Aziz Elma Ateşi değildi o.
Değildi .elbette. Ruhlarla doluydu burası. Çevrene bakınca göreceğin şeyler karşısında çıldırman işten bil edegil. Düşünmeyecekti bunları. Düşünmesine gerek yoktu. Hiç gerek...
Bir şey geliyordu.
Louis yaklaşan sese kulak vererek durdu. Ağzı açıldı birden, çene kaslan gevşemişti.
Hayatında böyle bir şey duymamıştı. Büyük bir sesti bu. canlı bir ses. Çok yakında, daha da yaklaşıyor, dallar kınlıyordu. Hayal edilemeyecek kadar büyük ayaklan altında dallar parçalanıyordu. Louis'in ayaklarının altındaki çamurlu toprak titremeye başlamıştı. İnlemekte olduğunu farketti.
(Tannm. Tanrım nedir bu gelen sislerin arasından, Tanrım?)
Gage'i göğsüne bastırdı yine. Kuşlar ve kurbağalar susmuştu. Islak, rutubetli hava şimdi bozulmuştu, sıcak domuz eti kokuyordu.
Gelen her neyse, dev gibiydi.
Louis'in başı uzaya fırlatılan bir roketi izlermiş gibi havaya çevrildi. O şey üzerine doğru geliyordu, yakınlarda bir yerde devrilen bir ağaç -dal değil, ağaç- gürültüsü duyuldu.
Louis bir şey gördü.
— 300 —
Sis bir an için açık griye dönüşmüştü. Karşısındaki belli belirsiz şey en az yirmi metre boyundaydı. Gölge değildi, hayal değildi, geçerken havanın yanldığını hissediyordu, ayaklan yere bastıkça çamurların vıcık vıcık emişini duyuyordu.
Bir an yükseklerde bir çift sarı turuncu kıvılcım görür gibi oldu. Göze benzeyen kıvılcımlar.
Ses uzaklaşmaya başladı. Bir kuş öuü. Bir diğeri ona karşılık verdi. Bir üçüncüsü konuşmaya katıldı. Dördüncü, beşinci, alüncı araya girdiler. Şey'in yürümesinin sesleri kuzeye doğru uzaklaşıyordu. Daha azalmıştı şimdi... daha uzaklaşmıştı .. kaybolmuştu...
Louis yeniden yürümeye başladı. Sırtı ve omuzlan donup kalmış bir ağrıydı sanki. Boynundan ayakbileklerine kadar terden bir ç?.maşır vardı sanki üzerinde. Mevsimin ilk sivrisinekleri üstüne üşüştüler.
"VVendigo'ydu o, kuzey ülkesinde dolaşan, insana dokunduğu anda yamyama çeviren yaratık. Oydu işte. Wendigo yirmi metre ötemden geçti.
Gülvnç olmamasını söyledi kendine, Jud gibi olmalı ve Hayvan Mezarlığının ötesinde görülen ya da işitilen şeyleri ciü-s.ünnıenîüliydi. Dalgıç kuşîanydı onlar, Aziz Elmo Ateşiydi, başka şeylerdi. İki dünya arasında sıçrayan, sürünen, dolanan yaratıklardan başka her şeydiler. Başka şeyler olsunlardı. Tanrı olsundu, pazar sabahı olsundu, bembeyaz cübbeler içinde gülümseyen Episkopal papazları olsundu... ama evrenin karanlık tarafındaki bu korkunç şeyler elmasındı...
Louis oğlunu kucaklamış yürürken ayağının altındaki toprak sertleşmişti. Az sonra devrilmiş bir ağaca rastladı. Ağacın tepesi yavaş yavaş kaybolan sisin arasında bir devin hizmetçisinin, elinden attığı grili yeşili tüy süpürgeye benziyordu.
Ağacın gövdesi o kadar taze kırılmıştı ki. Louis üstünden geçerken içinden hala ılık olan özsuyu akıyordu. Ağacın öte yanında da içine dabp öteki tarafından çıkmasını gerektiren derin bir çukur vardı. Çalılar ve çiçekler toprağın içine gömülmüşler di. Louis bunun bir ayakizi olduğunu düşünmek istemedi. Çu kurdan çıktıktan sonra arkasına dönüp bir ayakizine benzeyip benzemediğine bakabilirdi, ama bunu da yapmayacaktı.
Ayağının altındaki yapışkan çamur az sonra yok oldu. Btr
— 301 —
süre çam iğnelerine bastı, sonra kayalara. Sonuna yaklaşmıştı
Şimdi yokuş yukan yürüyordu. Dizini bir kaya parçasına çarptı. Ama bu sıradan bir kaya değildi. Elini uzatıp dokundu.
Basamaklar var burada. Kayalara açılmış. Beni izle. Tepeye varınca geldik sayılır. Tırmanırken coşku başlamıştı... yorgunluğu yeniden geri plana itiliyordu. Kafasının içinde basamakları sayarak yükselirken hava serinlemişti, şimdi yine o dur d<ı-rak bilmeden akan rüzgâr nehrindeydi. Rüzgâr elbiselerini savuruyor, Gage'in sanlı olduğu brandanın ucunu yelken gibi havalandırıyordu.
Başını bir kez daha geriye atıp yıldızların o çılgıncasına yayılmasına baktı. Tanıdığı yıldızlar değildi bunlar, huzursuzluk duyarak başını'çevirdi. Yanı başındaki kayadan duvar girintili çıkıntılıydı, kâh bir kayık biçimi, kâh bir insan yüzü, kâh bir hayvan başı görür gibiydi. Yalnızca kayalığa oyulmuş olan basamaklar dümdüzdü.
Louis tepeye çıktı, başını eğip derin derin soluk alarak dur du. Ciğerleri paramparça olmuş gibiydi, böğrüne iri bir şey sokulmuştu sanki.
Rüzgâr bir dansöz gibi saçları arasında kıvrılıyor, bir canavar gibi kulaktan içinde uğulduyordu.
Bu gece ışık da daha parlaktı, geçen geldiğinde hava daha kapalı mıydı, yoksa dikkat mi etmemişti? Önemli değildi. Görebiliyordu ve bu da sırtında yeni bir ürpertinin başlamasına yol açmıştı.
Tıpkı Hayvan Mezarlığı gibiydi burası da.
Bunu biliyordun elbette, diye içinden söylendi bir zamanlar mezarların başına yığılı olan taşlara bakarken. Bunu biliyordun ya bilmen gerekir... Tek merkezli daireler değil, sarmal...
Evet. Burada, bu kayanın yüzü soğuk yıldızlara çevrili dümdüz tepesinde dev bir sarmal vardı. Ama taş yığınları yığın halinde. Sanki altlarında gömülü bir şey toprağın içinden çıkarken onlan patlatıp atmış gibi yayılmışlardı çevreye. Ancak taşlar öyle biı- biçimde düşmüşlerdi ki. sarmal yine kesin olarak görülüyordu.
Burasını havadan gören olmuş mudur hiç, diye düşündü. Aklına Güney Amerika'daki kızılderili kabilelerden birinin çölde
— 302 —
çizdkleri biçimler gelmişti. Burasını hiç havadan gören oldu mu, olduysa ne düşündüler acaba?
Çömelip Gage'in cesedini yere bıraktı.
Bilinci yerine gelmeye başlamıştı artık. Çakısını çıkanp sı.--Jına asılı duran kazmayla küreği bağlayan bantları kesti. Küt diye yere düştüler ikisi de. Louis dönüp bir süre sırtüstü yattı.
Ağaçlar arasındaki o şey neydi? Louis, oyuncuları arasında öyle şeyler bulunan bir oyunun sonundan hayır gelir mi hiç?
Ama artık geri dönülmeyecek kadar geçti, bunu da iyi biliyordu.
Üstelik her şey iyiye de gidebilir, diye saçmaladı kendi kendine. Rizikosuz kazanç olmaz, sevgisiz de riziko belki de. Çantam var hâlâ, aşağıdaki değil de yukan banyonun rafında-ki. Norma kalp krizi geçirdiğinde Jud'u alması için yolladığım. Şırıngalar var... Bir şey olursa... kötü bir şey../benden başkasının bilmesi gerekmez.
Düşünceleri sesle ifade edilemeyen dualara dönüşürken Lo-uis'in eli kazmaya uzandı... hâlâ dizleri üstünde çökmüş olarak toprağı kazmaya başladı. Kazmayı her indirişinde kılıcının üstüne kendini atan bir Romalı asker gibi öne yıkılıyordu. Ancak çukur giderek bir biçim alıp derinleşmeye başladı. Taşlan elleriyle çıkanyordu, çoğunu toprakla birlikte bir yana itiyor ama bazılarını da saklıyordu.
Mezann başına yığmak içim
56
Rachel yüzünü acıtana kadar tokatladığı halde hâlâ başı önüne düşüyordu. Bir keresinde tüm uykusu dağılmış gibi gözleri açıldı (şimdi Pittsfield'deydi ve otoyolda kendisinden başka kimse yoktu), yüzlerce gümüş rengi acımasız gözün, aç ve soğuk bir ateş gibi pırıldayarak kendisine baktığını gördü.
Gözler birden yol kenarındaki korkulukların üstündeki küçük yansıtıcılara dönüştüler. Araba yolun iyice sağına kaymıştı.
— 803 —
Direksiyonu sola çevirirken hafi/ bir çatırdı duydu. Belki de sağ çamurluğu korkuluklardan birine çarpmışta. Kalbi duracak gibi oldu, sonra öyle bir kuvvetle çarpmaya başladı ki, gözlerinin önünde kalbinin atışlarıyla küçülüp büyüyen lekeler görmeye başladı. Yine de bir dakika sonra, o korkusuna, ölümden bu kadar ucuza kurtulmasına ve radyoda bangır bangır bağıran Robert Gordon'a rağmen yine uyukluyordu.
Çılgın bir düşünce takıldı kafasına. Hem de nasıl, diye duşundu rock and roll temposuna uyarak. Gülmeye çalıştı, ama gülemedi. Düşünce kafasına takılmıştı bir kez, gecenin karanlığında ürkütücü bir inanılabilirliğe bürünmüştü. Dev bir sapanın lastiğine çarpan kartondan bir kukla gibi hissediyordu kendisini. Zavallı ileri gitmenin her an biraz daha güçleştiğini far-keder... sonunda lastik bantın potansiyel gücü koşucunun gerçek gücüne eşit olur ve... bir şey kendisini ileri gitmekten alıkoyuyordu... buna kanşma sen... Bu kere lastiklerin kopardığı çığlık daha yüksek, kazadan dönüş daha güç olmuştu. Araba bir süre korkuluklara sürtündü, maden madene değdi, direksiyona hakimiyeti kayboldu sonra frene bastı... hıçkırıklarla ağlıyordu şimdi. Bu kez gerçekten uyumuştu, saatte altmış mil hızla giderken hem uyumuş, hem de rüya görmüştü. Korkuluk olmasaydı...
Rachel arabayı kenara çekip başını elleri arasına aldı, uzun uzun ağladı.
Bir şey beni Louis'den uzak tutmaya çalışıyordu.
Kendini toparladığından emin olunca yeniden yola koyuldu. Küçük arabanın direksiyonuna bir şey olmamış gibiydi, ama yine de ertesi güa arabayı şirkete teslim etmeye gittiğinde söyleyecek çok soy bulacaklardı kuşkusuz.
Boşver. Her şey sırasıyla, önce bir kahve içmem gerek, tik yapacak şey bu.
Pittsfield çıkışı gelince hemen sağa saptı. Bir mil kadar ilerde ışıklar vardı, diğer motorlarının tekdüze homurtuları duyuluyordu. Rachel arabayı benzinciye çekti, depoyu doldurttu. sonra yağ, yumurta ve kahve kokan lokantadan içeri girdi.
Birbiri ardından üç fincan bol şekerli kahve içti. Tezgahın önünde ve masalarda oturan birkaç kamyoncu garson kızlarla dalga geçiyorlardı. Gecenin bu geç saatinde floresan ışıkların
— 304 —
altındaki kızların hepsi de kötü haber getiren yorgun hemşireleri andırmaktaydılar.
Rachel kahve parasını ödeyip arabasına döndü. Motor çalışmıyordu. Anahtarı çevirince bir çıt sesi çakıyordu, hepsi o kadar.
Rachel direksiyon simidini yumruklamaya başladı. Bir şey kendisini engellemeye çalışıyordu. Bu yepyeni, daha beş bin kilometre yapmış olan arabanın birdenbire bozulması için hiçbir neden yüktü, ama bozulmuştu işte. Her nasılsa bozulmuştu ve kendisi de evinden yaklaşık eilı mil beride, Pitsfield'de kalakal-mışü
Bujuk kamyonların tekdüze homurtusunu dinlerken oğlunu oiduren kamyonun da onların arasında olduğu duygusuna kapıldı... ama onunki homurtu değildi, gülüp alay ediyordu kendisiyle.
Rachel başını direksiyona dayayıp ağlamaya başladı.
57
Louis'in ayağı bir şeye takıldı, yüzüstü yere yuvarlandı. B'r an yerinden kalkamayacağını sandı, orada yatacak ve arkasında küçük Tann Bataklığından gelen kuş sesleriyle vücudunun içindeki sancıların korosunu dinleyecekti. Uyuyana kadar orada kalacaktı, ölene kadar ya da. Daha doğrusu ölene kadar.
Kazdığı çukura brandayı ittiğini, toprağın büyük bir bölümünü elleriyle çukura doldurduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Sonra taşlan üst üste dizdiğini hatırlıyordu, geniş bir tabandan başlayıp sivri bir uçla bitirerek...
Ondan sonrasını pek anımsamıyordu. Basamaklardan aşağı inmiş olmalıydı, yoksa şimdi burada olmazdı... burası nere iiydi ki? Çevresine bakınca devrilmiş ağaç yığınının berisinde ki büyük çam ağaçlarının arasında olduğunu anladı. Farkına varmadan Küçük Tann Bataklığını geçmiş olabilir miydi? Olabilirdi elbette. Her «ey olabilirdi.
— 305— Hayvın Mt:«rit£ı — f
Bu kadar yeter. Burada uyuyacağım artık.
Ancak kendisini ayağa kaldırıp harekete geçiren yine bu sahte huzur verici düşünce oldu. Orada kalırsa o şey kendisini bulabilirdi... ağaçlar arasında kendini arıyordu şu anda belki de...
Elinin içini yüzüne sürüp ovuşturdu, elinde kan görünce şaşırmıştı... bir yerde burnu kanamış olmalıydı. «Kimin umurunda?» diye söylenerek sağına soluna bakındı, kazmayla kürefti bulup yola düştü.
On dakika sonra ağaç yığınına gelmişti. Tökezleyerek ama hiç düşmeden tırmanıyordu, bir ara ayaklarına baktı, bakar bakmazda bir dal kırıldı (önüne bakma, demişti Jud), bir dal daha kırıldı, ayağı büküldü, küt diye yan tarafı üstüne düştü bu kez.
Bu gece düştüğüm, ikinci mezarlık bu... iki tane yeter de artar artık...
Yine el yordamıyla kazmasıyla küreğini aradı, buldu. Yıldızların ışığında çevresine bakındı. Yakınında SMUCKY'nin me-zan vardı. Söz dinlerdi, diye düşündü bitkin bir halde. OTOYOLDA ÖLDÜ TRDCIE. Rüzgar olanca gücüyle esiyordu, bir teneke parçasının takırdaması duyuluyordu -belki de zamanında bir konserve kutusuydu bu, hayvanı ölen yash bir çocuk tenekeyi babasının nıakasıyla kesmiş, çekiçle vura vura düzeltmiş ve tahtaya çivilemişti. Bu düşünce korkusunu geri getirdi yine. Ancak şimdi korkuyu bir zonklamadan fazla hissetmeyecek kadar yorgundu. Karanlıktan gelen o tın tın diye ses her şeyden çok korkuyu yanı başında hissetmesine neden oluyordu.
Hayvan Mezarlığı içinde yürüdü, l MART 1965'te ölen SEVGiLi TAVŞANIMIZ MARTA'mn yanından, POLYNESLVnın son dinlenme yerini işaretleyen tahta parçasının üstünden geçti. Teneke- takırtısı daha artmıştı şimdi. Louis durup yere baktı. Toprağa yan yarıya gömülü bir tahta parçasının üstüne bir parça teneke çakılıydı, sesi çıkaran buydu. Louis tenekeyi düzeltmek için eğildi... birden korkuyla yan yolda durdu.
Hareket eden bir şey vardı. Yığının öte yanında bir şey hareket ediyordu.
Sinsice bir yürüyüş, çam iğnelerinin hafif çatırtısı, bir da-
— 30e —
lın sessizce kırılması... Ağaçlar arasından esen rüzgarda kaybolan sesler.
Ne yaptığını farketmesiyle -karanlıkta durmuş ölü oğluna sesleniyordu- tüyleri diken diken oldu. Elinde olmadan titremeye başladı. Öldürücü bir ateşli hastalığa yakalanmış gibiydi.
-Gage?v
Sesler kesilmişti.
Daha olmaz çok erken daha. Nasıl bildiğimi bilmiyorum, ama biliyorum işte. Gage değil oradaki. O... o başka bir şey.
Ellie'nin anlattıktan geldi aklına Lazarus kalk, dedi... adını söylemeseydi mezarlıktaki herkes kalkardı.
Ağaç yığınının öteki tarafında gürültüler yeniden başlamıştı. Engelin öte tarafında. Rüzgârın uğultusu ardına saklanır gibi. Sanki görmeyen bir şey eski içgudüleriyle izliyordu kendisini.
Louis sırtını yığına çevirmeden geri geri yürüyüp çıktı. Hayvan Mezarlığından. Patikaya girdi. Sonra hızlı hızlı yürümeye başladı... koşacak gücü ancak evini gördüğü zaman bulmuştu.
Louis garaja girince kazmayla küreği bir yana fırlatıp bir an kapının önünde durdu, önce geldiği yola, sonra gökyüzüne baktı. Saat sabahın dördüydü, şafak çok geçmeden sökerdi herhalde. Atlantik'in üzeri şimdi aydınlık olmalıydı, ama Lud-Icrvv da hâlâ geceydi. Rüzgâr da hiç durmadan esiyordu.
Eliyle garajın yan duvarına tutunarak arka kapıdan evine girdi. Işık yakmadan mutfaktan geçti, yemek odasıyla mutfak arasındaki küçük banyoya girdi. Burada ışığı yakınca ilk gördüğü şey klozetin üstüne oturmuş çamurlu san gözleriyle kendisine bakan Church oldu.
•Church, seni biri dışan çakardı sanıyordum.» Church klozetin üstünden bakmaya devam etti. Evet. biri Church'ü dışarı çıkarmıştı. Kendisi. Çok iyi hatırlıyordu. Bodrumun camını takıp da bu işin çözümlendiğini kendi kendine söylediği zaman olduğu gibi. Ama kimi kandırıyordu ki? Church içeri girmek isteyince girerdi. Çünkü Church değişmişti artık önemli değildi ama. Bu yorgunluğun sonunda artık hiçbir şey önemli değildi. Şimdi kendini insandan aşağı bir şeymiş, gibi hissediyordu. O filmlerdeki yavaş hareket eden zombile? gibi. «Kafam saman dolu sanki. Church,» dedi kısık sesiyle
— 307 —
Gömleğinin düğmelerini çözüyordu. «İnan bana, hiç farkım yok »
Sol tarafında, kaburgalarının hemen altında bir morluk vardı, pantolonunu çıkarınca mezartaşına vurduğu dizinin de balon gibi şişmekte olduğunu gördü. Daha şimdiden mosmor olmuştu, dizini bir süre düz tutacak olursa, betondan kalıba sokulmuş gibi kaskatı kesileceğinden hiç kuşkusu yoktu. Hayatının, sonuna kadar yağmurlu günlerde kendisiyle konuşmayı sürdürecek türden bir yaraya benziyordu.
Church'ü okşamak için elini uzattı, ama kedi oturduğu yerden atladı, o sarhoş ve hiç de kediye yakışmayan salınmasıyla başka bir yere yürüdü.
İlaç dolabında Ben Gay vardı. Louis tuvaletin üstüne oturup merhemden biraz dizine, biraz da sırtına sürdü.
• Sonra yemek' odasına gitti, koridorun ışığını yakıp bir an merdivenin başında durdu, sersem bakışlarla çevresine bakındı. Her şey ne kadar garip görünüyordu! Noel gecesi Rachel'e safir yüzüğü verirken burada durmuştu. Yüzük cebindeydi. Norma Crandall'm ölümle sonlanan kalp krizinden sonra Ellis'ye hayatın gerçeklerini şu koltukta anlatmıştı. Noel ağacı o köşedeydi. Ellie'nin kartondan hindisini şu camın önüne asmışlardı. Daha önceyse odada yalnızca tâ Ortabatı'dan getirdikleri eşyalarının bulunduğu United Van Nakliye Şirketinin kutuları vardı. Eşyalarının öyle ambalajlanmış olarak pek önemsiz göründüğünü düşündüğünü anımsıyordu. Adlarının ve aile geleneklerinin bilinmediği dış dünyayla ailesi arasında küçük bir engeldi bu kutular.
Ne kadar garipti her şey... Maine Üniversitesini hiç duj-mamış olmayı, Ludlow'u, Jud'u ya da Norma Crandall'ı hiç tanımamış olmayı ne kadar isterdi.
Yukan banyoya çıktı, ilaç dolabının üstünden küçük siyah çantasını aldı. Çantayı yatak odasına taşıyıp karıştırmaya başladı. Evet, gerek olursa şırıngalar hurdaydı, bantlar, cerrah makaslan ve ameliyat iplikleri arasında da öldürücü etkisi olan birkaç ampul vardı.
Gerekirse.
Louis çantayı kapatıp yatağın yanına bıraktı. Tavan lambasını söndürdü, yatağa uzanıp ellerini' başının arkasına koydu. Böyle yatmak, dinlenmek zevk verici bir şeydi. Disney Dünyasını
— 308 —
düşündü sonra. Kendini beyaz bir önlük içinde, beyaz bir kamyoneti sürerken görüyordu. Kamyonetin dışında bir ilkyardım birimi olduğunu gösteren, müşterileri korkuya scvkedecek olan hiçbir şey yoktu.
Cage de güneş yanığı teniylc yanı başındaydı. Gözlerinin beyazlan sağlıklığmı gösteren hafif maviye dönüşmüştü. Goofy küçük bir oğlanla el sıkıyordu. Oğlan zevkten donakalmıştı. Winnie The Pooh iki büyükanneyle resim çektiriyordu. Resmi çeken de üçüncü bir büyükanneydi. Hepsi kahkahalarla gülüyorlardı. En iyi elbisesini giymiş küçük bir kız, «Seni seviyorum. Ti ger! Seni seviyorum! Tiger!» diye bağırıyordu.
Oğluyla devriye geziyordu Louis. Bu tılsımlı ülkenin nöbel-çisiydiler. Beyaz arabalarıyla parkın içinde dolaşıp duruyorlardı. Bir bela anyor değillerdi, ama belalı bir şey olduğunda da hazırdılar. Böyle masum zevklere adanmış burada bile kötü şeyler olurdu: Anacaddede film satın alan güleç yüzlü bir adam birden göğsünü tutardı bir kalp krizi gelince, hamile bir kadının sancılan başlardı, kapak kızı kadar güzel bir kız birden bir sara nöbeti geçirebilirdi. Güneş çarpardı insana, sıcak dokunurdu hatta bir yaz günü sonunda yıldınm düşerdi. Büyük ve Müthiş Öz da buradaydı. Tılsımlı Kralbğın kapısında ya da uçan Dunı-bolardan birinin üstünde görülebilirdi. Louis'le Gage onun Goofy, Miki, Donald ya da Tigger gibi bir eğlence parkı gösterisi olduğunu bilirlerdi. Ama kimse onunla resmini çektirmen istemez, kimse kızını ya da oğlunu onunla tanıştıramazdı. Louis'le Gage onu daha eskiden tanırlardı, New England'da tanışmışlardı. İnsanı boğmaya, bir plastik torbayla soluksuz bırakmaya, bir parça elektrik akımıyla kızartmaya hazırdı. Bir torba fıstıkta, bir dilim biftekte, bir paket sigarada ölüm vardı. Öz hep çevresindeydi insanın, ölümüyle sonsuzluk arasındaki bütün yollan o kesmişti. Pis iğneler, zehirli böcekler, ucu açık teller, orman yangınları. Küçük çocukları trafiğin aktığı dört yol ağızlarına uçuran kontroldan çıkmış patenler. Duş yapmak için banyoya girdiğinde Öz da girerdi seninle... Arkadaşınla birlikte du$ ysp. Uçağa bindiğinde biniş kartını Öz toplardı, içtiğin sudaydı, yediğin yemekteydi. Öz. Kim var orada, diye yapayalnız ve korkuyla karanlığa seslendiğinde duyduğun yalnızca onun yanıtıydı: Korkma, benim. Nasılsın? Barsak kanserin var! Kole-
— 309 —
ran var! Kan zehirlenmen, kan kanserin, damar sertliğin var! Gece yarısı bir telefon. Kuzey Carolina otoyolunun bir çıkışında kaportanın üstünde kan. Avuç dolusu hap, iç hepsini yut. Boğulmanın sonunda parmakların o garip morluğu. Beyin son bir çabayla vücuttaki bütün oksijeni kendisine çeker, tırnak diple-nnkini bile. Selam dostlar, benim adım Büyük ve Müthiş Öz, ama isterseniz siz sadece Öz diyebilirsiniz, eski dost sayılırız artık.
O ince ses: «Seni seviyorum, Tigger! Seni seviyorum! Sana inanıyorum! Seni hep sevdim ve hep seveceğim. Genç kalacağım hep. Kalbimde yaşayan tek Öz, o Nebraska'lı iyi yürekli sahte Öz olacak. Seni seviyorum...
Oğlumla devriye geziyoruz... çünkü işin aslı savaş ya da seks değil, yalnızca Büyük ve Müthiş Oz'a karşı o insanın midesini bulandıran, soylu ve umutsuz savaş. Florida güneşi altında, bembeyaz kamyonetimizle dolaşıyoruz... kırmızı yanardöner ışığımızın üstü örtülü, ama gerekirse hazır orada... bizden başkasının onun orada olduğunu bilmesi gerekmez... çünkü insanın yüreğinin toprağı daha taşlıdır; insan yetiştirebilâiği-ni yetiştirir ancak...
Louis Creed uyanıklığa olan bağını ağır ağır çözerek, bütün düşünceleri sona erip de yorgunluğu kendisini kapkara, rüya-sız bilinçsizliğe çekene kadar bunlan düşündükten sonra birdenbire uyudu.
Şafağın ilk ışıklan doğuda gökyüzünü aydınlatmadan az önce merdivende ayaksesleri duyuldu. Ağır, güçlükle ilerleyen ancak amaç dolu ayaksesleri. Koridorun gölgeleri arasında bir gölge yürüdü. Bir koku da birlikte geliyordu gölgeyle... kötü bir koku. Derin uykuda olan Louis bile uykusunun arasında mırıldanarak başını çevirdi koku yüzüne çarpınca. Bir soluk alıp verme sesi duyuluyordu.
Gölge hiç kıpırdamadan durdu yatak odasının önünde. Sonra içeri girdi. Louis'in yüzü yastığa gömülüydü. Beyaz eller uzandı, yatağın yanındaki doktor çantası çıt diye bir ses çıkararak açıldı.
Çantanın içinde dolaştı bir. el, aletler hafifçe şangırdadılar.
El ampulleri, şırıngaları, kapsülleri ilgisizce bir yana itti. Sonra bulduğu bir şeyi çıkardı çantadan. Sabahın ilk soluk ışıklarında bir gümüş parıltısı görüldü.
Gölge odadan çıktı.
^—310—•
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BÜYÜK VE MÜTHiŞ ÖZ
O vakit İsa yine içinden inleyerek kabre geldi. Bu bir mağaraydı; önüne bir taş yerleştirilmişti. «Taşı kaldırın.» dedi İsa. Ölünün kız kardeşi Marta, «Efendim, artık kokmaya başlamıştır. Öleli dört gün oldu,» dedi... x İsa bir süre dua ettikten sonra yüksek sesle «Lazarus, çık!» diye seslendi, ölü de, elleriyle ayaklan sargılarla bağlanmış ve yüzü mendille sarılmış olarak kalktı. İsa onlara, «Onu çözün ve bırakın, gitsin,» dedi.
YOHANNA İNCİLİ
«Benim şimdi aklıma geldi.» dedi kadın.
•Neden daha önce düşünmedin sanki? Neden senin aklına gelmedi?»
•Ne?» diye sordu adanı.
•Diğer iki istek. Yalnızca bir istekte bulunduk.»
•Yetmez miydi?» diye sordu erkek öfkeyle.
•Hayır! Bir istekte daha bulunacağız. Git ve çabuk getir, oğlumuzun dirilmesini isteyelim»
W. W. JACOBS (MAYMUN PENÇESİ l
58
Judden Crandal ansızın, irkilerek uyandığında az daha koltuktan aşağı düşüyordu. Ne kadar uyuduğunu bilemiyordu, on beş dakika da olabilirdi, üç saat de. Saate bakınca beşi beş geçtiğini gördü. Odanın içindeki her şeyin ustaca değiştirilmiş olduğu gibi bir duygu vardı içinde. Oturmuş uyumaktan sırtı ağrıyordu.
Aptal moruk, şu yaptığına bak hele!
Ama kalbinde, ta kalbinde işin aslını biliyordu. Yalnızca kendisi değildi sorumlu. Nöbette uyuyakalmak d.eğüdi bu-, uyu-tulmuştu.
Bu düşünceden korktu, ama kendisini korkutan, daha ÇOK korkutan bir şey daha vardı: Ned;?n uyanmıştı? Bir ses, bir..
Soluğunu tuttu, kalbinin kâğıt gibi hışırtısına aldırış etmeden kulak verdi...
Bir ses... kendisini uyandıran ses değil, ama yine de bir ses... Menteşe gıcırtısı.
Jud evinin her gürültüsünü bilirdi, hangi tahtanın oynadığını, hangi basamağın gıcırdad'ğını, rüzgârın nereden eserken düdük çalar gibi ses çıkardığını. Bu sesi de onlar kadar iyi biliyordu. Evin ön kapısı açılmıştı. Bunu anlayınca kendisini uyandıran sesi de hatırladı, ön kapının dışındaki verandaya açılan tel kapının yayının ağır ağır gerilmesi.
«Louis?» diye seslendi pek fazla bir umut beslemeden. Lo uis değildi oradaki. Oradaki her neyse, yaşlı bir adamı boşboğazlığı ve gururu için cezalandırmaya gelmişti.
Ayaksesleri koridordan oturma odasına yaklaşıyordu.
— 313 —
Jud sonunda ayağa kalkabildi. «Gage?» Gözünün ucuyla kü! lükteki upuzun, kıvrık külü gördü, «Gage, sen mi...»
Çirkin bir miyavlama duyuldu. Jud'un bütün kemikleri bir anda donmuş gibiydi. Mezardan dönen Louis'in oğlu değil, bir canavardı.
Hayır, İkisi de değildi.
Dostları ilə paylaş: |