Stephen King Gece Yarısını Dört Geçe



Yüklə 1,14 Mb.
səhifə9/23
tarix20.11.2017
ölçüsü1,14 Mb.
#32392
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   23

Alkolikler kurumuna girdikten sonra da yine bu yüzden zaman zaman içki içmekten kendimi alamadım. O mahzendeki şey... O şeyin bir adı vardı, Bay Peebles. Adı Ardelia Lortz'du onun. İçkiyi bıraktıktan bir süre sonra kâbuslar görmeye başlıyordum. Genellikle Ardelia için yaptığım o posterleri görüyordum rüyamda. Çocukları çok korkutan o posterleri. Ama en kötü rüyalar onlar değillerdi.» Sesi titrek bir fısıltıya dönüşmüştü

Sam, «Belki biraz dinlenmen iyi olur,» dedi. Dave'in anlatacakları ne kadar önemli olursa olsun, bir yanı onları dinlemek istemiyordu. Hatta korkuyordu.

Dave, «Dinlenmem şart değil,» diye mırıldandı. «Doktor diabet olduğumu söylüyor. Pankreasım berbat halde. Karaciğerim neredeyse parça parça olacak. Yakında uzun bir tatile çıkacağım. Bilmiyorum, cennete mi gideceğim, yoksa cehenneme mi? Ama her iki yerde de içki satan dükkân ve barların kapalı olduklarından eminim. Bunun için de Tanrıya şükrediyorum. Ama dinlenme zamanım şimdi değil. Eğer konuşacaksam tam sırası.» Dikkatle Sam'i süzdü. «Başınızın dertte olduğunu biliyorsunuz değil mi?»

Emlakçı, «evet,» der gibi başını salladı.

«Evet. Ama bu derdin ne müthiş bir şey olduğundan haberiniz yok. işte o yüzden konuşmam gerekiyor. Bence o... dişi şeytan bazan hareketsiz yatmak zorunda kalıyor. Ama şimdi o süre sona erdi. Ve o sizi seçti, Bay Peebles. İşte o yüzden konuşmam şart. İstediğimden değil tabii. Dün gece Sarah gittikten sonra dışarı çıktım ve kendime bir testi Şarap aldım. Her zaman yaptığım gibi demiryolu makaslarının olduğu yere gittim. Uzun süre oturdum orada. Otlar, küller ve kırık camların arasında. Testinin kapağını açıp kokladım. Testi şarabının kokusunu bilir misiniz? Bu kokuyu her zaman ucuz otel odalarındaki duvar kâğıtlarının kokusuna benzetirim. Ya da kentteki çöplükten geçerek akan bir derenin kokusuna. Ama her şeye rağmen bu kokudan hoşlanırım, çünkü bu uykunun kokusuna da benzer.

«Testideki şarabı koklarken o şeytanlar kraliçesinin kapattığa mahzende konuştuğunu duyuyordum. Tuğlaların, dolabın, çelik levhaların, tahtaların ve kilitlerin arkasından. Diri diri mezara gömülmüş biri konuşuyordu. Sesi biraz boğuk geliyordu ama söylediklerini yine de iyice duyabiliyordum. 'Tamam, Dave,'diyordu. 'Çare bu. Senin gibi insanlar için tek çare. Etkili olan tek çare. Ve çarelere artık gerek kalmayana kadar başvuracağın tek yol.'

«Bolca şarap içmek için testiyi kaldırdım. Ama son saniyede o bana o iblis gibi koktu... Ve sonunda Ardelia'nın yüzünün ne hale girdiğimi hatırladım. Suratı incecik tellerle kaplanmıştı... Ağzı değişmişti, o zaman testiyi kaldırıp attım. O bir traverse çarparak parçalandı. Çünkü bütün bu pisliklerin sona ermesi gerekiyor artık. O iblisin bu kentten bir kurban daha almasına izin vermeyeceğim!» Titrek sesi güçlü bir bağırışa dönüşmüştü. «Bu kötülük yeteri kadar sürdü!»

Naomi, elini Dave'in koluna koydu. Yüzünde korku ve endişe vardı. «Dave? Nedir bu?»

Ayyaş, «Emin olmak istiyorum,» dedi. «Önce siz bana başınızdan geçenleri anlatın, Bay Peebles. Başınıza gelenlerin hepsini de anlatmalı, en ufak bir ayrıntıyı bile unutmamalısınız.»

Sam, «Anlatacağım,» diye cevap verdi. «Ama bir şartla.»

Dave hafifçe gülümsedi. «Neymiş o şart?»

«Beni 'Sam,' diye çağıracağına söz vermelisin... Buna karşılık ben de bundan sonra senden hiçbir zaman, 'Pis Dave,' diye söz etmeyeceğim.»

Dave'in tebessümü yüzüne yayıldı. «Tamam anlaştık, Sam.»

«İyi.» Sam, derin bir nefes aldı. «Bütün suç o lanet olasıca akrobatta,» diye başladı.
7
Sam'in hikâyesi adamın tahmin ettiğinden daha uzun sürdü. Ama açıklarken tarif edilemeyecek kadar rahatladı. Hatta sevinç bile duydu konuşurken. Naomi'nin gözleri gitgide daha irileşti. Sam, kitaplığının kapısındaki Kırmızı Kukuletalı Kız'dan söz ederken de başını salladı.

«Yalnızca o posteri ben yapmadım. O, Ardelia'nın yanındaydı. Posteri hiçbir zaman bulamadıklarından eminim. Hâlâ o ibliste olmalı. Benim yaptığım resimleri beğenirdi ama en sevdiği o posterdi.»

Sam, «Ne demek istiyorsun?» diye sordu.

Dave sadece başını salladı. «Devam et.»

Emlakçı kitaplık kartını anlattı. Aldığı kitapları ve dışarı çıkarken kadınla giriştiği o tuhaf tartışmayı.

Dave, kesin bir tavırla, «Tamam,» dedi. «Bu kadarı yetmiş. Belki bana inanmayacaksın ama ben Ardelia'yı bilirim. Sen onu kızdırmışsın. Kahretsin! Kızdırmışsın onu. Sinirlendirmişsin. Bu yüzden o da seni hedef olarak seçmiş.»

Sam hikâyesini mümkün olduğu kadar çabuk tamamladı. Ama Kitaplık Polisi'nin sise benzeyen trençkotuyla eve gelişini anlatırken ağırlaştı. Neredeyse susuyordu. Hikâye sona erdiği zaman az kalsın ağlayacaktı. Elleri yine titremeye başlamıştı.

Boğuk bir sesle Naomi'ye, «Bana bir bardak su verebilir misin?» dedi.

«Tabii.» Genç kadın suyu getirmek için ayağa kalktı. İki adım attı. Sonra dönerek Sam'i yanağından öptü. Dudakları serin ve yumuşaktı. Suyu getirmeye gitmeden önce Sam'i çok mutlu eden iki sözcük de söyledi. «Sana inanıyorum.»
8
Sam suyu dökmemek için bardağı iki eliyle tutarak ağzına götürdü. Su içtikten sonra bardağı bırakırken, «Ya sen, Dave?» diye sordu, «Sen de bana inanıyor musun?»

«Evet.» Dave adeta dalgın dalgın konuşmuştu. Sanki bu daha başlangıçtan beri belli bir şeymiş gibi. Sam, Dave için gerçekten öyle olmalı, diye düşündü. O esrarlı Ardelia Lortz'u yakından tanımış ne de olsa. Fazla yaşlı, mahvolmuş suratından da onlarınkinin sevgi dolu bir ilişki olmadığı anlaşılıyor.»

Dave birkaç dakika başka hiçbir şey söylemedi. Ama yüzüne biraz renk gelmişti. Sonra daldığı düşüncelerden uyanarak Sam'e döndü «Benim Kitaplık Polisi'min... yani Ardelia için yaptığım resimdeki adamın... yüzünde yara izi yoktu.»

Sam yabancının, uzun, beyaz suratını düşündü. O yarattığın yüzünde yara vardı gerçekten. Gözünün altından burun köküne doğru ince bir çizgi halinde uzanıyordu. «E? Bu ne anlama geliyor?»

«Benim için bir anlamı yok. Ama senin için var sanırım, Bay... Sam. O cüzdanı biliyorum... 'Çok kenarlı yıldız' dediğin şeyi de. Onu Junction Kenti Kitaplığı'ndaki armalarla ilgili kitapta buldum. Ondan 'Malta Haçı,' diye söz ediliyordu. Haçlı Seferleri sırasında şövalyeler göğüslerine takarlarmış. Sihirli güçleri varmış o haçın güya. Malta haçının biçimi o kadar hoşuma gitti ki onu resme de koydum. Ama... bir yara izi? Hayır, benim Kitaplık Polisi'min suratında öyle bir yara yoktu. Senin Kitaplık Polisi'n kimdi, Sam?»

Sam, ağır ağır, «Neden... neden söz ettiğini bilmiyorum,» diye mırıldandı. Ama o alaylı, hafif sesi duydu yine. «Benimle gel, oğlum... Ben polifim.» Ve ağzında yine o tat belirdi. Kırmızı meyan kökü şekerinin iç bayıltıcı tadı. Dili büzüldü, midesi bulandı. Ama budalaca bir şeydi bu. Gerçekten budalaca bir şey. Yaşamı boyunca meyan kökü şekeri yememişti hiç. Ondan nefret ederdi üstelik.

«Madem meyan kökü şekeri hiç yemedin, ondan nefret ettiğini nerden biliyorsun?» o m daha güçlü bir sesle, «Ne demek istediğini gerçekten anlayamıyorum,» dedi.

Naomi, «Ama aklına bir şey geliyor,» diye başını salladı. «Şu anda biri karnına bir tekme atmış gibi oturuyorsun.» Sam öfkeyle genç kadına bir göz attı. Naomi ona sakin sakin bakıyordu. Ernlakçının kalbi hızla çarpmaya başladı. Dave, «Şimdi bunu bir tarafa bırakalım,» dedi. «Ama bunu uzun bir süre için de yapamazsın, Sam. Bu dertten kurtulmak istiyorsan bunu anlatmamalısın. Şimdi izin ver de kendi hikâyemi anlatayım. Bunu şimdiye kadar hiç kimseye açıklamadım... Bir daha da anlatacak değilim. Ama artık konuşma zamanım geldi.»

ON BİRİNCİ BÖLÜM

DAVE'İN HİKÂYESİ


1
Adam, «Ben her zaman Pis Dave Duncan değildim,» diye başladı. «Bin dokuz yüz ellilerin başında yalnızca Dave Duncan'dım. Ve herkes benden hoşlanırdı. Geçen gece konuşma yaptığın o Rotary Kulübü'nün de üyesiydim, Sam. Neden olmasın? Kendi işim vardı. Para kazanıyordum. Tabelacıydım. Hem de çok iyi bir tabelacı. Junction ve Proverbia'da yeterince iş buluyordum. Ama bazan Cedar Rapids için iş yaptığım da oluyordu. Pek çok müşterim vardı. Bunu da hak etmiştim. Çünkü işimde iyiydim. Bu bölgedeki en iyi tabela ressamı bendim.

«Burada kalmayı tercih ediyordum. Çünkü beni ciddi bir biçimde fesim yapmak ilgilendiriyordu. Ve insanın bunu her yerde yapabileceğine inanıyordum. Sanat eğitimi görmemiştim. Bunu denemiş ama başaramamıştım. Ama pek çok ressamın eğitim görmeden de başarıya ulaşmış olduğunu biliyordum. Örneğin Grandma Moses'ın. Onun eğitime filan hiç ihtiyacı yoktu.

«Belki bu bakımdan başarılı da olabilirdim. Bazı tablolarımı satmıştım. Ama birkaç tanesini. Aslında buna ihtiyacım da yoktu. Çünkü evli değildim ve tabela işinden bol para kazanıyordum. Ayrıca bazı ressamların yaptıkları gibi ileride sergi açmak için tablolarımın çoğunu saklıyordum. Gerçekten eserlerimi sergiledim de. Önce burada. Sonra Cedar Rapids'te. Ve sonunda Des Moines'de. Democrat gazetesinde sergiden söz ettiler. Duyan da benim ikinci bir James Whistler olduğumu sanırdı.» Dave bir an düşünceli düşünceli sustu. Başını kaldırmış o boş tarlalara bakıyordu yine. «Alkoliklerin toplantılarında bir ayağı geçmiş ve bir ayağı da gelecekte olan ve bu yüzden bugünün üzerine işeyen kimselerden söz ediyorlar. Ama bazan, 'Şöyle yapsaydım, ne olurdu acaba?' diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.» Adeta suçlu suçlu Naomi'ye baktı.

Genç kadın gülümseyerek adamın elini sıktı.

«Gerçekten iyiydim. Amacıma da yaklaşmıştım. Ama o günlerde bile çok içiyordum. Ancak buna pek aldırdığım yoktu. Kahretsin! Gençtim, güçlüydüm. Ayrıca bütün büyük ressamlar içmiyorlar mıydı? Ben içtiklerini sanıyordum. Ama yine de başarılı olabilirdim. Hiç olmazsa bir süre için. Ancak tam o sırada Ardelia Lortz, Junction kentine geldi.»

«O geldi... ve ben mahvoldum.»

Dave, emlakçıya baktı. «Hikâyeni anlatırken onu tanıdım tabii, Sam. Ama eski günlerde öyle değildi. Tabii sen yaşlı bir kütüphane görevlisi göreceğini sanıyordun. Bu da Ardelia'nın işine geldi. İşte o yüzden sen yaşlıca bir kadın gördün. Ama Ardelia 1957 yazında Junction kentine geldiği zaman saçı külrengine çalan sarıydı. Yalnızca malum yerleri tombuldu.

«O sırada Proverbia'da oturuyordum. Baptist Kilisesi'ne gidiyordum o günlerde. Çok dindar değildim ama cemaatin arasında güzel kadınlar vardı. Onlardan biri de senin annendi, Sarah.»

Naomi, inanamayacakları bir şey söylendiği zaman kadınların takındıkları o tavırlarla güldü.

«Herkes Ardelia'dan hemen hoşlandı. Bugün kiliseye gidenler o Ardelia'dan söz ediyorlarsa, herhalde, 'Daha başında Lortz kadında bir acayiplik olduğunu anlamıştım,'diyorlar. Ya da, yüzündeki ifade hiçbir zaman hoşuma gitmedi.' Tabii Ardelia'dan bahsebiliyorlarsa. Ama o günlerde durum hiç de böyle değildi. Erkekler de kadınlar da Ardelia'nın etrafında pervane oluyorlardı. Baharda ilk açan çiçeğe üşüşen anlara benziyorlardı. Kente geldikten sonra daha bir ay geçmeden Bay Lavin'in yardımcılığına getirildi. Ama bundan iki hafta önce Proverbia'da çocuklara 'Pazar Okulu'nda ders veriyordu. «Onlara neler öğrettiğini düşünmek bile istemiyorum. Derslerin Matyö inciliyle bir ilişkisi olmadığından da eminim. Ama kadının çocuklara bir şeyler öğrettiği kesin. Ve herkes küçüklerin Ardelia'yı çok sevdiklerine yemin ediyordu. Çocuklar da öyle. Ama bu sözleri söylerken gözlerinde... dalgın bir ifade oluyordu. Sanki nerede olduklarını bilmiyorlarmış gibi bir ifade. Hatta kim olduklarını bilmiyorlarmış gibi.

«Neyse... Ardelia dikkatimi çekti... Ben de onun. Şimdiki halime bakmayın. O günlerde bayağı yakışıklıydım. Dışarıda çalıştığım için cildim her zaman yanıktı. Vücudum kaslıydı. Saçlarım güneşten iyice açılıp sapsarı olmuştu. Karnım da senin ütü tahtan gibi dümdüzdü, Sarah. «Ardelia, kiliseden iki buçuk kilometre kadar uzakta bir çiftlik evini kiralamıştı. Fena bir yer değildi orası. Ama evin boyanması gerekiyordu. Kilisede Ardelia'yı farkettikten bir hafta sonra ona evini boyamayı teklif ettim. Aslında kiliseye sık gitmiyordum ve ağustosun ortalarına da gelmiştik.

«Eminim, hayatınızda Ardelia'nınki kadar iri gözler hiç görmemişsinizdir. Çok kişi onun gözlerinin gri olduğunu söylerdi herhalde. Ama Ardelia size baktığı zaman gözlerinin gümüş gibi olduğuna yemin edebilirdiniz. Ve o gün ayinden sonra bana dikkatle baktı. Bir koku sürmüştü. O zamana kadar duymadığım, bir daha da duyamayacağım bir koku. Galiba lavanta çiçeğiydi. O kokuyu nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Ama o kokuyu duyduğum zaman aklıma güneş battıktan sonra açan o küçük beyaz çiçekler gelirdi. Ve Ardelia'ya tutuldum. Hemen oracıkta.

«Bana iyice sokulmuştu. Vücutlarımız birbirine dokunuyor neredeyse. Biçimsiz siyah bir elbise giymişti. Yaşlı bir kadının giyecek bir şey. Başındaki şapkanın kısa bir tülü vardı. Ve çantasını önünde tutuyordu. Pek namuslu bir kadınmış gibi bir tavır takınmıştı ama gözlerindeki ifade hiç de öyle değildi. Ne münasebet!

«Bana, 'Yeni evimin duvarlarına çiğneme tütünü ve çamaşır askılarıyla ilgili reklam resimleri yapmayacağınızı umarım,' dedi.

«Ben de, 'Hayır efendim,' diye cevap verdim, 'iki kat beyaz boya sürmeyi düşünüyorum. Aslında evleri boyamak benim işim değil. Ama kentte yenisiniz. Komşular da birbirlerine yardım etmeli...»

«Ardelia, 'Evet, gerçekten öyle,' diyerek omzuma dokundu.» Dave, özür dilermiş gibi Naomi'ye baktı, «istiyorsan gidebilirsin. Biraz sonra açık saçık şeylerden söz etmeye başlayacağım, Sarah. Biraz utanıyorum. Ama Ardelia'yla olan ilişkimi iyice açıklamak niyetindeyim.»

Genç kadın adamın kırışmış, çatlamış elini okşadı. «Haydi. Her şeyi anlat.»

Dave derin bir nefes aldı. «Ardelia bana dokunduğu zaman ona sahip olmam gerektiğini anladım. Ya da bu uğurda ölecektim. Bana bir an usulca dokunması bile beni çıldırtmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadın beni böyle etkilememişti. Ardelia da bunun farkındaydı. Bunu gözlerinden okuyordum. O gümüş gözlerde sinsice bir ifade vardı. Zalimce bir ifade de... Ama nedense bu bakış beni her şeyden daha fazla alevlendirdi.

«Ardelia, 'Evet, bu komşulara özgü bir iyilik olur, Dave,' dedi. 'Ve ben çok iyi bir komşu olmak istiyorum.'

«Böylece onu evine kadar götürdüm. Diğer gençleri kilise kapısında bıraktık diyebilirim. Hepsi de öfkelenmişlerdi. Herhalde bana küfredip duruyorlardı. Aslında ne kadar şanslı olduklarından haberleri yoktu. Hiçbirinin de...

«Ford'umu dükkânımda bırakmıştım. Ardelia'nın ise arabası yoktu. Yürümek zorunda kaldık. Buna hiç üzülmedim. Ardelia'nın da sıkılmış gibi bir hali olmadığını söylemeliyim. Truman yolundan ilerledik. O günlerde henüz asfaltlanmamıştı. Ama iki-üç haftada bir tozların yatışması için yağ döküyorlardı.

Ardelia, yolun yarısında durdu. O yaz günü tam öğle zamanı bomboş yolun ortasında karşılıklı duruyorduk. Bir tarafta Sam Orday'in tarlaları göz alabildiğine uzanıyordu. Diğer tarafta da Bill Humpe'ninkiler. Mısırların boyu bir insanınkini geçmişti. Hepsi de hışırdıyorlardı! Mısırlar rüzgâr yokken bile hışırdarlar ya, işte öyle. Büyük babam, 'O sesi büyüyen mısırlar çıkarır,' derdi. Bilmem doğru, bilmem yalan... tüyler ürpertici bir hışırtıdır bu. Bundan emin olabilirsiniz. «Ardelia sağı işaret etti. 'Bak.'»

«Baktım ama mısırdan başka bir şey göremedim. Bunu ona da söyledim.

«'Sana göstereceğim,' diyerek mısırların arasına daldı. Arkasında Pazar elbisesi, ayaklarında yüksek topuklu ayakkabılar olmasına karşın... Tüllü şapkasını bile çıkarmamıştı.

«Orada birkaç saniye sersem sersem durdum. Sonra Ardelia'nın güldüğünü duydum. Mısırların arasında gülüyordu. Peşinden koştum. Hem onun gördüğü şeyin ne olduğunu anlamak için, hem de o kahkahadan etkilendiğimden. İyice alevlenmiştim.

«Ardelia'nın girdiğim sıranın ilerisinde durduğunu gördüm. Sonra gülerek diğer sıradaki mısırların arasında kayboldu. Ben de gülmeye başlayıp koştum. Sam Orday'in mısırlarından bazılarını kırdığıma da aldırmıyordum. Zaten tarlaları çok büyüktü. Bir iki mısırın kırılmış olduğunu farketmeyecekti. Mısır püskülleri omzuma yapıştı. Yeşil bir yaprak iğne gibi boyun bağıma kondu. Mısırların arasından çıktım ve gülmekten de vazgeçtim. Çünkü Ardelia orada yoktu. Sonra onun diğer tarafta koştuğunu duydum. Ben görmeden oraya nasıl geçtiğini anlayamadım. Ama geçmişti işte. O yüzden geri döndüm ve Ardelia'nın ikinci sıraya daldığını gördüm.

«Galiba yarım saat kadar böyle saklambaç oynadık. Ve ben onu yakalayamadım. Yalnızca gitgide daha ateşleniyor ve terliyordum. Ardelia'nın önümdeki sırada olduğunu sanıyor, ama sonra onun arkamda olduğunu anlıyordum. Bazan ayağını ya da bacağını görüyordum. Topukları yumuşak toprakta izler de bırakıyordu. Ama bunların bana bir yararı olmuyordu. Çünkü ayak izleri her yöne doğru gidiyordu.

«Sonra, tam öfkelenmeye başladığım sırada Ardelia'nın şapkasını bir mısıra asmış olduğunu gördüm. Tülü rüzgârda dalgalanıyordu ve gömleğim ter içinde kalmış, boyunbağım çözülmüş, ayakkabılarıma da toprak dolmuştu.

«Ardelia birdenbire, 'Gel de beni yakala, Dave,' diye seslendi. şapkasını kaparak, yandaki sıradan çaprazlamasına geçtim. Ama o gitmişti. Biraz önce durduğu yerdeki mısırlar sallanıyorlardı. Ancak kadın oraya da ayakkabılarını bırakmıştı. Ondan sonraki sırada ipek çoraplarından birini buldum. Bunu da bir koçana asmıştı. Ve Ardelia'nın hâlâ güldüğünü duyuyordum. Diğer tarafımdaydı yine. Ve o dişi köpeğin oraya nasıl geçtiğini de Tanrı bilirdi. Ama artık buna da aldıracak halde değildim.

«Boyunbağımı çıkarıp kadının peşinden koştum. Oradan oraya... Sıcak bir günde uzanıp yatmayı bile beceremeyen ahmak bir köpek gibi soluk soluğa kalmıştım. Size bir şey daha söyleyeyim... geçtiğim her yerde mısırları kırıyor, geride kırılmış, ezilmiş mısırlardan bir iz bırakıyordum. Ama Ardelia bir tek mısırı bile kırmamıştı. Aralarından geçerken bitkiler biraz sallanıyorlardı, işte o kadar. Kadın hafif bir yaz rüzgârıydı sanki...

«Ardelia'nın elbisesini, gömleğini ve jartiyerini buldum. Sonra sutyen ve külotunu. Artık onun kahkahalarını duyamıyordum. Şimdi mısırların hışırtısından başka bir ses işitilmiyordu. O sıralardan birinde durdum. Delik bir kazan gibi sesler çıkarıyordum. Ardelia'nın eşyalarını göğsüme bastırmıştım. Hepsine sürdüğü parfümün kokusu sinmişti. Bu da beni çıldırtıyordu.

'Neredesin?' diye bağırdım. Ama cevap vermedi. Eh, sonunda aklımı iyice kaçırdım... Tabii Ardelia'nın istediği de buydu. Olanca sesimle. 'Kahretsin!' diye haykırdım. 'Neredesin sen?' O zaman yanımdaki mısır sırasından beyaz kolunu uzattı ve tek parmağıyla ensemi okşadı. Fena halde sarsıldım.

Ardelia, 'Ben de seni bekliyordum,' dedi. 'Neden bu kadar geciktin? Beni görmek istemiyor musun?' Beni yakalayarak mısırların arasına daldı. Çıplak ayaklarını toprağa basmış öyle duruyordu. Çırılçıplaktı, gözleri sisli bir günde yağan yağmur damlaları gibi gümüşümsüydü.»
2
Dave bol bol su içti. Sonra gözlerini kapayıp hikâyesine devam etti. «Orada, mısırların arasında sevişmedik. Ardelia'yla geçirdiğim o günler boyunca bir kere olsun aşk yapmadık. Ama başka bir şey yaptık. Ardelia'ya sahip oldum sayılır. Bir erkeğin bir kadına sahip olabileceği her biçimde! Hatta sizin imkânsız olduğunu düşüneceğiniz biçimlerde de. Bunların hepsini hatırlayamıyorum. Ama Ardelia'nın vücudunu unutmadım. Ne kadar beyaz olduğunu da. Bacaklarının biçimini de. Tırnaklarını enseme ve boynuma nasıl sürdüğünü de.

«Saatler birbirini izledi. Hiç yorulmadım. Mısırların arasına girdiğim zaman bir heykele saldıracak kadar ateşlenmiştim. Her şey sona erdiği sırada da hâlâ öyleydim. Ardelia'ya doyamıyordum. Galiba içkiye benziyordu. Ardelia'ya doymam imkânsızdı. Ve bunu o da biliyordu.

«Ama sonunda durduk. Kara toprakların üzerinde yatıyorduk. O ellerini başının altına sokarak beyaz omuzlarını oynattı. Gümüş gözleriyle bana bakıp, 'E, Dave?' dedi. 'Artık komşu olduk mu?'

«Ona her şeye yeniden başlamak istediğimi söyledim. 'Şansını o kadar zorlama,' diye mırıldandı. Beni rahatlıkla itiverdi. Ona yeniden sarılmaya çalıştım ama yüzümü tırmaladı. Yanağımda iki çizik oldu. Bu da bütün ateşimin sönmesine yol açtı. Ardelia, bir kedi kadar çevik ve iki katı da güçlüydü. Oyun zamanının sona erdiğini kavradığımı anladığı zaman giyindi. Beni mısırların arasından çıkardı. Onu bir kuzu gibi uysalca izledim.

«Yürüyerek evine kadar gittik. Yanımızdan kimse geçmedi. Belki de böylesi daha iyi oldu. Gömleğimin etekleri dışarı çıkmıştı. Boyunbağımı arka cebime koymuştum. Ve bu şimdi arkamda bir kuyruk gibi dalgalanıyordu. Ellerimin dokunduğu her yer yanıyordu. Cildim tahriş olmuştu çünkü. Ama Ardelia... o gayet sakin, üstü başı da tertemizdi. Saçları hiç karışmamıştı. Hatta ayakkabılarına bir parça toprak bile yapışmamıştı. Eteklerine bir mısır püskülü teli bile...

«Eve vardık. Binayı inceleyip ve ne kadar boya gerektiğini hesaplamaya çalışırken o bana uzun bir bardakla içki getirdi, içine bir kamış ve bir sap nane koymuştu. Bardaktan bir yudum alıncaya kadar Ardelia'nın bana çay verdiğini sandım. Ama bu sek viskiydi.

«Az kalsın boğuluyordum. Tanrım.'»

«Ardelia o alaycı tavırlarıyla bana güldü, 'istemiyor musun? Belki buzlu kahveyi tercih edersin?'

«'Ah, istiyorum,' dedim. Ama yalnızca istemek değil, o içkiye ihtiyacım da vardı. O günlerde öğle zamanı içki içmemeye çalışıyordum Çünkü alkoliklerin öyle yaptıklarını biliyordum. Ama artık buna da aldırmayacaktım. Ardelia'yla birlikte geçirdiğim o sürede hemen hemen bütün gün içtim. Her gün, her gün. Eisenhower'ın başkanlık ettiği o iki buçuk yıl içkide yüzdüm sanki.

«Ardelia'nın evini boyayıp... onunla izin verdiği şeyleri de yaparken... kadın da kitaplığa alışıyordu. Bay Lavin onu hemen işe almış ve çocuk kitaplığının başına geçirmişti. Fırsat buldukça oraya gidiyordum. Yani sık sık. Çünkü iş kendimindi. Bay Lavin, orada ne kadar çok kaldığımı söylediği zaman da hemen kitaplığın içini bedava boyamaya söz verdim. Adam ondan sonra kitaplığa istediğim gibi gelip gitmeme ses çıkarmadı. Ardelia bana öyle olacağını söylemişti. Ve haklı da çıkmıştı Her zaman olduğu gibi.

«Kadının büyüsüne kapıldığım günlerdeki anılarım birbirlerine pek bağlı değiller. Kopuk kopuk... Aslında kadın olmayan bir yaratık beni büyülemişti. Sarhoşlar gibi zaman zaman bilincimi kaybettiğim yoktu ama olanları daha sonra hatırlamamaya çalışıyordum. Onun için hatıralarım dediğim gibi kopuk kopuk... Ardelia'nın üzerinde Kırmızı Kukuletalı Kız'ın resminin olduğu posteri Bay Lavin'in ölümünden bir ay kadar önce çocuk kitaplığının kapısına yaptığımı hatırlıyorum. Küçük bir erkek çocuğun elinden tutarak onu afişin önüne götürdüğünü de. Ardelia, 'Şu küçük kızı görüyor musun?' diye sordu. Çocuk, 'Evet,' dedi. Kadın, ekledi. 'O kötü şeyin kızı neden yemeğe hazırlandığını da biliyor musun?' Çocuğun iyice irileşmiş olan kedi bakışlı gözleri doldu. 'Hayır.' Ardelia, 'Çünkü kütüphanenin kitabını zamanında geri getirmeyi unuttu,' diye açıkladı. 'Sen böyle bir şey yapmayacaksın, değil mi, Willy?' Küçük, 'Hayır, hiçbir zaman,' dedi. Ardelia homurdandı. 'Bunu unutmamalısın.' Sonra onu çocuk odasına soktu. Hikâye Saati gelmişti çünkü. Hâlâ küçüğün elini tutuyordu. Willy Klammert'di o. Sonradan Vietnam'da öldü. Willy, omzunun üzerinden bana baktı. Ben iskeleye çıkmış, elimde boya fırçasıyla duruyordum. Gözlerindeki ifade, gazete manşetlerinden farksızdı. Willy bakışlarıyla bana, 'Beni ondan kurtar,' diyordu. 'Lütfen, Bay Duncan.' Ama bunu nasıl yapabilirdim? Benim kendimi bile kurtarmam imkânsızdı.»

Dave, cebinden temiz ama buruşuk bir mendil çıkarıp burnunu sildi.

«Bay Lavin başlangıçta Ardelia'nın adeta bir melek olduğunu düşünüyordu. Ama bir süre sonra fikrini değiştirdi. Adam ölmeden bir hafta önce Kırmızı Kukuletalı Kız posteri yüzünden fena halde kavga ettiler. Bay Lavin o resimden hiç hoşlanmamıştı. Belki Hikâye Saati sırasında neler olduğunu pek bilmiyordu. Size bunu biraz sonra anlatacağım... Ama adam tamamiyle kör de değildi. Bay Lavin, çocukların o postere nasıl baktıklarını görüyordu. Sonunda Ardelia'ya o resmi indirmesini söyledi, işte o zaman tartışmaya başladılar. Hepsini duyamadım. Çünkü iskelenin üzerindeydim ve akustik de kötüydü. Ama yeteri kadarını işittiğimi de söylemeliyim. Bay Lavin, Ardelia'nın çocukları korkuttuğunu söyledi. Ya da onları kötü biçimde yaraladığını. Ardelia ise bu sayede gürültücü çocukları kontrol altında tutabildiği cevabını verdi. Resimden, 'öğretici bir araç,' diye söz ediyordu. Ceviz ağacından kesilmiş sopa gibi bir şey.


Yüklə 1,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin