297
Stephen King
DUR levhalarında da görmesi muhtemeldi.) ama bütün dünya değişmjs ken bunun nasıl aynı olabileceği hissi... bunu kavramakta güçlük çekiyor-du. Sanki NÜKLEER ENERJİYE... DUR'a yoğun bir ümitsizlikle ye. terince uzun süre baksa bir solucan deliği, bir tür bilim kurgusal tünel açılacak ve geçmişe dalacak, tüm bunlar da hiç gerçekleşmemiş olacaktı Tüm bu karanlık.
"Clay?" dedi Tom. "İyi misin?"
"Burası benim sokağımdı," dedi Clay bu her şeyi açıklıyormuşçasına ve bunu yapacağını kendisi de bilmeden koşmaya başladı.
Livery Yolu, çıkmaz sokaktı; kasabanın o kesimindeki bütün sokaklar aşınmış bir dağ olan Kent Tepesi'nin yamacında son buluyordu. Sokağın iki yanında meşe ağaçları vardı ve kuruyup dökülmüş yapraklan ayaklarının altında çıtırdıyordu. Ayrıca pek çok terk edilmiş araç vardı. İki araba, ateşli bir şekilde öpüşüyormuşçasma tampon tampona çarpışmıştı.
"Nereye gidiyor?" diye sordu Jordan arkasından. Clay, çocuğun sesinde duyduğu korkudan nefret ediyordu ama duramazdı.
"Bir şeyi yok, merak etme," dedi Tom. "Bırak gitsin."
Clay yol üstünde kalmış arabaların arasından dolaştı; el fenerinin ışığı önünde hızla dans ediyordu. Dans ederken bir an Bay Kretsky'nin yüzünü aydınlattı. Bay Kretsky, Johnny'nin hâlâ Johnny-Gee olduğu, telefon çaldığında mana mı mana mı diye bağırarak koştuğu zamanlarda her saç tıraşı için ona mutlaka bir lolipop verirdi. Bay Kretsky, meşe yapraklarının altında yarı gömülmüş halde evinin önündeki kaldırımda yatıyordu ve burnu yoktu.
Onları ölü bulmamalıyım. Bu düşünce beynine balyoz gibi art arda iniyordu. Alice 'ten sonra olmaz. Onları ölü bulmamalıyım. Ardından nefretle (gerilim anlarında beyin daima gerçekleri söylerdi): Birini ölü bulmam gerekiyorsa... Sharon olsun.
298
Cep
Evleri soldan sonuncusuydu (Sharon'a her zaman tüyler ürpertici bir oülüşle hatırlattığı gibi... gerçi o zamanlar esprinin tadı kaçalı çok olmuş-[U) ve araba yolu içine tek arabanın sığabildiği, bakımı yapılmış küçük Kulübeye doğıu hafifçe kıvrılarak uzanıyordu. Clay soluk soluğa kalmıştı [,ilc ama durmadı. Araba yolunu koşarak, yaprak yığınlarını tekmeleyerek geçti. Sağ tarafında keskin bir batma, ağzında ise bakır tadı hissediyordu, nefesi hırıltıya dönmüştü. El fenerini kaldırıp garajın içine doğru tuttu.
Boştu. Asıl soru, bunun iyi mi, yoksa kötü mü olduğuydu.
Arkasına döndü, Toıvı ve Jordan'ın el fenerlerinin yaklaşan ışığını gürdü ve tekrar önüne dönüp el fenerini evinin arka kapısına doğru tuttu. Gördüğü şey kalbinin bir anda hoplamasına neden oldu. Kapının önündeki üç basamağı koşarak çıktı, sendeledi ve düşmeden dengesini tekrar bulup caiina üstündeki notu yırtarcasuıa çekip aldı. Cama sadece küçük bir bant parçasıyla tutturulmuştu ve belki yarım saat geç gitmiş olsalar rüzgâr notu yerinden ayırıp kim bilir nereye uçuracaktı. Bu dikkatsizliği yüzünden onu öldürebilirdi, tam Sharon'a özgü bir davranıştı, ama en azından...
Not karısından değildi.
2
Jordan araba yolunu tırmanıp basamakların önünde durdu ve fenerini Clay'e doğrulttu. Tom sık nefesler alıp kuru yaprakları çıtırdatarak çoeuğun ardından yavaşça geldi. Jordan'ın yanında durup fenerini Clay'in elindeki kâğıda doğru tuttu, ardından ışığı yavaşça Clay'in şok içindeki yüzüne kaldırdı.
"Annesinin şeker hastası olduğunu unutmuşum," dedi Clay ve cama bantla tutturulmuş notu ona uzattı. Tom ve Jordan notu birlikte okudu.
299
Stephen King
Babacım,
Belki biliyorsundur, kutu bi şey oldu, umarım iyisin ve bu eline ulaşır Mitch Steinınan ve George Gendron yanımda, insanlar delirdi ve sebebin cep telefonları olduğunu düşünüyoruz. Baba, kötü kısmı su, buraya geldik çünkü ben korkuyordum. Yanılıyor olsam benimkini kıracaktım ama yanıl. mamışım, yerinde yoktu. Annannem hasta, biliyorsun, bu yüzden annem onu kontrol etmek için telefonu kullanıyordu. Gitmeliyim, Tanrı'm, çok kor-kuyorum, biri Bay Kretsky'yi öldürdü, insanlar korku filmlerindeki gibi deli-np oluyor ama insanların (NORNİAL olanların) belediye binasında toplandığını duyduk, biz de oraya gidiyoruz. Belki annem de oradadır ama TELEFONUM undaydı. Baba, iyiysen NE OLUR GELİP BENİ BUL.
Oğlun, John Gavin Riddell
Tom notu okuduktan sonra Clay'i en uğursuz uyandan daha çok dehşete düşüren temkinli bir nezaketle konuştu. "Belediye binasında toplananların büyük ihtimalle başka yerlere gitmiş olabileceğini biliyorsun, değil ini? On gün oldu ve dünya korkunç bir sarsıntı geçirdi."
"Biliyorum," dedi Clay. Gözleri yanıyor, sesi titriyordu. "Annesi de muhtemelen..." Omuz silkti ve titreyen elini evinin araba yolunun ötesindeki karanlık, eğim kazanan dünyaya doğru salladı. "Ama belediye binasına gidip görmem lazım, Tom. Bir haber bırakmış olabilirler. Johnny bir başka not bırakmış olabilir."
"Evet," dedi Tom. "Elbette gidip görmen lazım. Oraya gittiğimizde bir sonraki adımımıza karar veririz." Yine aynı korkunç nezaketle konuşuyordu. Clay neredeyse alaycı bir kahkaha atıp haydi ama zavallım, onu bir daha görebileceğini gerçekten sanmıyorsun, değil mi? Hayal kurmayı bırak, gibi sözler söylemesini dileyecekti.
Jordan notu ikinci kez, hatta belki üçüncü, dördüncü kez okumuştu. Clay o an hissettiği keder ve strese rağmen Johnny'nin imla hataları ve
300
Cep
zayıf kompozisyonu için Jordan'dan özür dileme, Jordan'a oğlunun o notu muhtemelen çok büyük stres altında, arkadaşları başında dışarıdaki jLinyada kıyamet koparken basamakların üstüne oturarak yazmış olabile-ceğini hatırlatma isteği duydu.
Jordan notu indirip sordu. "Oğlunu tarif edebilir misin?"
Clay sebebini soracakken bilmek istemediğine karar verip vazgeçti. En azından o an bilmek istemiyordu. "Senden otuz santim kadar kısa. Tıknaz. Koyu kahve saçlı."
"Sıska değil. Sarışın değil."
"Hayır, bu tarif arkadaşı George'a daha çok uyuyor."
Tom ve Jordan birbirine baktı. Ciddi bir bakışmaydı ama Clay içinde aynı zamanda rahatlama da olduğunu düşündü.
"Ne oldu?" diye sordu. "Ne? Söyleyin."
"Yolun karşısında," dedi Tom. "Koştuğun için görmedin. Üç ev kadar aşağıda ölü bir çocuk var. Sıska, sarışın, kırmızı sırt çantalı..."
"George Geııdron," dedi Clay. George'un kırmızı çantasını Johnny'nin kenarları fosforlu mavi Çantasını olduğu kadar iyi biliyordu. "Johnny ile dördüncü sınıf tarih projeleri olarak bir Püriten köyü yapmışlardı. A-artı almışlardı. George ölmüş olamaz." Ama öldüğünden neredeyse emindi. Ağırlığı altında bildik şekilde gıcırdayan eşiğe oturup yüzünü ellerine gömdü.
3
Belediye binası Mili ve Pond caddelerinin kesiştiği yerde, kasaba parkının ve küçük yerleşim bölgesine ismini veren gölcüğün ön tarafında yükseliyordu. Otopark personele ayrılan bölümler hariç neredeyse boştu Çünkü Victoria tarzı büyük, beyaz binaya giden iki cadde de terk edilmiş ¦Taçlarla doluydu. İnsanlar olabildiğince yaklaşmış, sonra yolun kalanını yürümüştü. Clay, Tom ve Jordan gibi geç gelenler için ağır ve zahmetli
301
Stepheıı Kiug ./
bir yürüyüş oldu. Belediye binasına iki sokak kaldığında bahçelerin bile arabalarla dolu olduğunu gördüler. Yarım düzine ev yanıp kül olmuştu Bazılarının hâlâ dumanı tütüyordu.
Clay, Livcry Yolu'ndaki çocuğun cesedinin üstünü örtmüştü -gerçekten de Jühmıy'iıin arkadaşı George'tu- ama Kent Pond Belediye Bina-sı'na doğru yürürken karşılarına çıkan şişmiş ve katılaşmış cesetler içjn yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Yüzlerce ceset vardı, ama Clay karanlıkta aralarında tanıdığı kimseye rastlamadı. Gündüz vakti de olsa tanınmayacak haldeydiler. Muhtemelen kargalar bir buçuk haftadır epeyce meşguldü ve bedenlerinin büyük bir bölümü yoktu.
Aklı sürekli kanlı yaprakların arasında yüzüstü yatmakta olan Geor-ge Gendron'a kayıp duruyordu. John bıraktığı notta George ve yedinci sınıftan bir diğer iyi arkadaşı Mitch ile birlikte olduğunu yazmıştı. Yani Goergeun başına ne geldiyse Johnny'nin notu yazmasından ve Riddellla-rın evinden ayrılmalarından sonra gelmişti. Ve yaprakların arasında sadece George yattığına göre Clay, Johnny ve Mitch'in Livery Yolu'ndan sağ salim ayrıldığını varsayabilirdi.
Varsaymanın sonu boktur o ayrı, diye düşündü. Alice Maxwell öyle demişti, huzur içinde yatsın.
Ve bu doğruydu. George'un katili onları kovalamış ve başka bir yerde öldürmüş olabilirdi. Main Caddesi'nde, Dugway Caddcsi'nde ya da belki Laurel Yolu'nda. Onları bir İsveç kasap bıçağıyla veya araba anten-leriyle şişleyip öldürmüş olabilirdi...
Belediye binasının otoparkının kenarına varmışlardı. Sol taraflarında, neredeyse tamamen boş olan asfalt otoparka varmasına beş metre kala çamurlu hendeğe çakılmış bir kamyonet vardı. Sağlarında ise kuşlar tarafından boğazı parçalanmış, yüz hatları tanınmaz hale gelerek etleri şeritler halinde sarkmış bir kadın vardı. Portland Sea Dogs beysbol şapkası hâlâ kafasında, çantası ise kolunda duruyordu. Para artık katilleri ilgilendirmiyordu.
302
1
Cep
Tom elini omzuna koyarak Clay'i irkiltti. "Olasılıkları düşünmeyi bırak."
"Nerden bildin..."
"Bilmek için akıl okumaya gerek yok. Oğlunu bulursan -muhtemelen bulamayacaksın- ama bulursan sana bütün olan biteni anlatacağından eminim. Bulamazsan da... bilip bilmemek çok fark etmez, değil mi?"
"Hayır. Elbette etmez. Ama Tom... George Gendron'ı tanıyordum. Çocuklar ona bazen Connecticut derdi, çünkü ailesi buraya oradan taşınmıştı. Arka bahçemizde sosisli sandviç ve hamburger yemişti. Babası bize gelir, birlikte Patriots'ı seyrederdik."
"Biliyorum," dedi Tom. "Biliyorum." Sonra Jordan'a dönüp sertçe, "Kadına bakmayı kes, Jordan," dedi. "Ayağa kalkıp yürüyecek hali yok."
Jordan, ona aldırmadan Sea Dogs şapkalı, kargaların didiklediği kadına bakmaya devam etti. "Frekolar temel programları yüklendikten sonra kendi türleriyle ilgilenmek için çaba göstermeye başladı," dedi. "Cesetleri tribünlerin altından alıp bataklığa atmak gibi basit bir iş bile olsa bir şey yapmaya çalıştılar. Ama bizimkiler için hiçbir şey yapmıyorlar. Bizimkileri oldukları yerde çürümeye bırakıyorlar." Clay ve Tom'a baktı. "Ne derlerse desinler, ne vaat ederlerse etsinler onlara güvenemeyiz," dedi hararetle. "Güvenemeyiz, anladınız mı?"
"Kesinlikle aynı fikirdeyim," dedi Tom.
Clay başını salladı. "Ben de."
Tom başıyla uzun ömürlü pillere sahip tek tük acil durum ışığının yanarak personele ait kuru yaprak yığınları arasında kalmış arabaları hastalıklı bir sarı ışıkla aydınlattığı belediye binasını işaret etti. "Haydi içeri girelim ve bize geride ne bıraktıklarını görelim."
"Evet, görelim bakalım," dedi Clay. Johnny gitmiş olacaktı, bundan hiç şüphesi yoktu, ama küçük bir parçası, çocuksu, iyimser bir parçası, Babacığım?' haykırışını duyacağını ve oğlunun bu karabasanın ortasında tanlı canlı, sağlıklı bir şekilde kucağına atlayacağını ümit ediyordu.
Stephen King
4
Çift kcinatlı kapının üzerine yazılmış yazıyı görünce belediye binasının terk edilmiş olduğuna dair hiçbir kuşkuları kalmadı. Pille çalışan acil durum lambalarının ölgün, sarı ışıkları kurumuş kana benzeyen kırmızı boyayla yazılmış iri harfleri aydınlatıyordu:
KASHWAK=TELE-YOK
"Şu Kashvvak buraya ne kadar uzaklıkta?" diye sordu Tom.
Clay bir süre düşündü. "Yüz yirmi kilometre kadar kuzeyde. Yolun çoğunda 160. Karayolu takip ediliyor, ama TR'ye girdikten sonrasını bilmiyorum."
'TR tam olarak ne demek?" diye sordu Jordan.
"Belde. İçinde birkaç köy, taş ocakları ve kuzeyde Micmac bölgesi var, ama çoğunluğu orman, ayılar ve geyiklerden ibaret." Clay kapıyı açtı. "İçeriye bir bakacağım. İstemiyorsanız gelmek zorunda değilsiniz gerçekten."
"Hayır, biz de geleceğiz," dedi Tom. "Değil mi, Jordan?"
'Tabi." Jordan omuzlarına güç bir iş yüklenmiş gibi içini çekti. Sonra gülümsedi. "Hey, elektrik ışıkları. Onları bir daha ne zaman göreceğimizi kim bilir?"
5
İçeri girdiklerinde onları coşkuyla karşılayan bir Johnny Riddell yok tu elbette, ama büyük binada hâlâ Frekans'm ardından orada toplanmış insanların gazlı ızgaralar üzerinde pişirdikleri yemeklerin havaya sinmiş kokusu vardı. Ana salonun hemen dışındaki, genellikle kasabadaki tica-
304
Cep
,gt ve yakın gelecekteki faaliyetler hakkında duyuruların asıldığı bülten panosunda belki iki yüz not vardı. Hissettiği gerilim yüzünden nefes nefe-se kalmış olan Clay panoyu Mary Magdalene'in kayıp İncil'ini bulduğuna inanan bir âlim gibi yoğun bir dikkatle incelemeye başladı. Bulabilecekleri onu ürkütüyor, bulamayabilecekleri ise dehşete düşürüyordu. Tom ve jordan incelik göstererek hiçbir zaman gelmeyecek yardımı bekleyerek orada günlerce kaldığı anlaşılan mültecilerin geride bıraktığı çer çöple dolu büyük salona geçmişti.
Clay notlara göz gezdirdiğinde hayatta kalanların en sonunda kurtuluşun onları Kashvvak'ta beklediğine inanmış olduğunu gördü. Tüm TR-90 (özellikle kuzey ve batı bölümü) cep telefonu iletişimine kapalıyken neden özellikle o kasabaydı? Panodaki notlarda bu sorunun yanıtını göremedi. Çoğu, okuyanların sebebi zaten biliyor olduğunu varsaymış gibiydi; sanki "herkesçe malum" bir gerçekti. En eli yüzü düzgün, anlaşılır mesajda bile korkuyla mutluluk arasında denge kurmak ve hisleri kontrol altında tutabilmek için mücadele edildiği fark edilebiliyordu. Çoğu notta aynı mesaj iletiliyordu: Kashvvak'a giden Sarı Tuğla Yolu takip et ve kurtuluşu bul
Clay panodaki notların dörtte üçüne göz gezdirmişti ki çok iyi tanıdığı bir hanım olan iris Nolan'ın (Kasabanın küçük kütüphanesinde gönüllü olarak çalışırdı.) notunun ardına yarı gizlenmiş olan, üzerinde oğlunun tanıdık el yazısı bulunan kâğıdı gördü ve ah, şükürler olsun, Tann'm, şükürler olsun, diye geçirdi içinden. Yırtmamak için özen göstererek notu panodan aldı.
3 Ekim tarihinde yazılmıştı. Clay 3 ekim gecesi nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı ama bulamadı. Kuzey Reading'deki ambarda mıydılar? Yoksa Methuen yakınlarındaki Sweet Valley Inn'de mi? Muhtemelen ambardaydılar ama emin olamıyordu... her şey aynı anda beynine üşüşüyordu ve kendini biraz daha zorlarsa başının iki yanında el fenerleri olan
305
F:20
Stephen King
adamın aynı zamanda araba antenlerini sallayarak koşan genç adam ni duğunu, Bay Ricardi'nin kendini asarak değil de kırık cam parçalarını vu tarak öldürdüğünü ve Tom'un bahçesinde salatalık ve domatesleri y;Ve nin Alice olduğunu düşünmeye başlayacaktı.
"Kes şunu," diye fısıldadı ve nota odaklandı. İmla hataları azalmıştı ve daha kontrollü yazılmıştı, ama satır aralarındaki derin kederi hissetmemek imkânsızdı.
3 Ekim Sevgili Baba,
Umarım hayattasındır ve bu notu alırsın. Mitch ile ben kurtulabildik ama Hughie Darden, George'u yakaladı, galiba onu öldürdü. Mitch'fe ben daha hızlı koşabildik. Benim suçummuş gibi hissettim, ama Mitch onun diğerleri gibi telemanyak olduğunu nereden bilicektin dedi, benim suçum olmadığını söyledi.
Daha kötüsü var, babacığım. Annem de onlardan biri, onu bugün "sürü'lerden biriyle gördüm. (Onlara sürü diyorlar.) Bazıları kadar kötü görünmüyor ama karşısına çıksam beni tanımayacağını ve gördüğü yerde öldüreceğini biliyorum. ONU GÖRÜRSEN SAKIN ALDANMA, ÜZGÜNÜM AMA DOĞRU.
Yann veya ondan sonraki gün Kashwak'a gidiyoruz (kuzeyde), Mitch'in annesi burada, ona öylesine imreniyorumki öldürebilirim. Baba, cep telefonun olmadığını biliyorum, herkes de Kashwak'm güvenli bir yer olduğunu söylüyor. Bu notu alırsan LÜTFEN GEL BENİ AL.
Seni tüm Kalbimle seviyorum,
Oğlun,
John Gavin Riddell
Clay, Sharon'la ilgili haberi okuduktan sonra bile kontrolünü kaybetmemişti ama seni tüm Kalbimle seviyorum kısmına varınca daha fazla
306
Cep
dayanamadı. K harfinin büyük yazılmış olduğunu görmescydi yine idare gelebilirdi. On iki yaşındaki oğlunun imzasını öptü, panoya yaşlar yüzünden giderek görmez olan gözlerle baktı ve acıyla haykırdı. Tom ve Jordan arak geldi.
"Ne oldu, Clay?" diye sordu Tom. "Ne oldu?" Clay'in elindeki kâğıt parçasını -sarı bir bloknottan koparılmıştı- gördü ve çekip aldı. Jordan ile nota hızla göz gezdirdiler.
"Kashvvak'a gidiyorum," dedi Clay boğuk sesle.
"Clay, bu pek iyi bir fikir değil," dedi Jordan temkinli bir sesle. "Ga-iten Akademisi'nde yaptığımız göz önüne alınırsa..."
"Umurumda değil. Kashwak'a gidiyorum. Oğlumu bulacağım."
6
Kent Pond Belediye Binası'nda kalan mülteciler Kashwak'a gitmek üzere muhtemelen topluca oradan ayrıldığı sırada geride bol miktarda erzak bırakmıştı. Clay, Tom ve Jordan bayat ekmek ve konserve tavuk sa-latasıyla tatlı olarak yine konserve meyve salatası yediler.
Yemekleri sona ererken Tom, Jordan'a doğru eğilip bir şeyler mırıldandı. Çocuk başını salladı. Ayağa kalktılar. "Bize birkaç dakika müsaade eder misin, Clay? Jordan ile konuşmamız gerek."
Clay başını salladı. Onlar gidince bir meyve salatası konservesi daha açıp Johnny'nin notunu dokuzuncu ve onuncu kez okudu. Artık neredeyse ezberlemiş sayılırdı. Alice'in ölümünü de aynı şekilde net olarak hatırlıyordu, ama o olay sanki başka bir hayatta olmuş gibi geliyordu artık, sanki bir başka Clayton Riddell yaşamıştı onu.
Yemeğini bitirdi. Tom ve Jordan avukatların olduğu zamanlarda kendi aralarında yaptıkları görüşmeleri gerçekleştirdiği salondan Clay'in
307
Slephen King
yanma döndüğü sırada Johnny'nin mektubunu katlayıp kaldırdı. Tonı ko lunu yine Jordan'ın dar omuzlarına atmıştı. İkisi de mutlu görünmüyor, du, ama soğukkanlı ve kararlı bir halleri vardı.
"Clay," diye başladı Tom. "Üzerinde biraz konuştuk ve..."
"Benimle gelmek istemiyorsunuz. Anlıyorum, sorun değil."
"Oğlun olduğunu biliyorum ama..." dedi Jordan.
"Ve bana geri kalanın sadece o olduğunu da biliyorsunuz. Annesi..." Clay neşesizce, havlarcasına güldü. "Annesi. Sharon. Ne tuhaf. Ben o küçük kırmızı çıngıraklı yılanın kurbanının Johnny olacağından endişelenirken böyle olması... Ama birini kurban etmem gerekse Sharon'ı seçerdim." İşte, söylemişti. Boğazına takılıp nefes borusunu tıkamakla tehdit eden bir et parçası gibiydi. "Bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musunuz? Sanki Şeytan'a bir anlaşma yapmayı teklif ettim ve o da kabul etti."
Tom bunu duymazdan geldi. Konuşmaya başladığında sözcükler ağzından Clay patlamamış bir mayınmışçasına büyük bir özenle döküldü. "Bizden nefret ediyorlar. Başlangıçta herkesten nefret ediyorlardı, sonra ilerleme gösterip sadece bizden nefret etmeye başladılar. Kashwak'ta neler oluyor bilmiyorum ama oraya gitmemizi onlar istediğine göre iyi bir şey olmadığından eminim."
"Programları tekrar yüklendiği sırada gelişiyorsa yaşa-ve-yaşamalanna-izin-ver boyutuna geçmiş olabilirler," dedi Clay. Tüm söylenenler boşunay-dı, ikisi de olanların farkındaydı. Gitmek zorundaydı.
"Sanmam," dedi Jordan. "Mezbahaya giden huni şeklindeki ağıl meselesini hatırlıyor musun?"
"Clay bizler normaliz ve ilk faul bu," dedi Tom. "Sürülerden birini ateşe verdik. Böylece ikinci ve üçüncü faulü de yapıp oyundan atılmış olduk. Yaşa ve yaşamaya izin ver yaklaşımının bizim için geçerli olduğunu sanmıyorum."
"Neden olsun?" dedi Jordan. "Hırpani Adam deli olduğumuzu söylüyor."
308
Cep
"Ve dokunulmayacağımızı," dedi Clay. "Bu durumda güvende sayılı-0rn, değil mi?"
Bunun üzerine söylenecek bir şey kalmamış gibiydi.
7
Tom ve Jordan bir an önce batıya, New Hampshire'dan ayrılıp Ver-mont'a yönelerek KASHVVAK-TELE YÖK'u arkalarına -ve ufkun ötesine- almaya karar vermişti. Clay, Kent Pond'da bir kavis çizen 11. Karayo-lu'nun hepsi için iyi bir başlangıç noktası olacağını söyledi. "Ben kuzeye, 160'a giderim, siz de 11'i Laconia'ya, New Hampshire'ın ortasına dek takip edersiniz. Doğrudan gitmiyor, ama nasıl olsa yetişmeniz gereken bir uçak falan yok, değil mi?"
Jordan gözlerini sertçe ovuşturduktan sonra alnındaki saçları geri itti -bu hareket Clay'e artık çok tanıdık geliyordu, yorgunluk ve sıkıntı belirtisiydi. Özleyecekti. Jordan'ı özleyecekti. Tom'u daha da fazla.
"Keşke Alice hâlâ bizimle olsaydı," dedi Jordan. "Seni vazgeçirebilirdi."
"Yapamazdı," dedi Clay. Yine de Alice'in orada olup birçok konuda şansını deneyebilmesini çok isterdi. On beş, ölünecek bir yaş değildi.
"Şu anki planların bana Jül Sezar'm dördüncü perdesini hatırlatıyor," dedi Tom. "Beşinci perdede de herkes ölüyor." Pond Caddesi'ndeki terk edilmiş araçların arasındaki boşluklarda (ve bazen de üzerlerinden geçerek) ilerliyorlardı. Arkalarında bıraktıkları belediye binasındaki acil durum ışıkları giderek uzaklaşıyordu. Kasabanın merkezini işaret eden önlerindeki çalışmayan trafik lambası, gece esintisiyle hafifçe sallanıyordu.
"O kadar da karamsar olma," dedi Clay. Sinirlenmeyeceğine dair kendi kendine söz vermişti -yapabilirse, dostlarıyla o şekilde ayrılmayacaktı- ama kararlılığı sınanıyordu.
309
Stephen Kiııg
"Bağışla, coşkulu tezahüratlar için fazla yorgunum," dedi Tom. tize. rinde 11. KARAYOLU 3 KM. yazan levhanın önünde durdu. "Ve -açı konuşabilir miyim?- seni kaybedeceğimiz için içim kan ağlıyor."
"Tom, üzgünüm."
"Mutlu sona ulaşman için beşte bir... hatta elli de bir ihtimal olduğu, nu bilseydim... neyse, boş ver." Tom el fenerini Jordan'a doğrulttu. "Ya sen? Senin bu çılgınlığı engellemek adına söyleyeceğin bir şey yok mu?"
Jordan bir süre düşündükten sonra başını yavaşça iki yana salladı. "Müdür bir keresinde bana bir şey demişti," dedi. "Ne olduğunu duymak ister misiniz?"
Tom el feneriyle kinayeli, küçük bir selam verdi. Işığı, dünyanın normal olduğu günlerde Tom Hanks'in son filminin oynadığı sinemanın tentesini ve hemen yanındaki eczaneyi aydınlattı. "Söyle bakalım."
"Zihnin hesap yaptığını, ama ruhun özlem duyduğunu ve kalbin sadece kendinde olanı bildiğini söylemişti."
"Doğru," dedi Clay yumuşak sesle.
Aynı zamanda üç kilometre boyunca 19A Karayolu olan Market Caddesi üzerinden doğuya doğru yürümeye devam ettiler. Bir buçuk kilometre kadar ilerlemişlerdi ki kaldırımlar sona erdi ve çiftlikler başladı. Üç kilometrenin sonunda bir başka çalışmayan trafik lambası ve 11. Karayolu kavşağını gösteren bir levhayla karşılaştılar. Yolların kesiştiği noktada, uyku tulumları içinde oturan üç kişi vardı. Clay birini, el fenerinin ışığı altında görür görmez tanıdı: kırlaşan saçları atkuyruğu şeklinde toplanmış, zeki ifadeli, uzun bir yüzü olan yaşlıca bir adamdı. Diğer adamın başındaki Miami Dolphins şapkası da tanıdık geliyordu. Sonra Tom el fenerini atkuyruklu adamın yanındaki kadına çevirdi: "Sen."
Clay, kadının kollan kesilmiş Harley-Davidson tişörtü giyip giymediğini anlayamamıştı zira o da diğerleri gibi boynuna dek uyku tulumunun içindeydi, ama giymiyorsa da tişörtün 11. Karayolu levhasının yanında duran çantalardan birinin içinde olduğundan hiç şüphesi yoktu. Hamile
310
w
Cep
olduğundan şüphesinin olmaması gibi. Whispering Pines Motel'inde, Alicin öldürülmesinden iki gün önce onları rüyasında görmüştü. Uzun sabada, ışıklar altında, platformlar üzerindeydiler.
Kır saçlı adam ayağa kalktı ve uyku tulumu ayaklarının dibine düştü, yanlarında tüfekler vardı, ama ellerini boş olduklarını göstermek için saldırdı. Aynısını kadın da yaptı ve uyku tulumu yere düşünce hamile olduğu gerçeği inkâr edilemez biçimde ortaya çıktı. Dolphins şapkası takan adam uzun boylu ve kırk yaşlarındaydı. O da ellerini kaldırdı. Üçü, el fenerlerinin ışığı altında birkaç saniye o şekilde kaldı, sonra kır saçlı adam buruşuk gömleğinin göğüs cebinden siyah çerçeveli bir gözlük çıkarıp taktı. Nefesi dondurucu gece havasında buharlaşıp okların doğu ve batıyı gösterdiği yol levhasına doğru yükseldi.
"Vay vay," dedi. "Harvard Başkanı muhtemelen bu tarafa geleceğinizi söylemişti ve işte hurdasınız. Bu iş için biraz genç olmasına rağmen şu Harvard Başkanı epey akıllı adam, ama bana sorarsanız potansiyel bağışçılarla buluşmadan önce estetik ameliyat olsa iyi olur."
"Kimsiniz?" diye sordu Clay.
"Işığı suratımdan çek de seve seve söyleyeyim, genç adam."
Tom ve Jordan el fenerlerini indirdi. Clay de öyle yaptı, ama bir eli, Beth Nickerson'm .45'liğinin kabzası üzerindeydi.
Dostları ilə paylaş: |