşmalıktan meydana gelir... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Tanrı Kelîm'i de, acemilere bu sırrı bildirmek onları faydalandırmak için kendisini acemi yaptı.
Biz de kendimizi ondan daha acemi yapalım da bilmez gibi cevabını dinleyelim!
Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde etmek için birbirlerine adetâ düşman olurlar, çekişir dururlar.
Tanrı buyurdu ki:
Ey akıl sahibi Mûsâ, mademki sordun, gel de cevabını duy! Ey Mûsâ, yere bir tohum ek de bunun sırrını anla, insafa gel!
Mûsâ tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip başaklandı, güzelce, düzgüne e yetişti.
Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybdan kulağına bir ses geldi:
Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun?
Mûsâ dedi ki: Yarabbi, burada tane de var, saman da... onun için kesiyorum.
Çünkü tanenin saman ambarına konması layık değil.... saman da buğday ambarına konursa yazık olur!
Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun olmaz. Mutlaka elerken ayırdetmek lazım. Tanrı dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun?
Mûsâ, Tanrı'ın, bana bu temyizi sen verdin dedi... Tanrı dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz?
Halk arasında temiz ruhlar da var. Topraklara bulanmış kara ruhlar da. Bu sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk! Buğdayları samandan ayırmak lazımsa bu iyiyi de kötüden ayırmak vacip.
Bu âlem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi Tanrı, hem de gizli... bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar! 279
Mevlânâ'nın "Mesnevisinden aldığımız bu parçanın manası, hiçbir açıklamaya gerek görülmeyecek derecede açık bulunmaktadır. Bundaki fikri, bir cümleyle özetleyecek olursak, nasıl akıl sahibi insan, dünyada, iyi ile kötünün bir kefeye konulmasını uygun bulmuyorsa, şu halde hikmet sahibi Allah'ın da, iyi ile kötünün birbirinden ayrılması için hayır ve şerrin varlığını insanlara imtihan vasıtası kılması, o'nun hikmetinin gereğidir.
Buraya kadar zikredilenlerden anlıyoruz ki âlemde şerrin varlığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Yalnız şerrin açıklanması, değişik açılardan faklı farklı yapılmıştır:
Bir kısım düşünürler, şerri, hayrın yokluğu derken, bir kısımları şerrin Allah'a isnad edilemeyeceğini söylemişler. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, her şeyin yaratıcısı Allah olduğundan şerrin yaratıcısının da O olduğunu, bu yaratmanın kendsine eksiklik getirmediğini, bilakis O'nun tam kudret sahibi bulunduğunu ve bu sayede insanın haddini bilerek Rabbine sığınacağını kabul etmişlerdir. Yine bütün âlimler bu şeye hayrın yaratıklarla ilgili bir durum olduğunda, Allah'ın mutlak kemâl sahibi bulunduğunda, herhangi bir fiilin O'nun zâtına bir eksiklik de, olgunluk da getirmeyeceğinde aynı fikri paylaşırlar. Yaratıklarda mevcut olan zarar ve fayda gibi zıtlıkarın ve farklılıkların bulunması, ancak O'nun kudretinin kemâline delâlet eder.
Herkesçe bilindiği gibi/insanoğlunun başına gelen acı ve ıztırapların çoğu, ya kendisinin veya kendi cinsinin hatalarından kaynaklanmaktadır. Bu felâketlerin hepsinden sorumlu olan insandır. İnsanoğlu, dünya hayatında mevcut olan elemlere, üzüntülere, hastalıklara, lezzetlere, sevinçlere ve sağlıklara bakacak olursa, hayatta neşeli ve sağlıklı olanların yani hayrın serden daha çok olduğunu görür. İşte bundan dolayıdır ki akl-ı selim sahibi hiçbir insan ölümü istemez. Diğer taraftan, insanların başına gelen birçok musibetler, onlara büyük bir uyarı niteliği taşımakta, kendilerinin gelişmesine, olgunlaşmasına bir vasıta olmaktadır. Öyleyse bir takım elemlerin ve sıkıntıların bulunması gayet normal ve tabii kuvvetler kanununun gereğidir.
Şu halde Allah Teâlâ insanları, birtakım güçlükleri takdir buyurarak, onların yetişmesine, olgunluğa ermesine sebep kılmıştır. Öyleyse birtakım zahmet ve eziyetler, ilâhî takdir için eksiklik değil, bilakis insanların terbiyesine onların hayrına yaradığı için Allah'ın kemâl sıfatlarından olan lütuf, ihsan ve hikmetine delâlet eder.
Öte yandan eğer Allah, bu âlemden, şer kabul edilen bütün kötülükleri kaldırsaydı, insanın hür irâdesinin bir anlamı kalır mıydı? İnsan hürriyetinden bahsetmek için, hayır karşısında mutlak şerrin de varlığını kabul etmek zorunda değil miyiz? Aksi takdirde ya hayvanı hayatı veya robot gibi bir varlık olmayı kabul etmekle karşı karşıyayız. Böyle hür olmayan bir âlet olmaktansa, her şeyden üstün nitelikte yaratılan ve haysiyetine göre sorumluluğu üzerine alan bir insan olmak daha iyi değil midir? İnsanlığın gelişmesi için geceyi gündüze katarak gayret gösterenlerin insanların kalbinde en büyük taht kurması, tersine insanları felakete sürükleyenlerin onların vicdanlarında mahkum edilmesi bu sayede değil midir? İtaat edenlerle isyan edenlerin bir kefeye konmaması, bu sayede olmayacak da, nasıl olacak? Allah Teâlâ, dünyada hayır ve şerrin her ikisinin varlığını takdir buyurmuş ise de, insana hürriyet vermiş, hayrı yapmasına razı olmuş, şerri işlemesine razı olmamış, iyiliği emretmiş, kötülüğü yasak kılmıştır. Allah, insanın hür irâdesini bullanması neticesinde hayrı veya şerri yaratır. Allah'ın rahmet ve lütfunun insanlar üzerinde çok olması sebebiyledir ki bir kötülüğe karşı bir ceza, bir iyiliğe karşı on mislinden itibaren mükafaat verilmektedir. Neticede Allah'ın adalet ve ihsanının gerçekleşmesi için âlemde hayrın karşısında şerrin de varlığı ilâhî hikmetin gereği olmuş oluyor. 280
Hem kötü, yaratılmamış olsaydı, iyinin varlığı bilinir ve takdir edilebilir miydi? Bu âlemde kötü ve zararlı şeylerin bulunması, Allah'ın yaratmasında hikmet ve maslahatın yokluğuna delâlet etmez. Kâinatta hayrın serden çok olduğunu görmekteyiz. Öyleyse az olan şerri ortadan kaldırmak için çok olan hayrı terketmek doğru olmaz.281
IV. Hidâyet ve Dalâlet
Hidâyet ve dalâlet" konularının incelenmesi, Kelâm ilminde amellerin yaratılışı meselesi içerisinde yer almaktadır. Çünkü bu konu, her şeyin yaratıcısı olan Allah'ın fiilleri kısmında mütâlâa edilmiştir.
Birçok konularda gibi "hidâyet" ve "dalâlet" konularının da üzerine iyice eğilmeden kolayca anlaşılamayacağını görürüz. Çünkü insanoğlunun farkına varmadan zaman zaman "Allah'ın hidâyetini ve idlâlini" bahane ederek, kendi sorumluluğunu bir tarafa itmek suretiyle cebre düşmesi mukadder olabilmektedir. İşte bu sebepten biz, bu hassas konunun, "Allah'ın hidâyeti ve idlâli nedir? "İnsanın hidâyet bulması ve dalâlete düşmesi nedir? sorularına, Kur'ânı Kerim âyetleri ve İslâm mütefekkirlerinin düşünceleri ile açıklık getirmeye çalışacağız.
Şimdi biz, önce "hidâyet" sonra "dalâlet" in lügat manalarından hareketle konunun incelenmesine geçelim.
A. Hidayet Kavramı 1. Hidâyet Kelimesinin Sözlük Anlamı
Hidâyet 282 Arapça isim olup, "hedâ" mâzî fıilinden-müteaddi, istenilen şeye ulaştıran yola delâlet etmek, selâmet yolunu göstermek, birini İslama davet etmek demektir. Bu kelime mücerret anlamda bir rehberliği ifade ettiği gibi, çölde yol göstermeyi de ifade eder. Hidâyetin zıddı idlâl, dalâlete düşürmek, baştan çıkarmak, azdırmak anlamını taşır. "Hedâ" dan isim olan "hüdâ" istenilene ulaştıracak şeye lütuf ve letafetle delâlet etmek, bir kimseyi selâmet yoluna delâlet ve irşat etmek, hak ve doğru olan yolu göstermek manasına geldiği gibi, gündüz, taat ve vera (günahtan sakınmak) manalarına da gelir. "Hüdâ", hem hidâyet, hem "ihtida" lazım hidâyet bulmak, İslâmı kabul etmek anlamındadır. Dalâl ve dalâlet, "hüdâ"nın zıddı olup, yol gaip etmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın kalmak demektir. Demek oluyor ki, hidâyet gayesinde hayır bulunan rehberliktir. Yoksa hırsıza rehberlik etmeye hiçbir zaman hidâyet denilemez. Hidâyetin serde kullanılışı, istihza (tehakküm) gibi bir nükteye binaen mecazdır. 283 Mesalâ; şu âyetlerde bu anlamdadır:
“Sonra onları cehennem yoluna iletin.” 284
“Onu o alevli ateşin (cehennemin) azabına iletir.” 285
Hidâyefin türemiş olan hidâyet edici, doğru yolu gösterici, mürşit, manasında ilâhî isimlerdendir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
“Fakat Allah'ın sana rehber olması, sana yardım etmesi elverir.” 286
Böylece Hâdiy-i ezel, Allah'tır. el-Hâdi delil ve rehber demektir.
İhtida: Hidâyet bulmak, İslâm'ı kabul etmek manasındadır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle geçer:
“Her kim doğru yolu bulursa, kendi öz canı, için bulur.” 287
Teheddî: Hidâyet mazhar olmak, Hakk'a giden doğru yolu bulmak.
İhdâ: Hidâyete mazhar etmek.
İstihdâ: Hidâyet talebinde olmak.
Müteheddî: Hidâyet bulan, hediye veren, ihdâ eden.
Mühtedî: Hidâyet bulan, İslâmı kabul eden.
Mehdî: Hidâyet olunmuş ve olunan; kıyamete yakın zamanlarda geleceğine inanılan zâta denir.
Mütemehdî: Mehdîlik taslayan, sahte Mehdî demektir. 288
2. Rur'ân'da Hüdâ Kelimesinin Anlamları
Kur'ân-ı Kerim'de "hüdâ" kelimesi ve türevleri çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. 289
1- Sebât:
“Bizi dosdoğru yola ilet.” 290
2- Beyân:
“Bunlar, Rableri tarafından (gösterilen) doğru yol üzeredirler.” 291
3- Dîn:
“Ya Muhammed de ki; Doğru yol, (hidâyet yolu) Allah yoldur.” 292
4- İmân:
“Hak Teâlâ hidâyet bulanların hidâyetini artırır.” 293
5- Duâ:
“Onlardan, emrimizle doğru yola iletir rehberlik yapmıştık.” 294
“Her toplumun bir davetçisi vardır?" 295
6- Resûl:
“Size Benim tarafımdan hidâyet gelince.” 296
7- Marifet:
“Yol gösterecek, yıldızlar yapmıştır.” 297
8- Nebî:
“Onlar ki indirdiğimiz apaçık âyetleri ve hidâyet yollarını gizlerler.” 298
9- Kur'ân:
“Halbuki onlara, Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 299
10- Tevrat:
“Andolsun biz Mûsâ 'ya hidâyet verdik.” 300
11- İstircâ':
“Doğru yol üzerinde olanlar da bunlardır.” 301
12- Hüccet:
“Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımararak) Rabbi hakkında İbrahimle tartışanı görmedin mi? İbrahim: Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldürür" demişti. "Ben de yaşatır, öldürürüm" dedi. İbrahim; "Allah, güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!" deyince inkar eden o adam şaşırıp kaldı. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.” 302
13- Tevhîd:
“Senin getirdiğin hidâyeti (kabul edip) ona uyarsak.” 303
14- Sünnet:
“Biz de onların izini tutarak gidiyoruz.” 304
“Sen de onların hidâyetine uy.” 305
15- İslâh:
“ve hâinlerin tuzağını Allah'ın başarıya ulaştırmayacağını bilsin.” 306
16- İlham:
“Her şeye varlık veren, sonra ona (hedefine doğru) yol gösteren Allah 'tır:” 307
17- Tevbe:
"Biz sana döndük. Senin gösterdiğin doğru yolu tuttuk.” 308
18- İrşâd:
"Umarım ki, Rabbim, bana dosdoğru yolu gösterir.” 309
3. Allah'ın İnsana Hidâyet Şekilleri
Hakikatte Allah Teâlâ'nın hidâyeti gerek hususiyetleri, gerekse nevileri itibariyle sayısızdır. Bununla beraber dört kısımda özetlenebilir: 310
1) Her mükellefin ruhanî ve cinsmânî mümkün kuvvetlerinin feyz olarak verilmesi ile ilgili genel olan hidâyettir. Bu, insanın menfaatlerini sağlayabilecek olan zahir ve bâtın duygularını, aklî ve iradî meleklerini, tabiî ve hayvanî fiillerinin meydana gelmesine sebep olan tabiî ve hayvanî meleklerini ihsan etmek manasındaki hidâyet nevidir. İnsanların irâdelerine manasındaki hidâyet nevidir. İnsanların irâdelerine uygun olarak yardımıyla murâdlarına kavuşması da bu hidâyete dahildir. Nitekim Hakk'ın şu kavli buna işaret etmektedir:
Bizim Rabbimiz, her şeye varlık veren, sonra ona (hedefine doğru) yol gösteren Allah'tır.
Şu halde Allah Teâlâ, her varlığa kendine mahsus heyeti vermiş, her uzva şekilce başkasına benzemeyen ayrı ayrı suret ihsan etmiştir. Böylece Allah'ın her uzuv için kendine layık olan hidâyeti vardır. Meselâ; ayaklar yürümek için, eller tutmak ve amel için, dil konuşmak için, kulak işitmek için, göz görülecek şeyleri keşfetmek için kısacası her uzuv kendisiyle ilgili fonksiyon için yaratılmıştır. Eğer Allah, onları böyle yaratmamış olsaydı, onlar şimdi bulundukları doğrultuda görev yapamazlardı.
2) Hak ile bâtılı, hayır ile şerri, necat ile helak yollarını tarif etmek, açıklamak, göstermek manasına olan hidâyet, bu ikinci nevi hidâyeti içermektedir. Bu nevi hidâyetin anlamım şu âyet-i kerimeler ifade etmektedirler:
“Semûd'a gelince, onlara dosdoğru yolu göstermiştik. Fakat körlüğü, hidâyete tercih ettiler.” 311
“Sen muhakkak ki, (bu nur ile insanları) dosdoğru yola iletiyorsun!” 312
3) “Peygamberler göndermek ve kitaplar inzal etmek suretiyle davetle yapılan hidâyettir.” 313
Şu âyet-i kerimelerdeki hidâyet bu anlamdadır:
Onlardan, emrimizle doğru yola iletir rehberler yapmıştık.314
Muhakkak ki, bu Küf ân, en doğruya iletir."
4) Özellikle peygamberlere ve velîlere vaki olan bu hidâyete hidâyet-i hassa (özel hidâyet) denir ki vahiy, ilham veya sadık rüya gibi olağanüstü yollarla kalblere sırları keşfedivermek, eşyayı olduğu gibi gösterivermek ve göğüslere inşirah vermek suretinde tecellî eder. Bu, nübüvvet ve velayet âleminde parlayan nurdur. Mutlak ve gerçek hidâyet işte budur. Akıl ile ulaşılamayan hidâyete bu sayede ulaşılmış olunur. Nitekim bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Bizim yolumuzda (çalışıp didinenler), mücahede edenleri muhakkak ki (doğru) yollarımıza iletiriz.” 315
“Sen sevdiğini (dilediğini) hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. Doğru yolu tutanları en iyi bilen O'dur.” 316
“Hak Teâlâ'nın, gönlünü müslümanlığa açtığı için, Rabbi tarafından nura kavuşan kimse (katı yürekli kimse) gipi midir”. 317
4. Kelâm Ekollerine Göre Hidâyet a. Eş'arîler
Eş'arîlere göre Allah'ın kullarına hidâyeti iki şekildedir: 318
1) Hakkı açıklamak, ona davet etmek ve onun üzerine deliller ikâme etmek suretiyledir. Bu şekildeki hidâyetin peygamberlere ve Allah'ın dinine davet eden herkese nisbeti doğru olur. Çünkü onlar insanları doğru ve hak yolu gösteren rehberlerdir. Peygamberimiz hakkındaki Allah'ın şu kelâmının açıklaması işte böyledir:
"Sen muhakkak ki (insanları) dosdoğru yola iletiyorsun.” 319
2) Bu ikinci şekle gelince, o, Allah'ın kulların kalblerinde hidâyeti yaratması, onların da hidâyeti bulmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerimede bunu şöyle beyân etmiştir:
“Hak Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun gönlünü İslâmiyeti (kabul için) açar.” 320
“Allah'ın birinci şekil altındaki hidâyeti, bütün mükelleflere şâmildir. İkincisi ile hidâyet bulanlara mahsustur. Bu konu da Cenâb-ı Hak; Allah insanları selâmet yurduna (Cennete) davet eder, dilediğini dosdoğru yola iletir”321 buyurarak, Allah'tan başkasının kalblerin hidâyetine gücü olmadığını bildirir. Bundan dolayı da Hz. Peygamber hakkında;
Sen sevdiğini, (dilediğini) hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini doğru iletir buyurmak suretiyle Peygamberle ilgili hidâyetin ancak açıklamak ve davet etmek açısından olduğunu göstermiş, göğüsleri açmak ve hakkı kabul etmek yönünden olan hidâyeti, ondan nefyetmiştir. 322
İmam el-Eş'arî, Allah'ın daveti insanlara genel, hidâyeti ise özel kıldığını söyler. 323 Abdulkâhir el-Bağdâdî, Ehl-i Sünnet'e göre, Allah'ın sapıttığı kimseyi adaletiyle dalâlette kıldığını, hidâyete erdirdiği kimseyi de fazlı (ihsanı) ile hidâyette kıldığını beyan eder. 324 Kanaatimize göre, el-Bağdâdî, bu sözüyle Allah'ın insanların irâdelerine uygun olarak hidâyet ve dalâleti yarattığını ifade etmek istiyor.
Kadı Ebû Bekr el-Bakıllânî, Allah'ın mü'minlere hidâyetini şu üç anlamda açıklar:
1) Allah, mü'minlere hidâyetlerini yaratmak ve kalblerini imanla nurlandırmak, suretiyle doğruyola iletmek.
2) Onların göğüslerini genişletmek, muvaffakiyetlerini, yardımlarını ve hidâyete giden yollarını kolaylaştırmayı deruhte etmek üzere doğru yola iletmek. 325
3) Âhirette ise onları sevaba ve Cennet yoluna iletmektir.
İmamü'l-Haremeyn el-Cüveynî de "hidâyeti, îmânın yaratılması, "idlâl'i de dalâletin yaratılması manasında olduğunu ve yukarıda iki madde halinde zikredilen âyetlerdeki davet ve irşâd anlamlarını diğer Eş'arî arkadaşları gibi izah ettikten sonra, aynen İmam el-Eş'arî'ye uymak suretiyle Allah'ın, insan iradesiyle hidâyeti tahsis ettiğini, daveti ise umûmî kıldığını söyler. 326
İmâm el-Gazzâlî, hidâyeti derece sıralamasına göre manalandırarak biraz yukarıda dört nevide toplanan Allah'ın insan için olan hidâyetini üç merhalede özetlemiştir. 327
I) Hayır ve şer yollarını bildirmek. Buna, yukarıda geçen el-Beled, 90/10 ve Fuısilet, 41/17 âyetlerini gösterir. Cenâb-ı Hak, bu hidâyeti bütün insanlara ve akıl veya peygamberlerinin lisaniyle ihsan etmiştir.
2) Bu hidâyet ise, birinci genel hidâyetin ötesinde, Allah'ın kullarını bununla halden hale yükseltmesidir ki, bu mücâhedenin neticesidir. Bu manada olan hidâyeti, el-Ankebût, 29/69 ve Muhammed, 47/17 âyetleriyle teyid eder.
3) Üçüncü merhaledeki bu hidâyet nevi, ikinci dereceden sonra gelmektedir. O, mücâdelenin kemâlinden sonra, peygamberlik ve velilik âleminde parlayan nurdur. Kendisiyle teklif yapılan akıl ile ilimlerin öğrenilmesi imkânıyla ulaşamadığı hidâyete insan, bu üçüncü hidâyet sayesinde ulaşmaktadır. İşte mutlak ve gerçek hidâyet budur. Ondan başkasının perdeleri ve mukaddimeleri bulunur. Hidâyetin hepsi Allah'tan olmakla beraber, kendisine nisbet tahsisiyle Allah'ın şereflendirdiği hidâyet budur. Bu yüzden Allah şöyle buyurmuştur:
"Sen onlara de ki: Allah'ın hidâyet yolu var ya, işte doğru yol ancak odur.” 328
"Ölü iken dirilttiğimiz insanlar arasında yürümesi için aydınlık verdiğimiz kimse, içinden çıkılmaz, zifiri karanlıklarda kalan kimse gibi midir?” 329
b. Mâtürîdîler
Mâtürîdîler de Eş'arîler gibi kulların hayır ve şer bütün fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ederler. Binaenaleyh o, kullarda "ihtida" (doğru yolu bulma) fiili ile "dalâlet" (sapma) fiilinin de yaratıcısıdır. Bu bakımdan "hüdâ" ve "idlâl" Allah'tandır. 330
Ebû Hanife "el-Fıkhu'l-Ekber’de "Allah dilediğine fazlıyle hidâyet eder, dilediğini adaletiyle saptırır" demek suretiyle bu konuda kulların irâde-i cüz'iyyelerine göre Allah'ın hidâyet ve dalâleti yarattığını belirtmek istemiştir. Aksi takdirde kula teklifin, sevap ve ikâbın manası kalmaz, neticede cebre düşülür.
İmam el-Mâtürîdî de, "el-Fıkhu'l-Ekber şerhinde, hidâyetin Allah'ın sıfatı, ihtida'nın ise kulun sıfatı olduğunu, Allah'ın bütün sıfatlarıyla ezelde yaratıcı, kulun ise bütün sıfatlarıyla yaratılmış bulunduğunu ifade eder. 331 O, hidâyeti Allah'ın yaratması, ihtidâ'yı da kulun hidâyet bulması manasında alır. 332 Allah'ın kulun kalbinde küfrü yaratmasının kulun ihtiyariyle olduğunu belirtir. 333 İmam el-Mâtürîdî, insanlardan bir kısmının ihtiyariyle iman etiklerini, geri kalanının Allah'ın din ve taatinden yüz çevirdiklerinden dolayı hidâyetten men olunduklarını cebrin söz konusu olmadığını açıklar. 334 Buna şu âyetleri misal getirir:
“Rabbin dileseydi, yeryüzündeki (insanların) hepsi de toptan iman ederlerdi.” 335
“Dileseydik herkesi doğru yola iletirdik!.” 336
Mâtürîdîler, Cenâb-ı Hakkın ihtida fiilini yaratmak suretiyle "Hâdî" (hidâyeti yaratan) dalâlet fiilini yaratmak suretiyle de "Mudili" (saptıran) sıfatını aldığını söylerler. Diğer taraftan Mu'tezile'nin, "Hidâyetten murat din yolunu beyân etmektir" görüşlerinin geçersizliğini göstermeye çalışmışlardır. Onlar bu konuda derler kî, Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e hitaben şöyle buyurmuştur:
"Sen sevdiğini, (dilediğini) hidâyete erdiremezsin! Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.” 337
Eğer hidâyet, beyan etmek olsaydı. Hz. Peygamber sevdiğini hidâyete erdirirdi. Öyleyse bu, beyanın ötesinde başka bir hidâyetin olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ'nın;
"Hak Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun gönlünü İslâmiyeti (kabul için) açar” 338 âyeti bunu gösteriyor. Eğer hidâyetten murat, davet ve yolu beyân etmek olsa, Allah'ın îmâna davet ettiği ve din yoluna beyan ettiği herkesin gönlü İslâmiyet'i kabul için açılmış olur. Bu durumda Allah'ın, "Onun gönlünü darlaştırır, kasvetleştirir, sıkıştırır 339 sözü bâtıl olur ki, o da küfürdür. 340 Öte yandan daha önce zikredilen âyette hidâyetin Peygamberimizden nefyedilmesi, onun doğru yolu göstemek manasına olmadığını ifade eder. Oysa ki, Peygamber, doğru yolu sevdiğini de sevmediğini de göstermiş, böylece Allah’ın doğru yolu açıklaması herkes için vuku bulmuştur. 341 Bazen hidâyetin Peygamber (a.s.)'e ve Kur'ân-ı Kerim'e nisbet edilmesi, onların hidâyete vesile olmaları ve ona davet etmeleri münasebetiyle mecazendir. Çünkü hakiki hidâyet edici Allah'tır. 342
c. İbn Hazm
İbn Hazm'a göre "hidâyet" Arapça'da iki manaya 343 gelir:
1) Delâlet etmek yani kılavuzluk etmek. Bu manada, "Filana yolu gösterdim, onu yola vâkıf kıldım, ona yolu bildirdim" demektir. Bu manasıyla o yola girse de, yolu terk etse de birdir. İşte, Allah'ın Semûd kavmine, bütün cinlere ve meleklere, kâfir olsun, mü'min olsun bütün insanlara, verdiği hidâyet budur. Çünkü Allah Teâlâ, onlara taatleri ve masiyetleri göstermiş, gazap ettiği ve razı olduğu hususları bildirmiş.
2) Hayra muvafık ve uygun bir hale getirmek, uydurmak, hayırda yardım etmek hayrı kolaylatmak, ruhlarda hayrı kabul gücünü yaratmak demektir. Allah'ın bütün meleklere, insanlardan ve cinlerden muhtedilere verip de, bu son iki grubun kâfirlerinden ve fâsıklarından men ettiği hidâyet, işte budur. eş-Şûrâ, 42/52 âyetinde Hz. Peygamber'in üzerine vacip olan hidâyetten murat, delâlet etme ve dini öğretme manasında bir hidâyettir. Yoksa bu, şu âyet-i keîimede sırf Allah Teâlâ'ya ait olan hidâyet değildir:
"Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Allah dilediğini doğru yola iletir.” 344
İbn Hazm, Allah'ın bu hidâyetinin anlamını da şu âyetle açıklar:
"Hak Teâlâ onlarda bir hayır (hakkı kabul için bir meyil olduğunu) bulsaydı, elbette onları (hak) sözü işittirirdi. Fakat onlara (hak) sözü işittirirse bile onlar gene yüz çevirir ve dönerdi. Zaten onlar dönek kimselerdi.” 345
O, Allah'ın gerçeği duyurmasının, ancak kendisinde hayır bulunduğunu bildiği kimseler için varit olduğunu söyler. 346 Biz burada İbn Hazm’ın fikrine göre anlıyoruz ki, Allah'ın bîr kimseye hidâyet vermesi için o kimsenin içinde en azından hakka doğru bir meyil bulunmalıdır.
d. Mu'tezile
Mu'tezile'ye göre, hidâyet, Allah'ın hak yolu beyân etmesinden ibarettir. Yoksa "ihtida" fiilini yaratmak anlamında değildir. 347 Mu'tezile, hidâyet konusunu biri, kâfirlerle ilgili, diğeri mü'minlerle ilgili olmak üzere iki kısımda müteâlâ etmekte ve her bir kısım hususunda da kendi aralarında ihtilafları bulunmaktadır:
da. Allah'ın Kâfirlere Hidâyeti
Mu'tezile, Allah'ın kâfirlere hidâyeti olup olmaması konusuda ihtilaf ederek iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:
Mu'tezilenin çoğuna göre, Allah, kâfirlere hidâyet (beyân) te bulunmuş, fakat onlar hidâyete ermemişlerdir. Şöyle ki, Allah, onlara itaat etme gücü vermek suretiyle onları faidelendirmiş, fakat onlar yararlanmamışlardır. Onları ıslah' etmiş, ama onlar iyileşmemişlerdir.
Bir kısım Mu'tezile de, Allah'ın kâfirlere herhangi bir suretle hidâyet ettiğini kabul etmezler. Şöyle ki, O, onlara beyan ve yol göstermiştir. Çünkü Allah'ın beyan ve daveti onu kabul etmeyen için değil, fakat onu kabul eden kimse için bir hidâyettir. Nitekim İblis'in daveti, kabul etmeyen için değil, ama onu kabul eden kimse için bir idlâldir.
Ehl-i İsbât ise, derler ki, eğer Allah, kâfirlere hidâyet etseydi, onlar hidâyete ererlerdi; Allah, onlara hidâyet etmediği için onlar hidâyete ermediler. Bazen o, onları hidâyete güçlü kılmak suretiyle onlara hidâyet eder. Bu şekilde hidâyete dair kudrete hidâyet ismi verilir. Bazen de onlara, onların hidâyetini yaratmak suretiyle hidâyet eder. 348
db. Allah'ın Mü'minlere Hidâyeti
Mu'tezile, Allah'ın kâfirlere kılmayip da mü'minlere kıldığı hidâyet konusunda da iki görüş ileri sürerler:
Bir kısmına göre, Allah, mü'minlere, muhtedîler ismini vermek suretiyle hidâyet etmiş ve onlara bununla hükmetmiştir. Derler ki:
"Allah mü'minlerin imanını, menfaatler ve lütuflarla artırır. İşte o, bir hidâyettir." Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:
"Doğru yola iletilenlere gelince, Hak Teâlâ onların hidâyetini artırır.” 349
Bir kısım Mu'tezilîler de, "Allah'ın isimlendirmek ve hüküm vermek suretiyle hidâyet ettiğini söylemeyiz, fakat O'nun bütün halka, yol göstermek ve açıklamak suretiyle hidâyet ettiğini söyleriz" derler. Şöyle ki Allah, mü'minlere lütuflarından onlara ziyade ederek hidâyet eder. İşte bu, O'nun dünyada onlara kıldığı sevaptır. Ahirette de onları Cennete hidâyet eder ki, bu da Allah'ın onlar hakkında sevabıdır. Nitekim bu konuda Allah şöyle buyurur:
“İmân edip iyi işler işleyenleri Rableri, imânlariyle onları altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir.”350
Bu görüş el-Cübabi’nindir.
İbrahim en-Nazzâm, mü'minlerin itaat ve îmânlarının hidâyetle isimlendinlmesinin caiz olduğunu ve buna Allah'ın hidâyeti" yani O'nun dini, denileceğini iddia eder.
Görüldüğü üzere, Mu'tezile, "kul kendi fiilinin yaratıcısıdır" prensiplerine uygun olarak, Ehl-i Sünnet'in anladığı gibi hidâyetin, kulda "ihtida" fiilinin Allah tarafından yaratılması manasında anlamamaktadır. Böylece hidâyetin hakiki manasında değil de, doğru yolu göstermek açıklamak, hakka delâlet ve irşâd gibi mecazî manasında yorumlamışlardır.
B. Dalalet Kavramı
1. Dalalet Kelimasinin Sözlük Anlamı
“Dall: “dallen” doğru yoldan sapmak, yolunu şaşırmak, kaybolmak, azmak demektir.
“Dalalet: doğru yoldan kasten veya hataen, az veya çok çıkmak; istenilene ulaştırmayan yola girme anlamına gelir. “Dalalet”, hidayet’in zıddıdır. 351
“Dalalet: kökünden türeyen kelimeler ve anlamları şu şekildedir:
İdlal: Dalalete düşürmek, baştan çıkarmak, azdırmak anlamındadır. Zıddı, “ihda” dır.
İdaliyet: İdlal edecek ve insanın akidesini bozacak sözler ve bahisler.
İstidlal: Birinin dalalette kalmasını istemek.
Tadlil: İdlal anlamındadır.
Dall dalle: Dalalette kalan, yoldan azan, azgın. “Fırak-ı dalle”. Ehli sünnet ve’l-cemaatten başka mezhepler.
Dalle: Kaybolmuş şey, yitik.
Edall: Pek ziyade dalalette kalan.
“İşte onlar hayvanlargibidir, hatta daha da sapık.” 352
Mudil: İdlal eden, baştan çıkaran.
Mudille, madalle: Yolun kaybolduğu yer.
Udlule: Dalalete saik olan hal, dalal. 353
2. Kur’an’da Dlaletin Anlamları
“Seni yolunu görmüyor buldu da, doğru yolu göstermedi mi?” 354
Burada “dall’ın manası, Peygamber’in nübüvvetten önceki haline işaretle akılların yol bulamadığı gerçeklerden ve dinen gafil yol arayan bir yitik durumunda hayret içinde idi, demektir. Müfessirler 355 bu manayı şu ayet-i kerimelerde teyid etmişlerdir:
“Halbuki sen evvelce bunun farkında değildin.” 356
“Sen bu (Kur’an’dan) evvel bir kitap okumamış, sağ elinle de yazı yazmamıştın.” 357
Yoksa şu ayet-i kerimede olduğu gibi Rasulüllah, hiçbir zaman akıl ve dinde sapık anlamında “dall” durumuna düşmemiştir.
“Sizin arkadaşınız (Hz. Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı.” 358
“Dalal’ lafzı, Ya’kub (a.s.) hakkında şu ayetlerde geçer:
“Sen hala eski yanlışlık içindesin!.” 359
“Babanız apaçık yanılıyor.” 360
Hz. Yusuf konusundaki sevgi ve şevke işaretle de şöyle buyrulmuştur:
“Kölesinin sevgisi onun içinde işlemiş, bu pek yanlış hali ona yakıştırmayınız!” 361
Musa (a.s.)’in ifadesinden de şöyle buyrulmuştur:
“(Musa) dedi: Ben o işi henüz doğru yolu görmeyecek halde iken yaptım.” 362
“Dalal’, “unutmak” manasında da Kur’an-ı Kerim’de şöyle gelmiştir:
“Şayet biri unutursa…” 363
Bir bakıma “dalal’ iki kısma ayrılır: 364
a) Nazari ilimlerde dalal: Allah’ın varlıgını, birliğini bilmek ile peygamberliği, tanımaktaki dalal gibi, Mesela; bunlara Kur’an da şu şekilde işaret olunur:
“Allah’a ve Allah’ın Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmayarak kafir olanlar, sapıklığın en koyusuna, hidayetten en uzağa sapmış gitmiştir.” 365
b) Ameli ilimlerde dalal: İbadetleri oluşturan şer’i hükümleri bilmekle ilğili dalal, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Onlar ki inkar ederek kafir oldular ve insanları Allah yolundan alıkoydular, (hidayetten) en uzaklarda olan sapıklığa uğramışlardır.” 366
“İdlal’e gelince, kulun dalaleti ihtiyar etmesine binaen Cenab-ı Hakk’ın onda dalaleti yaratması açısından Allah Teala’ya izafe edildiği gibi dalalete sebebiyet verdikleri için şeytana ve putlara da izafe edilmiştir. 367 Şeytana nisbetladiğine dair Kur’an-ı Kerim’de şöyle butrulmuştur:
“Onları baştan çıkaracağım, saptıracağım, boş cemellere kuruntulara daldıracağım.” 368
Putlarla ilğili olarak da;
“Rabbim! Onlar insanların pek çoğunu yoldan saptırdı” 369 buyurmuştur.
3. Kelâm Ekollerine Göre Dalâlet
Yukarıda hidâyetin manasını anlatırken Allah Teâlâ'nın, hayır ve şerrin yaratıcısı olduğunu söylemiştik. Ehl-i Sünnet'e göre, Allah'ın idlâli, ehl-i dalâl için onların kalplerinde dalâleti yaratmaktan, yani küfrü ve masiyetleri icad etmekten ibarettir. 370 Dalâletin kalplerde yaratılması, hidâyete manidir. 371 Yalnız biraz önce belirtildiği gibi “Allah, dalâleti, insanın ihtiyârına binaen yaratır. Böylece O, Hayır, biz onların küfürlerinden dolayı kalplerine mühür bastık.” 372
“Allah onların kaplerini ve kulaklarını mühürledi.” 373
“Dinlediklerini anlamamak için kalplerine perdeler gereriz” 374 buyurarak "hizlân'ı ile kulu razı olduğuna muvaffak kılmayacağını ve onu masiyeti ile başbaşa bırakıp, nusretini esirgeyeceğini bildirmiştir.
Hanefîlere göre, Allah, ihtiyarlarını iyiye kullananlara "tevfîk"ini yani saadet ve hayır vesilelerini, kendi lutfiyle yaratırken, ihtiyarlarını kötüye kullananlara da masiyet ve küfrü adliyle yaratır. 375
el-Bâkillânî'ye göre Allah, kâfirlerin dalâletini, çirkin ve fâsid olarak yaratmak suretiyle onları saptırmıştır. O'nun onları saptırması, tevfîkini terketmesi, göğüslerini daraltması ve "ihtida" ile ilgili kudretlerini yok etmesi suretiyledir. Onları, âhirette sevaptan ve cennet yolundan sapıtması Allah'ın onlar için "idlâli"dir. 376
Eş'arîler, "tevfik"i, itaate Allah tarafından kudretin yaratılması, "hızlân"ı da ma'siyet kudretinin Yaratılması olarak tarif ederler. 377 Bunu, "Muvaffakiyetini de ancak Allah iledir” 378 âyetiyle istidlal ederler.379
Hanefîler ise, bunu "nusret" ve "kolaylaştırma" manasına alırlar. Çünkü Hanefîlere göre kudret, iki zıd hususa da geçerlidir. 380
İbn Hazm, "tevfîk'i Allah'ın mü'mine kendisi için yaratılan hayrı kolaylaştırması, "hızlân"ı da fâsıka kendisi için yaratılan şerri kolaylaştırması 381 anlamında tarif ederken, Hanefi-Mâtürîdîlere oldukça yaklaşmıştır. İbn Hazm'a göre, Allah'ın saptırması kulun göğsünü îmânı kabul hususunda darlaştırması ve güçlük vermesidir ki, böylece kul, onu anlamak için temayül göstererek arzu duymaz, onu kabul konusunda sabretmez, hakka dönmesi ona çok çetin gelir de, sanki o, zorla göğe çıkıyormuş gibi olur. 382 İbn Hazm, şeytanların ve insanların saptırmasını da, onların insana Allah'ı zikretmeyi unutturması, kötülükleri süslü göstermesi ve kalplerine vesvese sokması olarak tarif eder. Söz konusu hususların, insanların kalplerine atılması neticesi de Allah, onları yaratır. Çünkü o, insan ve cinlerden olan bu saptırıcıların fiillerinin yaratıcısıdır. 383
İbn Hazm;
"Hak Teâlâ, bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, onu doğru yoldan çıkarmaz. Belki onlara nelerden sakınacaklarını belli eder” 384 âyetini delil göstererek, Allah'ın bir kavme, sakınacakları ve yerine getirecekleri gerekli hususları açıklamadan o kavmi saptırmayacağını, zira insanın kendisine Peygamber'in haberi gelmeden işlediği hiçbir şeyden dolayı sapık sayılamayacağını ve ancak ilâhî beyânın kula ulaşmasından sonra Allah'ın onda yarattığı işe saptırma adını vereceğini söyler. 385
Mu'tezile'de idlâl konusunda üç görüş vardır:
a) Mutezilenin çoğunluğu, Allah'ın saptırmasını, kula sapık adını vermesi ve kul kendi nefsinde sapıklığı yarattığında onun sapıklığına hükmetmesi şeklinde kabul eder.
b) Bazılarına göre Allah'ın saptırması, kâfirleri helak etmesidir.
c) Ehl-i İsbât'a göre ise, bir kısmı, dinden idlâl, küfre güçlü olmak, bir kısmı, dini terketmek, diğer bir kısmı da kulların sapıklıklarını yaratmak manasını alır. 386
Sonuç olarak, daha önceden de söylediğimiz gibi, Allah'ın insanlara hidâyeti sonsuzdur. Fakat insanlar tarafından iyi anlaşılması için İslâm âlimleri hidâyeti sınıflama yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur'ân-ı Kerim'de birçok manalarda kullanılan hidâyet kelimesi, bazen dört, bazen üç, bazen de iki ıstılah manasında toplanabilmiştir. Önce Allah'ın insanlarda duyacak kulak, görecek göz, söyleyecek dil, idrâk edecek akıl vs. halk etmesi, birinci derecede bir hidâyettir. İnsan bu organları vasıtasiyle, iyiyi kötüden ayırma imkânını elde edebilmektedir. Sonra onun bu organları yoluyla erişemediği hidâyeti için, Allah Peygamberler, Kitaplar göndermek suretiyle insana yol göstermiş, onun "irâde-i cüz'iyye’sini kullanması neticesinde onda hidâyeti halk etmiş, onun gayretine ve niyetine göre, kendisinin çabasıyla ulaşamayacağı mertebelere çıkmasına, ihsan ve lütfuyla yardım etmiştir.
Hidâyet ve dalâlet mevzuunu, bazı kaynaklardan da 387 halinde şöyle de gösterebiliriz:
Allah (Heda)
İnsan
İhteda
İman
Cennet
Dalle
Küfür
Cehennem
Yukarıda geçen âyetlerden anlaşılacağı üzere insan fıtratı, hayır ve şerre aynı seviyede kabiliyetli ve her ikisini de kabule müsait bulunmaktadır. İnsan tercihini hangi yönde kullanırsa, Allah onu halk etmektedir. Allah'ın yol göstermesi olmadan, yani bir topluma emir ve yasaklarını beyan etmeden saptırması olmaz. Bunu, Kur'ân-ı Kerim'in birçok âyetleri açıkça ifade etmektedir. Meselâ şu âyetler bunlardandır:
“Bu söz, bütün milletler için bir öğüttür. İçinizen doğruluk isteyen ona uyar.” 388
“Hak Teala bir kavim doğru yola ilettikten sonra onu yoldan çıkarmaz. Belki onlara nelerden sakınacaklarını belli eder.” 389
"Biz Peygamber göndermedikçe hiçbir kavmi azaba uğratmayız.” 390
Bu ve benzeri âyetler, Allah tarafından insana hidâyet ve dalâlet tebliğ edildikten sonra, onu kabul edip etmemenin herkesin kendi irâdesine bağlı olduğunu göstermektedir. Böylece insanın fiilinde cebr söz konusu olamaz. Allah hidâyeti ihtiyar edene hidâyet, dalâleti ihtiyar edene dalâlet dilemiştir. İşte insan, bu seçiminden sorumludur. Şurası da muhakkak ki, âlemlerin Rabbi, insana fiillerinde dileme kudreti vermemiş olsaydı, onun kendi kendine buna gücü yetmezdi. Bu durumda Allah, bize, dilememizi diliyor, sonra da bizim dilememiz üzerine dilediğimizi yaratıyor. Demek oluyor ki, insan irâdesinin ilk yaratılışla ilgisi bulunmamakta, yalnız sonradan iradesiyle kazanmada önemli rolü vardır. Eğer Allah insana kalb vermeseydi veyahut önceden mühürlenmiş olarak verseydi, o zaman onun îmân ile mumellef tutulmasında cebir olurdu. 391
Halbuki hikmet sahibi Allah hakkında böyle düşünülemeyeceğini, her akıllı kimse teslim eder.
V. Ecel
Ecel, lügatte, bir işin takdir ve tayin olunan sürenin tamamına ve nihayetine, belli bir vakte denir. Borç için verilen süreye ve bu sürenin sonuna da ecel denmektedir. Meselâ; şu borç altı ay müecceldir dediğimiz zaman, bu altı ay bir ecel (vade)dir. Altı ayın sonunda borcun eceli geldi dendiği zaman, borcun son ödeme süresi (vadesi) geldi demektir. Örfte de hayat süresinin sonu için kullanılır. Kelâmcılara göre, bir canlının hayatının yok olması için ilâhî ilim ve kader ile tayin olunan vakte denir. Allah Teâlâ her insan ve toplum için bir yaşama süresi tayin etmiştir. O süre gelince, hiçbir şekilde onun geciktirilmesi söz konusu değildir. Ölüm de doğum da ilâhî kanun (sünnetullah)dur. 392 Kur'ân-ı Kerim’de ölümle ilgili birçok âyet-i kerime vardır:
“Ölümü, dirimi hanginizin en güzel işleri işleyeceğini denemek için yaratan O'dur.” 393
“O hem diriltir, hem öldürür.” 394
“Sonra siz bundan sonra öleceksiniz.” 395
“Nerede bulunursanız bulunun, ölüm mutlaka size yetişir. Sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunsanız bile.” 396
“Biz senden evvel hiçbir insana daimi bir hayat vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? Herkes ölümü tadacaktır. Biz sizi, bir imtihan olmak üzere şer ile de hayır ile de deneriz. En sonra bize döneceksiniz.”397
“Deki: Size memur olan ölüm meleği canınızı alır, sonra Rabbinize dönersiniz.” 398
Şu halde ölüm, kaçınılmaz olan ilâhî bir kanundur. Her şeyi yaratan yalnız Allah Teâlâ olduğu gibi onları öldüren de O'dur. Diriltme ve öldürme Allah'ın fiilidir, O'nun takdiri ve yaratmasıyla cereyan etmektedir. Her canlı yaratığın Allah katında belli bir eceli vardır. Ecel hayatın sonu demektir. Ehl-i Sünnet'e göre ecel birdir. Herkesin eceli tayin edilmiştir. Hiçbir şekilde değişmez. Hiçbir canlı takdir olunan eceli gelmedikçe ölmez, eceli gelince de bir an geciktirilemez. Maktul (öldürülen) kimse, katilin öldürmesiyle değil kendi eceliyle ölmüştür. Çünkü ilâhî ilim ve kader değişmez. İnsan, ilâhî ilmin ne şekilde taalluk ettiğini bilmediği için Allah'ın emirleri doğrultusunda hayatını koruması, başkasının hayatına tecavüz ederek ecelinin gelmesine sebep olmaması gerekir.
Mu'tezile âlimleri, bu konuda farklı görüş beyân etmişlerdir. Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (ö. 235/850)'a göre, ölen her insan, ne şekilde ölmüş olursa olsun, eceli geldiği için ölmüştür. Ona göre öldürülen (maktul) kimsenin bir eceli vardır, oda öldürülüğü vakittir. O kimse, katil tarafından öldürülmemiş bile olsa, kesinlikle ölecekti. Aksi takdirde katil, öldürülenin ecelini kesmiş olur ki bu mümkün değildir. Bu ifade üzerine, Mu'tezile mezhebi ile Ehl-i Sünnet mezhebi arasında görüş ayrılıkları ortaya çıktı, Bağdat Mu'tezilîlerinden Ebu'l-Kasim el-Belhî el-Ka'bî (ö. 3l7/930)'ye göre, öldürülen kimse eceliyle ölmemiştir. Çünkü "öldürme" (kati) kulun fiilidir, "ölüm" (mevt) Allah'ın fiilidir. el-Ka'bî, bu fikrine şu âyeti delil getirmiştir:
“And olsun, ölseniz de, yahut öldilrülseniz de elbette hepiniz Allah'ın katında toplanacaksınız.” 399
Ve âyetteki atıf (ev: yahut), ölüm ile öldürülmenin 'başka türlü olmasını gerektirmektedir, demiştir. Ehl-i Sünnet ise bu âyetin anlamını:
"Sebepsiz ölseniz de, yahut bir sebeple de ölseniz" şeklinde almıştır. el-Ka'bî'ye göre, öldürülen" (maktûl)in iki eceli vardır; biri öldürme ile, diğeri ölümledir. Eğer o öldürülmeseydi, şüphesiz ölümle olan eceline kadar yaşayacaktı.
Mu'tezile'nin bir kısmına göre, katil öldürülen kimsenin ecelini kesmiş ve böylece ömrünü kısaltmıştır. Çünkü onlara göre, eğer katilin kati işiyle maktul ölmeseydi, katilin bu dünyada kötülenmeye, kısas veyahut diyete, âhirette azab ve cezaya layık görülmesi gerekmezdi. Mu'tezile bu aklî delilleri yanında, naklî delil olarak da, "Sadaka ömrü artırır."; "Sila-i rahim ömrü artırır." gibi hadis-i şerifleri ileri sürmüşlerdir. Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden Kadi Abdulcebbâr (ö. 415/1025)'a göre, öldürülen kimse, eğer böyle öldürülmeye maruz kalmasaydı, onun yaşaması da, ölmesi de mümkündür. 400
Ehl-i Sünnet, Mu'tezile'nin delillerine karşı şöyle cevap vermiştir:
1- Katilin cezaya uğratılması, Allah tarafından yasaklanmış olan kati fiilini işlemiş olmasındandır. Katil, kati sebeplerine giriştiği, kendi irâde ve ihtiyarını, ilâhî yasağa karşı kullandığı için cezaya çarptırılmıştır. Yoksa maktulun ecelini kısaltmış olduğundan dolayı değildir.
2- Allah Teâlâ ezelî İlminde, kulun irâde-i cüz'iyyesini neye sarfedeceğini bildiği için, kulun kesb ve ihtiyârı ile meydana gelecek "sadaka" ve "sıla" gibi bazı tâatlarının vesile ve adi şart olması açısından kulun ömrünü, gelecekte (lâyezâlde) artmasına göre, tayin ve takdir etmiştir. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın ilminde değişiklik söz konusu olmuş olur ki bu, Allah hakkında muhaldir.
"Allah, dilediğini siler, (dilediğini) bırakır. (Bütün) kitab(ların) anası O'nun yanındadır” 401 âyetinde geçen "mahv" ve "isbâf'ın Allah'ın ilminde değil, meleklerin ellerinde bulunan suhufta olma ihtimali vardır. Bu hadisler, o gibi tâatlere kulları teşvik için buyurulmuştur, denir. Ayrıca onlar, bu taatleri yerine getiren zâtlar, huzurlu bir kalbe sahip olurlar, ömürlerini hayır ve bereket içinde sürdürürler, ortaya koyup bıraktıkları hayırlı işler ve çocukları sebebiyle uzun süre onların adları anılırlar, anlamında yorumlanır. Sonra bu haberler, âhâd rivayetlerdir. 402
Şu âyet-i kerimeye gelince:
"O bir Allah'dır ki sizi bir çamurdan yarattı, sonra bir ecel koydu. Belli bir ecel de kendi katında (malûm)dır.”403
Ayette geçen "bir ecel koydu", her dünyaya gelen kimsenin ölümüne kadar süredir. "Ecel-i müsemmâ" da, âlemin ecelidir ki kıyamet günü, bu dünyanın sonu kasdedilmiştir. 404
İslâm filozoflarına göre iki ecel vardır:
Biri "ecel-i tabiî', diğeri "ecel-i ihtirâmı'dır. Ecel-i tabii haricî sebeplerden korunmuş olarak bir kimsenin ömrünün belli bir zamanda bitmesidir. Ecel-i ihtiramı, haricî sebeplerden birisiyle vuku' bulan eceldir. Meselâ; boğulma, yanma, haşeratın sokması gibi haricî sebeplerden bir sebeple meydana gelen eceldir. Fiilen meydana gelen ecel, bunlardan biridir, diğeri bir imkândan ibaret olmaktadır. 405
VI. Rızık
Rızık, kendisinden faydalanılan, kendisiyle beslenilen şeye denir. Yağmura, Ezd lügatında nimete şükretmeye de rızık" ifadesi kullanılır. Bazen dünyevi ve uhrevi bahşişe (atâ'ya), nasibe, iç boşluğa giden gıdaya da "rızık" denir. Sultanın askere verdiği ulufeye de "rızık" tabir edilir. 406
Kur'ân-ı Kerim'de "rızk" kelimesinin manasıyla ilgili âyetler:
“Biriniz kendisine ölüm gelip de: Rabbim. Beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım/ demeden önce, size verdiğimiz rızıktan sadaka verin.” 407
“Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah rızası için) harcarlar” 408
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin.” 409
“Bu nimete karşı şükranınız, onu yalan saymak mıdır?” 410
“Rızkınızla size va'dolunan şey, göktedir.” 411
“Baksın, hangi yiyecek temiz ve lezzetli ise ondan size bir azık getirsin...” 412
“Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik kullara rızık olması için.” 413
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Onlar Rableri yanında, diridirler. Rızıklarına nail olmaktadırlar. 414
Sabah akşam orada nzıkîanna nail olurlar.415
“Şüphe yok ki, rızkı yeren, kuvvetli ve kuvvetinde metin olan Allah 'tır.” 416
“Yeryüzünde sizin için, rızıklarını sizin vermediğiniz kimseler için geçinme yolları temin ettik.” 417
“Onlar Allah'ı bırakarak göklerden, yerden kendilerine rızık vermeye hiç te kadir olmayan, ellerinden hiçbir şey gelmeyen şeylere taparlar.” 418
Yukarıdaki tarif, Ehl-i Sünnet'e göre rızkın örf manasıdır. Şu halde rızkın lügat manasını ve âyetlerde geçen anlamlarını incelediğimizde, onun, yenilen, içilen, giyinilen, kısacası canlı varlıkların faydalandığı her şeyi kapsadığı görülmektedir. Ehl-i Sünnet'e göre, herkes kendi rızkını yer. Hiçbir kimse başkasının rızkını yemez. Başkası da onun rızkını yemez.
Mu'tezile'ye göre, rızık, "kendisinden faydalanılan şey değil", bilakis "sahibinin yediği" veya "dinin kendisinden faydalanmayı yasak etmediği şey" diye tanımlanmaktadır. Onlara göre, haram rızık değildir, rızıkta mülkiyet, yani faydalanılan şeye sahip olma esastır. Çünkü haram yiyen kimsenin Allah tarafından sorumlu tutulması, bunu isbat etmektedir. Aksi takdirde cezalandırılmaması gerekirdi.
Ehl-i Sünnet ise haram olsun, helal olsun insanın yediği, içtiği ve fadalandığı her şeyi rızık olarak kabul etmektedir. Haram yiyen kimsenin sorumlu tutulması, Allah'ın yasakladığı şeye ve razı olmadığı harama, irâde-i cüz'iyyesi, yani kendi seçeneği ile sebeplere tevessül etmesinden dolayıdır. Yoksa rızık yaratılması itibariyle haram değildir. Ayrıca Mu'tezile'nin anlayışı, şu âyet-i kerimeye de uygun düşmemektedir:
“Arz üzerine yürür hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın.” 419
Bu âyet, helal ve haramın söz konusu olmadığı hayvanların rızkını da, insanlarınkini de içine almaktadır. Rızık, ister helal, ister haram olsun her ikisiyle de beslenme meydana gelmektedir. Bazı insanlar vardır ki ömürleri boyunca ağızlarına helal lokma götürmemişlerdir. Bu yüzden Mu'tezile'nin anlayışını açıklamak güçtür.
Binanenaleyh bütün canlıların rızkı, Allah'ın ilmi, takdîr ve irâdesiyledir. Öyleyse insan kendi cüz'î iradesiyle rızkını arayacaktır. Allah insanın haram rızık ile beslenmesine razı olmaz. Bunun için insan Allah'ın rızasına uygun helâl rızık peşinde koşmalıdır. Yoksa Allah Teâlâ, insan cüz'î irâdesini harama kullanırsa onu yaratır, helâla kullanırsa helâli yaratır. Allah'ın insanlara ceza ve mükafat vermesi, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmalarına göre vuku bulmaktadır. 420
Dostları ilə paylaş: |