Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə14/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   54

"Hem de çok iyi," diye mırıldandı Roland.

"İnsanlar gerçek. Sen... Susannah... Jake... Jake'i kaçıran Bıçakçı denen adam... Overholser ve Slightmanlar. Ama benim dünyamdan bazı «eylerin burada karşımıza çıkıp durması gerçekdışı. Mantıklı ve akla uygun da değil, ama kastettiğim o değil. Gerçek değil işte. İnsanlar burada niye 'Hey Jude'u söylüyor? Bilmiyorum. Robot ayı Shardik... bu ismi nereden biliyorum? Neden bana tavşanları hatırlatıyor? Oz Büyücüsü hakkındaki tüm o şeyler, Roland hepsi başımıza geldi, bundan eminim ama hepsi bana gerçekdışı görünüyor. Geçiş yapmak gibi geliyor. On dokuz gibi. Ya Yeşil Saray'dan sonra olanlar? Tıpkı Hansel ve Gretel gibi ormana giriyoruz. Üzerinde ilerlememiz için bir yol var. Toplamamız için de çörek-topları. Medeniyet sona erdi. Her şey ortaya çıkıyor. Bize öyle demiştin. Lud'da bunu gördük. Ama ne olduğunu tahmin et? Öyle olmuyor! Sizi salaklar, işte yine tongaya bastınız!"

Eddie kısa bir kahkaha attı. Tiz ve sağlıksız bir sesti. Saçını geriye attığı sırada alnında çamur izi kaldı.

"Şaka gibi. Burada, hiçbir yerden binlerce kilometre ötede karşımıza masal kitaplarından fırlamış bir kasaba çıkıyor. Medeni. Adam gibi. Halkı, önceden tanışıyormuşsun hissi veren insanlar. Belki hepsinden hoşlanmıyorsun -Overholser'ı kucaklamak biraz zor- ama yine de hepsini tanıyorsun."

Roland, Eddie'nin bu konuda da haklı olduğunu düşündü. Calla Bryn Sturgis'i henüz görmemişti, ama şimdiden ona Mejis'i hatırlatıyordu. Bazı açılardan bu son derece makul görünüyordu (çiftçilikle uğraşan kasabalar genelde birbirine benzerdi) ama bazı açılardan da huzursuz ficiydi. Hem de çok. Örne ğin Slightman'ın taktığı sombrero. Mejis'in kilometrelerce uzağında erkeklerin benzer şapkalar takıyor olması mümkün müydü? Olabilirdi. Ama Slightman'ın sombrerosunun Roland'a çok ^un yıllar önce Mejis'te tanıdığı Miguel'i bu kadar şiddetli bir şekilde fırlatması normal miydi? Yoksa bu sadece hayal gücünün bir oyunu muydu?

Ama Eddie'nin söylediğine göre hayal gücü denen şeye sahip değili^ diye düşündü.

"Masal kitabındaki kasabanın başı dertte," diye devam etti Eddie. "Kasaba halkı da kendilerini kötü adamlardan kurtarmak için bir grup si. nema karakterine benzer kahramanı yardıma çağırıyor. Bunun gerçek ol-duğunu biliyorum... muhtemelen bazı insanlar canlarından olacak, akan kanlar, feryatlar, duyulan acılar gerçek olacak. Ama bir yandan da bunun sahnelenmiş bir oyun olduğunu hissetmekten kendimi alamıyorum."

"Ya New York?" diye sordu Roland. "Orada nasıl hissettin?"

"Aynı," dedi Eddie. "Yani, bir düşün bak. Jake Çuf-Çuf Charlie ve bilmece kitabını alınca geride on dokuz kitap kalıyor... sonra New York'ta başka kimse kalmamış gibi Balazar ortaya çıkıyor! O bok!"

"Hey, hey," diye neşeyle seslendi Susannah arkalarından. "Ağzıma bozmayın, çocuklar." Jake, onu yoldan onlara doğru itiyordu. Susan-nah'nın kucağı çörek-toplarıyla doluydu. Neşeli ve mutlu görünüyorlardı. Roland bunda daha önce yedikleri güzel yemeklerin bir etkisinin olduğunu düşündü.

"Bazen gerçekdışılık hissi kayboluyor, değil mi?" dedi Roland.

"Tam olarak gerçekdışılık değil, Roland. Bu..."

"Lafı dolaştırmayı bırak da sorduğuma cevap ver. Bazen kayboluyor, değil mi?"

"Evet," dedi Eddie. "Onunlayken."

Susannah'nın yanına gitti. Eğilip öptü. Roland, onları hafif bir endişeyle izliyordu.


3

Günün son ışıkları da gökyüzünü terk ediyordu. Ateşin etrafında oturup hafif açlıklarını Susannah ve Jake'in toplayıp kampa getirdiği çörek-toplarıyla kolayca giderdiler. Roland, Slightman'ın söylediği bir şey1 düşünüyordu. Sağlıklı denemeyecek kadar derin düşüncelere dalmış0' Aklındakileri tam bir sonuca ulaşamadan bir kenara itip dostlarına döndü "Bazılarımız veya hepimiz bu gece daha sonra New York Şehri'nde

buluşabilir-"

"Umarım bu kez ben de giderim," dedi Susannah.

"Bu ka'ya kalmış," dedi Roland. "Önemli olan, sürekli bir arada kalmak. Yolculuğu tek kişi yaparsa gidenin sen olacağını düşünüyorum, Eddie. Tek kişi gidecek olursa, çınlamalar tekrar başlayana dek mutlaka oraya vardığı yerde kalmalı."

"Kammen," dedi Eddie. "Andy çınlamalara böyle dedi."

"Dediğimi herkes anladı mı?"

Birbirlerine bakarak başlarını salladılar. Roland her birinin şartların gereklerine göre kendi inisiyatifini kullanma hakkını koruduğunu gördü. Ve bu da en doğrusuydu zaten. Sonuçta ya silahşordular ya da değil.

Kısa bir kahkaha atarak kendini şaşırttı.

"O kadar komik olan nedir?" diye sordu Jake.

"Uzun bir yaşamın yanında pek tuhaf yoldaşlar getirebildiğini düşünüyordum," dedi Roland.

"Eğer bizi kastediyorsan," dedi Eddie. "Senin de Norman Normal olmadığını hatırlatmak isterim, Roland."

"Galiba değilim," dedi Roland. "Bir kişiden fazlası geçiş yapacak olursa çınlamalar başladığında el ele tutuşmah. Belki de hepimiz birden orada oluruz."

"Andy birbirimize konsantre olmamız gerektiğini söyledi," dedi Eddie. "Kaybolmamak için."

Susannah şarkı söylemeye başlayarak hepsini birden şaşırttı. Sesi yeterince melodikti. "Çocuklar, klarnetin sesini duyduğunuzda... çocuklar, flütün sesini duyduğunuzda! Çocuklar, tefin sesini duyduğunuzda... saygıyla eğilip puta tapınmalısınız!"

"Nedir bu?"

"Tarlalarda söylenen bir şarkı," dedi Susannah. "Büyükbabamların ve onların babalarının pamuk tarlalarında çalışırken söyledikleri şarkılardan. Ama zamanla her şey değişiyor." Gülümsedi. "İlk kez 1962'de, Greenwich Village'da bir kafeteryada duymuştum. Söyleyen de Dave Van K°nk adında beyaz bir blues şarkıcısıydı."

"Aaron Deepneau'nun da orada olduğuna bahse girerim," dedi Jake "Hatta yan masada oturduğuna adım gibi eminim!"

Susannah şaşkın ve düşünceli bir ifadeyle ona baktı. "Neden öyle di. yorsun, tatlım?"

"Çünkü Tower'in Deepneau'nun Village civarında takıldığını söyle. diğini duymuştu," dedi Eddie. "Ne zamandır denmişti, Jake?"

"Village değil, Bleecker Sokağı," dedi Jake hafifçe gülerek. "Bay To-wer, Bay Deepneau'nun Bob Dylan daha doğru düzgün bir nota basmamış olduğu zamanlardan beri Bleecker Sokağı'nda takıldığını söylemişti."

"Doğru," dedi Eddie. "Jake kadar iddialı olmasam da dediğinin mümkün olduğuna inanıyorum. Deepneau oradaydı. Barda da Jack An-dolini'nin çalıştığını duymak beni şaşırtmayacak. Çünkü On Dokuz Ülke-si'nde işler böyle yürüyor."

"Her neyse," dedi Roland. "Geçiş yapanlar mutlaka bir arada kalmalı. Her an birbirlerinin kol mesafesinde olmalılar. Bu konuda çok ciddiyim."

"Ben orada olacağımı sanmıyorum," dedi Jake.

"Neden öyle diyorsun, Jake?" diye şaşkınca sordu Silahşor.

"Çünkü uyumam mümkün değil," dedi Jake. "Çok heyecanlıyım."

Ama sonunda hepsi uyudu.
4

Bunun bir rüya olduğunu, Slightman'ın olasılık lafı yüzünden gerçekleştiğini biliyor ama yine de kurtulamıyordu. Her zaman arka kapıyı ara, derdi Cort onlara. Ama bu rüyada bir arka kapı varsa bile Roland, onu bulamıyordu. Jericho Tepesi'ni ve uydurulan kanlı hikâyeleri duydum, demişti Eisenhart'ın kâhyası. Ama Jericho Tepesi Silahşor'a hiç de uydurma gibi gelmiyor, yeterince gerçek görünüyordu. Neden olmasın? Orada bulunmuştu. Orada yaşananlar sonlan olmuştu. Tüm dünyanın sonu.

Gün, boğucu sıcaklıktaydı; güneş, en tepe noktaya ulaştığında zaman durmuşcasına saatlerdir kızgın ışınlarını üzerlerine salıyordu. Altlarında, k°' caman gri-siyah taş yüzlerle dolu uzun bir çayır vardı. Roland ve geride ko''birkaç yoldaşı ateş ederek tepeye doğru gerilerken Grissom'un adamları, k uzun zaman önce oraları terk etmiş olan insanlardan kalan aşınmış heykellerin arasında yukarı doğru ilerliyordu. Silah sesleri hiç susmamacası-„ğğii inletiyor, kana susamış sivrisinekler gibi taş suratlara gömülen kuranların vızıltısı bitmek bilmiyordu. Jamie DeCurry, bir keskin nişancı tarafından öldürülmüştü. Katil belki Grissom'ın şahin gözlü oğlu ya da belki kendisiydi. Alain'in sonu çok daha kötü olmuştu; çarpışmadan önceki gece iki aptal arkadaşı tarafından karanlıkta vurulmuştu. Salakça bir hata, korkunç bir ölüm. Destekleri yoktu. DeMullet'in adamları Rimrocks'ta pusuya düşürülüp katledilmişti. Alain gece yarısından sonra bunu haber vermek için dönerken Roland ve Cuthbert... tabancalarının sesi... ve ah, Alain'in isimlerini i ay kırması...

Simdi de tepeye ulaşmışlardı ve gerileyecek yer kalmamıştı. Arkalarında, doğu tarafında, sekiz yüz kilometre güneyde Temiz Deniz denilen Tuz Denizi'ne inen dik bir kayalık uçurum vardı. Batıda ise taş yüzlerin tepesi ve Grissom'ın haykırarak ilerleyen adamları. Roland ve adamları yüzlercesini öldürmüştü, ama geride hâlâ iki bin kadarı vardı ve bu, iyimser bir tahmindi. Haykınşlarıyla çarpılmış yüzleri maviye boyalı, silahlı adamların karşısında sadece bir düzine direnişçi. Kızgın güneş altında, Jericho Tepesi'nde kalan bir düzine adam, geride kalan son kuvvetti. Jamie ölmüş, güvenliğe kaçmak yerine onları uyarmayı seçmiş olan Alain, en yakın dostlarının kurşun-lanyla ölmüş, Cuthbert ise vurulmuştu. Kaç kez? Beş mi? Altı mı? Gömleği kanla sırılsıklam olmuş, göğsüne yapışmıştı. Yüzünün bir yansı kanla kaplıydı ve kanlı taraftaki gözü yuvasından fırlamış, hiçbir şey göremeyecek dununda yanağından aşağı sarkıyordu. Yine de Roland'ın bir zamanlar Arthur Eld'in çaldığı veya hikâyelerin öyle iddia ettiği borusunu bırakmamıştı. Geri vermeye de niyeti yoktu. "Çünkü ben onu senin yapıp yapabileceğinden çok daha güzel üflüyorum," derdi gülerek. "Öldüğümde onu geri alabilirsin. Sakın almayı unutma Roland, o sana ait."

Bir zamanlar eyer topuzunda bir ekinkargası kafatasıyla Mejis Baronlu-S" na gitmiş olan Cuthbert Allgood. Ona "nöbetçi" adını takmıştı ve onunla canlıyrnış gibi konuşurdu. Çünkü o böyle bir insandı, tarzı buydu ve sersem-'gıyle herkesi çılgına çevirirdi. Şimdi de kızgın güneşin altında, bir elinde dumanı tüten tabancası, diğerinde Eld'in Borusu olduğu halde, kan içinde, ya_ rı kör, ölür ayak, sarsak adımlarla ona doğru yürüyor... ama hâlâ gülüyordu Ah güzel tanrılar, gülüyor, gülüyordu.

"Rotond!" diye seslendi. "İhanete uğradık! Bir avuç kişi kaldık! Arka. mızda deniz var! Onları tam istediğimiz noktaya getirdik! Ne dersin, artık saldıralım mı?"

Ve Roland, arkadaşının haklı olduğunu anladı. Kara Kule'ye yaptıkları yolculuk o gün en yakınlarından birinin ihanetiyle karşı karşıya kaldıkları John Farson'ın barbar ordusunun elinden Jericho Tepesi'nde son bulacaksa bu son, muhteşem olmalıydı.

"Evet!" diye bağırdı. "Evet! Silahşorlar, yanıma gelin.1"

"Zaten buradayım, Roland," dedi Cuthbert. "Bildiğim kadarıyla kalan son silahşorlar biziz."

Roland, ona baktı ve korkunç gökyüzü altında dostuna sıkıca sanldu Cuthbert'ün vücudunun ateş gibi yandığını ve titrediğini hissedebiliyordu. Ama arkadaşı yine de gülüyordu. Bert hâlâ gülüyordu.

"Pekâlâ," dedi Roland kalan son birkaç adamına bakarak. "Aralanm dalacak ve kimsenin canını bağışlamayacağız."

"Aman vermeyeceğiz," dedi Cuthbert.

"Teslim olmaya kalkarlarsa kabul etmeyeceğiz."

"Kesinlikle!" dedi Cuthbert kahkahalarla gülerek. "İki bini birden silahını bıraksa bile!"

"Öyleyse çal bakalım o lanet olası boruyu."

Cuthbert boruyu kanlı dudaklarına doğru kaldırarak üfledi ve bu son üfleyişi oldu. Boru bir dakika sonra (belki beş, belki on dakikaydı; o son savaşta zamanın bir anlamı yoktu) parmaklarının arasından kayıp yere düştü ve Roland, onu olduğu yerde bıraktı. Keder ve kana susamıştık gözlerini kör etmiş, Eld'inBorusu'nu unutmuştu.

"Ve şimdi dostlarım... saldırın!"

"Saldırın!" diye bağırdı geride kalan bir düzine savaşçı kızgın güneşe doğru. Bu onların, Gilead'ın, her şeyin sonuydu ve artık umurunda değildi-Kıpkızıl, yakıcı, yıkıcı bir öfke, diğer tüm hisleri bastırarak kontrolü ele geçf' misti. Bir kez daha o halde, diye düşündü. Öyle olsun.

"İletir diye haykırdı Gilead'lı Roland. "Kule için!"

"Kule için!" diye bağırdı hemen yanında sendeleyen Cuthbert. Gökyüzüne kaldırdığı ellerinden birinde tabancası, diğerinde Eld'in Borusu vardı.

"Tutsak alınmayacak!" diye haykırdı Roland. "TUTSAK ALINMAYACAK.1"

Grissom'ın mavi suratlı ordusuna doğru atıldılar. Cuthbert'le o başı çekiyordu. Tam etraflarında kurşunlar, oklar ve mızraklar uçuşurken çimlerin üzerine devrilmiş büyük, taş kafalardan birinin yanından geçmişlerdi ki, çınlamalar başladı. Güzelden çok öte bir melodiydi; o kadar harikaydı ki Roland parçalara ayrılabileceğini hissediyordu.

Şimdi olmaz, diye düşündü, ah tanrılar, şimdi olmaz, bırakın bitireyim. Yalvarırım arkadaşım yanımdayken bitireyim ve sonunda huzura kavuşayım. Lütfen.

Cuthbert'ün eline uzandı. Bir anlığına, varlığının son bulduğu o korkunç tepede arkadaşının kanlı elini elinde hissetti... sonra onunkilere dokunan parmaklar yok oldu. Daha doğrusu, Bert'ün elindeki kendi eli bir şekilde eriyip yok oldu. Düşmeye, düşmeye, düşmeye başladı. Dünya karanyordu. Düşüyor, çınlamalar artıyordu. Kammen başlamıştı ("Havai müziği gibi, değil mi?") ve Roland düşüyordu. Jericho Tepesi yoktu artık, Eld'in Borusu da öyle. Sadece karanlık vardı. Ve karanlığın içinde kırmızı harfler. Bazıları Yüksek Harfler'dendi. Okuyabileceği kadar belirgindiler. Diyorlardı ki...


5

DUR diyordu harfler. Ama insanlar, trafik lambasına rağmen hızla karşıya geçmeye devam ediyordu. Akan trafiği hızla kontrol edip çabuk adımlarla yürüyorlardı. Bir adam, yaklaşan sarı takssiye rağmen karşıya geçti. Takssi şoförü direksiyonu kırarak kornasını çaldı. Yürüyen adam korkusuzca bağırdı ve uzaklaşan aracın arkasından orta parmağını kaldır-dl- Roland bu hareketin uzun günler ve hoş geceler dilemekle bir ilgisinin olmadığını tahmin edebiliyordu.

New York Şehri'nde akşam vaktiydi ve etrafta pek çok insan olmasına rağmen hiçbiri onun ka-tet'inden değildi. Roland bu ihtimal üzerine pek düşünmemiş olduğunu kendi kendine itiraf etti. Yani tek geçiş yapa-nın kendisi olabileceği ihtimali. Eddie değil, o. Tanrılar adına, nereye git. mesi gerekiyordu? Ve oraya gittiğinde ne yapacaktı?

Kendi öğüdünü hatırla, diye düşündü. Tek başınıza iseniz, olduğunuz yerde kalın, demiştin.

Ama bu orada öylece dikilmek anlamına gelmiyordu... yeşile dönen trafik lambasına baktı. İkinci Cadde ve Elli Dördüncü Sokak'ın köşesinde öylece durup trafik lambasının kırmızı DUR yazısından beyaz YÜRÜ yazısına dönmesini mi izleyecekti?

Tam bunu düşünürken arkasından üz ve son derece mutlu bir ses duydu. "Roland! Hayatım! Dön de bana bir bak! Çabuk ol!"

Ne göreceğini bilen, ama yine de gülümseyen Roland arkasına döndü. Jericho Tepesi'ndeki o korkunç günü tekrar yaşadıktan sonra bu görüntü tam bir panzehir etkisi yapmıştı: Susannah Dean, Elli Dördüncü Sokak'tan aşağı ona doğru kahkahalar atıp mutluluk gözyaşları dökerek, kollarını kaldırmış, uçarcasına geliyordu.

"Bacaklarım!" diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. "Bacaklarım! Bacaklarım geri dönmüş! Ah Roland, İsa Adam'a şükürler olsun, BACAKLARIMA TEKRAR KAVUŞTUMr


6

Kendisini Roland'ın kollarına atarak yanaklarını, kaşını, boynunu, burnunu, dudaklarını öpücük yağmuruna tuttu. Bir yandan da sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. "Bacaklarım, Roland, ah görüyorsun değil mi, yürüyebiliyorum, koşabiliyorum, Tanrı'ya ve tüm azizlere şükürler olsun bacaklarıma kavuştum. Bacaklarıma kavuştum."

"Görüyorum ve mutluluğuna değer, iyi kalp," dedi Roland. Bulunduğu yerin şivesini konuşmak, eski bir hilesiydi. Ya da belki alışkanlığı. Az önce Calla'da konuşulduğu gibi konuşmuştu. New York'ta yeterinc ızun süre kaldığı takdirde bir gün kendini, orta parmağını sarı takssiler-den birine doğru sallarken bulabilirdi.

Ama daima bir yabancı olarak kalırdım, diye düşündü. Aspirin bile di-vetniyorum. Ne zaman denesem ağzımdan başka bir söz çıkıyor.

Susannah, Roland'ın sağ elini tutarak şaşırtıcı bir güçle çekti ve baldırına dokundurdu. "Hissedebiliyor musun?" diye sordu. "Yani bunu ben hayal etmiyorum, değil mi?"

Roland güldü. "Bana doğru kanat takmış gibi koşan sen değil misin? Evet Susannah." Parmakları tam olan sol elini, Susannah'nın sol bacağına koydu. "Bir bacak, iki bacak. İkisinin de ucunda ayaklar var." Kaşlarını çattı. "Sana bir çift ayakkabı bulsak iyi olacak."

"Neden? Bu bir rüya. Öyle olması gerek."

Roland, ona ciddi bir ifadeyle bakınca Susannah'nın gülümsemesi yavaşça silindi.

"Değil mi? Gerçekten mi?"

"Geçiş yaptık. Gerçekten buradayız. Ayağını kesecek olursan, yarın kampta uyandığında ayağında bir kesik olduğunu göreceksin, Mia."

Diğer isim neredeyse (ama tam olarak değil) kendiliğinden çıkmıştı. Roland tüm kasları yay gibi gerilmiş halde alacağı tepkiyi bekliyordu. Susannah ismi fark edecek olursa hemen ondan özür dileyecek, tam bir rüya gördüğü sırada geçiş yaptığını söyleyecek ve uzun zaman önce tanıdığı bu isimde birini rüyasında görmekte olduğunu söyleyecekti (ama Susan Delgado'dan sonra önemsediği tek bir kadın olmuştu ve onun da adı Mia değildi).

Ama Susannah fark etmedi ve Roland buna pek şaşırmadı.

Çünkü kammen başladığı sırada Mia olarak bir başka av seferine çıkmaya hazırlanıyordu. Susannah'nın aksine, Mia'nın bacakları var. Büyük bir ziyafet salonunda bin bir çeşit yemek yiyor, Morehouse'a falan gitmemiş ve bacakları var. Bu kadının bacakları var. Ve içinde iki kadın barınıyor. Ama bunu bilmiyor.

Roland, Eddie'yle karşılaşmayacaklarını umdu. Susannah fark etme-se bile o değişikliği anlayabilirdi. Ve bu kötü olurdu. Roland'ın peri mallarındaki gibi üç dilek hakkı olsaydı, üç dileğini de aynı şey için kullanırdı: Calla Bryn Sturgis'deki işlerini Susannah'nın (Mia'nın) hamileliği belirginleşmeden önce sonuçlandırmak. Aynı anda ikisiyle birden baş et-mek çok zor olabilirdi.

Hatta belki imkânsız.

Susannah, ona irileşmiş, soran gözlerle bakıyordu. Ona farklı bir isimle seslendiği için değil, bundan sonra ne yapacaklarını öğrenmek için.

"Bu senin şehrin," dedi Roland. "Kitapçıyı ve boş arsayı görebilirim," Duraksadı. "Ve gülü. Beni bu dediğim yerlere götürebilir misin?"

"Şey," dedi Susannah etrafına bakarak. "Doğru, burası benim şehrim ona şüphe yok. Ama İkinci Cadde, Detta'nm mağazalarda hırsızlık yaptı-ğı günlerdeki haline pek benzemiyor."

"Yani kitapçıyı ve boş arsayı bulamaz nısın?" Roland düş kırıklığına uğramıştı ama perişan olduğu söylenemezdi. Bir yolu mutlaka bulunurdu. Daima bir yol...

"Ah, o konuda bir sorun olacağını sanmıyorum. Caddeler aynı. New York, kesişen hatlardan ibarettir, Roland. Haydi, gel."

Trafik lambasındaki yazı DUR diyordu, ama Susannah caddeye şöyle bir baktıktan sonra Roland'ın kolunu kavradı ve Elli Dördüncü Sokak'm diğer tarafına geçtiler. Susannah ayakları çıplak olmasına rağmen hiç çekinmeden yürüyordu. Caddelerin iki yanı, egzotik mağazalarla doluydu. Roland vitrinlere ilgiyle bakmaktan kendini alamıyordu, ama önüne fazla bakmamasının bir sakıncası yok gibiydi; kaldırımlar kalabalıktı, ama kimse onlara çarpmıyordu. Bununla birlikte Roland çizmelerinin topuklarının kaldırıma çarparken çıkardığı sesi duyuyor, vitrinlerden yayılan ışıkta uzayan gölgelerini görebiliyordu.

Neredeyse buradayız, diye düşündü. Bizi buraya getiren güç biraz daha şiddetli olsaydı tam anlamıyla burada olurduk.

Sonra, Callahan'ın kilisesinde olduğunu iddia ettiği şeyin gerçek olması durumunda gücün artabileceğini anladı. Onlar kasabaya ve bunu yapan şeyin kaynağına yaklaştıkça...

Susannah kolunu yakaladı. Roland hemen durdu. "Ayakların midiye sordu.

"Hayır," dedi Susannah. Korkusu sesinden anlaşılıyordu. "Neden bu kadar karanlık?"

"Susannah, gece vakti."

Roland'ın kolunu sabırsızca salladı. "Biliyorum, kör değilim. Sen..." Tereddüt etti. "Sen hissedemiyor musun?"

Roland hissedebildiğini fark etti. Öncelikle, İkinci Cadde'deki karanlık, gerçek bir karanlık değildi. Silahşor, New York'taki insanların Gi-lead'da son derece az bulunan ve insanların gözlerinden sakındığı nimetleri böylesine fütursuzca har vurup harman savurmasını hâlâ anlayabilmiş değildi. Kâğıt; su; rafine petrol; yapay ışık. Bu sonuncusunu her yerde görmek mümkündü. Mağazaların çoğu kapalı olmasına rağmen vitrinleri-rin ışıkları yanıyordu. Blimpie's adında bir yerin portakal renkli tuhaf ışıkları, geceyi aydınlığa boğuyordu. Ama Susannah haklıydı. Turuncu lambalara rağmen havada kapkara bir his vardı. Caddede yürüyen insanları çevreliyor gibiydi. Aklına Eddie'nin daha önce söyledikleri geldi. Her şey on dokuzlaştı.

Ama görülmekten ziyade hissedilen bu karanlığın on dokuzla bir ilgisi yoktu. Burada olanları kavramak için bu sayıdan altı çıkarmak gerekiyordu. Ve Roland, Callahan'ın haklı olduğuna ilk kez inandı.

"Siyah On Üç," dedi.

"Ne?"

"Bizi buraya o getirdi, geçiş yapmamızı sağladı. Şimdi de onu etrafımızda hissediyoruz. Greyfurdun içinde uçtuğum zaman gibi değil ama ona benziyor."



"Kötü bir his veriyor," dedi Susannah alçak sesle.

"Kötü zaten," dedi Roland. "Siyah On Üç, muhtemelen Eld'in zamanından günümüze ulaşan en korkunç nesne. Bu, Büyücü'nün Gökkuşağının o dönemden olduğu anlamına gelmiyor, elbette. Eminim çok daha önceden..."

"Roland! Hey, Roland! Suze!"

Başlarını sesin geldiği yöne çevirdiler ve Roland, önceki düşünceleri-ne rağmen Eddie'yi görünce içinde müthiş bir ferahlama hissetti. Jake ve Oy da onunla birlikteydi üstelik. Yaklaşık bir buçuk blok ötedeydiler. Eddie el sallıyordu. Susannah da heyecanla karşılık verdi. Roland, Susan-nah'nın onlara doğru koşmaya niyetlendiğini anlayınca kolunu yakaladı.

"Ayaklarına dikkat et," dedi. "Bir tür enfeksiyon kapıp diğer tarafa götürmeni istemiyorum."

Hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Eddie ve Jake, onları karşıla, mak üzere koştu. Roland yayaların hiç istiflerini bozmadan, hatta sohbetlerini bile bölmeden, farkında olmayarak kenara çekilip onlara yol verdi-ğini gördü ama sonra bunun tam anlamıyla doğru olmadığını fark etti. Annesinin yanında yürüyen, üç yaşından fazla büyük olmayan bir çocuk vardı. Kadın hiçbir şey fark etmemiş gibiydi ama bebek, yanlarından koşarak geçen Eddie ve Jake'e irileşmiş gözlerle baktı... ve hızla yürüyen Oy'u sevmek istercesine elini uzattı.

Eddie, Jake'i geçti ve yanlarına ilk ulaşan oldu. Susannah'nm bir kol boyu uzağında durarak onu baştan aşağı süzdü. Yüzündeki ifade, üç yaşındaki bebeğin yüzündekiyle neredeyse aynıydı.

"Eee? Ne düşünüyorsun, hayatım?" diye gergince sordu Susannah. Saçına tuhaf bir model vermiş halde eve gelen bir kadının kocasına sorduğu gibi.

"Şüphe götürmez bir ilerleme," dedi Eddie. "Seni sevmem için onlara gerek yok ama iyiden öteye geçip mükemmellik diyarına girdiklerini söyleyebilirim. Tanrım, şimdi boyun benden üç santim uzun!"

Susannah bunun doğru olduğunu gördü ve güldü. Oy, kadını son görüşünde orada olmayan ayak bileğini kokladı ve o da güldü. Havlamayla karışık tuhaf bir sesti ama güldüğü muhakkaktı.

"Bacaklarını beğendim, Suze," dedi Jake ve formalite icabı yapılmış bu iltifat Susannah'yı tekrar güldürdü. Roland'a dönen çocuk bunu fark etmedi. "Kitapçıyı görmek istiyor musun?"

"Görülecek bir şey var mı?"

Jake'in yüzünde üzgün bir ifade belirdi. "Aslında fazla bir şey yok. Şu an kapalı."

"Geri gönderilmemize kadar yeterince zamanımız vardır umarım, çünkü boş arsayı görmek istiyorum," dedi Roland. "Ve gülü."

"Acıyor mu?" diye sordu Eddie, Susannah'ya. Dikkatle ona bakıyordu.

"Hayır," dedi Susannah gülerek. "Aksine, kendimi çok iyi hissediyorum."

"Farklı görünüyorsun."

"Buna hiç şüphem yok!" dedi Susannah ve dans etmeye başladı, pans etmeyeli çok uzun bir zaman olmuştu, ama hareketlerindeki neşe ve mutluluk, zarafet eksikliğini örtecek kadar yoğundu. Bir pantolon ceket takım giymiş, evrak çantası taşıyan kadın doğruca üzerlerine geliyordu ki aniden yön değiştirerek etraflarından dolaştı. Hatta bunun için caddeye inip birkaç adım sonra tekrar kaldırıma çıktı. "Elbette farklı görüneceğim. Bacaklarım var!"

"Tıpkı şarkıda söylendiği gibi," dedi Eddie.

"Hu?"


"Boş ver," diyen Eddie, kolunu Susannah'nm beline doladı. Ama gözlerindeki araştıran, soran bakışlar Roland'ın dikkatinden kaçmamıştı. Biraz şansla fazla kurcalamayacaktır, diye düşündü Silahşor.

Eddie'nin yaptığı da bu oldu. Susannah'nm dudaklarının kenarını öptükten sonra Roland'a döndü. "Demek meşhur arsayı ve daha da meşhur olan gülü görmek istiyorsun, öyle mi? Ben de. Yolu göster, Jake."


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin