a-) Fransa’da Modern İçerikli Sportif Pratikler:
İngiltere’ye göre aristokrasi egemenliğinin daha geç dönemlere kadar sürdüğü ve burjuvazi ile aristokrasi arasındaki rekabetin daha çatışmacı bir ortamda devam ettiği Fransa’da, tüccar sınıfların toplumsal egemenliği soylulardan devralmasına kadar sportif pratiklerde ortaçağ özellikleri hakim olmuştur. İngiltere ve Almanya’ya oranla ticari faaliyetlerin daha fazla hor görüldüğü Fransız toplumunda; evlilik, satın alma vb. metotlarla soylu sınıflara karışan yeni zenginler aristokrasinin yaşam tarzını benimsemişler ve aristokrasinin ilkelerine hem içsel hem de dışsal olarak uyum sağlayarak mevcut feodal yaşam tarzında en ufak bir değişikliğe gitmemişlerdir (Sombart, 1998).
Ancak Fransız toplumunun sınıfsal yapısında bir dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz 16. yüzyıl sonu, 17. yüzyıl başlarında burjuvazi kökenli çok sayıda zenginin soyluluğa geçişi ve IV. Henry döneminde yerli sanayinin güçlendirilmesini teşvik amacıyla soyluluğun ticari zenginlere dağıtılması ve bu zenginlerin soyluluklarının yasalarla meşru bir zemine oturtulmasıyla birlikte burjuvazi kendi sınıfsal yaşam tarzını ortaya koymaya başlamıştır (Bachler v.d, 1988). Bu dönemde çok sayıda soyluluk unvanı el değiştirmiş ve bu unvan alışverişleri yasalarla garanti altına alınmıştır. Böylece ticaretle zenginleşen burjuvazi, ülkenin ve toplumun yönetimine bir adım daha yaklaşmıştır. Bu nedenle Fransız toplumunda Ortaçağ sportif pratikleri İngiltere’ye göre daha geç terk edilmiş ve aristokrasinin ayrıcalıklarından olan kılıç kullanma, binicilik, avcılık vb. sportif pratikler bu sınıfın tekelinde varlığını sürdürmüştür.
Başta Rousseau olmak üzere Fransız aydınları İngiltere’de uygulanan beden eğitimi faaliyetlerini ve örgütlü spor çalışmalarını örnek göstererek Fransız toplumuna uygulamak istemişlerdir (Alpman, 1971: 194-198). Ortaçağ boyunca Fransız seçkinlerinin adetlerini örnek alan İngiliz üst sınıfı, bu kez kendi alışkanlıklarını ve yaşam tarzını Fransa’ya ihraç edecektir. İlk kez Fransız soylularının vakit geçirmek amacıyla oynamaya başladığı “jeau de paume” (el topu) İngiliz üst sınıfı tarafından günümüzdeki tenis formatına getirilerek Fransa’ya geri ihraç edilmiştir.
Fransa’da modern anlamda sportif pratikler belirgin bir şekilde ilk kez Baron Pierre de Coubertin tarafından önerilen para militer özellikli fiziksel eğitim çalışmalarıyla gündeme gelmiştir (Alpman, 1971: 262-267). Hayatının büyük bir kısmı III. Cumhuriyet döneminde geçen Coubertin, çocukluğunda II. İmparatorluk döneminin diktatörlüğüne, 1871 Fransız – Alman savaşı sürecinde Fransa topraklarının bir kısmının Prusya ordusu tarafından işgal edilmesine ve Paris Komünü’ne tanıklık etmiştir (Gür, 1979: 52-53) (MacAloon, 1981).
Fransa’da basın, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü gibi temel yasaların yanı sıra ücretsiz ve zorunlu eğitim yasası da III. Cumhuriyet’in ilk döneminde çıkarılmıştır. Bu dönemde Coubertin, ücretsiz ve zorunlu eğitimin bir mecburiyet olduğunu savunurken, bu eğitimin içinde mutlaka beden eğitiminin de yer alması gerektiğini ileri sürmüştür (Alpman, 1971: 264) (MacAloon, 1981).
Özellikle Almanya karşısında alınan mağlubiyetin etkisiyle Fransız gençliğinin bedenen daha iyi yetiştirilmesi gerektiğini düşünen birçok Fransız aydını da bu görüşü desteklemiştir (Gür, 1979: 52-53). Böylece para militer içerikteki beden eğitimi ve spor faaliyetlerinin Fransa’daki temelleri atılmıştır.
Fransa’da bir yandan okullarda beden eğitimi dersi okutulurken diğer yandan toplumun egemen kesimleri İngiliz kökenli sportif pratikleri icra etmişlerdir.
Başta tenis olmak üzere atletizm, izcilik, futbol ve ragbi gibi branşlar önce Fransız zenginleri ve onların çocukları tarafından oynanmaya başlanmış daha sonra sporun dünya genelinde kitleselleşmesine paralel olarak halk tarafından benimsenmiştir (Holt, 1991: 124).
Şövalye turnuvalarının ve jutların çıkış noktası olan Fransız toplumu, buna bağlı olarak kılıç kullanımında da ileri düzeydeydi. Özellikle İngiliz ve Kuzey Avrupalı genç soyluların Fransa ve İtalya’da eskrim dersleri aldığı bilinmektedir (Amberger, 1999). Fransız aristokrasisi, avcılık ve şahinle avcılıkta da yoğun bir şekilde ilgilenmiştir. Bu konuda Fransızların dikkat çekici özelliği; bayanların da diğer toplumların aksine avcılık ve binicilik gibi uğraşılara ilgi göstermesidir. Leon Gautier, 1884 tarihinde kaleme aldığı Le Chevalerie adlı eserinde, Fransız Şövalyelerinin ata binebilen ve avcılıkta başarılı bakire gelin adaylarını tercih ettiklerini ve bu yöndeki arayışlarını ifade etmektedir (Guttmann, 2004: 58).
Bunlarla beraber Fransızların en gözde sportif pratiklerinden birisi de o dönem le jeu de paume, yani el topu adıyla anılan bugünkü kort tenisidir. 16. yüzyıla kadar topun avuç içiyle atılarak oynanması nedeniyle el topu adını alan oyun, bu dönemden sonra topa vurmak için raketlerin kullanılmasıyla günümüz tenis sporunun önceli ve hazırlayıcısı olan fiziksel pratik olmuştur (Bellis, 2013). Kort tenisi veya o dönemki adıyla le jeu de paume, Fransız toplumunun birkaç yüzyıl boyunca en popüler fiziksel pratiklerinden ve uğraşılarından birisi olmuştur. Başta Krallar olmak üzere çok sayıda soylu erkek ve bayan tarafından oynanan le jeu de paume, birçok branşın aksine Fransa’dan İngiltere’ye ihraç edilmiştir. Ancak son olarak İngilizler’in koyduğu kurallarla oluşan son versiyonu dünya geneline yayılmıştır.
13. Louis’nin 344 kort tenisi maçı yaptığı doktoru Jean Heroard tarafından not edilmiştir (Guttmann, 2004: 63). Ayrıca 14. Louis’nin de saraylarından dört tanesinde tenis kortu bulunmaktaydı. Bu dönemlerde Paris kenti genelinde 250 tenis kortu olduğu ileri sürülmektedir (Bellis, 2013). Çoğunlukla erkeklerin iştirak ettiği tenis müsabakalarına kadınlarında ilk katılımı 1427 yılı tarihli Journal d’un Bourgeois de Paris süreli yayınında belirtilen haberlerden anlaşılmaktadır (Guttmann, 2004: 63).
b-) Almanya’da Modern İçerikli Sportif Pratikler:
Spor sosyolojisi teriminin ilk kez kullanıldığı ve sporun toplumsal yaşamdaki önemi üzerine birçok düşünürün görüşler bildirdiği Almanya’da modern anlamda sportif pratikler Fransa’daki ne benzer bir şekilde para militer özellikli beden eğitimi çalışmalarıyla başlamıştır. Almanlar’ın siyasi birlik kuramamaları ve askeri yenilgileri nedeniyle başta Fichte, Jahn ve GutsMuts gibi düşünürler olmak üzere Alman aydınları gençlerin vatandaşlık duygusunu güçlendirmek ve fiziksel açıdan sağlıklı ve güçlü nesiller yetiştirmek amacıyla belirli kurallar eşliğinde yapılan cimnastik ve beden eğitimi çalışmalarını desteklemişlerdir (Alpman, 1971: 214-218).
Alman toplumunun bu noktaya gelişinde Almanya’nın kapitalistleşme ve modernleşme süreçleri belirleyici olmuştur. Sombart’a göre İngiliz ve Fransız soylularına oranla ekonomik ve sosyal anlamda daha geri olan Alman soyluları, ticaret çağını yaşamaya başladıktan sonra sürekli olarak alttan (ticari sınıftan) takviye görmüş, bir başka ifade ile ticaret ve zanaatta yıldızı parlayanları kendi çevrelerine dahil etmişlerdir. Bu nedenle Alman soylusu zamanla ticari faaliyetleri de benimsemiş ve ortaya asil bir tüccar sınıfı çıkmıştır. Alman yönetici sınıflarının ticaretle bütünleşmesi İngiliz ve Fransız soylularına göre kronolojik olarak daha erken olmakla birlikte, deniz ötesi altın kaynaklarına ulaşamaması nedeniyle ekonomik zenginlik ve burjuvazi egemenliğinin yerleşmesi açısından geride kalmıştır (Fülberth, 2011).
Bu nedenle de Alman burjuvazisi ekonomik anlamda güçlenmek ve üretimi artırmak amacıyla halk genelinde fiziksel iyileşmeyi amaçlamış ve temel cimnastik ve beden eğitimi faaliyetlerini tüm kesimlere yönelik sunmuşlardır. İngiltere’de burjuva çocukları spor eğitimi alırken, Almanya’da kırsal kesimde dahi cimnastik çalışmaları teşvik edilmiştir (Alpman, 1971: 215-220). Bu nedenle modern içerikli sportif pratikler Alman toplumunda daha geniş kitlelere hitap etmiştir. Bunun sonucu olarak da ilk kez Almanya’da modern sporların toplum ve kültür üzerindeki etkilerine yönelik sosyolojik çalışmalar başlatılmış, 1912 yılında Steinitzer’in Spor ve Kültür, 1921 yılında Risse’nin de Spor Sosyolojisi adlı eserleri modern sporun toplumla ilişkisini inceleyen ilk sosyolojik eserler olarak kaleme alınmıştır (Amman, 2000: 90).
Modern spor tarihinde önemli bir yeri olan ve 19. yüzyıl Almanyası’nda modern sporun örgütlenmesinde üst düzey görevler üstlenen Friedrich Ludwig Jahn, Turner Sistemi ya da Jahn Cimnastiği adıyla bilinen sistemi oluşturmuştur (Voigt, 1998: 90- 91). Bu sisteme göre Alman gençleri, sportif faaliyetlerde ve devamlı antrenmanlarda bulunarak daha disiplinli, daha güçlü, daha hızlı, daha dayanıklı ve daha vatansever olacaklardır. Jahn’ın düşünsel öncülüğünde kurulan Deutscher Turnerschaft tarafından düzenlenen kitle cimnastiği gösterilerinde çalınan marşın sözleri şu şekilde aktarılmaktadır (Fişek, 2003: 113) (Steinitzer, 1912):
Turner kılıcımı sallıyorum dolu yürek
Turner şarkılarımı göğe haykırıyorum
Yakında savaşa gidiyorum
Anayurdum için savaşmaya
Yaşım daha küçük
Bu da beni savaşın görkeminden uzak tutuyor
Ama her gün kollarım çelikleşiyor
Düşman sürülerine mızrağımı savurmak için
Turner derler bana
Yüreğim Alman geleneğiyle dolu
Savaşmaya itiyor beni
Kanımı özgürlük için dökmeye
Deutscher Turnerschaft’ın Napolyon Savaşları zamanında ortaya çıktığını, bununla brlikte 1848 Avrupa İşçi İhtilalleri sonrasında tüm ülkede örgütlendiğini ve hiç işçi üye kabul edilmediğini göz önünde bulundurursak bu birliğin ve Alman toplumundaki spor anlayışının dönemin toplumsal, siyasi ve iktisadi gelişmeleri doğrultusunda şekillendiğini iddia edebiliriz (Fişek, 2003: 113). Alman toplumunun o dönem içinde bulunduğu koşullar ve yaşanan sıkıntılar tamamen para militer özellikli bir spor anlayışının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak Ortaçağ boyunca savaşçı yetileri barındıran sportif faaliyetlerin sadece soylular ve şövalyeler tarafından icra edilmesine karşılık Turner sisteminin işçiler hariç toplumun tüm kesimlerinden gençleri bünyesine kabul etmesi toplumsal sınıfların sporla ilişki kurma metotları bakımından ciddi bir dönüşüme işaret etmektedir.
c-) Modern Sporun Anavatanı İngiltere:
İngiliz toplumunda çalışmamızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz üzere halk ve soylular tarafından icra edilen geleneksel sportif pratikler mevcut olmuştur. Özellikle köylülerin icra ettikleri pratikler üzerinde belirli dönemlerde oluşan baskı ve yasaklamalar, 15. yüzyıldan itibaren azalmaya başlamıştır. Bununla birlikte Ortaçağ boyunca belirli sportif pratiklerin sadece soylular tarafından icra edilebilmesi geleneği değişmemiştir. Başta Yedi Şövalye özelliği olarak bilinen binicilik, kılıç, avcılık, satranç, okçuluk, düello ve yüzme gibi pratikler 18. yüzyılın sonlarına kadar sadece soylular tarafından yapıldı. Ancak Sanayi Devrimi ile birlikte kentleşmenin başlaması, sporda kurumlaşmanın (kulüplerin, liglerin ve federasyonların kurulması) altyapısını oluşturmuştur (Fişek, 1985: 17-18).
Günümüzdeki spor etkinliklerini tek başına Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkarttığını savunmak basit olmakla birlikte; sporun örgütlenmesi, modern spor olgusunun ortaya çıkması ve dünya geneline yayılmasında sanayi devrimi etkili olmuştur (Tükenmez, 2009: 93) (Fişek, 2003: 17).
Sanayi Devrimi ile birlikte Batılı toplumlar içinde yaşanan dönüşüm ve sınıfsal egemenliğin aristokrasiden burjuvaziye geçişi, yeni kentli orta sınıfların ortaya çıkışı ve yeni üretim süreçlerinin oluşturduğu yeni sınıf ilişkileri modern toplumun olduğu gibi modern sporun da temelini atmıştır. Sanayi devriminin ilk yıllarında işçi sınıfı, ağır koşullar ve uzun mesai saatleri altında çalışması nedeniyle sportif pratikleri icra edecek koşullardan uzaktı. Bu nedenle; bu dönemde de sportif pratikler çoğunlukla toplumun zengin sınıfları tarafından icra edilmiştir (Tükenmez, 2009: 94-95).
Elbette kırsal kesimde yaşayan ve tarımsal üretimle geçinen sınıflar genellikle belirli festivaller ve şenlikler kapsamında gerçekleştirdikleri geleneksel sportif pratiklerine devam edebildiler. Ancak şehirlerde yaşayan ve çoğunluğu sanayi işçisi olanlar için bu durum geçerli değildi. Bu dönemde burjuvazinin, işçilerin daha fazla çalışması ve iş harici fiziksel vakit ayırmamaları için din adamlarından da yardım aldıkları ileri sürülmektedir (Guttmann, 1978: 70-73). Bu iddiaya göre özellikle İngiltere’de ki puritan Protestan anlayışa göre, çalışmayı ve üretim süreçlerine katkıda bulunmayı ahlaklı olmakla eş tutarken, spor yapmak, oynamak gibi aktiviteler tembellik ve ahlaksızlık sayılmıştır. Bu görüş doğrultusunda sanayi üretimine geçmiş olan toplumlarda pazar günlerini tatil hakkı olarak kazanan işçi sınıfı için bu günler, din adamları tarafından kilise de geçirilmesi gereken bir gün olarak sunulmuştur.
18. yüzyıl boyunca halkın pazar günleri düzenlediği sportif pratikler de içeren eğlenceler yasaklanmaya ve engellenmeye çalışılmıştır. Bu süreçte özellikle kentli işçi sınıfının spora yönelik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla sadece seyirci olarak edilgen katılımlarına izin verilmiştir. Bu durum ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru değişmiştir. Bu süreçte de özellikle İngiltere’de çok popüler olan ragbi sporunun yoksul kesimler tarafından seyredilmesi ve kısmen oynanması mümkün olmuştur. 1880’li yıllarda İngiliz ragbi kulüpleri arasında yaşanan ayırım bu duruma işaret etmektedir. Kulüplerin bir kısmı ragbi sporunun profesyonelce yapılabilmesi ve bu sporu yapanların para kazanabilmesi için çeşitli uygulamalar önermişlerdir (Bath, 1997: 85). Yöneticilerin buna karşı çıkması üzerine bu kulüpler resmi ulusal federasyondan ayrılarak kendi birliklerini kurmuşlardır.
Oluşturulan yeni ligde mücadele eden takımlar yetenekli sporcularına ücret ödemişler ve bu sayede yoksul ancak yetenekli gençler için sadece ragbi oynayarak hayatlarını kazanmak mümkün olmuştur. Birçok yöneticinin bu duruma karşı çıkmasının asıl nedeninin, bu uygulamayla birlikte ragbi sporunun halkın tüm kesimlerine hitap eden bir spor haline geleceği ve zenginlerin bu spordaki imtiyazının ortadan kalkacağıdır. Buna benzer çekincelerin günümüz toplumlarında da mevcut olduğu iddia edilmektedir. Özellikle golf ve yelken gibi genellikle ekonomik gücü yüksek kesimlerin icra ettiği sporların toplumun çoğunluğundan uzak tutulduğu iddia edilmektedir.
Diğer Batılı toplumlara göre farklı bir şekilde Ortaçağ alışkanlıklarını terk eden İngilizler de; özellikle feodal beylerin girişimcilere dönüşmeleri, ticari faaliyetleri Fransız soyluları kadar hor görmemeleri ve burjuvazi ile kaynaşarak toplumsal egemenlik konumlarından çekilmeleri modern toplumun ve dolayısıyla modern sporun bu ülkede ortaya çıkışına neden olmuştur diyebiliriz.
Uluslararası Spor Sosyolojisi Komitesi kurucularından olan Polonyalı Marksist Andrzej Wohl, toplumsal sistemin tüm üst yapı unsurları gibi sporun da alt yapı unsurları tarafından, yani toplumun üretim modeli ve iktisadi rejimi tarafından şekillendiğini ileri sürmektedir (Kosiewicz, 2009). Marksizmin genel açıklamaları ile örtüşen bu savlarını 1973 yılında yayınladığı “Spor Işığında Toplumsal Tarih” adlı eserinde kaleme alan Wohl, taş çağındaki toplumlardan günümüz modern toplumlarına kadar tüm toplumsal aşamalarda üretim araçlarının sportif pratikleri belirlediğini belirtir (Guttmann, 1978: 58-64).
Wohl, kapitalist üretim tarzının oluşturduğu modern toplumların daha farklı sınıf ilişkilerine sahip olduklarını, dolayısıyla bu dönemde Ortaçağ’a göre daha farklı sportif içeriklerin ortaya çıktığını savunmaktadır. Savaş sanatlarında iyileşmenin eskisi kadar önemli olmamasıyla birlikte yeni düzenin elitleri tenis, golf, polo ve yatçılık gibi sportif pratiklere yönelmişler ve sporu bir boş vakit değerlendirme aracı olarak görmüşlerdir (Kosiewicz, 2009: 4).
Bu bağlamda taş çağı toplumlarında erkekler koşar, taş parçalar ve taş uçlu mızraklar yapıp bu mızrakları daha iyi atabilmek için talim yaparlardı. Bu dönemin sportif pratikleri nasıl taş çağı toplumlarını aynasıysa; aynı şekilde ortaçağ sporları da dönemin egemen sınıfı aristokrasinin ve feodal toplumun, modern sporlarda liberal kapitalist toplumun ve burjuvazinin aynasıdır (Bambery, 2002). Ortaçağ sporu tamamen dönemin egemen/yönetici sınıfı olan feodal soylulara hizmet eden bir araçtır. Bu dönemde aristokrasiye özgü sporlar olduğu gibi, köylülerinde kendilerine has sportif pratikleri bulunmaktaydı. Özellikle koşu, güreş ve aletli dövüş gibi sportif pratikleri icra eden Ortaçağ Avrupası köylüleri, böylelikle ağır tarım çalışmalarına hazır oluyorlardı (Guttmann, 1978: 58-64).
Bu dönemde avcılık, balık tutma, kılıç düellosu ve şahin ile avcılık gibi fiziksel pratiklerin sadece soylular tarafından yapılabiliyor olması, soyluların da kendi çalışma hayatlarına yönelik sportif pratikleri icra ettiklerini ancak bu pratikleri toplumun diğer kesimlerine yasakladıklarını göstermektedir (Parker, 1941) (Guttmann, 2004: 68-77). Daha önce değindiğimiz üzere; fiziksel güce dayalı bir toplumsal yaşam alanı olan feodal toplumlarda, yine bu doğrultuda sportif yarışmalar ve turnuvalar düzenlenmekteydi. Bunların başlıcaları ikili veya çoklu gruplar halinde yapılan atlı şövalye düelloları ve zırhlı kılıç düellolarıydı. Bu turnuvalar bir anlamda savaş demonstrasyonuydu ve savaş sanatlarında iyileşmeyi hedefliyordu. Bu turnuvalarda soylularla birlikte hem Kral hem de kendileri adına besleyip himaye ettikleri piyade ve süvari askerler katılmaktaydılar (Scambler, 2009: 31-33).
Bu turnuvalarda zaferler kazanan şövalyeler büyük para ödülleri kazanabilmekte ve en başarılı olanları kendi kalelerini satın alabilmekteydiler. Bu bağlamda sınıfsal geçişlere ve statü değişimine de aracılık eden sportif pratiklerde başarılı olan köylüler ise sınıf değiştiremeseler de; bu zaferleri sayesinde bağlı oldukları derebeyi nezdinde değer kazanabilmekte ve konumlarını iyileştirebilmekteydiler (Guttmann, 1978: 45). Bu dönemde en ilginç gelişmelerden birisi 1252 yılında çıkartılan bir kanunla İngiltere’deki tüm 15-60 yaş arası erkeklerin ok ve yay edinmelerinin zorunlu kılınmasıdır.
Bu yasa ile uzun menzilli okçular yetiştiren İngilizler 1346 yılında Crecy Savaşı’nda Fransızlar’ı bozguna uğratmışlar ve bu sayede okçuluk tüm Avrupa’da önemli bir sportif pratik haline gelmiştir (O’Brien, 2007: 83). Ortaçağ boyunca özellikle İngiltere Kralı 8. Henry, Fransa kralı 1. François ve Roma-Germen İmparatoru 1. Maximillian dönemlerinde çok sayıda spor turnuvaları düzenlenmiştir. Düello ve dövüşlerden ibaret bu turnuvalar büyük oranda bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır (Guttman, 2004: 55).
Orta sınıfların yükselişi ve Rönesans ile birlikte yönetici elitlerin daha fazla boş zaman sahibi olması, bu sınıfları farklı arayışlara yönlendirmiştir. Antik Yunan’a benzer bir şekilde spor amaçlı sportif pratiklere yönelen yeni egemen sınıflar, sömürge ilişkileri ile öğrendikleri Asyalı, Afrikalı ve Amerikalı sportif pratikleri kendi ülkelerinde, kendi formlarıyla icra etmeye başlamışlardır. Bununla birlikte yeni spor branşları da ortaya çıkmıştır (Elias, 1986).
Modern sporun anavatanı olarak kabul edilen İngiltere, özellikle toplumsal egemenlik ilişkilerinin dönüşümü açısından diğer Batılı egemen toplumlarla önemli farklılıklar arz etmektedir.
ESKİ TÜRKLERDE SPOR
Sporun tarihi, insanoğlunun zorlu tabiat şartlarıyla tanışarak tabiata egemen olmaya çalışması, yaşamını sürdürebilmek için vücutlarını ve kaslarını geliştirmesiyle başlar.
Hayatta kalma, yeme, içme, barınma ve giyinme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için tabiat şartları ve diğer canlılarla olan mücadelesinde daha güçlü, daha çevik, daha hızlı olması gereken insanoğlunun çabaları itme, çekme, tırmanma, atma, atlama, koşma hareketlerini ortaya çıkarmıştır. Kendiliğinden ortaya çıkan bu hareketler, zaman içerisinde değişen amaçlara ve bazı kuralları ile günümüzde spor olarak bilinen hareketler bütününün temelini oluşturmuştur.
Birbirleriyle veya hayvanlarla araca gerek duymaksızın doğrudan beden güçleriyle yaptıkları mücadeleler ise güreş ve boks gibi sporların doğmasına neden olmuştur. Uygarlık tarihinin gelişimine paralel olarak spor olgusu da gelişmiş, toplumlar değişik aktivitelerini kendi kültürel değerleri içinde gelenekselleştirerek nesilden nesile aktarmışlardır.
Farklı toplumsal yapılar içinde doğan ve gelişen bu olgular zaman içinde evrenselleşerek toplumların iletişiminde önemli bir araç olmuş ve belirli kurallarla yeni şekline bürünerek geniş kitleler tarafından kabul görmüştür. Geçmişten günümüze spor yapan, sportif geleneklerini devam ettiren toplumlar, birlik ve dayanışma içinde olmalarının yanında barışçı, siyasal, kültürel, ekonomik ve bilimsel alanlarda başarılı, dinamik ve yaratıcı olmuşlardır.
Türklerin ilk yerleşim bölgesi, Orta Asya’da Altay-Sayan Dağları’nın kuzey batısı, Tanrı Dağları’nın kuzeyi, Hazar Denizi’nin doğusu, Sibirya steplerinin güneyidir. Bu coğrafi bölgede karasal iklim hüküm sürmektedir. Zor doğa şartlarında Türklerin, hayatlarını sürdürebilmek için vücut kültürünü sürekli üst düzeyde tutmaları gerekiyordu. Av hayvanlarına yetişebilmek veya kendinden daha güçlü bir hayvandan kaçabilmek için hızlı ve dayanıklı olmak lazımdı. Arazinin engebeli olması da yüksek, uzun ve derinliğine atlamaların bileşik şekillerini, yüksek ağaçlara ve kayalara tırmanma hareketlerini gerektiriyordu. Günlük hayatta yaşanılan zorluklar bu hareketlerin hayati değerini Türklere kavratmış, Türkler güçlerini artırarak ve yeteneklerini geliştirerek değişik alıştırmalar yapmışlardır. Doğa ile mücadele ederek var olma, Türklerin ruh ve beden yapısını güçlü kılmıştır.
Türklerin yaşadıkları bölge bozkır olduğundan göçebe bir hayat sürmüşlerdir. Kısa mesafeli mevsimsel göçlerin yanısıra artan sürüleri için daha bol su ve otun bulunduğu otlaklara da uzun mesafeli göçler yapmışlardır. Atı ehlileştirip binek hayvanı olarak kullanmak, Türklere yaşadıkları uçsuz bucaksız bozkıra egemen olma imkânı vermiştir. Bu göçlerin vazgeçilmez taşıma araçları at, araba; barınma aracı kolay sökülüp takılma özelliği ile çadır; savunma ve geçim aracı da ok ve yaydır.
MÖ 100 yılındaki eski Çin kaynaklarında, Amur bölgesinde yaşayan Türklerin yaşantısı hakkında bilgi verilirken ayaklarına 15 cm genişliğinde ve 180 cm uzunluğunda tahtalar takarak kar ve buzda av hayvanlarını kolaylıkla avladıkları söylenir. İki büyük nehir arasında yaşayan Hun Türklerinin kayık kullanmada ve yüzmede çok yetenekli oldukları tarihî belgelerde belirtilmektedir. Okçuluk, Türkler tarafından dünyaya tanıtılmıştır. Okçuluk, sadece bir savaş uğraşı değil zevkli bir yarışma olmuştur. Orta Asya’nın coğrafi koşullarının zorlukları ve Türklerin de savaşçı bir yapıya sahip olması, onların değişik etkinlikler yapmasında etkili olmuştur.
Dünya spor tarihinin eski Yunan sporları ile başladığı görüşü yaygındır. Sınırlı kaynaklara dayanmasına karşın eldeki tarihî bulgular ve belgelerde Avrupa’nın henüz uygarlıktan uzak durduğu dönemlerde Orta Asya’da yaşayan Türklerin beden kültürüne ve spor hareketlerine büyük önem verdikleri görülmektedir.
İyi ve temiz ruhun, güçlü ve cesur insanda bulunacağına inanan Türkler, sporu eğlence hâline dönüştürmüşlerdi. Evlenecek gençlerde ata binmek ve güreşmeyi bilmek gibi beceriler aranmakta idi. Doğum, ölüm, tanrıdan yardım dileme, ölüleri anma, hastaların sağlığa kavuşmaları gibi özel günler ve dinî ayinlerde, spor karşılaşmaları düzenlenirdi. Bu karşılaşmalar sayesinde kabile bireylerinin ölünün yasıyla içine kapanıp güçten düşmeleri önlenir, yapılan yarışmalarda başarılı olanlar toplum içinde saygın bir yer edinirdi.
Türkler gerek yarı göçebe, gerekse yerleşik düzende spora çok yakın olmuşlardır. Spora çok zaman ayırabilmiş, tarih boyunca spor faaliyetlerini kadınlı erkekli yapmışlardır. Kadınların da ata binip ok atmaları ve çöğen-polo oynamaları bunun bir örneğidir.
Tarih sahnesine at sırtında giren Türkler, bu asil hayvanı her zaman değerli bir varlık ve can yoldaşı bilmiştir. Tarih, Orta Asya bozkırlarında vahşi sürüler hâlinde bulduğu bu soylu hayvanı evcilleştiren ve ona ilk gönül verenlerin Türkler olduğunu yazar. Türkler Orta Asya steplerinde at sırtında dünyaya yayılırken at sevgisini de dünyaya yayan kavim olarak tanınırlar.
Avusturyalı tarihçi Hoopers, atın ilk eğitim ve evcilleştirme hareketinin, İç Asya’da Türkler tarafından yapıldığını belirtmiş, Alman tarihçi Portriatz ise ”Eski Çağlarda At” isimli eserinde, atın MÖ 6000 yıllarında, Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve bu iddiası için bazı bulguları kanıt olarak göstermiştir. Bu bulgulara Türkistan’ın Anav bölgesinde ulaşılmıştır. Macar tarihçi Allfoldin ise atın eğitim ve evcilleştirme hareketinin ilk olarak Altay Türklerine ait olduğunu belirtmiştir.
Türkler at sırtında ülkeler fethetmiş, onun üzerinde amansız cenkler vermiş ve büyük zaferler kazanmıştır. Savaşta olduğu gibi barışta da Türkler, atlarından bir an olsun ayrılmamışlardır. Sulh ve sükûn günlerinde eğlencesine, oyunlarına kadar sokmuş ve atına her zaman en büyük önem ve değer vermiştir. Türkün at, avrat, silah inancı da bunun en belirgin kanıtıdır.
Çocuklarını erken yaşta ata binmeye alıştıran Türklerin, 3 yaşından sonra, çocuklarını büyük koyunlara bindirdikleri, 8 yaşında at sırtında gezilere başladıkları, 12 yaşında ise mükemmel binici oldukları belirtilir. Günümüzde çocukların atçılık oynamak istediklerinde, sopayı at gibi kullanmaları, büyüklerin sırtına ata biner gibi oturup oyun oynamaları bu kültürün yansımasıdır.
Eski Türklerde at yarışı bir spor ve eğlence olarak yapılırdı. Cuma ve bayram günlerinde, düğün, şölen, erkek çocuğun doğumu gibi şenliklerde ilkbahar ve sonbahar aylarında at yarışları düzenlenir, at yarışı yapmayan toplumlar küçümsenirdi.
Eski Türkler, atın antrenmanı ile ilgili, bugün bile uygulaması güç olarak kabul edilen programlar düzenlemişlerdir. Atın koşu süresi, bakımı, beslenmesi, sulanması, tımarı, banyosu ve antrenmanın her bölümünde verilecek yemlerin türlerinden oranlarına kadar detaylı uygulamalar yapmışlardır.
Tarihçi E. Marcell, Hunlarla ilgili yazdığı bir eserinde şöyle demektedir: “Türkler süvari savaşında, şimşek gibi hızlı olan atlarının üzerinde, mıhlı gibi dururlar, yaşantılarını at üzerinde geçirirler. Toplantılarını at üzerinde yaparlar, at üzerinde yerler, içerler, hatta uyku ihtiyaçlarını bile atlarının boyunlarına doğru uzanarak giderirlerdi. Biniciliğe daha küçük yaşlarda alışmış olan gençler yaya yürümeyi adeta onur kırıklığı olarak karşılardı.
Dostları ilə paylaş: |