بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ اَلْحَمْدُ
SIKINTILARIN SIRRI (Çile İçinde Saklı Cennet)
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنْ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنْ الْأَمْوَالِ وَالْأَنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرْ الصَّابِرِينَ
“And olsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”1
Başka bir ayet-i kerimede ise Allah Teâlâ,
إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Ancak sabredenlere mükâfatları, hesapsız ödenecektir” 2 buyurmuştur.
Ayetin tefsirinde, onlar için bir ölçü kullanılmaksızın dolu dolu verilir denmiştir.
Bunun sebebi şudur: Hiç şüphesiz nefse en ağır ve en zor gelen ve en sevmediği şey sabırdır. Tabiata en acı ve şiddetli gelen odur. Nefis sabırda acı çeker. Hırs anında gazabı tutmak sabırla olur. İnsanın nefsini ezmesi ve yumuşaklığı elde etmesi sabırla mümkündür. Tevazu ve kendini gizlemek ayrı bir sabır ister. Edeb ve güzel ahlak sabırla elde edilir. Halka eziyet etmemek ve sıkıntılarına tahammül göstermek sabırla sağlanır. Bunlar, ekseri şahısların yapmakta zorlandığı ve darlandığı büyük şeylerdir. Nefisler bunları kabul etmez, sıkıntıya ve şiddete başvurur. Bir haberde şöyle zikredilir:
“Amellerin en faziletlisi, nefislerin zorlanarak yaptığı amellerdir.” 3
Bunun için, Allah’u Teâlâ, muttaki ve sadıklara şiddetli sıkıntı ve zorluklarda sabrı şart koşmuş, sadakat ve takvalarını sabır sayesinde gerçekleştirip kemalatlarını onunla tamamlamıştır. 4
Yüce Yaratıcımız bu dünyada her şeyi iyilik olsun, iyiliğe sebep olsun, diye yaratmıştır. Bütün mesele hayatı doğru okumak, doğru anlamak ve doğruluk üzere yaşamaktır.
Yaşadığımız dünyada rahatlık ile sıkıntı iç içe örülmüştür. Burası imtihan, amel ve sabır yurdudur. Burada nefsimizin her istediği olmaz. Onun her istediğinin olmayışında pek çok hayır vardır. Bu hayrın ne olduğunu kul bilmese de yüce Yaratan bilir. O'nun her işi güzeldir.
Bir kudsî hadiste şöyle buyrulur:
"Bazı mümin kullarımın imanını fakirlik korur; onu zengin etsem ahlâkı bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını zenginlik korur; onu fakir etsem kalbi bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını sıhhat korur; onu hasta etsem edebi bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını hastalık korur; onu sıhhatli etsem hali bozulur. Ben kullarımın işlerini ilmimle tedbir ederim; ben onların kalplerini ve gizli hallerini çok iyi bilirim. " 5
Bir şeyin hoşumuza gitmeyişi onun kötü ve hayırsız olduğunu göstermez. Bazen hoşlanmadığımız şeylerin içinde, daha sonra pek çok hayrın bulunduğunu görürüz. Mümin için acı-tatlı her iş hayırlıdır.
Bazı sıkıntılar mümine manevi dereceler kazandırır; sevabını çoğaltır, onu yüce Allah'a yaklaştırır.
Bazı sıkıntılar müminin kusurlarına kefaret olur, onun günahlarını temizler.
Bazı sıkıntılar, mümini kötü işlere bulaşmaktan alıkoyar; acı onu meşgul eder, günaha ve zulme giden yolunu tıkar.
Bazı sıkıntılar mümine dünyada verilmiş bir cezadır, onu burada çeker, âhirete cezası kalmaz. Burada üzülür, orada sevinir.
Bazı sıkıntılar müminin kalbini niyaza, dilini duaya alıştırır. Yüce Allah müminin edep içinde inlemesinden, yani samimi bir kalple Rabb'iyle konuşmasından hoşlanır; onun sesini meleklerine dinletir. Allah kırık ve yaralı gönüllere özel olarak nazar buyurur, mahzun kullarını çok sever. 6
Menkıbe
Adamın birisi Medineli bir âlime fakirliğinden şikâyet ederek bu yüzden çektiği sıkıntıları anlattı. Bunun üzerine âlim:
— İster misin, sana on bin altın verilsin, sen de gözünü verip kör olasın? diye sordu: Adam:
— Hayır, istemem! dedi: Âlim:
— Peki, on bin altına dilini verip, dilsiz kalman hoşuna gider mi? diye sordu. Adam:
— Hayır! Dedi. Âlim:
“Sana on bin altın verilse, iki el ve ayaklarını verir misin? diye sordu; adam:
— Hayır! dedi, alim tekrar:
— Peki sana on bin altın verilse, aklını verip deli olmak ister misin? diye sordu, adam yine:
— Hayır! diye cevap verince alim:
— Be adam, bir de fakirlikten şikâyet ediyorsun. Yanında sadece şu saydığımız şeylerde mukabil elli bin altının varken, Mevlâ’na hâlini şikâyet etmeye utanmıyor musun? 7
Mademki kulluk Allah’u Teâlâ’nın bütün Peygamberler vasıtasıyla ümmetlerine bir emridir, öyleyse kulluk etmenin bazı sıkıntıları ve çileleri de olacaktır. Kaldı ki Peygamber (Aleyhimüssalâtü vesselâm) efendilerimiz kavimleri içinde en çok sıkıntı ve çile çekenler olmuşlardır.
Onun içindir ki, bütün peygamberlerden kalan en büyük sünnet Allah yolunda çile çekmektir.
İşte bu hali peygamber efendimiz (s.a.v)’i takip eden Ashab-ı Kiram (Radiyallahu Teâlâ aleyhim ecmain) efendilerimiz de benimsemişlerdir.
Rivâyet edildiğine göre, Hz. Ömer’in kızı Hafsa (r.anha) bir gün babasına:
“Allah rızkında genişlik verdi, keşke bugün yediğinden biraz daha fazlasını yesen ve giydiğinden daha yumuşağını giysen!” dediğinde, Hz. Ömer (r.a):
“Seni sana havale ediyorum, hükmü sen ver! Resulullah (s.a.v) da böyle değil miydi? dedi ve bu sözü tekrar edip durdu. Bunun üzerine Hz. Hafsa ağladı. Hz. Ömer (r.a):
“Ben sana durumu haber verdim. Vallahi ben, Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’ın çekmiş olduğu sıkıntılı hayat şeklinde O’na ortak olacağım. Belki âhirette ki güzel rahat hayatında bir nasibim olur” 8 diyerek Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)‘i takip etmeyi şiar edinmişlerdir.
Kadı İyâz (rah.), “Şifâ-i Şerîf” adlı kitabında bu durumu şöyle izah eder:
“Allah Teâlâ’nın peygamberlerini ve dostlarını çeşitli belâlarla imtihan etmesi, ilkin onların makam ve derecelerinin yükselmesi içindir. Sonra bu, onlardaki sabır, rıza, şükür, teslim, tevekkül, dua ve Hakk’a yalvarma hallerinin ortaya çıkmasına bir sebeptir.
Onlar bu halleri yaşayınca, kendileri dışında imtihan edilenlere rahmet ve belaya uğrayanlara şefkat konusunda basiretleri çoğalmış olur. Hem bu haller başkaları için de bir çeşit uyarı ve öğüttür.
Böylece insanlar başlarına gelen sıkıntılarda, Allah dostlarının çektiği sıkıntıları düşünüp teselli bulurlar. Sabır hususunda onlara uyarlar. Şu da önemli:
Kullara gelen sıkıntı ve belâlar, kendilerinden zuhur eden gaflet ve diğer hataları temizler. Onların Allah’ın huzuruna tertemiz olarak çıkmalarını sağlar. Bu sayede mükâfatları daha çok, dereceleri ise daha yüksek olur.” 9
Menkıbe
Hak Teâlâ, Musa (a.s)’a iki talimatta bulundu:
“1. Bir ümit ve emel ile sana geleni nasipsiz bırakma!
2. Senden kendisini korumanı isteyeni muhafaza et!”
Hazret-i Musa, bir seyahate çıkmıştı ki, yolda bir şahinin bir güvercini kovaladığını gördü. Güvercin, Musa (a.s)’ı görünce ona sığınmak üzere omzuna kondu. Şahin de geldi, diğer omzuna kondu. Şahin üzerine atlamaya niyetlenince, güvercin Hazret-i Musa’nın yeleğinden içeri girdi.
“–Beni koru ya Musa! Yoksa şahin beni helâk edecek!” dedi.
Buna mukabil şahin de, açık bir lisanla Musa (a.s)’a:
“–Ey İmranoğlu! Ben de senin yardımına muhtaç olarak geldim. Ümidimi boşa çıkarma! Benimle rızkımın arasına girme!” diye Nida etti.
Güvercin ise:
“–Ey İmranoğlu Musa! Beni korumanı diliyorum, sana sığınıyorum, beni koru, bana eman ver!” dedi.
Mûsâ (a.s) kendi kendine:
“–Aman ya Rabbi! Bu hususta ne çabuk ve ağır bir imtihana tabi tutuldum!” dedi. İmranoğlu Musa, (a.s) çaresizlik içinde kaldı.
Sonra güvercini korumak, şahinin de talebini yerine getirebilmek ve böylece Allah’ın emrine sadık kalabilmek için son çare olarak baldırından bir parça et koparıp şahine vermeyi düşündü.
Güvercinle şahin, Hazret-i Musa’nın bu candan fedakârlık niyetini sezdikleri anda:
“–Ey İmranoğlu! Acele etme! Biz iki elçiyiz. Maksadımız senin Allah’a olan ahdinin sıhhatini imtihan etmekti.” dediler. 10 (bu menkıbede anlatılmak istenen Hz. Musa’nın bu fiili bizzat yapması değil kendinden eman isteyenin de yardım isteyenin de taleplerini karşılamaktır.)
Evet, bu kıssa pek ibretlidir. İlk olarak Allah Teâlâ, Hazret-i Musa’ya emir ve yasakları ile ilâhî bir hudut çizmiştir. Sonra da peygamberini, iman, bağlılık ve itaatini yoklamak üzere ağır bir fedakârlık imtihanına müptela kılmıştır.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’i de malından, canından ve evlâdından imtihana tabi tuttu. Zira bu üç nimet, insanoğlunun kalbinde taht kurar. Cenâb-ı Hak Halili İbrahim (a.s)’da bu üç tahtın yıkılmasını murat etti. Onu önce malından imtihana tabi tuttu. İbrahim (a.s) zikrullâh’ın lezzeti karşısında malını feda etti. Yine onu, Hakk’a teslimiyetini sınamak için canıyla imtihan etti. Atıldığı ateş, onun teslimiyetini sarsmadı. Hazret-i İbrahim, kendisinin devamı olan sevgili oğlu İsmail’i (a.s) Allah için kurban etmek hususunda da ahdine sadık kaldı. Bu üç ağır imtihanda da Cenâb-ı Hak, kulundan daima teslimiyet görünce o üç nimeti de kuluna bağışladı.
Velhâsıl, insanlığa örnek şahsiyet olarak gönderilen peygamberler, başa gelebilecek çilelerin en ağırlarıyla sadakat imtihanından geçirilmişlerdir. Kimi hanımının ve çocuğunun küfre ve helâke sürüklenmesi ile imtihan edilmiş, kimi sağlıktan, kimi kardeşlerinin hasedinden, kimi iftiradan, kimi mal ve sevdiklerini bir anda kaybetmekten ve kimi de kör bir testere ucunda canını Allah’a takdim etmekten… Ancak onların her biri, sıradan insanların kaybedeceği bu ağır imtihanları, büyük bir iman, teslimiyet ve itaat ile kabullenmişler ve Rablerini razı edecek şekilde imtihanlarını yüz akı ile vermişlerdir. 11
İmam Rabbanî (k.s.) demiştir ki: “Ehlullah, halkın kendisi hakkındaki dedikodu ve eziyetini büyük bir saadet bilmeli. Çünkü peygamberler böyle muamele görmüşler ama sabretmişlerdir.” 12
Bu nedenledir ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) varisleri olan Allah dostlarının hepsi bu çile sünnetini en üst seviyede yaşamışlardır.
Her Hak yolcusu, manevi nesebini tanımalıdır. Kimin yolunda, kimin peşinde ve meşrebinde olduğunu bilmelidir. Önceki büyüklerin ahlâkları, yaşantıları, Hak yolunda çektikleri çile ve yaptıkları hizmetler bilinmelidir.
Menkıbe
Gavs-ı Bilvanisi Seyyid Abdulhekim el Hüseyni (k.s) hazretleri mürşidi Şah-ı Hazne (k.s) hazretlerine ziyarete giderken; dikenli telleri geçti, ayakları kanadı, elbisesi parçalandı, başı yaralandı.
Şah-ı Hazne (k.s) köyüne yaklaşınca da büyüklerin huzuruna çıkmaya layık değilim, diyerek oturdu, ağladı, yol arkadaşları koluna girerek zorla mürşidin huzuruna çıkardılar.
Bir seferinde Suriye ve sınırdaki tehlikeden dolayı ev halkı ağlamaya başladı. Eğer bu yoldan vazgeçersek şeytan imanımızı çalar, devam edersek olsa olsa canımız gider, dedik ve imanımız için canımızdan vazgeçtik dediler ve kaçakçılık yapmayın emrini dinlemeyen iki kişi dışında hiçbirimize bir şey olmadı, buyurdular.
İnsan, Hak yolunda tâbi olduğu rehberleri, âlimleri, mürşidleri ve dostlarını ne kadar tanırsa, o kadar kendilerini örnek alır, kalbi kuvvetlenir, yola aşkla yönelir, sabreder, çileye razı olur, rehberine vefa gösterir, sonunda safayı bulur.
Bilinmelidir ki,
Çile ateşine girmeden pişmek isteyenler çiğ kalır. Neyi aradığını bilmeyenler, çöldeki serap ile avunur. İnsan bir şeye inandığı kadar sarılır, sarıldığı kadar netice alır.
Allah yolu çileli gibi gözükür, hâlbuki bütün tat ve güzellikler ondadır. Bu yolun sonunda Allah’ın nur cemali seyredilir.
Onun içindir ki, Sufilerden birisi demiştir ki: "Tasavvuf; tamamen (nefis adına) çile ve ızdıraptır. Çile ve ızdırap bulunmayınca (nefis rahat olunca) tasavvuf gerçekleşmez."
Bu sözdeki sır şudur: Ruh devamlı ilahi huzura doğru cezbedilip çekilir. Yani sufinin ruhu hep ilahi yakınlığa can atar ve o tarafa çekilir. Nefis ise aşağı çökme özelliği ile kendi âleminde (dünyevi lezzet ve şehvet içinde) kalmak, gerisin geri dönmek ister. Bunun için sufi, devamlı boynunu büküp Cenab-ı Hakk'a sığınmalı, hep uyanık olup nefsin hareketlerini kontrol altına almalıdır. 13
Allah yolunda çile çekmeden kimse gerçek mü’min olamaz, Allah’a olan aşkını anlayamaz. İnsanlara dini öğretirken çekilen sıkıntı, en hayırlı sıkıntıdır.
Menkıbe
İbn Abbas (r.a)’dan, rivayet edildiğine göre, Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), bir gün Ensar’ın bulunduğu meclise girdi ve onlara:
“Siz mümin misiniz?”diye sordu. Oradakiler sükût ettiler. O zaman Hz. Ömer (r.a.):
“Evet, Ya Resulullah, müminiz,” dedi. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“İmanınızın alameti nedir?” diye sordu, Hz. Ömer (r.a):
“Genişlikte şükreder, belaya sabreder, kazaya (ilahî takdire) razı oluruz” diye cevap verince Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
‘’Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, bu sıfatlarla siz gerçekten müminsiniz’’ 14 buyurdu.
İnsanın cevheri, insanlarla birlik ve hizmet içinde ortaya çıkar. Allah rızasına âşık olanlar önce sıkıntı çekmeye hazır olmalıdır. Çile ve hizmet olmadan elde edilen sevgi, gerçek ve devamlı değildir. Herkes ilahî aşk ve imanının derecesini güzel kulluğu ile ölçebilir.
Karşılıksız sevebilen ve sıkıntılara tahammül gösteren insan, Allah Teâlâ’nın ahlakı ile ahlaklanmış olur.
Cüneyd el-Bağdadi (r.ah) demiştir ki: "Sufiler, Allah Teâlâ’nın davet ettiği şeyin kokusunu alınca, kendilerini O'ndan alıkoyan boş alakaları terk etmeye yöneldiler. Kötülüklerden sakınmak için bütün gayretlerini sarf ettiler. Bu sıkıntıların acısına katlandılar. Allah için muamelelerinde sadık oldular; O'na karşı edebe çok dikkat ettiler. Bu halde sıkıntılar kendilerine hafif geldi. Aradıkları şeyin kıymetini hakkıyla bildiler. Himmet ve düşüncelerinin Allah'tan başkasına yönelmesine mani oldular. Böylece, hiçbir şekilde fani olmayacak, daimi hayat sahibi Allah Teâlâ ile ebedi hayat buldular." 15
Abdulkadir Geylani (k.s) müminlerin dünyada acı ve sıkıntı çekmelerinin sebebi hakkında buyuruyor ki: “Mümin dünyada sıkıntı çeker. Fakat hiç şüphe yok ki, o bu sıkıntılar içinde de, darlıktan sonra huzur bulur, sükûn bulur, rahata kavuşur. Fakat sen, hemen rahata talip oluyorsun. Bilmiyor musun, dünyada rahat edenler, hiçbir dine söz vermeyen dinsizler, kâfirlerdir. Çünkü müminin rahatı, Rabbine kavuşacağı günde olacaktır...” 16
Allah yolunda çile çekmek, Abdülhalik-ı Gucdüvani (k.s)’nin tasavvufi terbiyede sistematik hale getirdiği metodundan Halvet Der Encümen (Dışı halkla, içi Hak Teâlâ ile beraber olmak) düşüncesinin hayat bulmasıdır. Bu yola giren salik, halkla iç içe yaşayarak, onların eziyet ve sıkıntılarına katlanarak gerçek mümin olabilme vasfını elde edebilmeyi amaçlar.
Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur:
“İnsanlar arasına karışan ve onların verdikleri eziyetlere dayanan bir mümin, insanlar arasına çıkmayan ve onların eziyetlerine katlanmayan müminden daha hayırlıdır.” 17
Mü’minler şu kanaatte olmalılar ki, dikkat ile çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu nimet bilmelidir. Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) Allah Teâlâ’nın emirlerini bildirirlerken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem); “Hiçbir Peygambere, benim çektiğim eziyet çektirilmedi” 18 buyurması bugünkü Müslümanlara bir mirasıdır.
Allah için sabredilir ve isyan edilmezse sıkıntılar kulun günahlarını tertemiz eder, ona amelle kazanamayacağı nice makam ve ahlaklar kazandırır.
Menkıbe
Sahabeden İmran b. Husayn’ın (r.a) karnından bir rahatsızlığı vardı. Bu nedenle de uzun yıllar boyunca sırtüstü yatmak zorunda kalmıştı. Ayağa kalkamıyor ve oturamıyordu. Kendisi için hurma dallarından bir yatak yapılmış, yatağının altına bir delik açılmış ve altına taharetini yaptığı bir kap konmuştu. Bir defasında Mutarrıf veya kardeşi Alâ ziyaretine gelmişti. Mutarrıf onun bu hâlini görünce ağlamaya başladı.
İmran: “Niçin ağlıyorsun?” diye sordu.
O da: “Seni bu sıkıntılı durumda gördüğüm için” dedi.
İmran (r.a): “Ağlama, Allah Teâlâ’ya sevimli gelen, bana da sevimli gelir” dedi ve ardından şunu ekledi:
“Sana bir şey söyleyeyim; belki Allah Teâlâ onunla seni faydalandırır. Ancak onu ben ölünceye kadar gizle, kimseye söyleme. Melekler, beni ziyaret ediyorlar, onlarla muhabbet ediyorum, bana selam veriyorlar, selamlarını işitiyorum.”
İmran (r.a), bu sözüyle, başındaki bu musibetin bir ceza olmadığını bildirmek istemiştir. Çünkü bu tür işaretler, bir manevî derece ve bir rahmettir. Ceza olan belâda ise, bu tür manevî işaretler ve tatlar bulunmaz, kalplere gayb âleminden güzel koku esintileri gelmez. İmran (r.a), Mutarrıf kendisine üzüldüğü için, onu sevindirmek istemiş ve aşığın tek derdinin kendisini hasta eden sevgili ile bulaşmak olduğunu dile getirmiştir.19
Mus’ab b. Sa’d, babasının şöyle dediğini nakleder:
“Dedim ki: Ya Resulullah! İnsanların en şiddetli bela ve sıkıntılara uğrayanı kimlerdir?” Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Peygamberlerdir. Sonra (manevî derece olarak) onlara en yakın olan ehli hayır, sonra onlara benzeyenlerdir. Kişi dini ölçüsünde bela ve sıkıntı ile imtihan edilir. Eğer dini kuvvetliyse, başına gelen sıkıntı ve imtihanı da şiddetli olur. Dini zayıfsa o ölçüde belaya müptela kılınır. Mümin kul, başına gelen belalarla temizlenerek yeryüzünde günahsız dolaşıncaya kadar bela ondan gitmez.” 20
İmam-ı Rabbani (k.s) bir mektubunda: “İyi bir kimse, bahtiyar bir insan, kusurları, günahları, lütuf ve ihsan ile afv olunan ve yüzüne vurulmayan kimsedir. Eğer günahı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünya sıkıntıları çektirilip günahları, böylece temizlenen kimse de, çok bahtiyardır. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günahları için, kabir sıkması ve kabir azabı çekerek günahları biten, kıyamet gününe, mahşer meydanına günahsız olarak götürülen de, ne kadar çok bahtiyardır.” 21
Allah Teâlâ, eziyet ve sıkıntıyı müminler için bir deneme ve imtihan vesilesi yapmıştır. Bunun, kendisi tarafından bir azap olmadığını, onun, hakkında imtihan ve bela murat ettiği kimseler için bir fitne olduğunu bildirmiştir. Bu durumda, eza ve sıkıntı, onu yapan için bir fitnedir. Hâlbuki bu, eziyet edilen için bir rahmet olmaktadır
Demek ki, bu dünyada Müslüman’ın başına gelen her musibet, bu ateşe varmadan kendisini temizlemek içindir. Onun için, bir sıkıntı, musibet, meşakkat, keder, hüzün, darlık, hastalık başınıza gelirse, ‘neden böyle oldu? Benim ne günahım vardı?’ dememeli, gönlümüzü Allah Teâlâ’ya döndürülmeli, O’na yönelmelidir.
Kullukta sadece sabır yeterli değildir, acı ve tatlı her halde halimize şükür de istenmektedir. Çünkü nimet gibi mihnet de yüce Allah’tandır. O’ndan gelene razı olmak şükür ehlinin işidir.
Menkıbe
Yolda geri kalmış bir yaya:
Bu çölde benden daha zavallı, daha biçare kim var acaba? Diye ağlıyormuş.
Yük taşıyan bir merkep onun bu sözünü işitip demiş ki:
‘’Ey kafasız adam! Sende mi feleğin cevrinden şikâyet ediyorsun? Anladık eşeğe binmemişsin ama şükret ki hiç değilse yük altında eşek değilsin.’’ 22
Başımıza gelen musibetler iki türlüdür.
Biri maddidir; zahiri hayatımıza, beden varlığımıza isabet eder. Doğuştan takdir edilmiş bedensel bir eksikliğimiz vardır veya sonradan bir özür sahibi olabiliriz. Ya da yıllarca uğraşıp didinerek biriktirdiğimiz mal varlığımız bir anda elimizden gidebilir, en yakınlarımızın ölümüyle karşılaşabiliriz. Ancak bunların hiçbiri müminin Hak'tan uzaklaşmasına sebep olmaz. Hatta başa gelene rıza gösteren kimse, bela içinde bela vereni görür. O'nun yakınlığını, sevgisini, merhametini hisseder. Maksadını anlar ve sabreder.
Asıl tehlikeli olan ise, kalbe isabet eden manevi musibettir. Kalbin hastalıkları, kusurlarıdır. Bunlar Cenab-ı Hak ile aramızda perdeler oluşturup uzaklığa sebep oldukları için, dünya ve ahiret saadetimizin kaybına sebep olabilirler.
Menkıbe
Adamın biri Sehl Hazretlerine gelerek,
‘’Evime hırsız girdi yiyeceğimi götürdü’’ deyince Sehl (k.s.),
‘’Allah’a şükret; ya şeytan kalbine girip imanını çalsa ne yapardın?’’ diye adamı teselli etmiştir. 23
Öyleyse büyüklerin yolunu takip edenler bilmelidirler ki, Allah yolunda çekilen çilelerin karşılığı cennet ve ilahi rızadır. Hizmet esnasında önümüze çıkan zorluklar, daha fazla sabır gösterip sevap kazanmamız içindir. Kolay elde edilen şeyler kalıcı olmaz. Hak yolunda koşan bir insanın en büyük hizmeti kendisinedir. Hizmetteki ilk fayda hizmet edene aittir. Bu nedenle, Allah rızası için yola çıkan bir kimse, bu yolda bütün çileleri baştan kabul etmelidir.
Halkın çilesini çekmek, bütün peygamberlerin en başta gelen sünnetidir. Onlar, Allah rızası için hayatları boyunca halkın içinde olmuşlar, dertleri ile dertlenmişler, onların zahmet ve yükünü çekmişlerdir. Peygamberlerin sultanı Hz. Rasulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, yeri cennet iken yeryüzündeki insanların arasında zahmet çekmeyi tercih etmişti. Onun insanlar tarafından yerli yersiz rahatsız edildiğini gören amcası Abbas (r.a) bir gün Efendimizin huzuruna gelip:
"Ya Resulullah! Görüyorum ki, şu insanlar size çok eziyet veriyorlar, çıkardıkları tozlar zat-ı âlinizi rahatsız ediyor. Kendinize yüksekçe özel bir yer yaptırsanız da, onlarla oradan konuşsanız! "diye üzüntüsünü dile getirdi. Hz. Resulullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in cevabı şu oldu:
"Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzuruna kavuşturana kadar onların arasında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbiselerimi çeksinler, bir şey olmaz.” 24
Menkıbe
Çölde yaşayan bedeviler, Şah-ı Hazne’ye (k.s) bir şey sormak istediklerinde veya aralarındaki düşmanlıkların çözüme kavuşturulması için huzuruna çıktıklarında, çamurlu pis ayaklarıyla mübareğin seccadesine basarlar, yanında yüksek sesle konuşurlardı.
Sinirlendikleri zaman da bastonlarını yere vururlardı. Yerden kalkan tozdan, Şah-ı Hazne’nin (k.s) başında adeta bir bulut oluşurdu. Ellerini mübareğin yüzüne dokunacak şekilde sallayıp, kimisi ‘ya sufi’ kimisi ‘ya hacı’ kimisi de ‘ya fakih’ diyerek üzerine üzerine gelirlerdi.
Şah-ı Hazne’nin (k.s) sufilerinden bazıları, onların bu tutumlarına engel olup müdahale etmişler ve onlardan mübareğe karşı edepli olmalarını istemişlerdi. O vakit Ahmed Haznevî (k.s),
‘’Bırakın onları, istedikleri gibi yapsınlar. Ben onların yaptıklarından razıyım. Neden onlara engel oluyorsunuz?’’ diyerek bedevilere müdahale edenlere kızmıştı. 25
Nitekim “Kuşeyri risalesinde bu konuda dervişlere şöyle tavsiye de bulunulur:
“Müride gereken edeplerden biride, dervişlere (sofilere) hizmet ederken onların kendisine verdikleri bütün eziyetlere sabretmektir. Mürid ruhunu onların yoluna feda etmesi gerektiğine inanmalıdır. Onlara yaptığı hizmet karşılığında kendisine teşekkür etmediklerinde, onların gönüllerini hoş etmek için kusurundan dolayı özür dilemeli ve suçunu itiraf etmelidir. Mürid kendisinin hiçbir kusuru olmadığını bildiği zaman, hizmet ettiği kimseler ona sıkıntı ve cefayı artırsalar da onlara daha fazla hizmet ve iyilik yapması gerekir.’’ 26
Süfyan es-Sevri’ye (r.a): “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorulunca: “Bela ve imtihan anında sabırdır!” demiştir.
Âlimlerden birisi demiştir ki: “Sabırdan daha faziletli hangi şey vardır! Allah Teâlâ, Kitabında, yetmiş küsur yerde bizzat sabrı zikretmiştir. Allah Teâlâ’nın sabırdan başka herhangi bir şeyi bu sayıda zikrettiğini bilmiyoruz. Öyleyse hiç kimse, bir bela ile imtihan edilip de onda Allah için sabretmedikçe, sakın Allah Teâlâ’nın kendisini methedip övmesini beklemesin. Yine hiç kimse, Allah Teâlâ’nın kendisini methedip güzel sıfatla anmasından önce, imanın hakikatine ve yakînin güzelliğine ulaşacağını ummasın. Şayet, Allah Teâlâ bir kulun azalarında diğer amel çeşitlerini ortaya koysa fakat kulu herhangi özel bir vasıfla anıp bir hayırdan dolayı övmese, o kimsenin kötü akıbetinden emin olunmaz.”
Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ’nın (adet ve) ahlakı şöyledir: O bir kulu sevince ve amelinden razı olunca, onu metheder ve (güzel halle) vasfeder. Allah Teâlâ, kimi herhangi bir heva ve şehvetle imtihan eder de o, bu sıkıntıya sabreder, heva ve şehvetine karşı koyarsa, Cenab-ı Hakk, onu metheder, keremi ve cömertliği ile onu yüceltir. Böylece o kul, güzel sıfat sahipleri arasında zikredilir ve övülen kimselerden birisi olur. Bu durumda olan bir kulun ayağı sırat-ı müstakimden kaymaz. O kul salih bir amelle güzel bir hâlde ömrünü tamamlar. 27
Sofiler bu kanaati hiç terk etmemelidirler. Zira tasavvuf yolu sıkıntısız, zevk ve safâ içinde olmaz. Nefis dert çekmeden, darlık görmeden ıslah edilmez. Bedene eziyet vermek marifet değildir. Asıl önemli olan takdir edilmeyen sıfatı taşımamaktır. Kötü sıfat varsa onu bedenden atıp temizlemektir.
Âlimlerden birisi demiştir ki: “Biz, hiç eziyet görmeyen, ezaya tahammül ve sabır göstermeyen kimsenin imanını gerçek iman saymayız.” 28
Başa gelen belalar, sıkıntılar, her ne kadar acı ve üzücü görünür ise de, batına yani kalbe, ruha tatlı gelmektedir. Çünkü beden ile ruh birbirinin zıddı, tersi gibidir. 29
İşte bu ve benzeri çalışmalar kişinin seyr-i sülukunda önemli etkenlerdendir. Sıkıntı ve çilelerle dertlenmek kişinin hedefi üzerindeki barikatlar mesabesinde, sevgilinin sevenin samimiyetini sınaması olduğu içindir ki, bu yolun büyüklerinden İmam-ı Rabbani (k.s) bir mektubunda:
“Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin rahatlığı, rahatsızlıktadır. Aşığa en tatlı gelen şey, sevgili için yanmaktır. Sükûnet bulması çırpınmaktadır. Rahatı, yaralı olmaktadır. Bu yolda istirahat aramak, kendini sıkıntıya atmaktır. Bütün varlığını sevgiliye vermek, ondan gelen her şeyi seve seve kapmak acısını, ekşisini, kaşları çatmadan almak lâzımdır. Aşk içinde yaşamak böyle olur.” 30
Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Şeriata kesinlikle uyun, hissi ve duygusal davranmayın. Sufilerin çoğu ne yaptığınızı (hizmet olarak) bilmeyebilir. Sıkıntılarınızı Allah bilsin. Başkalarının lafları sizi yıldırmasın. Her türlü sitem sıkıntı suçlama olacak. Bunları yaşayacaksınız. Yaptığınızı Allah’ın rızası için, sevdiğiniz zatın hatırı için yapın. Mükâfatını Allah versin. Sabırlı ve mantıklı olun. Hep beraber istişare yaparak karar verin.”
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (k.s), güzel ahlâkı anlatırken şöyle demiştir: "Güzel ahlâkın en aşağı derecesi, insanların yükünü çekmek, sıkıntılarına katlanmak, bundan dolayı bir karşılık beklememek, bir de günahkârlara acıyıp affedilmelerini dilemektir." 31
Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Kıyamet gününde Cennete ilk çağrılacak olanlar, darlık ve sıkıntı zamanlarında Allah'a hamd edenlerdir." 32
Bir defasında, Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem):
"Kim bir musibete uğrayınca sabreder, nimet verilince şükreder, kendisine zulmedilince affeder ve kendisi zulmedince istiğfar ederse" buyurunca; kendisine:
"Onun hâli nedir" diye soruldu. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) de:
"İşte onlar korkudan emin olmuş ve hidayete ulaşmış kimselerdir" 33 buyurdu
İmam-ı Rabbani (k.s) bir mektubunda: “İbadet de, kalbin ve ruhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakir bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünya, Müslümanların ahiretlerine, Cennetteki nimetlerine göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu zindanda zevk ve safa aramaları, akla uygun olmaz. O halde, dünyada eziyet, sıkıntı çekmeğe alışmak lazımdır. Burada mihnetlere katlanmaktan başka çare yoktur” 34 der.
Önemli ihtar: Mürşid-i Kamil, sofinin muradının hâsıl olması, kalp katılığı ve gafletin giderilmesi için bazen acı tedbirlere başvurur. Mürit bunları bilmez. O her sıkıntıya düştüğünde ondan kurtulmak için mürşidinden yardım, himmet ve dua ister.
Ama mürşit, feraset nuru ve ilâhi bir ilimle o sıkıntının, müridin derdine derman olduğunu görür. Ve onu Allah’a yaklaştırdığını bilir. Kısaca kendisine ‘Dua ederiz’ diyebilir.
Mürit de o derdinin hemen bitivereceğini düşünür. Oysa mürşidi kâmil, Allah’u Teâlâ’dan o sıkıntının devamını istemektedir!
Çünkü müritteki gafletin ilacı o sıkıntının içindedir. Hastaya ilacını içirmemek dostluk değil düşmanlık olur. Mürşit sevdiği kimseye bu düşmanlığı yapmaz. Mürşit müridin keyfine değil, işin gereğine bakar. Manevî tedavi neyi gerektiriyorsa onu yapar. 35
Öyleyse bilinmeli ki, hizmet ve amel benzeri çalışmalardaki sıkıntılar seyr-i sülukun bir parçası ve gereğidir. Bu sıkıntılar kul için bir aynadır. Kula kendini tanıtır, onun akıl, iman, sabır ve ahlak seviyesini gösterir. İyiyi-kötüden, halisi-riyakârdan ayırt eder.
Yüce Kitabımız sabredenlerin özelliklerini şöyle zikrediyor:
“Onlar ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz' derler.” 36
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Evet, hepimiz O'ndan geldik. Varlığımız, malımız-mülkümüz, evlad u ıyalimiz, her şeyimiz O'nundur ve sonunda yine O'na döneceğiz. Bu dünya hayatına imtihan için gönderildiği gerçeğini şuuruna yerleştiren mümin, nereden geldiği ve nereye gideceği sorusuna, yaşantısıyla, olaylar karşısında gösterdiği tepkilerle cevap verir. Onun hayatı, adeta yukarıda mealini verdiğimiz ayette geçen ve “istircâ” dediğimiz إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ ayetinin tecessüm etmiş şeklidir.
Rasul-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, küçük büyük demeden başımıza gelen her musibet karşısında bu cümleyi söylememizi tavsiye buyurdu.
Hatta Hz. Aişe (r. anha) Validemiz'in naklettiğine göre, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) kandili söndüğü zaman bile istirca cümlesini söylerdi.
Hz. Aişe (r.anha) Validemiz, “bu bir kandildir” diyerek istirca cümlesini söylemesini gerektirecek kadar ciddi bir mesele olmadığını anlatmak istediğinde, Efendimiz s.a.v. buyurdu ki: “Mümini rahatsız eden her şey musibettir.” 37-38
İnsan, hemen her çeşit zorluğa dayanabilecek güçte yaratılmıştır. Allah'ın bize verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yerlere dağıtıp harcamazsak; her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir.
İnsan, maruz kaldığı musibetlerin çok daha büyükleri ve beterleri olduğunu düşünüp haline sabretmelidir. Bilinmelidir ki, herkes hak yolda marifeti kadar sabreder, şükreder ve rıza gösterir.
Mü’minin başına devamlı sabrı veya şükrü gerektiren haller gelir. Mü’minler hayatının her merhalesinde bu iki makam ile karşı karşıya gelirler. Zenginlikte-fakirlikte, güzellikte-kötülükte, belalarda-rahatlıkta mü’min daima sabırla muamele etmeli, gelenleri Allah Teâlâ’dan geldiğine iman edip şükretmeyi bir zorunluluk bilmeli ve kolaylaştırması için Allah’u Teâlâ’ya sığınmalıdır.
Her musibetin kendine göre bir şoku vardır. O atlatıldığı zaman, musibet rahmete, elemler lezzete, dertler de zevke inkılâb eder... Böyle bir sinede artık ızdırap dinmiş, yerini de büyük bir neşeye terk etmiştir. Ancak bütün bunlar, ilk şok anının başarıyla atlatılmasına bağlıdır.
Hak dostu İbrahim Hakkı Erzurumî (k.s) ne güzel söylemiş:
Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler, Ârif anı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
Deme niçin bu böyle, Yerincedir o öyle, Bak sonuna seyreyle,
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
Kısacası, arifler: “canı değerli olanın dini değersiz olur” demişlerdir. Yani insanlardan, fakirlikten, kınanmaktan, gelecekten korkarak Yüce Allah’a dostluk ve güzel kulluk yapılamaz. Korkunun çaresi korkmamaktır. Çilenin çaresi, sevgilinin hatırına çileyi sevmektir. Maldan ve candan fedakârlık etmeden sevginin tadı nasıl tadılacak ve cennete nasıl adım atılacaktır? 39
Allahü Teâlâ bizleri sadatın himmet ve bereketiyle çokça sabreden, şükreden, zikreden, fikreden ve küfür ve delalet haricinde her haline rıza gösteren kullarından eylesin inşallah. Âmin
Dostları ilə paylaş: |