Eddie bize el sallayarak önümüzden geçti. Hepimiz ona karşılık verdik. Ned dahil. Ama yüzünde hâlâ o sıkıntılı ifade vardı.
"Ben de artık gideyim," dedi Phil. Sigarasını söndürdü, ayağa kalktı ve kemerini yukan çekti. "Sonuçta önemli olan babanın mükemmel bir memur ve Ekip D için müthiş bir kazanç olduğu, evlat."
392
Buick 8
"Ama daha bilmek istediğim..."
"Neyi bilmek istediğinin bir önemi yok," dedi Phil nazikçe. "O öldü, sen ise yaşıyorsun. Joe Friday'in söylediği gibi, gerçekler bunlar. İyi geceler, çavuş."
"İyi geceler," dedim ve Arky ile otoparkın diğer ucuna doğru yürümelerini izledim. Ay ışığı, iki adamın da dönüp B Barakası'na bir kez olsun bakmadığını görmeme yetecek kadar parlaktı.
Geride Huddie, Shirley ve ben kaldık. Ve bir de Ned, tabii. Curtis Wilcox'in merkeze gelip çimleri biçen, yapraklan temizleyen, havanın Arky'nin dışan çıkması için fazla soğuk olduğu günlerde karlan küreyen oğlu; Cuıt'ün futbol takımını bırakıp babasının hatırasını canlı tutmak için çabalayarak yanımıza gelen oğlu. Kabul mektubunu puan tablosunu kaldıran bir Olimpiyat hakemi gibi havada sallayışını hatırladım ve yaşadığı zor dönemle kaybının büyüklüğünü düşününce ona öfkelendiği için kendimden utandım. Ama babasını kaybeden ilk çocuk değildi ve sonuncu da olmayacaktı. En azından babasının cenazesine katılmıştı ve babasının ismi, Onbaşı Brady Paul, Memur Albert Rizzo ve yetmişli yıllarda ölen, PEP'nde Memur Çifte olarak da bilinen Memur Samuel Stamson'ın isimleriyle birlikte merkez binasının önündeki mermer anıtın üzerine yazılmıştı. Stamson'ın ölümüne dek çiftelerimizi tavandaki rafta taşıyorduk, çifteye ihtiyaç duyduğumuzda omzumuzun üzerinden uzanmak yetiyordu. Memur Stamson, paralı yolun en dış şeridine ters yönde park etmiş, bir ceza makbuzu yazıyordu. Ona çarpan adam sarhoştu ve çarpışma anında hızı saatte yüz yetmiş kilometre civanndaydı. Devriye aracı bir akordeon gibi ezilmişti. Yakıt deposu infilak etmemişti ama çiftesinin rafı, Memur Stamson'ın kafasını koparmıştı. Çiftelerimizi 1974 yılından beri ön konsolun altında taşıyoruz ve Sam Stamson'ın ismi 1973'ten beri anıtın üzerinde. Bi-
393
Stephen King
zim deyişimizle "Kaya"da. Ennis Rafferty'nin ismi ise kayada değil, kayıplar listesindeydi. Memur George Morgan'ın ölüm raporunda tabancasını temizlerken (Mister Dillon'ın acısına son vermek için kullandığı Ruger) öldüğü belirtilmişti ve bu sırada görev başında olmadığından, onun ismi de kayanın üzerinde değildi. Ölüm, mesleğin bir sonucu olarak meydana gelmişse, kayanın üzerine yazılmıyordu; Tony Schoondist bir gün beni isimlere bakarken gördüğünde bunu açıklamıştı. "Belki de böylesi daha iyi," demişti. "Yoksa kayanın üzerinde düzinelerce isim olurdu."
Kayanın üzerine yazılmış son isim, Curtis K. Wilcox. Temmuz, 2001. Görev başında ölüm. Asıl istediğiniz -ihtiyaç duyduğunuz- babanızın bir granit üzerindeki ismi değil, kendisiyken bu durumda olmak hoş değildi ama hiç yoktan iyiydi. Ennis'in ismi de kayanın üzerinde olmalıydı; böylece ablası olacak o cadı istediği zaman gelip bakabilirdi ama yoktu işte. Peki Edith'in elinde ne vardı? Huysuz, yaşlı bir cadı olarak elde ettiği ünden başka? Yolun ortasında alev alev yanan biri görse yangını söndürmek için işemeye bile tenezzül etmeyecek biriydi. Yıllar boyu başımızı ağntmış, bizi zor durumlara düşürmüştü ve ondan hoşlanmamız imkânsızdı ama bu ona acımamıza engel değildi. Sonuçta bu çocuktan bile beter durumda kalmıştı. Ned hiç olmazsa babasının öldüğünü, günün birinde yüzünde utangaç bir gülümseme, boş ceplerini açıklamak için uydurduğu akıl almaz bir hikâye ve Tijuana güneşiyle bronzlaşmış bir tenle çıkagelmeyeceğini biliyordu.
Hikâyeyi anlattıktan sonra kendimi kötü hissetmeye başladım. Gerçeklerin her şeyi daha da kolaylaştıracağını (gerçeklerin insanı özgür kılacağını her kim söylemişse muhtemelen aptalın tekiydi) sanmıştım ama içimde, durumu daha da beter ettiğime dair bir his belirmişti. Tatmin meraklı kediyi diriltebilirdi ama gördüğüm kada-
394
Buick 8
nyla Ned Wilcox'm yüzünde tatminin t'si bile yoktu. Tek gördüğüm, bitkinlikle karışık inatçı bir merak ifadesiydi. Aynı ifadeyi Curt'ün yüzünde de gördüğümü hatırlıyorum; çoğunlukla B Bara-kası'nın raylı garaj kapılannın birinin önünde bacaklan açık, gözleri kısılmış, alnı cama yapışmış, ağzının çizgileri derinleşmiş halde içeri bakarken rastlardım bu ifadeye. Ama kan bağı, en güçlü zincirdir zaten, değil mi? Tüm iyi haberler, kötü haberler ve felaketler bir nesilden diğerine postalanır.
"Bildiğimiz kadanyla Brian Lippy alıp başını gitti," dedim. "Ancak kimse kesin bir şey söyleyemiyordu, elbette. Belki o şekilde ortadan kaybolması, kız arkadaşının hayatını kurtardı."
"Ben bundan pek umutlu değilim," diye homurdandı Huddie. "Bahse girerim bir sonraki sevgilisi, hık demiş Lippy'nin burnundan düşmüş biri olmuştur. Bu tip kadınlar nedense hep kendilerini döven adamları seçiyor. Sanki kendilerini yüzlerindeki ve kollarındaki çürüklerle ifade ediyorlar."
"Kadın Lippy'nin kayıp olduğunu hiçbir zaman bildirmedi, bu kadannı söyleyebilirim," dedi Shirley. "En azından masama böyle bir şey gelmedi ve ben ilçe raporlanm da takip ediyorum. Lippy'nin ailesinden de ses çıkmadı. Kadına ne oldu bilmiyorum ama bir baş belasından kurtulduğu kesin."
"Kırdığı camdan çıkıp öylece kaçtığına inanmıyorsun, değil mi?" diye sordu Ned, Huddie'ye. "Yani sen oradaydın."
"Hayır," dedi Huddie. "Doğruyu söylemek gerekirse inanmıyorum. Ama benim ne düşündüğümün hiçbir önemi yok. Çavuşun bütün gece o kalın kafana sokmaya çalıştığı gibi: bilmiyoruz."
Ned onu duymamıştı sanki. Tekrar bana döndü. "Ya babam, Sandy? Brian Lippy konusunda o neye inanıyordu?"
395
Stephen King
"O ve Tony, Brian'm Ennis Rafferty ve hamster Jimmy ile aynı yere gittiğine inanıyordu. O gün öldürdükleri yaratığın cesedine gelince..."
"Orospu evladı çabucak çürüdü," dedi Shirley, noktayı koyarcasına sert bir sesle. "Resimlere istediğin kadar bakabilirsin ama göreceğin yığını herhangi bir şeye benzetmek mümkün. Hatta yaratığı bizim uydurduğumuzu bile sanabilirsin. Resimler, Mister D'den kaçmaya çalışırken ne kadar hızlı hareket ettiği, çığlığının ne kadar yüksek ve tiz olduğu hakkında hiç fikir vermiyor. Aslında onlardan bir şey anlayacağından şüpheliyim. Anlatacaklanmız da bir işe yaramayacak. Bunu yüzündeki ifadeden anlayabiliyorum. Geçmiş neden geçmiştir, biliyor musun, hayatım?"
Ned başını iki yana salladı.
"Çünkü bir işe yaramıyor." Sigara paketine baktı, gördüğü onu memnun etmişçesine başını salladı, paketi çantasına koydu ve ayağa kalktı. "Eve gidiyorum. Mamalannı üç saat önce vermiş olmam gereken iki kedim var."
İşte bu bizim Shirley'mizdi; Curt ona takılmak istediğinde ona, Tipik Amerikan Kadını Shirley derdi. Koca yok (liseden yeni mezun olduğunda kısa süre için bir tane olmuş), çocuk yok. Hayatını iki kediyle paylaşıyordu. Benim gibi o da Ekip D ile evliydi. Bir başka deyişle o da yürüyen bir klişeydi. Bu tanımı beğenmemiş olabilirsiniz, umurumda değil.
"Shirl?"
Ned'in mızmız sesini duyunca geri döndü. "Evet, tatlım?"
"Babamı sever miydin?"
Shirley ellerini çocuğun omuzlanna koydu, eğildi ve onu alnından öptü. "Severdim, canım. Seni de seviyorum. Sana anlatabileceğimiz her şeyi anlattık ve bu hiç de kolay olmadı. Umanm işe yarar." Duraksadı. "Umanm yeterli olur."
396
Buick 8
"Ben de," dedi.
Shirley omuzlannı kuvvet vermek istercesine bir anlığına sıktı. Sonra doğruldu. "Hudson Royer, bir hanımefendiyi arabasına kadar geçirebilir misin?"
"Memnuniyetle," diyen Huddie kolunu ona uzattı. "Yann görüşürüz, Sandy. Hâlâ gündüz vardiyasındasın, değil mi?"
"Evet, erkenden buradayım," dedim. "Görüşürüz, Huddie."
"O halde sen de gidip uyusan iyi olur."
"Gideceğim."
Shirley ile yanımızdan aynldılar. Ned ile bankta oturup uzak-laşmalannı izledik. Arabalanyla önümüzden geçtikleri sırada onlara el salladık, Huddie'nin büyük, eski bir New Yorker'ı, Shirley'nin-se tamponunda KADERİM İNANCIMI EZİP GEÇTİ yazılı bir çıkartma bulunan küçük bir Subaru'su vardı. Binanın köşesini döndüler ve arka lambalan gözden kayboldu. Kendi sigara paketimi aldım ve içine baktım. Bir tane kalmıştı. Onu da içip bu mereti bırakacaktım. Son on yıldır kendime bu masalı okuyordum.
"Gerçekten bana anlatabileceğin hiçbir şey kalmadı mı?" diye sordu Ned cılız, düş kırıklığına uğramış bir sesle.
"Hayır. Bundan bir oyun çıkmazdı, değil mi? Üçüncü perde yok. Tony ve baban sonraki beş yıl içinde birkaç deney daha yaptı ve sonunda Bibi Roth'u tekrar çağırdılar. Her zamanki gibi baban Tony'yi ikna etmiş, ben de gafil avlanmıştım. İşin aslı, Brian Lippy'nin kayboluşu ve Mister Dillon'ın ölümünden sonra gözümüzü üzerinden ayırmamak ve bir gün yok olması veya geldiği yere geri dönmesi için dua etmek dışında o Buick'le ilgili herhangi bir şeyin yapılmasına karşıydım. Ah, bir de ayakta durup barakadan dı-şan çıkmaya çalışacak kadar canlı bir şeyin bagajından çıkması durumunda en kısa sürede yaratığı öldürmek."
"Bu hiç gerçekleşti mi?"
397
Stephen King
"Başka bir pembe kafalı E.T. mi? Hayır."
"Ya Bibi? O ne dedi?"
"Babanı ve Tony'yi dinledi, arabaya tekrar bir göz attı ve gitti. Anlayışının sınırlannın bu denli dışında bir varlıkla uğraşmak için fazla yaşlı olduğunu söyledi. Tony ve babana, Buick'i hafızasından silmeye niyetli olduğunu belirtti ve onlara da aynı şeyi yap-malannı salık verdi."
"Of, Tann aşkına! Bu adam ne biçim bir bilim adamıydı? Tan-nm, büyülenmiş olması gerekirdi!"
"Bilim adamı olan babandı," dedim. "Amatördü evet, ama iyiydi. Buick'in bagajından çıkanlar ve Buick'e duyduğu merak onu bir bilim adamı yapmıştı. Örneğin yarasamsı şeyin kesimi. Ne kadar çılgınca da olsa yaptığı şeyin kendine özgü bir asaleti vardı, Wright Kardeşler'in o derme çatma uçakla havalanması gibi. Öte yandan Bibi Roth... o bir mikroskop teknisyeniydi. Bazen kendinden bu isimle bahsederdi ve bunu büyük bir gururla yapardı. Vizyonunu dikkatle ve bilinçli bir şekilde dar bir bilgi aralığına indirgemiş, ışığını küçük bir alana odaklamıştı. Teknisyenler gizemden nefret eder. Bilim adamlanysa -özellikle de amatör olanları- gizemi baş tacı eder. Baban içinde iki kişiyi barındırıyordu. Bir polis olarak gizemden nefret ediyordu. Bir Roadmaster uzmanı olarak ise... şey, o zaman çok farklı olduğu söylenebilir."
"Sen hangisini tercih ediyordun?"
Biraz düşündüm. "Bu bir çocuğun anne babasına evlatlanndan hangisini daha çok sevdiğini sormasına benziyor. Adil bir soru değil. Ama amatör Curt beni biraz korkutuyordu. Tony'yi de."
Çocuk bunun üzerine düşüncelere daldı.
"Birkaç şey daha çıktı," dedim. "1994'te dört kanatlı bir kuş vardı."
"Dört mü?..."
398
Buick 8
"Evet. Biraz uçtu, duvarlardan birine çarptı ve düşüp öldü. 1993 sonbaharında bagaj kapağı ışık gösterilerinden birinin ardından açıldı. İçi yan yanya toprakla doluydu. Curt öylece bırakmayı ve neler olacağını görmeyi önerdi ve Tony en başta kabul etti ama sonra berbat bir koku yayılmaya başladı. Toprağın o şekilde çürü-yebileceğini sanmazdım ama sanınm bu nereden geldiğine bağlı. Ve bunun üzerine... kulağa çılgınca geliyor ama toprağı gömdük. Buna inanabiliyor musun?"
Başını salladı. "Babam gömüldüğü yerde neler olduğunu takip etti mi? Eminim etmiştir. Üzerinde neyin biteceğini görmek için."
"Sanınm o tuhaf zambaklardan bitmesini umuyordu?"
"Şansı tuttu mu?"
"Sanınm bu senin şans tanımına bağlı. Hiçbir şey filizlenmedi, bu kadannı söyleyebilirim. Toprağı Mister D ve aletlerin hemen yakınma gömmüştük. Canavara gelince, sümüksü sıvıya dönüşmemiş bölümlerini yaktık. Toprağı gömdüğümüz alan hâlâ çıplak. Her ilkbaharda bir şeyler baş vermeye çalıştı ama hepsi öldü. Sanınm bir gün bu da değişecek."
Son sigarayı dudaklanmın arasına koyup yaktım.
"Toprağın gelişinden bir buçuk yıl kadar sonra katılaşmış bir başka kırmızı kertenkele çıktı. Ölüydü. Ve o son oldu. İçerisinin hâlâ deprem bölgesi olduğunu söyleyebilirim ama bugünlerde yer pek sarsılmıyor. Bugünlerde Buick, namlusu toprakla tıkanmış paslı bir çifteden daha fazla bir tehlike teşkil etmiyor ama yine de tedbiri elden bırakmamak gerek. Ve bir gün -buna baban da, Tony de ben de inanıyorduk- o eski araba gerçekten parçalara aynlacak. Şiirdeki tek atlı gezinti arabası gibi aniden dağılacak."
Bana boş boş baktığını görünce hangi şiirden bahsettiğim hakkında hiçbir fikri olmadığını anladım. Yozlaşma çağında yaşıyoruz. Sonra, "Hissedebiliyorum," dedi.
399
Stephen King
Sesindeki bir şey beni kötü bir şekilde irkiltti ve ona sertçe baktım. Hâlâ on sekizinden küçük görünüyordu. Hâlâ bir çocuktu; spor ayakkabılı ayaklannı çaprazlamış oturuyor, yıldızlann ışığı yüzünü aydınlatıyordu. "Öyle mi?" diye sordum.
"Evet. Sen hissedemiyor musun?"
Sanınm Buick ile yaşamış olan her memur, arabanın çekimini hissetmiştir. Sahilde yaşayan, kalp atışlan dalgalarla düzenlenmiş insanlann denizin hareketlerini hissetmek için gelmeleri gibi. Çoğu zaman bu çekimi, yüzümüzün ortasında duran burnumuzu olduğu gibi bilinçsizce fark etmiştik. Ama bazen çekim öylesine kuvvetli olurdu ki her nasılsa acı verirdi.
"Pekâlâ," dedim. "Diyelim ki hissediyorum. Huddie'nin hissettiği bir gerçek, Shirley o gün öyle çığlık atmasaydı sence Hud-die'ye ne olurdu? Ya aklına koyduğu gibi bagajın içine girip kapağı üzerine kapatsaydı?"
"O hikâyeyi gerçekten bugüne dek hiç duymamış miydin, Sandy?"
Başımı iki yana salladım.
"Ama buna rağmen pek şaşırmış görünmedin."
"Artık o Buick'le ilgili hiçbir şey beni şaşırtmıyor."
"Sence bunu gerçekten yapacak mıydı? Bagajın içine girip kapağı örtecek miydi?"
"Evet. Ama bunu bilinçli bir şekilde yapacağını sanmıyorum. Ona bunu yaptıran o çekim. O zamanlar daha güçlüydü ama hâlâ var."
Bir şey söylemedi. Sessizce B Barakası'na bakıyordu.
"Soruma cevap vermedin, Ned. Sence Huddie bagaja girmiş olsaydı ne olurdu?"
"Bilmiyorum."
400
Buick 8
Sanınm bu mantıklı bir cevaptı -bir çocuğa özgü bir cevap olduğu muhakkaktı, bunu günde bir düzine kez söylerlerdi- ama yine de cevabından nefret ettim. Futbol takımını bırakmıştı ama oradaki kaçamak, kıvrak hareketleri unutmuşa benzemiyordu. Tadı sıcak samana benzeyen dumanı içime çekip üfledim. "Bilmiyorsun."
"Hayır."
"Ennis, Jimmy ve -muhtemelen- Brian Lippy'den sonra bilmediğini söylüyorsun."
"Her şey başka bir yere gitmemiş, Sandy. Örneğin diğer hamster. Rosalie, Rosalynn, adı her neyse işte."
İçimi çektim. "İstediğin gibi düşün. The Country Way'e gidip bir hamburger yiyeceğim. İstersen benimle gelebilirsin ama tek şartla; başka konulardan bahsedeceğiz."
Bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı. "Eve gitsem iyi olacak. Biraz düşüneceğim."
"Tamam ama fikirlerini annenle paylaşayım deme."
Gözleri şokla irileşti. "Tannm, elbette yapmam!"
Güldüm ve omzunu hafifçe sıktım. Yüzündeki gölgeler yok olmuştu ve o an yine sevilesi görünmüştü. Sorulanna ve hikâyenin bir sonu olmasına, bu sonun da cevaplar içermesi gerektiğine dair çocukça ısranna gelince... zaman hepsine ilaç olurdu. Belki kendi ce-vaplanmdan çok fazla şey ummuştum. Televizyonda ve filmlerde gördüğümüz sahte yaşamlar bize, açıklamalann ve ani fikir değişikliklerinin insanın varlığının birer parçası olduğunu fısıldıyor; sanınm tam bir yetişkin olduğumuzda bir düzeyde bu fikri kabul ediyoruz. Böyle şeyler ara sıra olabilir ama bence büyük bölümü bir yalandan ibaret. Hayattaki değişiklikler çok yavaş gerçekleşir. En küçük yeğenimin, uykusunun en derin yerinde aldığı nefesler gibi; bazen hâlâ hayatta olduğundan emin olmak için elimi göğsüne koyasım ge-
401
F:26
Stephen King
lir. Bu şekilde düşününce meraklı kedilerin tatmine ulaşması fikri gözüme biraz saçma göründü. Dünya, sohbetlerini nadiren tamamlar. Buick ile geçirdiğim yirmi üç yıldan hiçbir şey öğrenmediysem bunu öğrenmiş olmam gerekirdi. O an Curt'ün oğlu, iyileşmeye doğru bir adım atmış gibi görünüyordu. Hatta belki iki. Ve bu kadarının o gece için yeterli olmadığını düşünürsem sorunlanm var demekti.
"Yann geliyorsun, değil mi?" diye sordum.
"Sabah erkenden buradayım, çavuş."
"O halde belki şu düşünme işini biraz erteleyip uyusan.daha iyi olacak."
"Bunu deneyebilirim galiba." Elime kısaca dokundu. "Sağ ol, Sandy."
"Lafı bile olmaz."
"Bazen aşırıya kaçıp aptallık ettiysem..."
"Etmedin," dedim. Beni sinirlendirdiği olmuştu ama kendine engel olamadığını biliyordum. O yaşta, onun yerinde olsam muhtemelen ben de öyle davranırdım, hatta daha da çekilmez olabilirdim. Babasının bıraktığı, barakadaki arabayla yaklaşık aynı yaşta ama ondan çok daha normal olan, elden geçirilmiş Bel Air'e doğru yürümesini izledim. Otoparkın ortasına geldiğinde durdu ve B Bara-kası'na baktı. Sigarayı tutan elim havada, ne yapacağını görmek için kıpırtısızca bekledim.
Barakaya yönelmek yerine yoluna devam etti. Güzel. Ölüm çubuğumdan son bir.nefes çektim, bir an için yere atıp ayakkabımın tabanıyla ezmeyi düşündüm sonra izmaritlerin minik bir dağ oluşturduğu küllükte bir yer buldum ve sigarayı bastınp söndürdüm. Diğerleri isterlerse izmaritlerini yere atabilirlerdi -Arky onları hiç şikâyet etmeden temizlerdi- ama ben yapmasam daha iyi olurdu. Ne de olsa ben çavuştum, en tepedeki koltukta oturan adam.
402
Buick 8
Merkez binasına döndüm. Stephanie Colucci iletişim bölmesinde oturmuş, kola içip dergi okuyordu. Beni görünce kola kutusunu bırakıp eteğini düzeltti.
"Ne var ne yok, tatlım?" diye sordum.
"Pek bir şey yok," dedi. "Parazit o... şeylerden sonra her zamanki kadar hızlı olmamakla beraber giderek kayboluyor. İletişim durumu kontrol altında tutmama yetecek kadar düzeldi."
"Durum nedir?"
"Birim 9,1-87'nin 9 numaralı çıkışındaki araba yangınıyla ilgileniyor, Mac sürücünün Cleveland'e giden bir satıcı olduğunu söylüyor, dut gibi sarhoşmuş ama alkol muayenesini reddediyor-muş. Birim 16, Statler Ford'da olası bir hırsızlık vakasına bakıyor. Jeff Cutler, Statler Ortaokulu'nda bir mülke zarar verme olayında yerel polise yardım ediyor."
"Hepsi bu mu?"
"Paul Loving devriye aracıyla eve gitti, oğlu astım krizi geçiriyormuş."
"Bunu raporunda belirtmeyi unutsan da olur."
Bunu ona söylememe gerek yokmuş gibi gücenmiş bir ifadeyle bana baktı. "B Barakası'nda neler oluyor?"
"Hiçbir şey," dedim. "Yani pek bir şey yok. Normale dönüyor. Ben de artık çıkıyorum. Bir şey olursa..." Dehşete düşmüş bir halde sustum.
"Sandy?" diye sordu. "Bir sorun mu var?"
Bir şey olursa Tony Schoondisf i ara demek üzere olduğumu fark etmiştim. Sanki aradan yirmi yıl geçmemiş, eski çavuş Stat-ler'da bir huzurevindeki Nick at Nite'ın önünde bilinçsiz bir şekilde, salyalarını akıtarak durmuyormuş gibi onu aramasını söyleyecektim. "Yok bir şey," dedim. "Bir şey olursa Frank Soderberg'ü ara. Bu gece sorumluluk onda."
403
Stephen King
"Tamam, efendim. İyi geceler."
"Sağ ol, Steff, sana da."
Dışan çıktığım sırada kabinlerinden Ned'in sevdiği gruplardan birinin -Wilco ya da belki The Jayhawks- müziği yayılan Bel Air, yavaşça caddeye doğru ilerliyordu. Bir elimi kaldırdım ve o da bana el salladı. Gülümsüyordu. Tatlı bir gülümsemeydi. Ona o kadar sinirlenmiş olabileceğime bir kez daha şaştım.
Barakaya gittim ve herkesin kendisini bir şekilde evlerinde oturan miskin zenginleri ve yurtdışındaki bayrak yakan yabancıları aşağılamaya hazır bir Cumhuriyetçi gibi hissetmesine sebep olan o iki bacağı açık, denetmen pozisyonunu alarak pencerelerden birinin önüne geçtim. İçeri baktım. Lüks, geniş lastiklerinin üzerinde, normal bir varlıkmış gibi tavandaki ışıklann hafif aydınlığında sessizce duruyordu. Direksiyonu fazlasıyla büyüktü. Kirlenmeyi reddeden gövdesi kendi kendini tamir edebiliyordu; bu süreç artık daha yavaştı ama hâlâ devam ediyordu. Yağı tamam demişti siyahlı adam köşeyi dönmeden hemen önce ve bunlar bilinen son sözleri olmuştu. Arabasıysa kapanmış bir galeride bir şekilde unutulmuş bir sanat eseri gibi bekliyordu. Kollanmdaki tüylerin diken diken olduğunu ve hayalanmın büzüldüğünü hissettim. Ağzımda, başımın belada olduğu zamanlarda hissettiğim o kuru tiftik tadı vardı. Ennis Raf-ferty, bela köşenin ardında, derdi. Buick mınldanmıyor, parlatılıyordu ve sıcaklık yine on beş derecenin üzerine çıkmıştı ama çekimini, içeri girip ona bir göz atmamı fısıldayışını hissedebiliyordum. Artık yalnız kaldığımıza göre bana bazı şeyleri gösterebileceğini fısıldıyordu. Bu şekilde bakınca bir konu açıklığa kavuştu: Ned'e öfkelenmiştim çünkü onun adına çok korkuyordum. Elbette. Beynimin içinde -karnımda da bir nabız gibi atıyordu- bu kuvvetli çekimi hissedince her şey daha anlaşılır bir hal aldı. Buick, canavarlar doğuruyordu. Evet. Ama yine de bazen yüksek bir yerdeyken kenara
404
Buick 8
yönelip aşağı bakmak veya bir tabancanın namlusuyla burun buruna gelip nasıl bir şey olacağını görmek gibi anlaşılmaz bir isteğe kapılıp ona doğru çekilmek mümkündü. Sadece ve daima sizi izleyen bir göz gibi. Böyle anların mantıklı bir açıklamasını yapabilmek veya o sinirsel çekimi anlamak imkânsızdı; en iyisi geri çekilmek, tabancayı kılıfına geri koymak ve arabaya binip merkezden uzaklaşmaktı. B Barakası'ndan uzaklaşmak. O sinsi fısıltının menzilinden çıkana dek ilerlemek. Bazen kaçmak son derece makul bir tepkidir.
Beynimde ve göğsümde o tuhaf zonklamayı hissederek gece mavisi Buick Roadmaster'ı bir süre daha izledim. Sonra bir adım geriledim, gece havasından derin bir nefes çektim ve tamamen kendime gelinceye dek aya baktım. Kendimi toparlayınca arabama bindim ve merkezden uzaklaştım.
The Country Way kalabalık değildi. O günlerde hiç kalabalık olmuyordu. Cuma ve cumartesi geceleri bile. Wal-Mart ve yeni Statler Alışveriş Merkezi'ndeki restoranlar, şehirdeki lokantalara 32. Karayolu üzerindeki yeni sinema kompleksinin şehirdeki eski Gem Sineması'nı yok ettiği gibi kepenk kapattınyordu.
İnsanlar her zamanki gibi içeri girdiğimde bana şöyle bir baktı. Aslında baktıklan üniformaydı elbette. Birkaç adam -biri bir şerif yardımcısı, bir diğeri ilçe savcısıydı- selam verip elimi sıktı. İlçe savcısı ona ve kansına katılmak isteyip istemediğimi sorunca biriyle buluşabileceğimi söyleyerek onu kibarca reddettim. O gece başkalarıyla beraber olup havadan sudan bile olsa konuşma fikri midemi bulandınyordu.
Ana salonun arka tarafındaki ufak bölmelerden birine geçtim ve Cynthia Garris siparişimi almak üzere yanıma geldi. İri, güzel gözleri olan hoş bir şansındı. İçeri girdiğim sırada birine dondurma hazırladığını gözucuyla görmüştüm ve dondurmayı götürüp bana mönüyü getirmeden önce üniformasının üst düğmesini taktığı kalp
405
Stephen King
şeklindeki gümüş kolye görünecek şekilde açması çok dokunaklı gelmişti. Bu hareketin benim için mi yoksa sadece üzerimdeki üniforma etkisiyle mi yapıldığını bilmiyordum. Benim için olduğunu umdum.
"Selam, Sandy, son günlerde nerelerdeydin? Olive Garden? Outback? Macaroni Grille? Bunlardan birine mi gidiyordun?" Sahte bir sitemle çenesini kaldırdı.
"Yok, sadece evde yiyordum. Bugünün spesiyali ne?"
"Soslu tavuk, etli soslu midye dolması -fikrimi soracak olursan her ikisi de gece için ağır yemekler- ve mezgit ızgara."
"Sanınm bir hamburger ve yutmama yardım etmesi için bir de Iron City alacağım."
Sipariş defteri üzerinden dikkatle bana baktı. "İyi misin? Yorgun görünüyorsun."
"Yorgunum. Ama bunun dışında iyiyim. Bu gece etrafta Ekip D'den birini gördün mü?"
"George Stankowski senden önce buradaydı. Onun dışında bir tek sen varsın, hayatım. Polis olarak yani. Şey, şuradakiler var ama..." Onlann gerçek polisler olmadığını düşünüyormuşçasına omuz silkti. Ben de onunla aynı fikirdeydim.
"Burayı soymaya kalkışan olursa onlan tek elimle durdururum."
"Yüzde on beş bahşiş bırakacak olurlarsa bırak soysunlar, kahramanım," dedi. "Biranı getireyim." Beyaz üniforması içinde kırıtarak uzaklaştı.
Dostları ilə paylaş: |