YAŞATMA İDEALI - ADANMIŞLIK VE BEKLENTISIZ OLMA
P- Adanmışlık Ruhu P- Beklentisiz Olma Pırlanta Külliyatı Yaşatma İdeali
Soru: Bir mefkûreye; adanmışlık ve fedakârlık kapısından girme ile menfaat ve beklenti endeksli olarak girmenin, ferdin, sonraki hizmet hayatına tesirleri nelerdir? İzah eder misiniz?
Cevap: Adanmışlık düşüncesi ve fedakârlık ruhunun, bir mefkûreyi ayakta tutan, onun devam ve temâdisini sağlayan temel dinamikler olduğu muhakkak. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, ideal bir nesil olarak, ensar ve muhacirînden “sâbikûn u evvelûn”u anlattığı hemen her yerde, onları, hep “evet” diyen, hep veren ve hep fedakârlığın zirvesinde adanmışlık düşüncesiyle hareket eden insanlar olarak nazara verir.1 Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de, bir yerde, onların, infak edecek imkânları olmadığı halde, “ah olsaydı da verseydik” anlayışıyla mahzun olup gözyaşı akıttıkları takdirle yâd edilir.2 Ensar-ı kiramın, Akabe Biatı’ndaki sözleri de bu hususa çarpıcı bir misal teşkil eder. Bildiğiniz üzere, onlar, bu biatta Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), her türlü şartta ve hayatları pahasına koruyup himaye edeceklerine ve O’nun davası uğrunda hırz-ı canda bulunacaklarına dair söz vermişlerdi.3 Hâlbuki onlar böyle bir söz verdiklerinde, “Bu işin sonunda elde edeceğimiz mükâfat ve semere nedir?” diye hiç mi hiç düşünmemişlerdi. Vâkıa, o gün onlara, yaptıklarının karşılığında Cennet ile mükâfatlandırılacakları müjdesi verilmişti. Fakat denilebilir ki, başlangıç itibarıyla onların o günkü icmalî Cennet bilgileri, bugün bizim, Kur’ân ve Sünnet’te tafsiline erdiğimiz, selef-i sâlihînin o mevzuda ortaya koyduğu malûmatla enginliğine vâkıf olduğumuz ölçüde de değildi. Fakat bütün bunlara rağmen onlar, tam bir sadakat ve engin bir fedakârlık anlayışıyla, yapılan bu biatın çok güzel bir alış-veriş olduğunu ifade etmiş, başka herhangi bir beklentiye girmemiş ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızasını hedefleyerek, kendilerini bu işin içine atmışlardı.
O hâlde yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş, bir yönüyle ona göre kendi düşünce dünyasını yeniden inşa etmeye çalışan ve böylece başta kendi milleti olmak üzere topyekûn insanlığa yeni bir ba’su ba’de’l-mevt yaşatma istikametinde didinip duran bir insan, dünyevî herhangi bir beklenti içine girmeyeceği/girmemesi gerektiği gibi, çok defa belki Cennet’e girme ve Cehennem’den uzak kalma gibi, Cenâb-ı Hakk’ın fazlından beklenen mânevî beklentilere dahi girmemelidir. Zaten sahih hadislerde de ifade edildiği üzere, insanın yaptığı ibadetlerle Cennet’e hak kazanması mümkün değildir. İnsan, ancak Cenâb-ı Hakk’ın fazlı ve rahmetiyle oraya girebilecektir.4
İşte âhiret âlemine bakan yönü itibarıyla dahi, bu ölçüde engin bir adanmışlık anlayışına sahip olan bir insan, zannediyorum, yaptığı hizmetlerin geriye dönüp dönmemesi mevzuunda da herhangi bir beklentiye girmeyecek ve “başarı, muvaffakiyet” gibi kendisini ilgilendirmeyen hususlarla zihnini meşgul etmeyecektir. Evet, adanmış bir ruh, yaptığı yatırımın vaat ettikleriyle alâkadar olmayacak, toprağa saçtığı tohumların kendi döneminde filize yürüyüp yürümemesine takılmayacaktır. O, sadece kendi vazifesine bakacak, onu bilecek ve sonucu yaratmanın Allah’a ait olduğu şuuruyla hareket edecektir. Hani Üstad Hazretleri, bu mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder. Sefere çıkarken, bu zata, muvaffak olacağı söylendiğinde o, muvaffakiyet gibi bir neticenin Allah’ın şe’nine ait olduğunu, dolayısıyla kendi vazifesini yapıp, şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışmayacağını ifade eder.5
İltifat Mârifete Tabidir
Bu açıdan daha baştan adanmışlık düşüncesiyle işin içine girmiş bir fert, ilerleyen zamanla birlikte, meselenin geriye dönüşüyle alâkalı herhangi bir beklenti içinde olmayacaktır. Meselâ, yaptığı hizmetler karşılığında insanların teveccühüne mazhar olma, takdir toplama, alkışlanma, iltifat görme gibi beklentiler onun hayal dünyasına dahi misafir olamayacaktır. Halk arasında: “Mârifet iltifata tabidir.” şeklinde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir. Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar mârifetlerini döktürür, kabiliyetlerini sergilerler. Meselâ bir resim yapar, eğer yaptığı bu resim alâka görürse buna bağlı olarak yeni çalışmalar içine girer. Gördüğü iltifat onun azim ve gayretini tetikler. İşte bu tür iltifatlar, umumi manada insanlar için teşvik edici bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre, iltifat mârifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni ortaya korsunuz; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez; meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz. Hatta çok defa onların iltifatlarını gördüğünüzde: “Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?” der, nefsinizi sorgulamaya durursunuz. Çünkü kendinizi insanlardan bir insan olarak gördüğünüzden, yapılan bu iltifatların ne durubu ne de numarasını kendinize uyduramazsınız.
Dolayısıyla başta beklentisiz olarak işin içine girme, vermeyle meseleye başlama, adanmışlık duygusu ile hareket etme öyle ciddî bir güç kaynağıdır ki, bunlara sahip olan insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, hiçbir zaman ye’se kapılmaz, hâdiselerin karşısında her zaman dimdik durur ve sarsılmaz bir iman ve ümitle onların üzerine yürür. Bu aynı zamanda acz u fakr yoludur. Yani insan önce acizlik ve fakirliğinin farkında olacak, sonra da adanmışlık mülâhazasıyla hareket edecek ve “yaptıklarım geriye dönmedi, iltifat ve teveccüh olmadı, demek ki başarılı olamadım” diye bir anlayışa kapılmayacak; kapılmayacak ve bundan dolayı hır gür çıkarmayacak, streslere girmeyecek, anguazlar yaşamayacak ve kaderi tenkit etmeyecektir. O, hep
“ Gelse celâlinden cefa
Yahut cemalinden vefa,
İkisi de cana safa,
Lutfun da hoş, kahrın da hoş”
mülâhazasına bağlı hareket edecektir.
Bu arada şunu ifade edeyim ki, bir insanın Cenâb-ı Hak’tan: رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de hasene ver ve bizi Cehennem azabından halâs eyle.”6 diyerek dünya hayatı için de hayır hasenat istemesi başka; hayır hasenat adına yaptığı amellerin karşılığını dünyada istemesi ve böyle bir beklentiye girmesi tamamen başka bir meseledir. Hem insan, yaptığı hayırlı işleri, geriye dönüşe, teveccühe, mutlak muvaffakiyet ve zafere bağladığı takdirde, eğer Cenâb-ı Hakk’ın murad-ı sübhanisi o istikamette tecellî etmezse, ümitsizliğe düşer ve inkisar üstüne inkisar yaşar. Ayrıca siz bu şekilde bir beklentiyle hareket ettiğinizden, arkanızdaki insanlar da teşettüt-ü ârâya düşebilir ve size olan teveccüh ve hüsnüzanlarında kırılmalar hâsıl olabilir. Bu durum, fasit bir daire gibi, sizin de kuvve-i mâneviyenizi alıp götürür ve muvaffak olunamadığında atf-ı cürümler, kırgınlık ve hırçınlıklar kendini gösterir.
O hâlde insan, ahirete ait amellerin mükafatını, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütuf ve ihsanına bırakarak, onu dünyanın fâni, geçici ve dar kıstaslarına hapsetmemelidir. Meselâ İstanbul’un fethini dünyanın darlığı içinde düşündüğünüzde, sadece İstanbul’un fatihi olma söz konusudur. Ancak böyle bir fetihte beklentiler Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne bağlandığında, ahirette fethe terettüp eden varidat, ganimet ve mele-i âlânın ona karşı duyduğu alâka neyse bütün bunlar dünyanın darlığı içinde değil de, ukbanın enginliği içinde insana verilir. O hâlde burada bir “sübhanellah” deyip ötede bir Cennet bahçesine sahip olma varken, neden meseleyi burada sadece bir sübhanellah ölçüsünde mükâfata bağlayalım ki!
Fedakârlığın Neye Tekabül Ettiğini Bilmiyorlar
Misalleri çoğaltabilirsiniz. Meselâ siz, ruh-i revân-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), cihanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde çok ciddî bir cehd ve gayret sarf etseniz, ama buna muvaffak olamasanız hareket ve faaliyetlerinizi böyle bir neticeye bağlamadığınızdan ötürü inkisar yaşamazsınız. “Ne yapalım şimdilik böyle oldu” der, Hazreti Âdem gibi, رَبَّنَا ظَلَمْنَۤا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.”7 anlayışıyla kendinizi muhasebeye çeker, mevcut durumu yeniden gözden geçirir, sonra tekrar doğrulur, bir kere daha kıyam eder ve yapmanız gereken her neyse onu yapmaya koyulursunuz. Bu açıdan beklentisizlik hâli ve fedakârlık anlayışı, işi son nefesimize kadar ihlâs ve samimiyetle götürebilmek adına çok önemli ve hayatî dinamiklerdir. Ehl-i dünya, bu dinamikleri bilmediğinden dolayı meseleyi sadece maddeye, paraya hamlediyor ve ortaya çıkan neticeyi bununla anlamaya çalışıyorlar. Hâlbuki fedakârlık ve beklentisizlik öyle bir değerdir ki, maddî ölçüler içinde onun karşılığını bulabilmek mümkün değildir. Gönüllüler Hareketi’ni hazmedemeyen, çekemeyen bir kısım ehl-i dünya, “Bu işin arkasında şu kadar sermaye, bu kadar sermaye olmalı, yoksa bu çarkın dönmesi mümkün değil!” anlayışıyla meseleyi yorumluyorlar. Çünkü onlar, almadan vermenin ne demek olduğundan habersizler. Her şeyin rıza istikametinde birer yatırım hâlinde ortaya konulduğunun ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın azları çok, birleri bin ettiğinin farkında değiller. Evet bu dinamikler, Cennetler kıymetinde bir değere tekabül etmekte; sonsuz kudret ve rahmet sahibi Zât da, ona göre bir mükâfat ve semere vermektedir.
Meselenin ayrı bir veçhesi de şudur: Ben bu daire içindeki arkadaşların binde birini tanımam. Hatta şimdilerde milyonda birini tanımam diyebilirim. Öyle ki, görüşme imkânı olmayınca, bazen eski tanıdıklarımı bile zamanla tanıyamaz hâle geliyorum. Dolayısıyla, tanımadığı insanların yaptığı hizmetleri dahi, bir şahsa veya gruba mal etmek, hem Allah’a karşı saygısızlık, hem de o insanların ceht ve gayretine yapılmış bir zulüm ve haksızlıktır. Evet, benim itikadıma göre yapılanları bir şahıs, bir deha, bir firaset, bir kiyaset ve bir fetanete mal etmek şirktir. İsterse başkaları o mevzuda hüsnüzan edip “falanın bu mevzuda gayreti tamdır, onun vesilesiyle bu neticeler elde edildi” desinler. Bunu söylemekle onlar, içtihat hatası yapmış olurlar. Sahib-i Şeriat ise içtihat hatalarını affedeceğini vaat buyuruyor. Bize düşen ise, her zaman kulluk şuuruyla hareket edip bu tür iltifat ve teveccühleri kesinlikle sahiplenmemektir.
Hem açıkça görüldüğü üzere, mesele o kadar büyümüş, o kadar kökleşmiş ve o kadar evrensel bir hâl almıştır ki, bu meselenin bir veya birkaç şahsa veya bir gruba mal edilmesi mümkün değildir. İhtimal, belli bir yaştan sonra belki aklıma, hayal ve tasavvurlarıma, “ben de bir şey yaptım” mülâhazası gelir ve şirke düşerim diye, Cenâb-ı Hak lütufta bulundu ve beni ahir ömrümde buraya sürgün etti. Şimdi o işi halisane götüren çiçeği burnunda pek çok genç var. Rabbim onları, ihlâs-ı etem ve yakîn-i tamla şerefyâb eylesin!
Fakat şunu ifade edeyim ki, Cenâb-ı Hak, belli bir dönemde kendi ülkemde pek çok adanmış ruhla beraber olmayı nasip buyurdu. Ülkenin değişik yerlerinde örnek olabilecek pek çok fedakârlığa şahit oldum. Meselâ Bozyaka’nın üst tarafında civanmert Anadolu insanının civanmertliğine müracaat etmiştik. Herkes bir şeyler vermişti. Sonra odama çekildim, oturuyordum. Subaylıktan emekli bir zat, elinde şangır şungur anahtarlarla yanıma geldi ve bana şöyle dedi: “Burada herkes bir şeyler verdi ama ben veremedim. Emeklilik ikramiyemle bir ev satın almıştım, ben de onu vermek istiyorum, evin anahtarlarını size getirdim.” Tabii böyle bir durumda size düşen vazife şudur: Dersiniz ki: “Kardeşim, herkes imkânına göre vermekle mükelleftir. Sen zaruri ihtiyaçların dışında elinde ne varsa onu verirsin. Evini verecek hâlin yok. Allah, senden onu istemiyor.” Böylece anahtarları yeniden ona teslim eder ve: “Git evinde otur. Rabbim sana lütufta bulunur, yeni kapılar açar, sen de getirir onu verirsin.” dersiniz. Çünkü Peygamber Efendimiz de (aleyhissalâtü vesselâm), Ka’b İbn Malik8 ve Sa’d İbn Ebî Vakkas9 (radıyallâhu anhümâ) gibi bütün servetini vermek isteyen sahabe efendilerimizi tadil buyurmuştur.
Seksen Yaşındaki Hicret Taliplileri
Daha nice fedakâr insanlarla karşılaştım. Meselâ belki seksenine merdiven dayamış bazı yaşlı arkadaşlar defaatle buraya gelip, “Ne olur bu gençlere hicret etmeyi işaret ettiğiniz gibi esnaf için de, bize de, başka yerlere gitmeyi işaret etseniz ve biz de gitsek. Böylece verme mazhariyetiyle serfiraz kılındığımız gibi, Cenâb-ı Hak hicretle de bizi şereflendirse.” dediler. İşte bunlar, maddî ölçüler içinde kıymetini takdir edemeyeceğiniz öyle dinamiklerdir ki, bu dinamikler, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütuf ve ihsanına âdeta bir davetiye olmuştur. Belki değişik ekonomik sistemler içinde, bu dinamiklerin nasıl birer kıymete dönüştüğü anlaşılmamış olabilir. Ancak bunların sermayeden de emekten de daha kıymetli olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla kim ne derse desin, ortaya çıkan netice, aynı mantık, aynı düşünce ve aynı inanç etrafında bir araya gelmiş insanların, fedakârlık ve adanmışlık zemininde müşterek bir akıl oluşturmasına Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu ve ihsanıdır.
Son söz olarak şunu da ifade edeyim ki, varlıkta isbat-ı vücud eden, rahat ve kolay zamanda işin altına giren ve belli bir vazifeyi yerine getiren insanlara da saygı duyulmalıdır. Bize düşen onlar hakkında şöyle dua etmektir: “Cenâb-ı Hak onların da aşk u iştiyakını artırsın, onları da devam ve temâdi ile serfiraz kılsın.” Evet, ister yokken vermek için çırpınıp duranı, isterse varlık ve imkân içinde ancak belli bir seviyede fedakârlıkta bulunanı hep hayırla yâd etmek, dualarımızda hepsini birden zikretmek boynumuzun borcudur. Biz, milletimiz ve insanlık adına çalışan her ferdi, her fedakârlığı alkışlar, bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senada bulunur, şükreder ve böyle bir şükür neticesinde O’nun nimetlerini sağanak sağanak başımızdan aşağıya yağdırmaya devam edeceğine inanırız.
1 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/72-75; Tevbe sûresi, 9/19-20, 100; Haşir sûresi, 59/8-10.
2 Tevbe sûresi, 9/92.
3 Bkz.: Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve s.302-303.
4 Bkz.: Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 71-78.
5 Bediüzzaman, Lem’alar s.163 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota, Birinci Mesele).
6 Bakara sûresi, 2/201.
7 A’râf sûresi, 7/23.
8 Buhârî, vesâyâ 16, meğâzî 79, eymân 24; Müslim, tevbe 53.
9 Bkz.: Buhârî, cenâiz 37; Müslim, vasiyyet 5.
Dostları ilə paylaş: |