Saygıdeğer Hanımefendi ve hanımefendiler, değerli vekillerim, kıymetli misafirler
Önce hepinizi Allah’ın selâmı ile selâmlar ve hürmetlerimi arzederim.
Her işte olduğu gibi, varlıkta da gaye önce gelir. Meselâ, ağaç meyvesi için yetiştirilir ve meyve ağacın maddî varlığında son olmakla birlikte, onun asıl varlığında gaye olarak ilktir. Bunun gibi, insan da varlık ağacının meyvesi olmakla, bu ağacın maddî varlık ve var kılınış silsilesinde son, fakat varlığın gayesi olmakla ilktir. Yani insan, varlık ağacının meyvesidir ve çekirdek meyvede bulunmakla aynı zamanda çekirdeğidir. Dolayısıyla bütün bir yaratılmış varlık, insan için vardır ve ona hizmet eder. İnsan irade sahibi şuurlu ve sorumlu bir varlık olmakla, insanın ve insanlık âleminin bütün meseleleri de insanda başlar ve insanda biter; insanlık âleminin meselelerinin sorumlusu da insandır, çözümü de insanla mümkündür.
Son birkaç asırdır dünya üzerinde askerî ve ekonomik gücüyle belli bir hakimiyet kuran, kültürü ve medeniyetiyle de kurmaya çalışan Batı’nın tesiriyle insana yaklaşım, modern çağda temelinden sarsılmıştır. Bu asırlarda Batı’da bilgi nicelik olarak artmış olmasına ve sürekli artmaya devam etmesine rağmen, bu artış, bilginin niteliğinin rağmına işlemiştir. Bugün en küçük bir âleti bile yanında bir kullanma kılavuzuyla alıyoruz ve onu bu kılavuza göre kullanmadığımız takdirde üretici firma, garanti sorumluluğunu kabul etmiyor. Bir âleti bilen ve onu kullanma talimatını koyan üretici ise, insanı da bilen ve onun nasıl olması gerektiğini tayin eden elbette onun Yaratıcısı olacaktır. Evet, “İnsan, ruhsuz, şuursuz, iradesiz bir alet değildir” diye aklınızdan geçirebilirsiniz ve haklısınız. Fakat insanlık tarihinin ve insanî düşüncenin en büyük problemlerinden biri de insanı tanımak olmuş ve salt insan düşüncesi, “İnsan nedir ve kimdir?” sorusuna tatmin edici bir cevap verememiştir. Veremez, çünkü şuur, irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olarak insanı tanımak, bir âleti tanımaktan çok daha zordur; nasıl ağacın bütün bir varlığı çekirdeğine yoğun biçimde dercedilmişse, her çekirdek kendinden çıkacak ağacı kendinde taşıyorsa, insan da varlık ağacının çekirdeği ve meyvesi olmakla, bütün bir kâinat onda dürülmüştür. Bundan dolayıdır ki, insana âlem-i asğar, kâinata insan-ı ekber denmiştir. Bundan dolayıdır ki, insanı tanımak, bütün bir kâinatı tanımayı gerektirir. Öyleyse, insanı tanımak, bir âleti kullanma ve tanıma adına onun üreticisine olan ihtiyaçtan çok daha fazla olarak insanı Yaratanına muhtaç kılar. İşte son birkaç asırlık Batı düşüncesi, insanı kaynağından koparmış, onu kaynağından kopuk olarak ele almış, kaynağından koparılan insan, kâinattan ve tabiattan da kopmuş; varlık ağacının başında, o ağacın kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler ve kendisi gibi diğer meyveleriyle kopmaz bağlar ve irtibat içinde bir varlık iken, ağaçtan yere düşen yalnız bir meyve gibi kendi başına kalmıştır. Modern dünyanın en önemli problemlerinden birinin çevre ve tabiat problemi olmasının, her bir insanı kendi ifadeleriyle vahşî ve ürpertici varlık çölüne bırakılan gayesiz, manâsız ve kimsesiz bir nesne olarak telâkki eden Varoluşçuluk gibi felsefelerin, daha başka bunalım felsefelerinin, nihilizmin, materyalizmin ve nihayet bütün bir tarih boyu akıtılan kanları bir defada akıtan, yıkılan yuvaları bir defada yıkan, tahrip edilen yerleşim alanlarını bir defada tahrip eden dünya savaşlarının modern zamanlarda ortaya çıkmasının asıl sebebi budur. Bugün önemli bir problem telâkki ederek hakkında konuşmak üzere bizi bir araya getiren ailedeki çöküntünün temel sebebi de budur.
Bütün bir insanlık olarak fıtrattan kopuşu yaşıyoruz; fıtrattan, yani temel varlık ve hayat hakikatinden. İnsan, arzuları ve ihtiyaçlarıyla başıboş bırakılmış bir varlık değildir. Tabiat hadiseleri deyip geçtiğimiz hadiseler süreklilik arz ettiğinden, bu hadiselerden, aslında Cenab-ı Allah’ın icraatının unvanları olmasına rağmen materyalist tavırla tabiat kanunları diye çıkardığımız kanunlar nasıl değişmezse, bu kanunlar ve tabiatın işleyişi nasıl insan güç ve müdahalesinin ötesinde ise, insan da, aynı şekilde aşamayacağı şartlar ve kanunlarla kuşatılmıştır. İnsan, bunların kaynağının Allah olduğuna inansın veya inanmasın bu gerçek değişmez. Hepimiz doğar, büyür ve ölürüz. Fiziğimizin, rengimizin, ırkımızın, anne-babamızın ve içinde doğacağımız ailenin, doğum ve ölüm yer ve tarihlerimizin, temel ihtiyaçlarımızın ve bu ihtiyaçları giderme yollarının tayininde hiçbirimizin rolü yoktur. “Bizim” dediğimiz vücudumuz, irademiz dışında ve kendi yaratılış kanunlarına bağlı olarak çalışır. Bizim tarihî ve millî değerlerimizin üzerine oturduğu İslâm, işte bu fıtratın tercümesidir. Kur’an’da bu, şöyle ifade edilir: Her türlü şirk ve nifaktan uzak dupduru bir tevhid inancı içinde bütün varlığınla hak din İslâm üzerinde sabit ol. Bu Din, Allah’ın (bütün varlık ve) bütün insanlar için ortaya koyduğu fıtrat, ona tâbi olma da, Allah’ın insanları yaratmaktaki gayesidir. Allah’ın yaratmasında bir değişiklik olmaz ve yapılmaz. Gerçek ve kusursuz din budur. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmemektedir. (Rum Sûresi: 30)
Fıtrattan kopuşun neticesini, Fransız doktor, iki nobel ödülü sahibi, çağımızın gerçek mütefekkirlerinden Alexis Carrel, şöyle değerlendirir: “Rönesans’ın salt bilim yoluyla kurduğu dünya çöküyor. Çünkü: a) insanlığın asıl ihtiyaçlarını hesaba katmadı ve fıtratın kanunlarına göre hareket etmedi. b) Zekâ ve ahlâk, bilme ve inanma birbirinden ayrıldı. Maddî menfaat peşine düşüldü. c) Hayat için zarurî olan çalışmalar yerine, emek-çaba asgariye indirildi; fanteziler öne çıktı. d) Hayatın aslî kanunlarını henüz keşfedemedik. Ahlâk dünyasının kanunlarını ise bilmiyor ve bunları veren dine de sırt dönüyoruz. Alexis Carrel, çok güzel bir şiiriyle problemlerin çözümünün kapısını şöyle açar:
Dön de ıssız kalan mâzine bir bak,
Yolunda ağaçlar ne kadar ince, ne kadar uzak…
ALLAH’ım, vakit çok mu geç, fazla mı bekledim yoksa?
Yaşamak için bol bol zamanım var mı daha?
Elin kitabımı örtmeden önce lütfet;
Hiç bir yaprağı yırtılıp kaybolmasın.
Şükürler olsun Sana, yaşattın bunca müddet…
Şimdi ne yapmalıyım?
Bütün varlığımla vuslat yolunu aramak,
Tarifi dillere sığmaz “Allah” dediğimize varmak,
Ama nasıl? Ama nasıl?
İnsanlık, tarih boyu takip ettiği fikirlere, bağlı bulunduğu inanca, benimsediği dünya görüşüne göre farklı medeniyetler kurmuştur. Bütün bu medeniyetleri temelde iki ana medeniyet olarak ele alabiliriz. Bunlardan biri, Yaratan’ı, kâinatı ve insanı tanıyıp bu tanıma temelinde kurulan, dünyayı bir başka sonsuz âlemin ekim tarlası olarak gören ve buna göre ruh ve manâyı öne çıkaran medeniyetler, diğeri dünya hayatını asıl hayat, onu yaşamayı yegâne gaye kabul eden, ruh ve manâyı bir yana bırakıp, maddeyi ve nefsi temel alan medeniyetlerdir. Bu iki temel medeniyetin de elbette coğrafyaya, fizikî şartlara ve zamanla kazanılan bazı kültür farklılıklarına paralel farklı versiyonları olmuştur ama bu farklılıklar, temele taallûk etmemiştir. Bu iki temel medeniyet ve bunların kısmen farklı versiyonları arasında elbette münasebetler olabilir ve her zaman olmuştur. Fakat merhum Cemil Meriç, o kendine has üslûbuyla “Medeniyetlerin birbirine istihalesinin (yani dönüşümünün) mümkün olmadığı, Danilevsky’den beri bir kaziye-i muhkemedir.” der. Bugün ülkemizdeki ailevî olanları dahil problemlerin en önemli sebeplerinden biri de, işte birkaç asırdır bir medeniyet istihalesi peşinde koşmamızdır. Böyle bir istihale mümkün olmamanın da ötesinde, önemli bir mütefekkir âlimin ifade ettiği gibi, bizim on asırlık kültür ve medeniyetimizin temeli olan İslâm’dan uzaklaşan, yani Müslüman’ın fasığı, başka dinlerin fasığı gibi olmaz; İslâm’dan çıkan, başka dinleri terk eden gibi olmaz. Çünkü İslâm, evrenseldir; bütün başka dinlerdeki hakikatleri muhtevîdir. O, büyük bir saray ise, diğer dinler, bu saray içinde odalar olabilir. Bu odalardan birini terk eden veya bu odaları aydınlatan ışık söndüğünde, onların sakinleri sarayın diğer ışıklarından faydalanabilir. Oysa bu sarayı terk eden, bu sarayı aydınlatan merkezî ışık sistemini terk eden veya kendisine karanlık yapan, başka yerde ışık bulamaz. Bundandır ki, tarih boyu başka dinlerden İslâm’a sürekli ve grup grup girmeler olmasına mukabil, İslâm’dan irtidatla başka dinlere girenler pek az olmuştur. Ve İslâm’dan çıkan ve onu yaşamayan, karanlıkta kalır; karakteri bütün bütün bozulur; aynı mütefekkir âlimin benzetmesiyle, başka dinleri terk eden kesilmiş süte benzerken –ki kesilmiş süt yine de kullanılabilir– İslâm’dan çıkan, bozulmuş tereyağına benzer; anarşist olur, kural dinlemez, yozlaşır, yobazlaşır. Ülkemizde insanların kanun ve kurallara tâbi olmayı sevmemesinin, kural ihlâlini âdeta kahramanlık gibi görmesinin, trafik anarşisinin, genç nesillerdeki isyankârlığın, yeni nesillerde gittikçe artan yozlaşmanın ve ailelerdeki çatırtının işte en önemli bir sebebi de budur. Evet, dün kerem, cömertlik, iffet, emanet, vefâ, şefkat, ilim, tevâzu, takvâ gibi faziletler ve küçüğe şefkat, büyüğe hürmet, fakiri hor görmeme, zalim zenginin ağına düşmeme, kendisi için değil başkaları için yaşama, eziyet edene ikramda bulunma, hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi değerler halitası olan fütüvvetin, yani gençliğin temsilcisi, 20’sinde fetihle değil, “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u” idealiyle yücelen, “Bütün bildiklerimi 18 yaşıma kadar öğrendim, sonra bunları tecrübe ettim” diyen gençlerin yerini anarşist, sorumsuz, saygısız gençler, sokakların ve mahallenin düzenini, insanların rahatsız edilmemesini sağlayan fütüvvet teşkilatlarının yerini ifsadın âleti gençlik teşkilatları almışsa, daha da kötüsü gençlik şımarıklık, eğlence, her türlü isyankârlık, kural tanımazlık olarak görülebiliyor ve böyle takdim edilebiliyorsa, elbette toplumsal dokumuzla birlikte aileler de çatırdayacak ve çökecektir.
Fert derken, modernleşirken, ekonomik kalkınma derken, çağdaş medeniyet derken, son birkaç asırdır kendimize, eski ulemânın İslâm’ı tarifte kullandığı ifade ile, “efradını câmi, ağyarını mani” bir yol çizemedik. Ayrıca, her millet, kendi değerleriyle, bağlı bulunduğu kültür ve medeniyet havzasıyla milletlerarası arenada değer kazanır ve saygı görür. Başkalarına benzemeye çalışmak ve taklit, insan vicdanının reddettiği bir vakıa olup, ancak istiskalle karşılaşır. Bir zamanlar gücüyle değil, adaleti, hakperestliği ve taşıdığı insanî değerlerle asırlarca kıtalara, insanların kalblerine hükmetmiş olan milletimizin, ülkemiz insanlarının, ülkemiz yöneticilerinin yıllardır maruz kaldıkları ve vefat etmiş başbakanlarımızdan biri ile sâbık ABD başkanlarından birinin resminde medyaya da yansıyan istiskal, inkârı mümkün olmayan bu gerçeğe bir örnektir. Kendi kültür ve medeniyet değerlerimize sahip çıktıkça nasıl saygı gördüğümüze de son yıllarda şahit olmaktayız.
Ekonomik kalkınma, sadece ülkemiz için bir zaruret değil, Allah’ın varlık ağacının meyvesi ve yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanlar olarak da vazifemizdir. Allah, yeryüzü kaynaklarının işletilmesini, yeryüzünün imarını ve yeryüzü kaynaklarından ve zenginliklerinden hakkaniyet ve adalet temellerinde istifade edip, aynı temellerde onların taksim ve tevziini yapmayı insana, özellikle mü’minlere bir vazife olarak vermiştir. Eğer bugün kendi şahsî malımız çalındığında gösterdiğimiz infiali, yeryüzü kaynaklarının ve zenginliklerinin, özellikle ülkemiz kaynakları ve zenginliklerinin talanı ve haksızca kullanılıp, taksim ve tevzi edilmesi karşısında göstermiyorsak, bencilliğimiz bir yana, insan ve Müslüman olarak vazifemizin, insan ve Müslüman olmanın manâsının idrakinde değiliz demektir. Fakat neden ekonomik teşebbüsler, kalkınma ve zenginleşme, değerlerimiz rağmına oluyor? Tunceli’de vatandaşlar çok asil bir davranış ortaya koydular. Binlerce insan, “Dersim kültürü yok edilmek isteniyor! Madde bağımlılığına, çeteleşmeye ve toplumsal şiddete hayır! Birahanelere ve fuhşa hayır! Aile içi şiddete hayır! Yozlaşmaya ortak olma, karşı çık!” yazılı pankartlarla yürüdü. Çünkü Tunceli’ye ekonomik kalkınmayla birlikte peşpeşe açılan ve kadın çalıştıran birahaneler de giriyor. İddialarına göre, bu birahanelerde çalıştırılan kadınlar, fuhuşta da kullanılıyor; bu yüzden, 2009’dan bu yana 88 aile boşanıyor. İnsan hayatının devamı teneffüse, yemeye ve içmeye bağlıdır. Ama yeme ve içme gaye haline gelir ve bu konuda insan nefsi kontrolsüz bırakılırsa, yeme ve içme insana hastalıklar olarak geri döner ve nitekim dönmektedir. Ekonomik kalkınma işte yeme ve içme gibidir; belli manevî ve ahlâkî kaideler ve değerlerin ışığında yürümezse, doğuracağı menfî sonuç, getireceği faydadan çok daha fazla olacaktır. Bir ülke ve toplum insan bünyesinden, meseleleri bu bünyenin meselelerinden farklı değildir. Bünyede kalb ve beyin, mideye, kollara ve bacaklara hakim olması gerekirken tersi olursa, o insan sureta insan da olsa insanlıktan çıkar ve ayrıca hastalıklar mezbelesi haline gelir; aynı şekilde bir ülkede ve toplumda beyin kalbin, yani ilim ahlâk ve maneviyatın emrinde, mide, kollar ve bacaklar, yani ekonomi ve güç beynin ve kalbin emrinde olmaz, hele hele bunun tersi olursa, elbette bu ülke ve millet, ekonomik olarak ne kadar kalkınıyorum da dese, askerî olarak güçlüyüm de dese, onun çökmesi kaçınılmazdır.
Bu temel gerçeklerden hareketle, ülkemizde ailede yaşanan problemlerin başlıca tali sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
Bizim, medeniyetimiz çökerken bile fevkalâde bir aile yapımız vardı. Osmanlı medeniyetinin çöküş asırları olan 18. asrın ilk çeyreğinde İstanbul’u, hattâ Osmanlı coğrafyasını, bazı yabancı elçiler veya Lady Montague, …
ailelerle içli-dışlı olmuş bulunan gibi hanım gözlemciler, şöyle anlatıyor:
Yan kesicilik, ev soymak veya yol kesicilik gibi hadiseler, Türkiye’de meçhuldür. Harpte ve sulhte yollar hep aynı derecede ve evler kadar emniyetlidir. İstanbul’da evlerin kapısını kapamaya hiç lüzum görmeden tam bir emniyet içinde yaşamak mümkün olmaktadır. (Porter, nakl: Eski Türkler, 72)
Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur. (Porter, nakl: Eski Türkler, 81)
İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder… İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul’da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartacak hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar, tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta, muhtelif içtimâî sınıfların birbirlerine karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. (Reclus, 165, nakl: Eski Türkler, 66-67)
Son bir-buçuk–iki asırdır ülkemizde eğitimden iç göçlere ve kentleşmeye bir mastır planımız olmamıştır. Üstüne üstlük, eğitim sistemimiz de özellikle bir zaman insan adına ideolojik robot yetiştirmeyi hedef aldığı, asırlardır insan yetiştiren ve toplumun bağlarının kurulduğu müesseseler de kapatıldığı için, aile de gittikçe bu keşmekeşlikten nasibini almıştır. Bugün en dindar evlerimizde dahi, içinde bir önceki neslin doğup büyüdüğü ailelerde bile bulunan manevî–ahlâkî atmosfer yok. Erkeğin ve hanımın, babanın, annenin ve çocukların konumları birbirine karışmış durumda. Futbol yorumculuğu da yapan bir yazar, çok güzel yazıyordu: “Babalar çocukları için arkadaş olmalı deniyor. Çocukların arkadaşı çok; baba da arkadaş olacaksa, babalığı kim yapacak?” Ailelerde kızlara da, erkeklere de artık eş, anne ve baba adayları olarak bakılmıyor. Dolayısıyla bugünkü nesiller, eş, anne veya baba olma adına ulaşılması gereken olgunluğa çok geç yaşta belki ulaşabiliyor veya bu olgunluğu hiç bilmiyor. Buna ek olarak, ailelerde gittikçe yozlaşma yaşandığı için çocuklar, örnek eş, anne ve babalar da göremiyor. Evlenmek ve aile kurmak, hayatımızın temellerinden değil, hayatın sıradan unsurlarından ve ömrün geçilmesi gereken sıradan merhalelerinden biri olarak görülüyor; en fazla, biyolojik bir zaruret olarak kendini gösteriyor. Evlenirken de akıl, mantık, irade ve sevgi birlikte değil, hemen tatmin isteyen geçici hisler ve biyolojik hevesler hükmediyor. Medyanın da şiddetli tesiri ve provokasyonuyla cinsellik, ilköğretim çağına kadar düşmüş durumda. Evlenme çağında eş, anne ve baba adayları, birbirlerini cinsel nesne olarak görüyor. Yapılan araştırmalara göre, gençlerin % 80’i flört ediyor ve bu tehlikeli gelişmenin beraberinde getirdiği en önemli problemlerden biri, gençlerde görülen kürtaj patlaması. Evlenecek gençlerin de kabulüyle birlikte anne ve babaların tecrübesine dayanan görücü usulüyle evlenmelerin yerini, sadece yeni tanışmış gençlerin tercihleri alıyor. Evlilikler, eskiden beri birbirleriyle tanışan ve aynı kültür, âdet ve gelenekleri paylaşan ailelerden değil, çoğunlukla kültür, âdet, gelenek ve görenekleri farklı ve başka başka şehir veya bölgelere mensup ailelerden oluyor. Dolayısıyla aileler arası kaynaşma yaşanamadığı gibi, sözkonusu farklılıklar, evlenen çiftlerde de büyük problemlerin doğmasına yol açıyor. Evliliklerin sadece kızın ve erkeğin tanışması, flörtü ve tercihleriyle değil, ailelerin de tercihiyle olması; mümkün olduğunca birbirlerini eskiden beri tanıyan, hattâ aynı bölgeden olup, ortak gelenek ve âdetleri paylaşan aileler arasında yapılması; evlerde erkek ve kız çocuklarına anne ve baba olarak iyi örnek sergilemenin yanı sıra, onları baba ve anne adayları olarak da yetiştirmek, eğitim sistemimizin de bu hususları nazara alması, bu konularda bir takım ithal değerlere değil, kendi öz ve tarihî değerlerimize bağlı kalınması, bu problemi azaltacaktır ümidindeyim.
Kadının sokakta, caddede ve işyerinde topluma katılıp karışması, yine iyi belirmenmiş bir hedef ve plan dahilinde olmadığı için ve fizikî cazibe âdeta her şey ve tek değer ve tercih sebebi haline geldiği için, bu durum, evlilik ve ailelerde de menfî sonuçlar doğurmaktadır. Sevginin iki türü veya temeli vardır. Biri, fizikî cazibeye dayanan ve çok defa biyolojik ihtiyaçlar ve behimî hislerle beslenen tabiî-nefsanî sevgi; diğeri saygı, değerler, anlaşma ve faziletler üzerine oturan ve bunların hasıl ettiği sevgi. Bugün evlilikler, daha çok birinci tür sevgi üzerine kuruluyor. Oysa bu sevgi de, kaynağı gibi çabuk tükenir. Fakat fizikî cazibenin öne çıktığı ve âdeta sınırsızca sergilendiği günümüzde bu sevgi de önem kazanıyor. Bu sevgiyi korumak, eşlerin fizikî cazibelerini birbirlerine karşı mümkün olduğunca korumalarına ve sergilemelerine bağlı iken, yine mevcut yanlış anlayışlarla, fizikî cazibe daha çok dışarıda ve dışa karşı sergileniyor. Bunun neticesinde, dışarıda gözünü doyuran eşler, evde aynı doyumu yaşayamıyor. Değerlere, faziletlere, karşılıklı uyuma dayalı ve bunlardan kaynaklanan bir sevgi de yoksa, artık geçim de olmuyor. Ve neticede, duyularının, duygularının, ruhunun karşı cinse olan ihtiyacını evleri dışında, başkalarıyla veya evlilik öncesi flörtle belli ölçülerde gideren ve dışarıda bol bol sergilediği cazibesi gibi, sevgisini, şefkatini ve saygısını da evde birbirlerinden esirgeyen eşlerden boşanan erkeklerin % 34,8’i, kadınların % 31,9’u aldatılma, erkeklerin % 20’si, kadınların % 21’i, eşlerinin kendilerine karşı sorumsuzluk ve ilgisizliği sebebiyle boşanıyor. Ayrıca, aldatılma, ilgisizlik ve kadın güzelliğinin dışarıda paylaşılır olması, kadına şiddet olarak dönüyor. Kendimizi kandırmayalım: kadına şiddetin en önemli sebebi, kıskançlık, aldatılma, aldatılma şüphesi ve kadına olan ihtiyaçtaki özellikle duygusal tatminsizliktir. Bundan dolayıdır ki, eşlerin fizikî câzibelerini birbirlerine sunup, birbirlerine karşı korumaya çalışarak birbirlerine karşı sergilemeleri ve bunu dışarıyla, başkalarıyla paylaşmaktan mümkün oldukça kaçınmaları ve kendilerini mânen, ahlâken, huy güzelliği ve saygı temelinde sürekli inşa etmeleri, Kur’an’ın tabiriyle, birbirlerine birbirlerini koruyacak ve güzelleştirecek elbise olmaları, aldatmanın da, aldatılma şüphesinin de, aile içi kavgaların da, şiddetin de ve nihayet boşanmaların da önünü önemli ölçüde alacaktır.
Erkek ve kadın, fıtraten birbirinin aynısı değildir. Bundandır ki Allah (c.c.), evin reisliğini aslında ağır bir külfet olarak erkeğe verirken, evin geçimini de reisliği adına kısmî bir avantaj, fakat yine bir sorumluluk olarak ona yüklemiştir. “Bir milletin efendisi, ona hizmet edendir” peygamberî düsturunca, idarecilik, hizmetçiliktir. Erkeğin evde reisliği, ona ayrıcalık verecek bir despotluk değil, bir vazifedir, sorumluluktur. Evin geçiminin de erkeğe yüklenmiş olması, onun için yine bir vazife, fakat çalışan veya mal varlığı bulunan kadının ekonomik özgürlüğünü kullanarak evde eşit iki başlılığa sebep olmaması konusunda ve böyle davranacaklara karşı bir tedbirdir. Erkek ve kadın, birbirinin aynısı değildir; birbirinden eksik veya fazla da değildir. Erkek bir el, kadın diğer el gibidir. Elin beş parmağı vardır ve parmakların arası açıktır. Yani erkeğin de, kadının da, birbirleri tarafından karşılıklı tamamlanması gereken ihtiyaçları ve boşlukları söz konusudur. Evlilik, boşluklarından bu parmakların birbirine girerek, iki elin tek el olması demektir. Günümüzde ise “kadın–erkek eşitliği” iddiasıyla evlilikler, birbirine karşı yumruk halinde sıkılmış iki eli andırmakta ve yumruk olmuş bu eller, sürekli vuruşmaktadır.
Bilhassa dindarlar arası evliliklerde dinimiz istismar edilmektedir. Din’in hukukunda da her hükmün bir menatı, yani temel konma sebebi vardır. Toplumumuzun içinde bulunduğu mevcut şartlar, sadece dinî nikâha dayalı evlenme gibi, olmazsa olmaz mecburiyetler bulunmadıkça ve sadece keyfî olarak poligamiye de izin verecek mahiyette değildir. Eli para gören, “sınıf atlayan,” mevki ve statü kazanan bazı dindar erkeklerin, böyle değillerken evlendikleri eşlerine zulümleri de günümüzde maalesef yaygındır. Bunun yanı sıra, böyle eşlerin de kendilerini geliştirmeleri, yeni şartlarında eşlerini nasıl eve bağlayabileceklerini öğrenmeleri ve buna göre davranmaları, bir gereklilik olarak kendini göstermektedir. Burada şu husus da arzedilmelidir ki, sadece hukukla hayat olmaz. Hukuk, anlaşmazlıklarda hakem olmayı ve kendilerine başvurulması gereken kuralları tayin eder. Hayat, Kur’an’ın maruf dediği, İslâm açısından Din’e aykırı olmayan gelenekler ve fıtratın kanunlarıyla olur. Meselâ, dinimiz, annelere çocuklarını emzirmeyi bile mecbur etmez; fakat Allah çocuk doğar doğmaz annelerin süt mekanizmalarını harekete geçirdiği gibi, hiçbir annenin şefkati ve sevgisi de, çocuğunu başkasına bırakmaya razı olmaz. Dolayısıyla ailelerde geçim adına ma’ruf denilen fıtratın kanunları esas alınmalı, ancak anlaşmazlık ve mecburiyet hallerinde hukuka müracaat edilmelidir.
Bütün insanî ve millî meselelerimizde olduğu gibi, aile konusunda da Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yanısıra bilhassa Millî Eğitim Bakanlığımıza büyük görev düşmektedir. Dışarıdan ithal görüş ve akımların tesirinde kalmadan, ülke ve insanımız gerçeklerinin şuurunda bir eğitim sistemi, pek çok problemimizi sadece çözmekte değil, onlara yol açmamakta da önemli rol oynayacaktır. Ayrıca, özellikle medyanın kural altına alınması adına RTÜK gibi kuruluşlara da büyük vazife düşmektedir. İnsan, hangi seviyede olursa olsun başıboş bırakılamaz. “Beğenmediğinde kanalı değiştirirsin, düğme elinde değil mi?” denemez. Bu, bir insanın önüne alkollü içkiyi, uyuşturucuyu, sütü ve portakal suyunu birlikte koyup, istediğini tercih edebilirsin demekten, daha da öte, eline hem silah hem ilaç verip, ister kendini öldür, istersen tedavi et demekten farksızdır. İnsanların ruh sağlığı, ahlâkî ve manevî sağlığı, beden sağlığından hiçbir zaman daha az önemli değildir; hattâ çok daha önemlidir. Daha önemlidir, bunun uhrevî sonucuna inanmayanlar için de daha önemlidir; çünkü ahlâkî ve manevî hastalık ve yozlaşma bedenî hastalıklara da yol açar ama bedenî hastalıkların ahlâkî ve manevî rahatsızlığa yol açması çok nadirdir.
Burada doğum ve nüfus kontrolüne de kısaca temas etmek istiyorum: Nüfuz fazlalığı, asla fakirlik sebebi değildir. Tam tersine, evliliklerin ve ailelerin korunma sebebi olduğu gibi, zenginleşme ve kalkınma sebebidir de. Çünkü zenginleşme ve kalkınmanın ana motoru üretimdir; üretimi tetikleyen ihtiyaçtır. İhtiyacı artıran, nüfustur. Merak, ilmin; ihtiyaç, terakkinin üstadıdır. Bu, maddî açıdan da böyledir, ilmî ve manevî açıdan da böyledir. Cenab-ı Allah (c.c.), hayatımızın idamesini teneffüse, yeme ve içmeye bağlamıştır. Teneffüs en birinci esas olduğu için onu irademize bırakmamış olup, vücudumuz irademiz dışında nefes alır verir. Yeme ve içmeyi ise Hz. Allah, irademize bağlamış, fakat irademizi de açlığa ve susuzluğa ram etmiştir. Açlık ve susuzluk ihtiyacı duymazsak yiyip içmeyiz; yiyip içmezsek hayatımız devam etmez. Demek ki, hayatımızın devamının motoru da ihtiyaçtır. İlim elde etmek istiyorsak ilim ihtiyacı, ahlâk ve manevî yücelik istiyorsak bu sahalarda tekâmül ihtiyacını iradî olarak hissetmek mecburiyetindeyiz. Yoksa ilim adına kitapları ezberlemek, ahlâk ve maneviyat adına sürekli nasihatta bulunmak veya nasihat dinlemek, insan üzerinde çok da tesir bırakmaz. Eğer Bangladeş ve Nijerya gibi, nüfusu kalabalık ama fakir ülkeler nüfus fazlalığının ekonomik kalkınmanın motoru olduğu gerçeğine bir itiraz olarak ileri sürülürse –ki sürülebiliyor, petrol zenginliğine ve ülkenin genişliğine rağmen nüfus azlılığıyla ekonomisi dışa bağımlı ve gelişmemiş Suudî Arabistan, yüz ölçümleri itibariyle ülkemizden çok küçük ama nüfusları ülkemizden çok fazla gelişmiş Avrupa ülkeleri de karşı misal olarak verilebilir. Dolayısıyla nüfus fazlalığına rağmen gelişememenin sebepleri hiçbir zaman nüfus fazlalığında aranmamalıdır; bunun burada mevzumuz olmayan çok başka sebepleri vardır.
Son olarak, Diyanet İşleri Başkanlığımız’la da ilgili birkaç söz söylemek istiyorum. Halkımız, büyük çoğunluğu itibariyle Din’ine şu veya bu şekilde bağlıdır ve halk çoğunluğu, kaynağın kudsiyetine, dolayısıyla kudsî bir kaynağa dayanan Din’e itimat eder. Dolayısıyla, ülkemizin terör dahil bütün meselelerin çözümünde kanaat-i âcizanemce en büyük rolü Diyanet oynayabilir. Bu ise, önce vazife ve sorumluluk şuuruna, sonra bu şuur istikametinde manevî, ahlâkî ve ilmî donanıma bağlıdır. Sadece ilim, özellikle akademik seviyede ilim, yeterli değildir. Öyle olsaydı, insanlarımıza hükmeden, İlâhiyatçı profesörler olurdu. Oysa cemaat ve tarikatlerin liderlerine itibar, her yerde daha fazladır. Çünkü insanları harekete geçiren öncelikle kalb ve hislerdir. Öyleyse, Diyanet mensuplarının da, İlâhiyat çevrelerinin de Din’i akademik inceleme mevzuu, bir teori olarak değil, bir tecrübe, insanın bütün fakültelerine hitap eden ve hepsini tatmin eden bir ruh, manâ, ilim ve hayat olarak görmesi ve buna göre yetişip, insanlarla bu temellerde muhatap olması gereklidir. Böyle donanmış Diyanet mensupları ve İlâhiyatçılar, toplumumuzdaki problemlerin çözümünde en büyük rolü oynayacak ve dolayısıyla en büyük sevabı alacaklardır.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinizi tekrar saygıyla selâmlıyor, hepinize dareyn saadeti diliyorum.
Dostları ilə paylaş: |