Sovyet Sonrası Orta Asya


Vsemirnaya Deklaratsiya ob Obrozavanii Dlya Vseh



Yüklə 15,63 Mb.
səhifə87/111
tarix03.01.2019
ölçüsü15,63 Mb.
#89386
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   111

Vsemirnaya Deklaratsiya ob Obrozavanii Dlya Vseh, statya I.

Hanberdiyev A., Novıy universalnıy superinstrument obrazovaniya (kompyuter i voprosı prepodavaniya informatiki, fiziki i matematiki. V knige: Matematika we fizika derslerini dövrebap okatmagı meseleleri (Ilmı-usulı maslahatdakı/3 noåabr, 2000 çıkışları tezisleri) Türkmenistanın Milli bilim institutu, Aşgabat-2000.

Coombs Philip H., The Word Education Crisis, Oxford University Press, 1968; Kombs F. G, Krizis Obrazovaniya, Sistemnıy Analiz, M., “Progress”, 1970.
Türkmenlerde

Savaş Sanatı ve Silahlar

(VI-XVI. YY.)

Prof. Dr. Ovez A. Gündogdİyev

Türkmenistan Tarih Enstitüsü / Türkmenistan

Türkmenler binlerce yıl vatanlarını onurla savunmuşlardı. Onlar, çok üstün silahları ve savaş sanatı sayesinde geçmiş yüzyılların büyük savaşlarından zaferle çıkmışlardı.

Savaş sanatına, muhtemelen öncelikle aşağıdakiler aittir: taktik tatbikat, hücum, stratejik geri çekilme, savunma, keşif vs. Türkmenler barış döneminde her zaman savaş hazırlıkları yapmaktadırlar. Burada savaş eğitimi, spor yarışmaları ve av aracılığıyla geliştiriliyordu. Av zamanı gençler ok ve mızrak atmada kendi becerilerini sergileyerek, güçlü hayvanlarla güreşte cesurluklarını sergileyerek öne çıkma imkanına sahiptiler.

Toplu şekilde yapılan avlar yaklaşık 15 gün sürmekte ve taktik tatbikat niteliği taşımaktaydı. Burada kuşatma, saldırı ve geri çekilme yöntemleri öğretiliyordu. Sefere hazırlanırken avlanmış kuşları tuzlayarak kurutuyorlardı.1

Sefer öncesi bir ziyafet düzenleniyor, burada ok atma, mızrak atma, güreş ve yiğitlik yarışmaları yapılıyordu. Ordu bayrak açarak harekete başlıyor, ileriye keşif birlikleri gönderiliyordu. Bu birlikler Türkmenlerin askeri hareketlerinde önemli bir yere sahiptirler.

Örneğin, “Oğuz-name”de destan kahramanı Oğuz Han’ın keşif için gönderdiği süvari birliklerinden bahsedilmektedir. O, nizamlı ordu birliklerinden çekinerek, Irak’a saldırmadan önce 200 süvari toplayarak, onlara özellikle kaleler ve istihkamlara dikkat edip, bilgi toplamalarını emretmiş ve eklemişti: “Mümkün olursa, bunların içinde küçük olanlarını ele geçirin, fakat büyük ve iyi savunulan kalelere saldırmayın.”2

Oğuzların keşif birlikleri, yerli halkta korku uyandırmak için kendi ordularında sayısız asker bulunduğuna ve yenilmezliklerine ilişkin haberler yayıyorlardı. Ordu komutanları kendi casuslarından bilgi alarak esirleri titizlikle sorguya çekiyorlardı. Örneğin, Oğuz Han kendi vassalı olan hükümdarlardan birine: “…Rumların ve Frenklerin ülkelerinin konumu, onların orduları ve bu orduların bulundukları yerleri (öğrendiğinde) bu topraklara ordu gönderip oraları ele geçirebileceğini” söylüyordu.3

Türkmen ordusu, olağanüstü manevra kabiliyeti sayesinde büyük mesafeleri kısa sürede hızlı bir şekilde kat edebiliyordu. Büyük nehirler bile bu orduyu durduramıyordu. Oğuzlar büyük nehirleri hava doldurulmuş tulumların üzerinde geçiyorlardı. Oğuzların atlarına tutunarak nehri geçtikleri de söylenmektedir. Düşman topraklarına gönderilen öncü birlikleri burada kargaşa yaratıyorlardı. Hızlı ve ansızın yapılan saldırılar sayesinde küçük birlikler bile büyük şehirleri ele geçirebiliyordu. Savaş öncesi keşif yapan öncü birlikleri gönüllü olarak teslim olan yerleri yağmalamazdı. Bu kurala ciddi bir şekilde uyuluyordu ve bu da fetihlerdeki başarının bir nedeniydi. Kalenin veya şehrin gönüllü teslim olmasından sonra ordu, kale duvarları dışına çıkarılıyor ve yalnız isyan çıktığı durumlarda tekrar içeri sokuluyordu.4

Düşman ordusuna, buradaki etkili kişileri ele geçirmek veya terör eylemleri düzenlemek amacıyla gizli ajanlar gönderiliyordu. Önemli savaşlardan önce ordudakilerin maaşları ödeniyor ve iki defa fazla yiyecek veriliyordu. Hükümdar bizzat kendisi askerleri önünde ateşleyici bir nutuk söylüyor ve gençlerin yeminini kabul ediyordu. Genelde, keşif bilgilerini

alan ordu hemen savaşa başlıyordu. Her bir birliğin kendi soy nişanı vardı. Daha büyük askeri birlikler ise büyük bayrak taşıyorlardı. Tanımlayıcı nişanlar olarak bazen sargılar ve dikmeler kullanılıyordu. Bunun dışında her birliğin savaşta kullanılan takma bir adı (uran) vardı. Bunun için atalardan veya akrabalardan en saygın birisinin ismi seçiliyordu. Uranlar ayrıca kuş ve hayvan adlarından da seçiliyordu. Tüm kabileler için genel bir uran da mevcuttu.5

Savaşa hazırlığa büyük önem veriliyordu. Mehter takımı davullara vurmaya ve borulara üflemeye başlıyor, ordu ise yüksek sesle takma adları bağırıyordu. Tüm bunlar düşmanda aşırı bir korku yaratıyordu.

Savaşa çevik süvari birlikleri başlıyordu. Onlar düşmanı yarı halka şeklinde kuşatmaya çalışıyor ve yayılarak uzaktan ok yağmuruna tutuyorlardı. Düşman üzerine yağdırılan oklar onların sıralarında bozukluk yaratıyordu. Arkadan gelen süvariler mızrak ve kement atıyorlardı. Bundan sonra kendi sıralarına geri dönüyorlardı. Çevik süvari birlikleri birkaç takıma ayrılıyorlardı. Birinci takım oklarını düşman üzerine yağdırarak ikinciye yer açıyordu. Bu, akşam olana dek böyle devam ediyordu. Böylece, sonu olmayan bir akım görünümü oluşturuluyordu. Sanki, Türkmenler ordu nizamını ve disiplinini bilmiyormuş gibi bir görüntü ortaya çıkıyordu. Fakat gerçekte çevik süvari birliğindeki askerler dağınık düzeni çok iyi biliyorlardı. Herkes kendi yerini biliyor ve komutanın emirlerini itirazsız yerine getiriyordu. Bu şekilde dağılarak kendi kayıplarını en aza indiriyorlardı. Bu ünlü saldırı taktiği tüm Türk halklarında görülmektedir.

Hafif silahlanmış süvariler, aralıksız saldırılarla düşmanı yorgun düşürerek aniden geri çekiliyor ve ağır silahlarla silahlanmış süvariler için yer açıyorlardı. Bunlar birbirine çok yakın şekilde dizilerek düşman sıralarını güçlü bir kama şeklinde yarıyor ve savaşın kaderini belirliyorlardı. Çevik süvari birlikleri tekrar dizilerek yanlardan düşmana saldırıyor ve kaçmasını engelliyordu. Savaşlarda düşmanı tuzağa düşürmek için aldatıcı geri çekilme taktiği kullanıyorlardı. Bu taktik Parfiyalılarda, Skitlerde, Sarmatlarda, Hunlarda, Oğuzlarda, yani Türkmenlerin tüm seleflerinde mevcut olmuştur. Bazen düşmanın sıraları önünde hendek kazarak geri çekilmek suretiyle düşmanı buraya çekiyorlardı. N. İ. Grodekov 1883 yılında şöyle yazıyordu: “Türkmenler düşmanın taktiğine veya savunma özelliklerine uygun olarak kendi saldırı taktiklerini değiştiriyorlardı. Hive veya Buhara’ya saldırı zamanı süvari Tekinler muhafızlarla (nükerler) önce ok savaşına başlıyor, sayısal üstünlüğe sahip olduklarında ise kılıç dövüşüne giriyorlardı. Özbeklerin sayısının çok olması durumunda ise onlar önce biraz geri çekiliyor, daha sonra ise düşmanı çalılıklara ve kum tepelerinin arkasına saklanmış piyadelere doğru çekerek kaçmaya başlıyorlardı. Piyadeler ani ok yağmuruyla muhafızları büyük kayba uğratıyorlardı. Türkmen süvarileri tekrar kılıç dövüşüne giriyor ve kaçanları takip ederek öldürüyor veya esir alıyorlardı”6

Kanımızca, bu taktik “Goroğlu” (Köroğlu-A.A.) destanında da “it dalaşı” adıyla geçmektedir. Burada kahraman, düşmanı dar bir dağ çığırına çekerek aniden geri dönüp arkasından gelen düşmanı eziyor. Sonra ise tekrar geri dönerek kaçıyor. Onun yiğitleri ise bu sırada düşmana arkadan saldırıyor. Muhtemelen Goroğlu’nun “vellem-şah ve “aylan-tabakadlı askeri oyunları da taktik içerikliydi. Kahraman burada karşı tarafın ordusunu ikiye ayırarak kuşatmaya almıştı.7

Savaşta Türkmenler öncelikle düşman ordusunun komutanını öldürmeye ve bayrağını indirmeye çalışıyorlardı. Zira, bayrağın indirilmesi yenilgi anlamına geliyordu: “O, (Goroğlu-O.G.) yiğitlerini topladı. Sabah namazı vakti onlar naralar ve ‘Allah’ nidalarıyla atlarını (düşman üzerine) sektirdiler. Goroğlu direk sancak üzerine saldırdı. Kılıç darbesiyle sancağı düşürdü. Sancak düştü ve (savaşın kaderi) belirlenmiş oldu.”8

Şehirlerin alınması sırasında Türkmenler kuşatma makineleri, saldırı merdivenleri, alevli oklar kullanıyor, sıcak sıvı atıyor, duvarları ve kale kapılarını yakıyor ve hendek açıyorlardı. Kalenin güçlü istihkamlarının ve büyük askeri birliğinin bulunması durumunda onu dört taraftan kuşatmaya alıyor ve yerli halkın direncini kırarak kaleyi ele geçiriyorlardı. Bazen açık savaştaki taktikle düşmanı aldatarak kalenin dışına çekiyorlardı. Bu durumda ordunun büyük bölümünü saklayarak küçük bir birlikle kaleye saldırıyorlardı. Düşman onların sayıca az olduğunu görüp kapıları açarak kendi birliklerini onların üzerine gönderiyordu. Türkmenler kaçarak düşmanı tuzağa düşürüyorlardı.9

Türkmenlerde iki tür savunma bilinmektedir. Kamp savunması ve kalede savunma.

Kamp savunmasında arabalar daire şeklinde diziliyor, bunların önüne ise hendekler kazılıyordu. Çemberin içinde ise savaşçılar, kadınlar ve çocuklar saklanıyordu. Genelde bu savunma türü tüm kabilenin göç ettiği veya çölde kamp kurduğu zamanlarda ani saldırılara karşı kullanılıyordu.

Kaynaklarda Oğuz kabilelerin kamp savunmasına ilişkin çok sayıda bilgi bulunmaktadır. Örneğin, “Oğuzname”de bu konuda şöyle denilmektedir: “…develeri ve katırları bir sıra halinde birbirine bağlayarak savaşçıların önüne dizdiler. Çadırlardan, yurtlardan ve diğer eşyalardan barikatlar kurarak onun arkasından onlara (düşmana-O.G.) ok atıyorlardı.”10
Bizans Prensesi Anna Komnena (XI-XII. yy.) da bu konuda şöyle yazıyordu: “Skitler (Peçenekler kastedilmektedir-O.G.) de savaş nizamı aldılar (zira onlar savaş ve sıra nizamı sanatına doğuştan vakıftırlar), çember oluşturdular, tüm taktik kurallarına uyarak kendi sıralarını ‘bağladılar’, kendi ordularını kuleler gibi kapalı arabalarla çevrelediler, daha sonra ise bölük bölük hükümdarın üzerine yürüdüler ve uzaktan askerlerimizin üzerine ok yağdırmaya başladılar.”11

Bu tür istihkamları ele geçirmek için düşmanın büyük kayıplar vermesi gerekiyordu. Zaman zaman arabaların arkasından düşman üzerine ok yağdıran hızlı süvari birlikleri çıkıyordu. Bu birlikler çıktıkları gibi hızlı bir şekilde de tekrar barikatın arkasına saklanıyorlardı. Bu savunma taktiğinden Orta Çağ tarihçisi Sibd ibni el-Cauzi de bahsetmektedir. O, Oğuzların kamp savunmasından hızlı saldırıya geçerek düşmanı yendiklerini yazmaktadır.12

XVI-XVII. yüzyıllarda Türkmenler kendi topraklarında küçük gözetim kuleleri (ding) ve küçük kaleler (gala) inşa etmişlerdi. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Türkmenler faal savunma yöntemleri benimsemeye başlamış ve tüm Türkmenistan’da saklanabilecek on binlerce büyük kale yapmışlardı.

Bu savunma yöntemini, ilk kez 1827 yılında Sarıkların, Hive Hükümdarı Allahkulu Han’a karşı isyanda kullandığı düşünülmektedir. Han’ın Abdullahan (Merv) Kalesi’ni ele geçirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmış ve Sarıklar başarılı bir karşı saldırı düzenlemişlerdi. İolotani Kalesi’nin savunmasında (1844) Salırlar ve Serahsa Kalesi’nin savunmasında (1850) Tekinler aynı taktiği uygulamışlardır.

Tekinler, 1879 yılında Ahal’de 45 bin kişi alabilen Gökdepe Kalesi’ni inşa ederek faal savunma taktiğini uygulamış ve 1879 yılında General Lomakin’in birliğini yenilgiye uğratmışlardır. Kale, yalnız 1881 yılında güçlü ağır top ateşleriyle alınabilmiştir.13

Türkmenler ve ataları kendi vatanlarını cesurca savunmuşlardır. Onlar döneminin en gelişmiş silahlarına sahip olmaları sayesinde geçen yüzyıllarda birçok büyük savaşlardan zaferle çıkmışlardır.

Orta Çağda Türkmenlerin en önemli silahı yay ve ok olmuştur. Ok atmanın öğrenilmesi için çocuk yaşlardan itibaren uzun süreli bir eğitim gerekiyordu. Skitlerin kullandıkları yaylar konusunda Antik Çağ tarihçisi Ammian Martsellin şöyle yazıyor: “O dönemde tüm hakların kullandıkları yaylar kavisli dallardan eğilerek yapıldığı gibi, Skitlerin her iki uçtan büyük boynuzlarla içeriye doğru eğilmiş yayları hilal şeklindedir. Ortadan ise düz ve silindir şekilli çubukla ikiye ayrılıyorlardı.”14

Skit yayları karmaşık bir mekanizmaya sahiptirler. Onların uzunluğu 60-100 cm arasında değişmektedir. Bu, Eski Çağ halklarının da hemen kullanmaya başladıkları güçlü ve uzun menzilli bir silahtı. M.Ö. 600 yılı civarında Yunanistan’da Skit yaylarına rastlanılmaktadır. Sanatta bunlar genelde Yunan tanrılarının sembolleri olarak tasvir edilmektedir. Midyalılar, Yunanlar ve Persler Skit yayına ve onun delme özelliğine büyük önem vererek gençlerin eğitim için Skit yay ustalarını özel olarak davet ediyorlardı.

Süvari savaşçılar devamlı olarak kendi silahlarını geliştirmenin yöntem ve usullerini arıyorlardı. Yaklaşık M.Ö. III. yüzyılda Skit-Hunların halefleri yayın uzunluğunu artırdılar (1, 5-2 metreye dek). Bu da onun menzilini artırmış oldu. Bu yay Hunlar sayesinde milattan sonraki ilk yüzyıllarda Doğu ve Merkezi Avrupa’da yaygınlaşmıştır. Bu yay tipi artık “Hun” veya “Türk” tipi olarak adlandırılıyordu. Bu tip yay Oğuzlarda X. yüzyıla dek mevcut olmuştur. Fakat sık sık baş gösteren uzun süreli savaşlar, ayrıca süvari savaşının öneminin artması yayın mekanizmasında bazı değişiklikler yapılmasını gerektirmişti. Onun ebatları biraz küçültülmüş, yakın mesafelere hızlı atışlara daha uygun hale getirilmiş, daha dayanıklı yapılmış ve ender hallerde kırılmıştır.

Yaylar birkaç türe ayrılmaktadır: savaş, antrenman, keskin nişancı, spor yayı vs. Yayların yapımı sırasında iklim koşulları dikkate alınıyordu. Ok atma tekniğinin anlatıldığı Orta Çağ Arap risalelerinden birinde yay kirişinin ipekten veya veterden yapılmaması tavsiye edilmektedir. Çünkü bu tür kirişler nemli ortamlarda esnemekte ve uzamaktadır. Oğuzlar kiriş için deve derisini kullanıyorlardı. Kirişi şu şekilde hazırlıyorlardı: Kesilmiş deri şeritlerini dikey şekilde asıyor, uçlarda açılmış deliklere çubuklar takıyor ve bu çubuklarla deri şeridini devamlı geriyorlardı. Bunu yaparken deriyi su ile ıslatıyorlardı. Kurumuş kirişi dikkatli bir şekilde cilalı bir taşla perdahlıyorlardı. Daha sonra kirişi, su geçirmemesi için yağda ıslatıyorlardı. Bu kirişler soğuğa, sıcağa ve neme karşı çok dayanıklı oluyorlardı.

Türkmen okçuları atış zamanı hedefe kadar olan mesafeyi azami uçuş uzaklığını, yörüngeyi ve balistik özellikleri dikkate alıyorlardı.

Hareket zamanı yaylar, kirişleri çıkarılarak sağ omuza asılan özel kılıflarda taşınıyordu. Türkmen yayları, günümüzdeki spor yaylarının gücünü (20 kg) dört defa aşan büyük bir öldürücü güce (80 kg) sahiptiler. Bu yaylardan atılan oklar düşmanın zırhını ve kafatasını rahatça delip geçiyordu. Nitekim destanda Goroğlu’nun oklarının yedi küreyi veya yedi fili deldiği söylenmektedir. Bununla bir anlamda yayın delme özelliğine dikkat çekilmektedir.15

Oklar kamıştan, beyaz kavaktan vs. yapılıyordu. Çubuğa çeşitli sayıda yüzleri bulunan (dört yüzlü, iki yüz

lü, üç yüzlü) uçluklar (demir, bronz, kemik) takılıyordu. Bazen uçluklarda düdük bulunuyordu. Okun uçuşu zamanı bu düdükten düşmanda panik yaratan korkunç bir ses çıkıyordu. Çin kaynaklarının birinde Hun hükümdarı Mete’nin “…düdük yaparak kendi adamlarına… ‘düdüğün uçtuğu yere oku atamayanların kafası kesilecek’ emriyle at üstünde ok atma eğitimi vermeğe başladı.” ifadesi geçmektedir. Çinliler bu okları “kornalı” olarak adlandırıyorlardı. Muhtemelen bu oklar komutanın seçtiği hedefi askerlere bildirmek için kullanılıyordu.16

Oklara, uçuş sırasında yön değiştirmemesi için kuş teleği takılıyordu. Kuyruk kısmına yakın, savaş sırasında farklı ok türlerini ayırt edebilmek için boya sürülüyordu. Okların çoğu zehirli oluyordu. Genelde yılan zehri kullanılıyordu. Ayrıca çıkarıldığı zaman derin yaralar açan dişli oklar da kullanılıyordu. XIII. yüzyılın başlarında Türkmenlerin okluklarında altmış ok bulunuyordu (30 adet küçük ve düşmanın atlarını vurmak için 30 adet büyük levha uçluklu).

Orta Çağ döneminde kavisli kılıç (bir tarafı keskin) yaygın bir şekilde kullanılıyordu. Antik Çağ’da Türkmenistan topraklarında 45-50 cm uzunluğunda her iki tarafı keskin kılıçların ve 30 cm uzunluğunda her iki tarafı keskin Skit tipi hançerlerin kullanıldığı bilinmektedir. Daha sonraları bunların yerini çok uzun ve ağır Sarmat kılıçları almıştır. Kavisli kılıçların ne zaman onların yerini aldığı belli değildir. Kavisli kılıçların ilk örneklerinin yaklaşık M.Ö. III. yüzyılda Skit-Trakyalı süvari savaşçılarda görüldüğü düşünülmektedir. Kavisli kılıçların ortaya çıkmasının süvariye at üzerinde dayanıklılık ve geniş hareket alanı sağlayan üzenginin ve sert eyerin meydana gelmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu görüşü mevcuttur. Süvari, üzengiler üzerine kalkarak tüm gücüyle kesebiliyor, eyer kavisine tutunarak geriye hamle yapabiliyor, ellerini bırakarak ayaklarıyla yönlendirebiliyordu.

İlk kavisli kılıçların boyu uzundur. Oğuzların ve Peçeneklerin kullandıkları kavisli kılıçların uzunluğu bir metreyi buluyordu, Kıpçaklarınki ise daha uzundu. Kavisli kılıcın her iki tarafı keskin kılıçtan çok daha hafif olmasına rağmen, onun doğru hesaplanmış darbesi her iki tarafı keskin kılıcın darbesinden daha güçlüydü. Kavisli kılıç çevik süvarilerin yakın dövüşünde etkili bir silahtı. Kamasının kavisli olması ve kabzasının kesen tarafa eğimli olması sayesinde kavisli kılıçlar daire çizerek darbe zamanı vücudun daha büyük bir bölümünü yaralıyordu.

Kavisli kılıcı, keskin tarafı toprağa doğru ve kamasını kında olmak kaydıyla kemerde taşıyan Perslerden farklı olarak Türkmenler kavisli kılıcı sağa sola hareket edebilen ipek kayışta taşıyorlardı. Bu durumda kavisli kılıcın kaması sol tarafta ucu yukarıya doğru asılmış olarak bulunuyordu. Bu konumda kavisli kılıç rahatça kınından çıkarılabiliyordu. Ayrıca, kamasının dörtte birlik bir bölümü kınından çıkarılmış vaziyette de saklanabiliyordu. Bu durumda içeriye nem geçmiyordu.17

Orta Çağ döneminde ağır silahlı Türkmen süvarilerinin esas silahı mızrak (suni, cıza, nayza) olmuştur. Kaynaklardaki bilgilere göre bunların uzunluğu 6-8 metreyi buluyordu.18 Ağır silahlı bir savaşçı için çevik süvari veya piyadelerle savaşta bu tür bir silah az etkiliydi. Fakat sıkı bir sıra oluşturan zırhlı süvariler büyük güce sahipti ve saldırı sırasında düşmanı geri püskürtebiliyordu. Bu tür mızrakları kullanabilmek için büyük beceri ve kas gücü gerekiyordu. Mızraklı savaşçılar ayrıcalıklı bir bölük oluşturuyorlardı.19 Son Orta Çağ döneminde tarih sahnesinden çıkmış bu uzun mızraklardan destanda da bahsedilmektedir. Goroğlu’nun “dört yüzlü uçluklu çelik mızrağı” (çar perreli polat nayza) vardı. Mızrağı kahramana veren yaşlı adam “bu mızrağı taşıyanın pirinin (himayecisi-O.G.) çok güçlü olması gerekir” diye uyarıda bulunuyor.20

Yakın dövüşte kullanılan etkili silahlardan biri de savaş baltası veya ağzı kavisli uzun saplı baltalardır, (aypalta). Bunlarla zırhı kırmak ve derin yaralar açmak mümkündü. Hafif olmasına rağmen, baltanın darbesinin gücü, darbenin indirildiği alanın daha küçük olması nedeniyle, kavisli kılıçtan daha büyüktü.

Göğüs göğüse çarpışmalarda süvariler ve piyadeler ağaç, sopa ve çomaklar (gürzi, şeşmer) kullanıyorlardı. Savaşçılar sıradan sopalar kullandıkları halde daha zengin süvariler 200-300 gram ağırlığında, dikenli ve dışbükeyli demir başlığı bulunan gürzler taşıyorlardı. Bu gürzle zırhları delmek ve istenilen yönde hızlı darbeler indirmek mümkündü. Sopa oyunu kendi ustalıklarını gösteren pehlivanların en çok sevdikleri eğlencelerden biriydi.

Oğuzların “Gorkut-ata” (Dedem Korkut) destanında Kan Turalı sopayı havaya fırlatıp hızlı bir şekilde tutarak bir oyun sergilemektedir. Türkmenlerin ulu ecdadı Gorkut-ata şöyle nasihat ediyor: “Burabilen yiğit için sopa kılıçtan ve oktan yeğdir.”21

Dede Korkut” destanında Oğuzların savaşta sapan (sapanca) kullandıklarından bahsedilmektedir: “Karaca Çobanın sapanı… üç yaşlı buzağının derisinden dikilmiştir. Dikiş için üç keçinin yünü kullanılmıştır. O, her defasında on iki batman ağırlığında taş fırlatıyordu.”22

Türkmenlerde çeşitli bıçak ve hançer türleri (gezlik, covher pıçagı) bulunmaktaydı. Bunun dışında, kama adı verilen kılıç şekilli ve her iki tarafı keskin hançer de mevcuttu. Covher pıçak en iyi çelikten hazırlanan, bir ta

rafı keskin bir tür hançerdir. Bu tür bıçakların kabzası (genelde fildişinden), kaması ve kını oymalarla süsleniyordu. Asıl hançerin kamasında Allah’ın adı veya Kur’an ayetleri yazılıyordu. Bunlar savaşta çok ender kullanılıyordu. Bunların büyük sihirli güce sahip oldukları düşünülüyor ve hakimiyet sembolü olarak görülüyorlardı. Hançerleri genelde hanlar ve serdarlar taşıyorlardı.

“Goroglu” destanında “iki yüzlü hancardan (her iki tarafı keskin hançer) bahsedilmektedir. Bunun yanı sıra, dört yüzlü süngü benzeri hançerler de kullanılmıştır. P. von Vinkler 1894 yılında Doğu halklarının silahlarından bahsederken, konçarın (hançer) düşmanın halkalardan örülmüş zırhını delmek için kullanılan ensiz kamalı uzun ve düz dörtyüzlü kılıç olduğunu belirtmiştir.23

XIX. yüzyılda kementler (yüp kement) henüz önemlerini kaybetmemişlerdir. Bu süvari savaşçıların eski bir silahıdır. Yünden veya at tüyünden örülen kement, becerikli ellerde çok etkili bir silahtır. Hızla atılan kement düşmanı eyerden indiriyor ve kemendi atan onu sürükleyerek götürebiliyordu.24

Türkmenlerin bir diğer silahı da kamçı olmuştur. Kamçı sadece atı yönetmek için kullanılmamıştır. Kamçının ipinin ucuna demir küre bağlanıldığında o, çevik süvarilerin etkili bir silahına dönüşebiliyordu.25

XVIII-XIX. yüzyıllarda Türkmenler fitilli tüfek (multuk) kullanmışlardır. Bu ateşli silahın iki türü vardır: Namlusu yivli (hırlı tupen) ve yivsiz (gara tupen) olanlar. Tüfek demir namludan (nil), tetikten (meşa), sürgüden (mis yaran), kundaktan, üç ayaklı sehpadan vs. oluşuyordu. Ayrıca, Türkmenlerin kemerlerinde taşıdıkları kısa namlulu tüfekten de bahsedilmektedir. XIX. yüzyılın başlarında Türkmenlerde mekanizması silisten yapılan tabancalar ortaya çıkmıştır.26

Türkmenlerde bulunan zırhlar içinde halkalardan örülmüş zırhlı yelek (“demir don”-“demir halat”, sovut), zırh levhalar (çar ayna), miğfer (“demir telpek”-“demir papaha”, tuvulga), yen (golçak), siper (galkan belirtilmektedir.27

Türkmenlerin kullandığı miğfer sferik koni şeklinde olmuştur. Kılıç darbeleri bu miğferin sathı üzerinden kayıyordu. Bu yüzden de bu miğfer türü süvari kılıç dövüşlerinin olduğu bölgelerde uzun süre kullanılmıştır.28

Zırhlı yelek büyük metal halkalardan yapılıyordu. Türkmenlerde cebeler de (pullardan ve levhalardan yapılmış) bulunmuştur. Siperler daire şekilliydi. Savaşçılar genelde üzerine birkaç kat deri çekilmiş ağaçtan yapılmış siperler taşıyorlardı. Batırlarların kullandıkları siperlerin ortasına ilave olarak kabarık metal kase, diğer kısımlarında ise metal levhalar bulunuyordu. Sadece süvariler için öngörülmüş bu daire şekilli siperler at üstündeyken vücudun sadece üst kısmını koruyorlar ve kılıç, ok, mızrak ve gürz darbelerini önleyen bir araç görevini yerine yetiriyordu. Goroğlu şöyle sesleniyordu: “Yiğidin kalesi (sağlam) siperidir. Siperi kullanmayı bilmiyorsan başın derttedir.”29 Yukarıda sıralanan savunma araçları dışında Türkmenler metal diz levhası (dizlik) ve kalça levhası (butluk) kullanmışlardır.30

Orta Çağ Türkmen savaşçılarının silah takımlarından bahsetmek gerekirse, bunlarda Türk-Fars isimlerinin korunup saklandığını söylemek gerekir. Örneğin Selçuklar döneminde savaş baltalarından (tarbazin), hilal şekilli baltalardan (nacah, Türkmenlerdeki aypaltanın benzeri), gürzden (gorz, durbaş), siperlerden (separ), mızraklardan (nayza), zırhlı gömleklerden ve cebelerden (couşan, zereh), kılıç türlerinden (karaçur) vs. bahsedilmektedir. Belirtmek gerekir ki, fakir Türkmen savaşçılarında bu silah takımlarının tamamı bulunmamaktaydı. Bunlar, cebe yerine öküz derisinden yapılmış kalın yelek, miğfer yerine ise kılıç darbesinin gücünü hafifleten koyun derisinden yapılmış yüksek papaha (telpek) giyiyorlardı.

Cebe giyinmiş süvariler harika bir görüntü oluşturuyordu. XVII. yüzyılda Ebulgazi Han “Türkmen Şeceresi” adlı eserinde zırh giyimli Türkmen ordusunu şöyle tasvir ediyor: “Görünüşte onlar bin kişi kadardılar. Yedi yüzünün veya sekiz yüzünün üzerinde zırh levhaları bulunuyordu. Cebeler, miğferler, ayak zırhları, diz levhaları, savaşçıları gözleri dışında hiçbir açık yer bırakmayacak şekilde örtüyordu.”31

Ordu düzeni de büyük önem taşımaktaydı. “Oğuzname”de ordu düzenine ilişkin ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölüm Reşideddin (XIV. yy.) tarafından kaleme alınmamıştır. Fakat Timurlular dönemindeki Oğuz destanlarına dayanarak metni ortaya çıkarmak mümkündür. Kaynaklarda Orta Çağ’da Türkmen ordusunun yedi kısma ayrıldığından bahsedilmektedir. Araştırmalar bu sınıflandırmanın şu şekilde olduğunu göstermektedir: Dümdar kolu (karavul), çevik kuvvet birliği-genç savaşçılar (yerivul), sol kanat (sol kol), sağ kanat (on kol), merkez (kol), ihtiyat (okçe, cigdavul), konvoy ve muhafızları (buhtarma). Kabilelerin isminin geçmemesi çok ilginçtir. Muhtemelen onlar ayrı ayrı ordu birliklerine bölünmüşlerdi. Kabilelerin bu şekilde ayrılması ordunun savaş kabiliyetini yükseltiyor ve kabile ayrımcılığını önlüyordu. Birlikler onluklara, yüzlüklere ve on binliklere ayrılıyordu. Bir yüzlükte bulunan ve ortak bir düşmana karşı savaşan ayrı ayrı kabile ve soy mensupları arasında savaş kardeşliği oluşuyordu. Bu, kabileler arası karşıtlığı zayıflatmakla kalmıyor, ayrıca kabilelerin

kaynaşmasına da olanak sağlıyordu. Ancak kabileler de bölgesel-askeri ağırlıklarını koruyorlardı. Her kabileye belli bir bölge tahsis ediliyordu. Çadırlar özel komutanların yönetiminde onluklarda, yüzlüklerde ve binliklerde birleşiyorlardı. Her bir çadır onluğu kendi savaşçılarını silah ve yiyecekle teçhiz etmekle yükümlüydü.32 XVIII-XIX. yüzyıllarda Hive Hanlığı’nda yaşayan Türkmenler her aileden iki süvari veriyorlardı.33

Türkmenlerde kabile kurumunun XX. yüzyıla kadar devam etmesi muhtemelen askeri yaşam tarzından kaynaklanmıştır. Sık sık baş gösteren savaşlar bu mini-devletlerde yaşamayı zorunlu kılıyordu. Kabilede “… gerektiğinde onların hepsi iyi şekilde silah kullanabilen ve cesurca ölüme giden savaşçı oluyorlardı.”34

Aşiret reisleri beyler güçlü hakimiyete sahiptiler. Hükümdara asker temin etmenin yanı sıra beyin kendi silahlı birliği (nükerler) de bulunuyordu. “Korkut Ata” destanında şöyle deniliyor: “O gün korkunç bir savaş günü idi; savaş alanı kellelerle örtülmüştü, kafalar kesilmişti… o gün korkunç bir kıyamet gününe benziyordu. Bey kendi nükerinden, nüker de kendi beyinden ayrı düşmüştü.”35

Muzaffer savaşçılar ve beyler hükümdardan aldıkları topraklar karşılığında belli sayıda süvari temin etmek, onları tam teçhiz ederek devleti bu külfetten kurtarmakla yükümlüydüler. Selçuklu sultanları Alparslan (1063-1072) ve Melikşah’ın (1072-1092) hakimiyetleri döneminde Türkmen ordusu yeniden yapılandırıldı. Aşağıdaki kollardan oluşan karmaşık yapıya sahip bir ordu kuruldu: askar-sultanın kendi muhafız birliğinin (havass) de içinde bulunduğu esas süvari birlikler; vasalların ve yönetimdeki hanedan mensuplarının birliklerinin de dahil olduğu yardımcı süvari birlikler (cund); piyaşdeler (muşat). Ağır silahlarla silahlanmış Türkmen-Selçuk süvarileri (oğlan) esas gücü oluşturuyorlardı. İlginçtir ki, askeri zadegan birlikleri kurumu (ağır silahlı süvariler) ta eski zamanlardan beri Türkmenlerin oluşumunda önemli rol oynamış ve ağır silahlı süvariyi taşıyabilecek iri yarı atlara (Ahalteke atlarının ecdadı) sahip olan halklarda (Massagetler, eski Türkler) mevcut olmuştur.

Hükümdarın özel muhafız birliği birkaç yüz askerden oluşuyordu. Onlar, özel askeri okullarda piyadeden tam ekipmanlı süvariye kadar birkaç yıl eğitim görüyorlardı. Bunlar savaşlarda olgunlaşmış savaşçılardı.

Muhafız birliği kabile-aşiret düzenine karşı oluşturulmuş iktidar organıydı. Bu birlik, seçkin savaşçı birliği olarak özgür Türkmen kabile yöneticileri veya zadeganlar arasından seçiliyordu. Bunun dışında bu birliğe dahil olanlar (nükerler) hükümdarın özel muhafızı olup önemli diplomatik görevleri yerine getiriyorlardı. Şöyle ki, 40 nükerin önderi olan Goroğlu birkaç muhafızını (bunlar içinde onun silah taşıyanı da bulunuyordu) elçi sıfatıyla Gürcü çarına göndermiştir. Taymaz Bey’in önderliğindeki bu heyet çarın kızını Goroğlu’ya istemiş ve görüşmeler yapmıştır.36

Muhafızların en doğru tanımını B. Y. Vladimirtsov vermiştir: “Nükerler kendi reisleriyle birlikte yaşayan devamlı askeri oluşumdur. Onlar çekirdek ordu niteliği taşıyorlardı. Her bir nüker geleceğin subayı ve ordu komutanıydı.”37

Gerçekten, nükerin konumu birçok büyük askeri birlik komutanlarının konumundan daha yüksekti. Gerektiğinde nükerler üst düzey askeri görevlere atanıyorlardı. Şöyle ki, “Goroğlu”da Myati Kosel isimli kahramanın nükerlerinden biri 10 bin kişilik orduya (lek) komutanlık yapıyordu.38

Orduda ayrıca, cengaverler (batırlar, alpler) de öne çıkıyordu. Onlar tüm birliklerde bulunuyor ve en kritik anlarda savaşa katılıyordu. Göğüs göğüse savaşta her batır on düşmana bedeldi. V. Gordlevskiy’in yazdığı gibi, “hatta sultanlar bile, unvanlarını unutarak hevesle göğüs göğüse savaşa giriyorlardı. Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev Bizans’ta muhacerette olduğu sırada İmparatoru aşağılayan dik kafalı Trakyalıyı göğüs göğüse savaşa davet etmişti.”39

Böylece, Türkmenler özgün bir ordu kurumu oluşturmuş, yüksek savaş becerilerine sahip olmuş ve bunları savaşlarda uygulamışlardı. Savaş sanatında ve silahlarda onlar Orta Çağ’ın en güçlü ordularından geri kalmamış, hatta bazı durumlarda savaş taktiklerine göre onları geride bırakmışlardı.

1 Gundogdıev, O. Sokolinaya ohota v turkmenskih stepyah, Turizm i pazvitie, Aşhabad, 1996, No 1; s. 35, Aynı yazar; Gahrımancılıklı eposlar ve turkmenlerin harbı tarıxı, Harbı sungat ve seveş taktikası, Esger, 23 iyul 1998, No 30.

2 Raşid ad Din Fazlallah, Oguz-name, Per. İ prim. R. M. Şukyurovoy, M. Dom Biruni, 1991, s. 57.

3 Ibid, s. 46.

4 Gundogdıyev O. A. Geroiçeskie eposı o voennoy istorii turkmen. Turkmen Arhiwi, Aşgabad, 1996, N0 1-2, s. 62-73; aynı yazar, Nekotorıe aspektı voennoy istorii po dannım geroiçeskih eposov, “Goroglı”: traditsii i sovremennost (tezisı dokladov), Aşgabad, 1994, s. 21.

5 Grodekov O. A. Voennaya organizatsiya Selcukidov, Posvyaşaetsya pamyati Togrulbeka (tezisı dokladov), Aşgabad, 1994, s. 21.

6 Grodekov N. İ. Voyna v Turkmenii, Pohod Skobeleva v 1880-1881 gg. SPb, 1883, T. 1., s. 56.

7 Gör-oglı, Turkmenskiy geroiçeskiy epos, Per. B. A. Karrıeva, M., Nauka, 1983, s. 591.

8 Ibid, s. 774

.

9 Raşid ad Din Fazlallah, Oguz-name. s. 56.



10 Ibid, s. 30.

11 Gundogdıev, O. A. Voennıe iskusstvo turkmen, Neytralnıy Turkmenistan, 21 Sentyabrya 1998, No 230.

12 Agadjanov S. G. Gosudarstvo Seldjukidov i Srednyaya Aziya v XI-XII vv., M. Nauka, 1991, s. 204-205.

13 Roslyakov A. A. Merv i razvitie voennoy strategii sredneaziatskih turkmen v XIX veke, Merv v dreney i sredneaziatskih istorii Vostoka, Aşhabad, Ilım, 1990, s. 73-74.

14 Gundogdıev O. A. Orujie Turkmen//Neytralnıy Turkmenistan. 3 Avgust 1998. No. 189.

15 Medvedev A. F. Ruçnoe metatelnoe orujie/luk, strelı, samostrel VIII-XIV vv., M.: Nauka, 1966. -c. 30-35.

16 Gordlevskiy V. Gosudarstvo Seldjukidovv Maloy Azii. M., L.: AH SSSR, 1941. s. 151; Hudyakov Y. S. Voorujenie eniseyskih kırgızov VI-XII vv. Novosibirsk: Nauka, 1980. s. 39-40.

17 Hudyakov Y. S. ibid; Gundogdıev, O. A. Voorujenie crednevekovıh turkmen//Voennoe iskusstvo i orujie turkmen IX-XIX vv. /tezisı I-y nauçno-praktiç. konf. tsii/Aşgabat, 1998, s. 20.

18 Guseynov R. A. Seldjukskaya voennaya organizatsiya//Palestinskiy sbornik. M., 1967. Vıp. 17. s. 146.

19 Rıbakaov B. A. Voennoe delo//İstoriya i kultura drevney Rusi. M., L.: İzd-vo AH SSSR, 1948. T. I. s. 404.

20 Gör-oglı. s. 421.

21 Tsit. po: Lipets R. S. Obrazı batıra i ego konya v tyurko-mongolskom epose. M.: Nauka, 1984. s. 79.

22 Anar, Dede Korkut. Baku, 1988. s. 30.

23 Von Vinkler P. Orujie. Rukovodstvo k istorii, opisaniyu i izobrajeniyu russkogo orujiya s drevneyşih vremen do naçala XIX veka. SPb, 1894. M., 1992. s. 286.

24 Gör-oglı. s. 159.

25 Lipets R. S. Ukaz. rab. s. 81.

26 Karadjaev Ç. Nekotorıe nazvaniya orujiya i oboronitelnıh dospehov turkmen//Pamyatniki Turkmenistana. 1976. No. 8. s. 15; Ovezov D. M. Naselenie dolinı Çandıra i srednego teçeniya Sumbara. Aşhabad: Ilım, 1976. s. 106.

27 Gör-oglı. s. 53, 422, 510, 585.

28 Kirpiçnikov A. H. Drevnerusskoe orujie. M., L.: İzd-vo AH SSSR 1971. Vıp. 3. s. 25.

29 Gör-oglı. s. 650.

30 Karadjaev Ç. Ukaz. rab. s. 15.

31 Abul-Gazi-han. Rodoslovnoe drevo tyurkov/Per. G. Sablukova//Eksperimentalnıy nomer jurnala “Aşgabat. 1994. No. 7. s. 201-202.

32 Gundogdıev O. A. Geroiçeskie eposı. s. 62-64.

33 İstoriya Turkmenskoy SSR/Pod red. A. Karrıeva i dr. Aşhabad: İzd-vo AH TSSR, 1957. T. I. Kn. 2. s. 66.

34 Tugan-Mirza-Baranovskiy V. A. Russkie v Ahal-Teke. 1879. SPb, 1881. s. 67.

35 Yakubovskiy A. Y. “Kitab-i Korkud” i ego znaçenie dlya izuçeniya turkmenskogo obşestva v epohu rannego srednevekovya//Kniga moego deda Korkuta. Oguzskiy geroiçeskiy epos. M., L.: İzd-vo AH SSSR, 1962. s. 127.

36 Gör-oglı., s. 553-554.

37 Vladim0y feodaliz/, L., 1934, s. 91.

38 Gör-oglı., s. 620.

39 Gordlevskiy V., Ukaz. rab., s. 152.

Türkmen Atı

Yrd. doç. Dr. Alİ Abbas ÇINAR

Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

ünya atları içerisinde en eski atlardan birini Ahal-Teke atı teşkil eder. Arkeolog ve tarihçilerin bir bölümü Ahal-Teke atlarının atalarının Nusay atları olduğunu ileri sürerler. Günümüz Teke Türkmenlerinin yoğun olarak yaşamış olduğu bölgelerden biri olan ve Ahal olarak bilinen Kopet Dağı bölgesi ve etekleri, bu atların ana vatanıdır. “Bilginlere göre atın ilk evcilleştirildiği yer Asya’dır. Avrupa’da tali olarak atın evcilleştirilmesi vaki olmuşsa da, bu daha sonraki devirlerde meydana gelmiştir. Hayvanların evcilleştirilmesi insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Bunlar arasında atın fonksiyonu çok daha belirgindir ve medeniyetin gelişmesinde tayin edici rolü vardır. Atın evcilleştirilmesi tarıma bağlı hayvancılığın kökleşmesini ve gelişmesini de sağlamıştır. Binek hayvanı olarak kullanılması ise insanlık tarihinin önemli bir kültür aşaması kazanmasına yol açmıştır.

1903-1905 yıllarında Amerikalı bilgin Pumpelli tarafından Türkmenistan’da, Anav’da yapılan kazılar, insanların hayvanlarla olan ilk münasebetini, yani ilk evcilleştirmeyi bundan tahmini 10.000 (Milattan 8000-9000) yıl öncesine kadar çıkarmıştır. İlk evcil ata ait kemiklere de milattan 6.000-8.000 yıl önceki devirlerde rastlanır. Bu at taş devrinde evcilleştirilmiştir. Evcilleştirme neticesinde kemik yapısı incelmiş, tip itibariyle değişme meydana gelmiştir. Türkistan’ın güney kısmı, Arap atı daha meydanda yokken güzel yapılı, cüsseli ve asil atlarıyla tanınmıştır. Birçok bilginin araştırmasına göre asil Doğu atı tipinin meydana geldiği yerlerin Türkistan’ın güney kısımları olduğu ileri sürülmektedir. Türkistan’ın orta ve güney kısımlarında bir kaç asil Doğu atı ırkları yetiştirilmiştir. Bunlar içerisinde en tanınmışları Türkmen atlarıdır. Türkmen atları içinde de iki ırk ayırt edilmektedir. Bunlardan biri Teke, diğeri Yomut atıdır. Son araştırmalara göre Teke atının, çoktan beri Türkmenler tarafından saf olarak yetiştirilen, çok eski Doğu atı numunesi olduğu Türkmen atlarının geçen yüzyılda Alman yarımkan atçılığına da tesiri olduğu malumdur. Yem ve bakım hususunda kanaatkardırlar. Teke atlarında vucut yapısı güzellik ve hız ifade eder”.1

At, binek hayvanı olarak ehlileştirildikten sonra, insanlara hareket serbestisi sağlamış, birbirinden habersiz yaşayan insan topluluklarının ilişki kurmalarına vesile olmuş, bu suretle de kültür alış-verişlerinin yaygınlaşmasına, medeniyetlerin gelişmesine etki eden bir varlık olarak tarihteki yerini almıştır. Türkmenlerce en eski çağlardan beri yetiştirilen at, Türkmen hayatı ve kültürünü şekillendirmiştir. “Atın ehlileştirilmesi olmadan Eskiçağ ve Erken Ortaçağın büyük ölçüdeki kavimler göçleri tasavvur dahi edilemezler” 2

Atın önce Türkmenler tarafından ehlileştirildiği ve onu binek hayvanı olarak kullanan ilk insanların Türkmenler olduğu, antropolojik ve arkeolojik verilerden çıkarılan sonuçlardır. Bu husus, Batılı araştırmacılar tarafında da kabul edilmekle beraber karşı görüşte olanlar, “at”ın, dolayısıyla da “atlı göçebe” kültürün kökenini farklı coğrafya veya milletlere bağlamaktadırlar.

İ. Zichy, merkezine “at yetiştiricilik ve çobanlık” bulunan ve “atlı göçebe kültürü” olarak nitelendirilen bu kültürün, M.Ö. 5000-4000 yıllarında teşekkül etmeye başladığını ve Yunan sanatının etkisiyle göçebe sanatının türü olan “hayvan” üslubunun ortaya çıktığını ve buradan Asya ve Avrupa’ya yayıldığını ileri sürmüştür.

İndo-German teorisini savunanlar, atın tarihin erken devirlerinde Çin’in Kansu bölgesine kadar, bütün Orta Asya’da yayılan ve aslında “göçebe” olan Hint-Avrupalılarca ehlileştirildiğini, at binme sanatının at kültürünün bu kurucularından öğrenildiğini ileri sürmektedirler.3
Araştırmacıların atın evcilleştirilmesi meselesine önem vermelerinin sebebi, bu hayvanın medeniyet ve kültür tarihinde oynadığı rolle yakından ilgilidir. Atın evcilleştirilmesi; insanlık tarihinde, özellikle de Türkmen tarihinde önemli bir aşamadır. Bu sebeple Türkmenlerin siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri hayatında oynadığı rol itibariyle Türkmen kültürünün ilk dönemlerinde meydana getirilen kültürel birikimi atlı-göçebe kültür ve medeniyeti olarak nitelendirmek gerekir. Bu kültürün merkezini at oluşturmaktadır. At sadece binit olarak değil, beslenme, giyinme, süslenme, ticari meta vb. olarak Türkmen hayatının hemen her alanında var olmuştur. Bu kültüre “göçebe” kültürü demek teorik olarak bazı eksiklikler ve yanlışlıklara yol açar. Türkmen kültürünün ilk dönemi sadece göçebe kültürü değildir. Bu kültürde at, sosyal ve ekonomik hayatta etkili rollere sahipken, göçebe kültüründe at, kültüre sonradan geçmiş maddi bir unsurdur4, atlı-göçebe kültürü, bozkır kültürü olarak nitelendirmekte ve bu kültürde atın yanında demirin de temel unsur olduğunu ileri sürmektedir.

At, yetişmiş olduğu coğrafya ve hayatında en çok oynadığı rol itibarıyla Türkmen insanına daha yakındır. Atlı göçebe kültür dairesinde at, yük, araba hayvanı olmaktan çok, binek hayvanıdır. Bu kültürde egemen olan unsur da biniciliktir. Başlangıçta geniş otlakları, yaylaları, su yollarını ve sürüleri bulmak, kollamak gibi çeşitli rollerle yüklenen at, askeri nitelik de kazanarak savaş atı tipine doğru gelişmiştir. Bu husus atlı-göçebe kültür döneminin alp tipine uygun düşmektedir.

Atın ilk ehlileştirildiği yerin Türkistan cağrafyası olduğunu Oraz Gündoğduyev (1994) ve Nimet Resulov (1985) da belirtmektedir. Buna göre önce Türkistan’da, daha sonra İran yaylalarına, oradan Anadolu’ya ve diğer yerlere yayılmışlardır.5 Nimet Resulov’un V.P. Dobrinim’den naklen verdiği bilgiye göre Anadolu’nun eski halklarından Sümerler ve Hititler atı “Doğu’dan gelen hayvan” veya “Doğu eşeği” biçiminde adlandırmış veya tarif etmişlerdir. Atın evcilleştirildiği yer Türkistan coğrafyası olduğu gibi ilk evcilleştirenler de Türkmenlerdir. Pazırık kurganında çıkan at iskeletleri de bu gerçeği teyit etmektedir. Eski tarihlerde Çinliler ve diğer devletlerle yapılan alış-verişlerde atın takas edilmesi,6 bu hayvanı ilk evcilleştiren veya ehilleştirenlerin Türkmenler olduğunu gösteren başka bir delildir. Takas edilen nesne, o malın çokluğu ile ilgilidir.

W. Koppers7 atın ehlileştirilmesi ve atlı çoban kültürünün ortaya konmasının Oğuzlara bağlanabileceğini, insanlık tarihinde ulaşılan bu başarının kavimlerin ve diğer kültürlerin gelişmesinde fevkalede sonuçlar doğurduğunu, tarihi gerçeklerin ve büyük devlet esası için gerekli şartların ancak bu sayede belirlenebileceğini gösterdiğini ifade etmekte, Türkmenlerin atalarının insanlık tarihine yaptıkları önemli katkıyı dile getirmektedir. Orhun yazıtlarından anlaşılabileceği gibi Çinliler ordularını Göktürklerden aldıkları atlarla oluştururken mübadele aracı olarak ipeği kullanırlar. Hun döneminde başlayan at ihracı Göktürk döneminde de en önemli ihraç malıdır. Öte yandan İran, Suriye ve Hindistan’a at ihracının yapıldığı tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır.8

Ahal-Teke atlarının ortaya çıkış tarihi hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunların bir bölümü varsayım olsa da genel olarak tarihi verilere dayanmaktadır. Gorelov,9 Kolosovskozo’nun “Türkistan Atları” adlı eserinden naklen Heredot’un M.Ö. V. yüzyıl bölge atçılığından söz ederken Nissaya da (Merv bölgesinde) 20.000 at yetiştirildiğini ifade etmektedir. Bölgedeki güçlü ve güzel atlara hayran kalan Heredot, yetiştirilen atların soylara ve sahip oldukları değerlere göre farklılaştıklarını belirtmektedir. Buna göre yöre ahalisi at yetiştiriciliği ve yetiştiricileriyle ünlüdür. Heredot’un verdiği bilgileri esas alan bazı araştırmacılar Gorelov10 tarihi kaynaklarda Niss veya Nisseya olarak bilinen eski Merv topraklarında İran Şahı için yetiştirilen atların Fars kaynaklı olduğunu ileri sürmekteyse de bu doğru değildir. Bunu, Şah’a verilen vergi veya ona satmak üzere hazırlanan mal olarak düşünmek gerekir. Merv, Göktepe, Aşkabat arasındaki bölge geçmişte olduğu gibi günümüz de de en güzel “cennet atları’nın yetiştirildiği bölgedir ve bu bölgenin devamlı mukimleri, Türkmenlerdir. Doğu’dan veya Batı’dan gelen saldırılar sonucu bazı Türkmen boyları kısa süreli aralıklarla bölgeyi terk etmişlerse de tarih boyunca bu bölgede hakimiyet kurmuş, burada dünyanın en güzel atlarını yetiştirmişlerdir. Türkmen soylu Büyük Selçuklu Devleti’nin daha XI. yüzyılda bu topraklarda ortaya çıkması ve geniş topraklarda hakimiyet kurması geçmişten gelen dokuyla bağlantılıdır.

Öte yandan insanların bu bölgeye egemen olmaları Türkmen atlarının İran kökenli olduğunu doğurmaz. Tarihi gerçekler bunun böyle olmadığını göstermektedir. Firdevsi’nin Şehnamesinde uzun uzun İran-Turan savaşlarından söz edilmektedir. Turan hükümdarı Efrasyab (Alper Tunga) komutasındaki ordunun atlıları İran hükümdarının korkulu rüyası olmuştur. Farslar ile Oğuz Ata’nın, Selçuklu Sultan Sancar’ın ve diğer Türkmenlerin düşmanlarıyla büyük mücadelesi olmuştur. Bu mücadeleler Türkmen atının yok olmasını değil, tersine savaşın kazanılma

sının ancak atlar ile sağlanabileceği gerçeğini ortaya çıkarmış, güçlü at neslinin çoğaltılması fikrini pekiştirmiştir.

V. O. Witt, atın ilk evcilleştirildiği yerin Orta Asya olduğunu ifade etmektedir. Vitt11 bu yerin İran ve Afganistan’ın kuzeyi ile Türkmenistan ve Özbekistan’ın güneyinde olduğunu ifade etmekte ve insanoğlunun daha hiçbir hayvanı evcilleştirmeden önce bölgede yabani atların dolaşmakta olduğunu ve bunları ehlileştirildiğini belirtmektedir. Araştırmacıya göre atın ilk ehilleştirildiği yer Anav olarak bilinen ve Türkmenistan’ın Aşkabat şehrine yakın Kopet dağı etekleridir. Bu bölgede bulunan arkeolojik kalıntılarda ata yönelik pek çok unsura rastlanmıştır. Buradan hareketle binlerce yıldan beri bu bölgede yaşamakta olan Türkmenlerin atalarının, atı ilk ehilleştirenler olduğu var sayılabilir.

Araştırmacı Ertuğrul Güleç’e12 göre “Büyük İskender, Asya Seferi’nde, bu atların süratine ve güzelliğine hayran kalmıştır. 15. ve 16. yüzyılda bu at Rusya’da tanındı ve Rus zenginleri tarafından satın alındı. Bu arada Almanya’ya götürüldü. Almanların ünlü atı Trakhener atının kökeni Ahal-teke atıdır. Michael Schafer’e göre Türkmen atları Arabistan’a geldi Arap atı oldu. Kuzey Afrika’ya geldi Berberi atı oldu, İspanya’ya geldi Endülüs atı oldu.

Ahal-Teke cinsi atlar bilinen en eski cins atlardandır. Bu atlar literatürde gök (asman) atları, Nusay atları, Türkmen atları ve Ahal-Teke atları olarak isimlendirilmişlerdir. Türkmenlerin sürdükleri hayat tarzı, Ahal-Teke atlarının saf bir ırk olarak günümüze kadar gelmelerine el vermiştir. Asırlar boyunca Ahal-Teke atlarının gücü, boyu, canlılığı ve güzelliği dillerde dolaşmıştır. Tarihi ve arkeleojik araştırmaların sunduğu bilgilere göre, Ahal-Teke cins atlar, en eski koşu atlarından inkişaf etmiştir. Arap atı, saf kan İngiliz atı, Trakener atı, Karabayır atı, Karabağ atı gibi at nesillerinin oluşmasında Ahal-Teke cinsinin büyük tesiri olmuştur”.

Bugün Ahal-Teke atları Türkmen halkının gururu, Türkmen Devleti’nin bir servetidir. Ahal-Teke atları, gerek Türkmenistan’da, gerekse yurt dışında spor atı olarak revaçtadır. Ahal-Teke atları koşularda, klasik at sporlarında, binicilikte ve sirkte kullanılmak üzere ihraç edilmektedir.

Zarif ve ince bir yapıya sahip olan Ahal-Teke atının kulakları dik ve ince, gözleri canlı ve parlak, boynu ince ve uzun, cidagosu yüksek, sırt ve bel kasları kuvvetli, sağrısı geniş ve hafif eğimli, incikleri kısa, kolları uzun, tırnakları küçük ve sağlam, burun delikleri geniş, burun uçları hareketli, tüyleri parlak, ince ve kısa, alnı yumru ve sert, kafası kuru ve etsiz, çene kemikleri iri, çene kemiklerinin arasına bir yumruk sığacak kadar geniş, göğsü geniş ve serttir. Halk arasında kamış kulaklı, ince belli, kalkan göğüslü olanlar tercih edilir. Kuyruğu ve yelesi genellikle kısa, kuyruk kılları incedir. Ahal-Teke atı boynunu, saldırıya hazırlanan bir kobra gibi dik tutar. Bu haliyle saltanat sahibi padişahı andırır. Gözleri keskin olduğundan uzağı görür ve tehlikeyi önceden tespit eder. Tırnaklarının sağlam olması uzun mesafeleri kat etmesinde ona önemli bir özellik sağlar. İnce yapısı nedeniyle az yem yer, az su içer. Açlığa ve susuzluğa dayanıklı, dağlık araziye ve çöl şartlarına elverişli bir varlıktır. Yeryüzünde çöle en dayanıklı atların başında Türkmen atları gelir. Bunda içinde Türkmenistan topraklarının da bulunduğu Karakum çölünün etkisi vardır. Çöl ve çöle yakın yaylalarda, Kopet dağları eteklerinde gelişimini sürdürmekte olan bu atlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu özellik ve niteliklere sahiptirler. Her türlü yürüyüşü (adi, tırıs, dörtnal) iyi şekilde gerçekleştirirler. Enerjisini birden bire harcamaz. Dörtnala, binicisini incitmeden uzun mesafeler kat edebilir. Binicisine sadık olan bu at Türkmenin can dostu, arkadaşıdır.

Türkmenlere göre cins atın belirli nitelikleri vardır. Cins at devamlı uzağı gözetler. Sürekli güneşe doğru otlar, gölgesini kendisine düşürmez. Sabah doğuya, akşam batıya doğru yayılır. Güneş batmadan önce onunla vedalaşırcasına silkinir, hafifçe kişner, başını aşağı yukarı oynatır, çeşitli hareketler yapar, kulağına yelesine düşürmez, dik tutar. Kahkülü yumuşak olup gözünü kapatmaz, kendisine yaklaşıldığını hemen hisseder.

Atın Türkmen sosyal hayatında oynadığı rol, onun büyük bir kültür mirası olmasına sebep olmuştur. Sözlü gelenek kültüründe bu varlığa karşı hayranlık, sevgi ve sempati duyulmuştur. Ünlü Türkmen şairi Mahdum Kulu, şiirinde, atın kulağının kamış, ağzının yırtmaçlı, sağrılarının geniş, göğsünün sert, gözlerinin iri olmasını istemekte, tercihlerini belirtmektedir.

Köroğlu Destanı’nda, Köroğlu’nun Kır At’ı kamış kulaklı, kuş kanatlı, şafak yıldızı gözlü, selvi boylu, elma yanaklı, ceylan sekişli, gelin gülüşlü, kız duruşlu, kartal avazlı, savaşta ejderha ağızlıdır. Bir sıçrayışta kırk arşın yol alır. Düşmana karşı amansızdır. Gözleri fıldır fıldır döner. Düşmana saldıracağı zaman dört ayağını diker, boynunu uzatır, gözleriyle etrafını yoklar ve kişnemeye başlar. Savaş meydanının cengaveridir. Yürüyüşü ve haykırışıyla yer sarsılır, kaplan gibi ortaya atılır, düşmana zayiat verir.

Düşmanın gözlerinde ateşler yakar. Düşmanı koyun gibi kovalar, onlara saldırır, ısırır. Köroğlu yaralandığında onu düşmandan kaçırır. Köroğlunun dostu, yoldaşı, kardeşi, ortağıdır.

Türkmen şairi Meteci, bedevi tarif ettiği şiirinde (Çerkezov-Ağageldi13 atın “şahmaran dilli, sıkı belli, uzun boylu, geniş sağrılı, kız duruşlu, tavşan yürüyüşlü, yüksek kalçalı, görkemli, güçlü, alnı nişanlı, kamış kuyruklu, kargı kulaklı, güçlü toynaklı, parlak tüylü, görkemli, elma gözlü ve badem göz kapaklı” olmasını tercih ettiğini ifade etmektedir. Bu tercih Türkmenlerin genel tercihini de yansıtmaktadır. Bu istek Köroğlu’nda da vardır. Meteci’ye göre, güçlü ve güzel bedev rüzgar gibi hızlıdır. Üstündeki eyer altın kaplama, köynekçesi atlastandır. Yuları altın işlemeli ibrişimdendir. Üzerine binildiğinde tatlı bir esintilik sağlar, “bad-ı, saba”yı andırır, yürür, bazen gökyüzüne uçar.

Atın güçlülüğünü sağlayan temel unsurlar vardır. Bunlardan biri de ayaklarının sağlamlığıdır. Yürüdükçe ayaklarının ve bedeninin gücünü artırır. “At ayağından semrer”; “atta ayak bolsa (olursa)/özge sın (başka sınama) gerekmez”; “atla ayak bolsun/erde gayrat.” atasözlerinde sağlamlığının ayaklarından belli olduğu vurgulanır. Ayakların sağlıklı ve sağlamlığı atın güçlülüğünün ifadesi olarak düşünülür: Gavunu kabağından (dışından) tanarlar/bedevi söbüginden (tabanından). Atın keskin gözleri olmalıdır. “Avcı görmese it görür/it görmesse at görür”, “iyi at önünü gözler” atasözleri bunun ifadesidir.14

Ahal-Teke atları cennet atları olarak bilinir. Bu konuda pekçok efsane veya inanış vardır. 1935 ve 1988 yıllarında Türkmen atçılarının Aşkabat-Moskova yürüyüşünde, Ahal-Teke atları, uzun mesafeli koşulara ve her türlü zorluklara dayanıklılıklarını bir kere daha ispatlamışlardır. Tarihi devir içerisinde, çölde veya dağlık alanlarda göçebe veya yarı göçebe olarak yaşamış Türkmen için at, su ve hava kadar gerekli olmuştur.

Ahal-Teke cinsi atlar binlerce yıllık zaman dilimi içerisinde oluşmuştur ve bunları dört grupta değerlendirmek mümkündür. Ahal-Teke atlarında baş normal büyüklükte olup kurudur. Yüz kısmında, yüzün dışına doğru bir daralma vardır, alın yassı olup geniştir. Kulaklar dik ve hareketlidir. Gözler iri, saydam ve anlamlıdır. Melekuş, Beknazar ve Toparbay adlı atlar gözlerinin güzelliği ile anılırlar. Burun delikleri geniş, ağız ve dudaklar normal büyüklüktedir. Dudaklar ince olup alt çene hareketlidir. İnce bir deriye sahip olduğundan kan dolaşımını dışardan görebilmek mümkün olabilmektedir. Boyun uzun, hafif ve incedir. Bu incelik boynun baş ile birleştiği yerde daha da belirginleşir. Cıdago yüksek, kürek kemiği geniş ve uzundur. Bel uzun ve yumuşaktır. Sağrı uzun, geniş, kuru ve genelde basıktır. Ayaklar kuru ve kalındır. Diz kuru, fakat hacimli değildir. Tırnak küçük, fakat oldukça sağlamdır. Hareketsiz duruşta damarlar görülebilmektedir.

Günümüzde en güzel Ahal-Teke atları Aşkabat yakınlarındaki Aşkabat etrafı Saparmurat Türkmenbaşı Harası’nda yetiştirilmektedir. Bu hara, 1923 yılında Aşkabat dışında bulunan Birkov’da kurulmuş ve Ahal-Teke atlarının en güzelleri buraya toplanmıştır.

Aşkabat Aylavı (Hipodromu) Merv ve çeşitli devlet üretme çiftliklerinde Ahal-Teke Atı yetiştirilmektedir. Son yıllarda devletin teşviki ile özel girişimcilik de desteklenmektedir. Özel kişiler bu konuya ağırlık vermekte, Aşkabat Hipodromu içerisinde veya başka alanlarda koşu atı yetiştirmektedirler.


“Ahal-Teke Atı”, Türkmen Sovyet Ansiklopedisi, Aşkabat 1974, C. 1, s. 238-240.



Yüklə 15,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   111




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin