Stephen King Buick 8



Yüklə 1,4 Mb.
səhifə8/29
tarix30.01.2018
ölçüsü1,4 Mb.
#41456
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   29

"İnsanlar sonradan bu tür aynntılan uydurmaya meyilli oluyorlar," dedi Huddie. "Görgü tanıklanna dilediğimiz kadar çok güvenemiyoruz maalesef."

"Değerli görüşlerinizin sonu geldi mi, efendim?" diye sordum.

Huddie elini şöyle bir salladı ve, "Devam et," dedi.

"Bibi arabada herhangi bir kan izi bulamamış ama bagajın içinden aldığı lif örneklerinde organik bir maddenin mikroskobik izlerini bulmuş. Bibi bu maddeyi tanımlayamamış ve madde -ona sabun-pisliği diyordu- parçalanmış. Bir hafta içinde maddeden eser kalmamış."

Huddie, bir okul çocuğu gibi elini kaldırdı. Başımı salladım.

"Bibi ve ekibinin arabanın boyasından, lastiklerinden ve direksiyonundan örnek parçalar aldığı yerlerde bir hafta sonra hiçbir iz kalmadı. Ahşap, bir üzüm tanesini saran zar gibi yeniden oluştu. Kaportadaki çentik gözden kayboldu. Boyayı bir çakı ya da anahtarla çizecek olsak, altı yedi saat sonra çizikten eser kalmıyordu."

"Kendi kendini iyileştiriyor mu?" dedi Ned. "Bunu yapabilir mi?"

"Evet," dedi Shirley. Yeni bir Parliament yakmış, kısa, sinirli nefesler çekiyordu. "Baban bir keresinde yaptığı deneylerden birini görmem için beni ikna etti; video kamerayla çekim yapacaktım. Sürücü tarafındaki kapının üzerine uzunca bir çizik attı ve kamerayı öylece çeker halde bırakıp on beş dakika sonra geri döndük. Filmlerdeki gibi dramatik bir sahne değildi ama gerçekten çok şaşırtıcıydı. Çiziğin derinliği azalmış ve boyayla uyum sağlamaya çalışıyor-

112


Buick 8

muşçasına kenarlan koyulaşmaya başlamıştı. Sonunda tümüyle pözden kayboldu. Hiçbir iz kalmadı."

"Ve lastikler," dedi Phil Candleton sözü alarak. "Birine bir tornavida saplıyorduk ve lastiğin içindeki hava bekleneceği gibi delikten dışan sızmaya başlıyordu. Ama çıkan ses, hemen zayıf bir ıslığa dönüşüyor, birkaç saniye sonraysa tamamen kesiliyordu. Sonra tornavida yere düşüyordu." Phil dudaklannı büzerek çıkan sesi taklit etti. "Bir karpuz çekirdeğini tükürmek gibi."

"Bu şey canlı mı?" diye sordu Ned bana. Sesi öylesine alçaktı ki zorlukla duydum. "Yani eğer kendini iyileştirebiliyorsa..."

"Tony her zaman canlı olmadığını söylerdi," dedim. "Bu konudaki tavn çok hararetliydi. 'Sadece bir araç,' derdi. 'Çözemediğimiz bir tür marifetli alet.' Babansa tam aksini düşünürdü ve sonunda o da Tony kadar ateşli davranmaya başladı. Curtis yaşasaydı..."

"Ne? Yaşasaydı ne olurdu?"

"Bilmiyorum," dedim. Birden kendimi bomboş ve üzgün hissettim. Daha anlatılacak çok şey vardı ama içimi ani bir isteksizlik sarmıştı. Kendimi anlatacak gibi hissetmiyordum ve anlatma fikri yüreğime bir ağırlık çökmesine sebep oluyordu. Yaklaşan yağmur indirmeden önce saman balyalarını içeri taşımak gibi gerekli, ama zor ve aptalca bir işi yapmadan önce içinizi saran sıkıntı gibi. "Baban yaşasaydı ne olurdu bilmiyorum ve Tann biliyor ya, bu doğru."

Huddie imdadıma yetişti. "Baban kafasını arabaya takmıştı, Ned. Neredeyse başka hiçbir şey düşünmüyordu. Her boş anında arabanın yanma koşuyor, çevresinde yürüyor, resimlerini çekiyor... ona dokunuyordu. Çoğunlukla yaptığı buydu. Sadece dokunuyor, dokunuyor, sanki gerçek olduğunu hissetmek istiyordu."

"Çavuş da aynı şekilde," diye araya girdi Arky.

113


F:8

Stephen King .

Tam olarak değil, diye düşündüm ama yüksek sesle söylemedim. Curt için daha farklıydı. Buick, Tony'ye hiçbir zaman olmadığı şekilde Curtis'e aitti. Ve Tony bunu biliyordu.

"Peki ya Memur Rafferty, Sandy? Sence Buick..."

"Onu yedi," dedi Huddie son derece kendinden emin bir sesle. "O zaman da böyle düşünmüştüm, şimdi de böyle düşünüyorum. Baban da buna inanıyordu."

"Öyle mi?" diye sordu Ned bana.

"Şey, evet. Yediğini ya da başka bir yere götürdüğünü düşünüyordu." Yine aklıma aptalca, ama aynı zamanda gerekli olan zahmetli işler geldi; düzeltilmesi gereken sıra sıra yataklar, yıkanması gereken dağ gibi bulaşık, toplanıp taşınması gereken dönümlerce saman.

"Ama bana Memur Rafferty ve babam onu bulduğundan beri arabayı hiçbir bilim adamının incelemediğini söylüyorsun," dedi Ned. "Hiç mi? Ne fizikçiler ne de kimyacılar arabayı incelemedi mi? Hiç kimse spektografık bir analiz yapmadı mı?"

"Bibi bir kez gelip Buick'i inceledi sanınm," dedi Phil savu-nurcasına. "Ama yalnız geldi, birlikte çalıştığı çocukları daha sonra hiç getirmedi. O, Tony ve baban içeri büyük bir makine soktular... belki bir spektograftı ama neler gösterdiğini bilmiyorum. Sen biliyor musun, Sandy?"

Başımı iki yana salladım. O soruya cevap verebilecek kimse kalmamıştı. Bibi Roth, 1998'de kanserden ölmüştü. Sık sık elinde bir not defteriyle Buick'in etrafında dolaşıp notlar alan, bazen de çizimler yapan Curtis Wilcox da ölmüştü. Eski Sorumlu Çavuş, Tony Schoondist hâlâ hayatta ve yetmişlerinin sonlarındaydı ama Alzheimer, beynindeki her şeyi silmişti. Arky Arkanian'la birlikte onu şu an kaldığı bakımevinde ziyaret edişimizi hatırladım. Noel'den he-

114

Buick 8


men önceydi. Arky ile ona, parasını bir grup eski memur olarak kendi aramızda toplayıp satın aldığımız altın bir St. Christopher madalyası götürmüştük. Bana sevgili çavuş iyi günlerinden birindeymiş gibi gelmişti. Hediye paketini pek zorlanmadan açmış ve madalyayı gördüğünde çok mutlu olmuştu. Hatta kopçasını bile kendi açmıştı, ama Arky takmasına yardım etmişti. Hediye faslı sona erince kaşlarını çatarak dikkatle bana bakmıştı. Gözlerindeki donuk bakışın yerini eski günleri hatırlatan keskin bir bakış almıştı. Bir an için kim olduğunu, kim olduğumuzu hatırlamış gibi görünmüştü. Sonra gözleri buğulanmış ve, "Kimsiniz, çocuklar?" diye sormuştu. "Hatırlayacak gibiyim." Sonra, hava durumunu sunar gibi son derece düz bir ifadeyle konuşmuştu. "Cehennemdeyim ben. Burası cehennem."

"Dinle, Ned," dedim. "The Country Way'deki toplantı aslında iki olguyla ilgiliydi. California'daki polisler bunu, hafızalannın zayıflığından olsa gerek, bazen devriye arabalannın yan taraflanna yazıyorlar. Ama biz asla unutmuyoruz. Neden bahsettiğimi anladın mı?"

"Hizmet etmek ve korumak."

"Çok doğru. Tony, o şeyin neredeyse kendiliğinden avuçlan-mıza düşmüş olmasını Tann'nın isteği olarak kabul ediyordu. Bunu açıkça dile getirmiyordu ama biz anlıyorduk. Baban da aynı şekilde hissediyordu."

Ned Wilcox'a, duymaya ihtiyaç duyduğunu düşündüğüm şeyleri anlatıyordum. Anlatmadığım şeyse, Tony ve Curt'ün gözlerindeki ışıltıydı. Tony hizmet edip koruma görevlerimiz üzerine bir konferans verebilir, Ekip D bünyesindeki polislerin böylesine tehlikeli bir konunun üstesinden gelebilecek kapasitede olduğunu uzun uza-dıya anlatabilir, muhtemelen Bibi Roth yönetimindeki, dikkatle seçilmiş bir grup bilim adamının araba üzerinde incelemeler yapması-

115


Stephen King

na izin vereceğini söyleyebilirdi. Tüm bu hikâyeleri anlatabilirdi ve yaptı da zaten. Hiçbirini gerçekten kastederek söylemiyordu. Tony ve Curt, Buick'i istiyordu çünkü onu bırakma düşüncesine tahammül edemiyorlardı. Asıl konu buydu, diğer her şey sadece birer ay-nntıdan ibaretti. Roadmaster garipti, egzotikti, tekti ve onlara aitti. Onu bir başkasına verme düşüncesine bile katlanamazlardı.

"Ned," dedim. "Baban ardında hiç defter bırakmış mı? Okulda kullanılan defterlerden."

Ned bunu duyunca dudaklannı kıstı. Başını eğdi ve dizlerinin arasında bir noktaya doğru konuştu. "Evet, aslında her türden defter var. Annem onlann bir tür günlük olabileceğini söylemişti. Her neyse, vasiyetinde ona ait tüm özel belgelerin yakılmasını istemiş ve annem de hepsini yaktı."

"Sanınm bu oldukça akla uygun," dedi Huddie. "En azından eski çavuş ve Curt'e uyan bir davranış."

Ned başını kaldmp ona baktı.

Huddie sözlerini biraz açtı. "O ikisi bilim adamlanna güven-mezdi. Tony onlara ne isim takmıştı, biliyor musun? Ölümün to-humculan. En önemli görevlerinin dünyaya zehir saçmak olduğunu söylerdi. Sadece bilginin onlara zarar vermeyeceğini ekleyerek herkese istedikleri her şeyi yemelerini söylerdi." Duraksadı. "Başka bir konu daha vardı."

"Başka bir konu mu?" diye sordu Ned.

"Gizlilik," dedi Huddie. "Polisler sır tutabilir ama Curt ve Tony bilim adamlarının bunu yapabileceğine inanmıyordu. Tony'nin bir keresinde, 'O sersemlerin atom bombasının tohumla-nnı dünyaya ne kadar hızlı yaydıklarına bir bak,' dediğini duymuştum. 'Bu yüzden Rosenbergler'i kızarttık ama kafasında bir beyni olan herkes, Ruslann iki yıl içinde aynı bombaya sahip olacağını

116


Buick 8

tahmin edebilirdi. Neden? Çünkü bilim adamlan çene çalmayı sever. B Barakası'nda tuttuğumuz o şey bir atom bombasıyla aynı şey olmayabilir ama belki de öyledir, kim bilir? Kesin olan bir şey varsa o da bizim çatımız altında durduğu sürece kimsenin atom bombası olmayacağı.'"

Bunun, gerçeğin sadece bir kısmı olduğunu düşündüm. Bazen Tony ve Ned'in babasının bu konuda konuşmaya gerçekten ihtiyaç duyup duymadıklannı merak ederdim, yani merkezde işlerin en durgun olduğu, bazı polislerin üst katta şekerleme yaptığı, diğerlerinin mikrodalga fırında patlatılmış mısırları yiyerek videoda film seyrettiği hafta içleri ilerlemiş akşam saatlerinde, alt katta sadece ikisi varken ofisin kapısı kapalı bir halde içerideyken acaba içlerinden biri düşündüğüm cümleyi söylemeye ihtiyaç duyuyor muydu? Dünya üzerinde bunun gibi bir şey daha yok ve biz bunu kendimize saklıyoruz. Hiç sanmıyorum. Çünkü iletişim kurmak için birbirlerinin gözlerine bakmalan yeterliydi. İkisinde de aynı hevesli bakış vardı. Aynı dokunma ve hissetme isteği. Sadece arabanın etrafında dolaşmak bile onlar için farklı bir anlam taşıyordu. O gizemli bir şey, bir sır, bir mucizeydi. Ama çocuğun bunlan kabullenip kabullenmeyeceğini bilmiyordum. Babasını sadece özlemediğini, aynı zamanda öldüğü için ona öfkede duyduğunu görebiliyordum. Bu ruh halindeyken yaptıklannı çalmak olarak görebilirdi, ki bu da doğru değildi. En azından tamamen doğru değildi.

"O sırada ışık depremlerini öğrenmiştik," dedim. "Tony, onlara 'dağıtım anları' diyordu. Buick'in bir şeyden kurtulduğunu, onu statik elektrik gibi boşalttığını düşünüyordu. Gizlilik konusu ve diğer sebeplerimiz bir yana, yetmişlerin sonlarında, Pennsylvania'da-ki herkesin -sadece bizim değil, herkesin- bilim adamlanna ve teknolojiye güvenmemek için çok iyi bir nedeni vardı."

117

Stephen King



"Three-Mile," <*' dedi Ned.

"Evet. Ayrıca arabanın tuhaflıkları sadece kendi kendine düzelen çizikler ve üzerinde toz tutmamasından ibaret değildi. Çok daha fazlası vardı."

Durdum. Bir anda anlatmak çok zor gelmişti.

"Devam et, anlat ona," dedi Arky. Sesi neredeyse öfkeyle titriyordu. "Şimdiye kadar anlattıklarının hiçbir anlamı yok. Ona geri kalanını da anlat." Huddie'ye, sonra Shirley'ye baktı. "1988'i anlat. Evet, onu bile." Durup iç geçirdi ve B Barakası'na baktı. "Artık durmak için çok geç, çavuş."

Ayağa kalkıp otoparka doğru yürümeye başladım. Arkamdan Phil'in sesini duydum. "Hayır, yapma. Bırak gitsin, evlat, geri gelecektir."

En tepedeki koltukta oturulunca bu hep olur; insanlar geri döneceğini söylerler ve neredeyse her seferinde haklı çıkarlar. İnme, kalp krizi ve sarhoş sürücüler gibi engeller olmadığı sürece dedikleri oluyor, sanırım. Biz ölümlülerin Tann'nın işi olduğunu umduğumuz engeller. En tepedeki koltukta oturanlar -oraya ulaşmak ve ulaştığı yerde kalmak için ter akıtanlar- hiçbir zaman işin canı cehenneme deyip balığa gidemezler. Hayır. Tepedeki koltukta oturan bizler, yatakları düzeltmeye, bulaşıklan yıkamaya, saman balyalamaya ve elimizden gelenin en iyisini yapmaya devam ederiz. İnsanlar, Ah dostum, sen olmasan biz ne yapardık? der. Bunun cevabı, o zamana kadar her ne halt yapıyorlarsa onu yapmaya devam edecekleridir aslında. Her zaman ne yapıyorlarsa o.

B Barakası'nm raylı garaj kapısının önünde durdum ve pence-

(*) 28 Mart 1979'da, Pennsylvania Three-Mile Adasf ndaki nükleer reaktörde çok büyük bir tehlike yaşanmıştır.

118

Buick 8


relerin birinden içeri, termometreye baktım. Sıcaklık on bir dereceye inmişti. Hâlâ kötü sayılmazdı -en azından korkunç değildi- ama Buick'in gece bastırmadan önce bir iki patlama daha yapacağını düşünmemi sağlayacak kadar serindi. Brandayı tekrar üzerine örtmemizin bir anlamı olmayacaktı, daha sonra örterdik.

Sakinleşiyor. Schoondist ve Wilcox'a göre Roadmaster'ın etkileri giderek hafifliyordu. Kurulmamış bir saat gibi yavaşlıyor, eski bir buzdolabı gibi titriyor, neyin sıcak neyin soğuk olduğunu artık ayırt edemeyen bir yangın detektörü gibi ötüyordu. İstediğiniz benzetmeyi seçebilirsiniz. Ve belki de doğruydu. Hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Kendi kendimize bildiğimizi söylememiz, her gece korkunç kâbuslar görmeden o şeyle burun buruna yaşayabilmek için başvurduğumuz bir taktikten fazlası değildi.

Tekrar banka dönüp bir sigara daha yaktım ve Shirley'yle Ned'in arasına oturdum. "Bu akşam gördüğümüz şeyi ilk görüşümüzü anlatmamı ister misin?" diye sordum.

Yüzünde beliren hevesli ifade, anlatmaya devam etmemi kolaylaştırdı.

119

Buick 8


O zaman

Başladığında Sandy oradaydı. Orada olan tek kişiydi. Sonraki yıllarda yan şaka, yarı ciddi, bir şöhret olmak için kullanabileceği tek fırsatın bu olduğunu söylemişti. Diğerleri de kısa süre sonra koşup gelmişti ama en başta sadece ağzı açık bir şekilde benzin pompasının yanında durmuş, gözlerini kısmış, birkaç saniye içinde Amish ve Amish olmayan çiftçiler dahil civardaki herkesin, rüzgârda savrulan bir avuç radyoaktif toza dönüşeceğine inanarak olanları izleyen Sander Freemont Dearborn vardı.

Buick'in B Barakası'na koyulmasından birkaç hafta sonra, 1979 yılının ağustosunun ilk haftası civanydı. O günlerde Ennis Raf-ferty'nin kayboluşuna dair gazetelerde çıkan haberlerin sayısı iyice azalmıştı. Kayıp polis memuruyla ilgili en çok haber, Statler County American gazetesinde çıkmıştı ama Pittsburgh Post-Gazette temmuz sonunda bir pazar baskısında ön sayfada bir haber yapmıştı. Haberin manşeti şöyleydi: KAYIP POLİSİN ABLASI PEK ÇOK SORUYLA ORTADA KALDI. Hemen altında da, EDITH HYAMS DERİNLEMESİNE SORUŞTURMA İSTİYOR, yazıyordu.

121


Stephen King

Sonuçta olaylar, tam olarak Tony Schoondist'in öngördüğü gibi gelişti. Edith, Ekip D'deki polislerin kardeşinin kayboluşu hakkında söylediklerinden fazlasını bildiklerini iddia ediyordu; her iki gazetede de buna dair sözleri yer almıştı. Satır aralanndan okunan ise zavallı kadının kederden (ve elbette bir de öfkeden) neredeyse aklını kaçırmış halde olduğu ve umutsuzca, kendi suçu olabilecek bu durumun sorumluluğunu yükleyecek birilerini aradığıydı. Polislerden hiçbiri kadının sivri dilinden ve her şeye sürekli kusur bulmasından bahsetmemişti, ama Ennis ve Edith'in komşulan onlar kadar sıkı ağızlı değildi. Her iki gazetenin muhabiri de Ennis'in bağlı olduğu ekipteki meslektaşlannın suçlamalanna rağmen kadına maddi destek sağlamaya kararlı olduğunu da belirtmişti.

Edith'in Post-Gazette'de çıkan sert ifadeli siyah beyaz fotoğrafının da ona pek yardımı olduğu söylenemezdi; Lizzie Borden'm eline baltayı almadan on beş dakika önceki haline benziyordu.

îlk ışık depremi günbatımında gerçekleşti. Sandy, İlçe Savcısı Mike Sanders ile sohbet etmek için saat altı gibi devriyeden dönmüştü. Önlerinde hiç de hoş olmayan bir çarpıp kaçma davası vardı. Sandy, iddia makamının en önemli görgü tanığı, kurbansa boyundan aşağısı felç kalan küçük bir çocuktu. Mike, bunun sorumlusunu içeri tıktırmaya kesinlikle kararlıydı. Öncelikli hedefi beş yıldı ama on yıl da olasıydı. Tony Schoondist, üst kattaki dinlenme odasının bir köşesinde gerçekleştirilen bu görüşmenin bir bölümünde onlarla kaldı, Mike ve Sandy sohbetlerini bitirirken de aşağı, ofisine indi. Mike ile aynntılan halleden Sandy, tekrar üç saatlik bir devriyeye çıkacağı için aracının deposunu doldurmaya karar verdi.

Arka kapıdan çıkmak için iletişim bölümünün önünden geçerken Mart Babicki'nin kendi kendine söylendiğini duydu. "Off, seni

122


Buick 8

kahrolası alet." Bir darbe sesi duyuldu. "Neden doğru düzgün çalışmıyorsun?"

Sandy, başını bölmeden içeri uzatarak Matt'e muayyen günlerinde olup olmadığını sordu.

Matt'in bunu komik bulmadığı yüzünden belli oluyordu. "Şunu bir dinle," dedi ve telsizin sesini açtı. Sandy, düğmenin en sona dayandığını gördü.

Birim 7'den Brian Cole, Sawmill Yolu'nda olan Birim 5'ten Herb Avery ve Tann bilir nerde olan George Stankowski merkeze rapor verdi. Sonuncusu, parazit yüzünden neredeyse hiç anlaşılmamıştı.

"Daha da kötüleşirse onlara bilgi vermek bir yana, izlerini nasıl süreceğimi bile bilmiyorum. Söylediklerini duyamazsam nerede olduklarını nasıl bileceğim?" diye yakındı Matt. Vurgulamak istercesine telsizin yan tarafına tekrar vurdu. "Ya biri herhangi bir şikâyet için ararsa? Yaklaşan bir fırtına mı var, Sandy?"

"İçeri girdiğimde havada tek bir bulut bile yoktu," dedi Sandy ve pencereden dışan baktı. "Hâlâ da öyle... başını çevirebiliyorsan sen de görebilirsin. Ben bu yeteneğe doğuştan sahibim, bak!" Sandy başını bir o tarafa bir bu tarafa çevirdi.

"Aman ne komik. Tutuklayacağın masum bir adam falan yok mu senin?"

"İyi cevap, Matt. Bugün sol tarafından kalktın galiba." Sandy yoluna devam ederken üst katta birinin lanet olası antenin çatıdan düşüp düşmediğini sorduğunu duydu. Anlaşıldığı kadarıyla görüntü, Uzay Yolu'nun güzel bölümlerinden birinin tekrarı sırasında aniden kaybolmuştu.

Sandy dışan çıktı. Uzaklardan gökgiirültülerinin duyulduğu sıcak, puslu bir akşamdı ama rüzgâr yoktu ve gökyüzü açıktı. Gü-

123

Stephen King



nün son ışıklan, batıyı kızıla boğmuştu. Otlann üzerinden, yüksekliği bir buçuk metreye varan bir sis yükseliyordu.

Devriye aracına bindi (o nöbette D-14'ü, baş desteği yırtık olanı kullanıyordu) ve Amoco pompasının yanına sürdü. Araçtan indi, plakanın altındaki benzin deposunun kapağını açtı, sonra durdu. Aniden ortalığın ne kadar sessiz olduğunu fark etmişti; ne otlann üzerinde öten çekirgelerin, ne etrafta cıvıldayan kuşlann sesi vardı. Duyulan tek ses, yüksek gerilim hattının hemen altında duran birinin duyacağına benzer alçak, kesintisiz bir mınltıydı.

Sandy arkasına dönmek için bir hamle yaptı ve o anda tüm dünya mor-beyaz oldu. İlk aklına gelen, bulutsuz gökyüzüne rağmen bir yıldınmın onu çarptığıydı. Sonra B Barakası'nın bir...

Ne gibi aydınlandığını anlatacak kelime, bu duruma uzaktan yakından benzeyen bir başka olay bilmiyordu. Buna benzer bir şeyi ömründe görmemişti.

O ilk birkaç ışık patlamasına bakmış olsaydı gözlerinin kör olacağını tahmin etti; belki geçici bir körlük yaşardı, belki kalıcı. Ama şansına, barakanın raylı garaj kapısı pompalara bakmıyordu. Yine de ışığın parlaklığı gözlerini kamaştırmaya ve alacakaranlığı öğle güneşi gibi aydınlatmaya yetecek kadar fazlaydı. Yeterince sağlam ahşap bir bina olan B Barakası'nın ise tülden yapılmış bir çadır gibi dayanıksız, varla yok arası görünmesine neden olmuştu. Her bir çatlaktan ve boş çivi deliğinden, muhtemelen bir sincabın kemirmesiyle açılmış bir başka delikten, bir tahtanın yerinden düştüğü zemin seviyesinden, havanın geçebileceği her yerden ışık fış-kırıyordu. Çatıda bir havalandırma bacası vardı. Buradan düzensiz aralıklarla gökyüzüne doğru fışkıran ışık, leylak rengi dumanlarla verilmiş işaretlere benziyordu. Önde ve arkadaki raylı garaj kapıla-

124


Buick 8

nnın üzerinde sıra sıra dizilmiş pencerelerden yayılan ışık, yerden yükselen sisi, tüyler ürperten elektrik yüklü buhar bulutlanna benzetiyordu.

Sandy sakindi. Şaşkın ama sakin. Sonumuz geldi, lanet olası şey patlıyor, hepimiz öleceğiz, diye düşünüyordu. Kaçmayı ya da kendini arabanın içine atmayı hiç aklından geçilmemişti. Nereye kaçacaktı? Arabayı nereye sürecekti? Bir şaka gibiydi.

Asıl yapmak istediği çılgınlıktı: daha da yaklaşmak. Barakadaki şey onu kendisine çekiyordu. Bu onu, Mister D'yi yaptığı gibi dehşete düşülmüyordu; büyülenmiş gibiydi ama içinde bir nebze bile korku yoktu. Çılgınca ya da değil, daha yakınına gitmek istiyordu. Neredeyse kendisini çağırdığını duyabiliyordu.

Kendini rüyada gibi hissederek (bir yandan da rüya görüyor olma olasılığının çok yüksek olduğunu düşünüyordu) D-14'ün sürücü tarafına doğru yürüdü, açık olan pencereden içeri uzandı ve ön camın gerisinde duran güneş gözlüklerini aldı. Gözlükleri takıp barakaya doğru yürümeye başladı. Güneş gözlükleriyle biraz daha iyiydi ama çok da değil. Kaldırdığı elini yüzünün önünde tutuyordu. İyice kıstığı gözleri ince birer çizgi halini almıştı. Sessiz ışık patlamalan tüm dünyayı mor-beyaz renge boyuyordu. Sandy, ayak-lannın dibinde bir anlığına belirip kaybolan gölgesini görebiliyordu. Garaj kapılannın üzerindeki pencerelerden yayılan parlak ışık, barakanın ön ve arka tarafını düzensiz aralıklarla mor bir alevle kaplıyordu. Sandy, polislerin en yakında duran ve dışan ilk çıkan Matt Babicki'yi bir kenara iterek merkez binasının önünde birer ikişer belirdiklerini görebiliyordu. Barakadan yayılan ışık yüzünden hepsi sessiz filmlerdeki aktörler gibi kesik kesik hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Ceplerinde güneş gözlükleri olanlar hemen çıkarıp taktılar. Yanlannda taşımayanlarsa almak için dönüp içeri koş-

125


Stephen King

tular. Bir polis tabancasını bile çekti, sonra, bununla ne yapacağım ki? dercesine bakarak tekrar kılıfına yerleştirdi. Güneş gözlükleri olmayan iki polis yine de barakaya doğru ilerlemeye başladı. Başlan öne eğik, gözleri kapalı, kolları bir uyurgezerinki gibi öne uzanmıştı. Onlar da Sandy gibi ışık patlamalanna ve o çıldırtan mınltı-ya doğru çekiliyordu. Işığa giden pervaneler gibi.

Sonra Tony Schoondist koşarak yanlarına geldi. Adamlara tokat atıp itti ve bağırarak geri çekilmelerini, merkez binasına geri dönmelerini, bunun bir emir olduğunu söyledi. Bu arada kendi güneş gözlüklerini takmaya uğraşıyor ve her seferinde yüzünü ıskalıyordu. Gözlüğün sapını bir keresinde ağzına, bir keresinde de kaşına soktuktan sonra doğru yere takabildi.

Sandy tüm bu olanlan ne görmüş, ne de duymuştu. Tek duyduğu, barakadan gelen mınltıydı. Tek gördüğü, yerden yükselen sisi elektrik yüklü ejderhalara çeviren ışık patlamalan, havalandırma bacasından çıkıp kararmakta olan göğü bir bıçak gibi yaran mor ışık sütunuydu.

Tony onu yakalayıp sarstı. Barakada tekrar sessiz bir ışık patlaması oldu ve Tony'nin güneş gözlüklerinin camlannı küçük, mavi ateş toplanna çevirdi. Hiç gerek olmadığı halde bağınyordu; Sandy onu çok net duyabiliyordu. Bir mınltı vardı ve biri, Ulu Tanrım, diye mınldanıyordu, hepsi buydu.

"Sandy! Başladığında burada miydin?" "Evet!" Gerek olmadığını bile bile o da bağırmıştı. İçinde ol-duklan durum her nasılsa bağırmalan gerektiğini hissettiriyordu. Işık tekrar dilsiz bir şimşek gibi parladı. Her seferinde baraka sanki canlı bir varlıkmışçasına öne doğru zıplıyor gibi görünüyordu. "Başlatan neydi? Buna ne sebep oldu?" "Bilmiyorum!"

126

Buick 8


"İçeri gir! Curtis'i ara! Ona olanlan anlat! Kıçını kaldınp hemen buraya gelmesini söyle!"

Sandy, SÇ'na orada kalıp neler olacağını görmek istediğini söyleme dürtüsüne karşı koydu. Çok temel bir sebepten bu fikir zaten aptalcaydı: hiçbir şey görmek mümkün değildi. Işık fazla parlaktı. Güneş gözlükleriyle bile fazla parlaktı. Aynca duyduğunda bir emri tanırdı.

Basamaklarda sendeleyerek içeri girdi (parlak ışık patlamalan yüzünden derinliği ve mesafeyi kestirmek güçleşmişti) ve kollannı önünde sallayarak iletişim bölmesine vardı. Kamaşmış gözleri yüzünden içeriyi sadece iç içe geçmiş gölgeler halinde görebiliyordu. O an için beynindeki en belirgin görüntü, mor ışık patlamalanydı.

Matt Babicki'nin telsizinden kesintisiz bir parazit ve gömülü adamlann topraktan çıkan parmaklan ve ayaklan gibi belli belirsiz sesler yayılıyordu. Sandy, 911 acil yardım hattının yanındaki telefona uzanırken onun da çalışmıyor olabileceğini düşünüyordu -hatta bundan emindi- ama çevir sesini duydu. Panoya asılı duran listeden Curt'ün numarasını buldu ve çevirdi. Telefon bile her ışık patlamasında korkuyla sıçnyor gibi görünüyordu.

Telefona cevap veren Michelle'di. Karanlık çökmeden önce çimleri biçmek isteyen Curt'ün dışanda olduğunu söyledi. Onu telefona çağırmak istemediği sesinden açıkça belli oluyordu. Ama Sandy tekrar isteyince, "Pekâlâ, bir dakika," dedi. "Hiç ara vermez misiniz siz, kuzum?"


Yüklə 1,4 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin