Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə19/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   54

"Teşekkürler deriz, Silahşor!" diye seslendi bir kadın. "Bize neşe verdin!"

"Ben de aynı şekilde hissetmiyor muyum?" dedi Silahşor nazikçe. "Size kendi neşemden neşeyi, kolumun ve yüreğimin gücüyle taşıdığım suyu vermiyor muyum?"

"Yeşil mahsullerden sana bir pay" diye şarkı söylediler bir ağızdan. Eddie'nin tüyleri ürpermiş, gözleri yaşarmıştı.

"Tanrım," diyerek iç çekti Jake. "O kadar çok şey biliyor ki..."

"Size pirincin coşkusundan bir parça," dedi Roland.

Turuncu ışığın altında, gücünü toplamaya çalışıyormuş gibi bir süre durduktan sonra bir dansa başladı. Hareketleri önce yavaştı, çok yavaş, topuk parmak, topuk parmak. Çizmelerinin topukları, tabut kapağına indirilen yumruğa benzer sesler çıkarmaya devam ediyordu, ama bu kez bir ritmi vardı. Önce sadece ritimdi. Ama Silahşor'un hareketleri hızlandı ve bir tür caz ritmine dönüştü.

Susannah tekerlekli sandalyesi üzerinde yanlarına geldi. Gözleri hayretle irileşmişti. Dudaklarında şaşkın bir gülümseme vardı. Ellerini göğüslerinin önünde sıkıca kenetlemişti. "Ah, Eddie!" dedi. "Bunu yapabildiğini biliyor muydun? En ufak bir fikrin var mıydı?"

"Hayır," dedi Eddie. "Aklımın ucundan bile geçmezdi."


10

Silahşor'un yıpranmış çizmeler içindeki ayaklarının hareketleri iyice hızlandı. Sonra biraz daha hızlandı. Ritim, giderek belirginleşiyordu. Jake aniden bu ritmi tanıdığını fark etti. New York'a yaptıkları ilk geçişten hatırlıyordu. Eddie'yle karşılaşmadan önce genç bir zenci, walkman dinleyerek yanından geçmişti. Bir yandan da, "ça-da-ba, ça-da-bu," diye ritim tutuyordu. İşte Roland da platformda bu ritimle dans ediyordu. Her bu'da bacağını öne fırlatıyor ve topuğunu sertçe yere vuruyordu.

Etraflarındaki insanlar alkışlamaya başladı. Ritimle aynı anda değil, aradaki boşlukta alkışlıyorlar, iki yana sallanıyorlardı. Kadınlar eteklerini tutup sallamaya başladı. Jake en gencinden en yaşlısına kadar herkesin yüzünde aynı ifadeyi görüyordu: saf neşe. Sadece o değil, diye düşündü ve İngilizce öğretmeninin bazı kitapların uyandırdığı hislerle ilgili bir deyişi aklına geldi: tanıdıklığın kusursuz coşkusu.

Roland'ın yüzü ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı bile. Çaprazlan-mış kollarını indirip alkışlamaya başladı. Bu hareketin başlamasıyla Calla halkı her alkışta tek bir kelime söylemeye başladı: "Gel!... Gel!... Gel!... Geir Jake bu ritmin bir çocuk şarkısmınkini de andırdığını düşündü ve bunun basit bir tesadüf olmadığını anladı.

Elbette değil. O genç zencinin aynı ritimle yürümesi gibi. Her şey Işın ve On Dokuz'un işi.

"Gel!... Gel!... Gel!"

Eddie ve Susannah da diğerlerine katıldı. Benny de öyle. Jake de düşünmeyi bir kenara bırakıp alkış tuttu.
11

Eddie, "Pirinç Şarkısı"nm sözlerini anlayamadı ama bunun sebebi lehçe değil, şarkının son derece hızlı bir şekilde söylenmesiydi. Bir keresinde televizyonda bir tütün müzayedesinde Güney Carolina'lı bir açık arttırma görevlisinin konuşmasını duymuştu. Bu da onun gibiydi. Aslında tam anlamıyla bir şarkı da sayılmazdı. Daha çok bir ilahiyi veya çılgınca bir hiphop parçasını andırıyordu. Eddie'nin yapabileceği en yakın tanım buydu. Bu arada Roland aynı çılgınca ritimle dans etmeyi, kalabalık da #e£ gel gel diye bağırıp alkışlayarak eşlik etmeyi sürdürüyordu.

Eddie'nin anlayabildiği kadarıyla şarkı şöyleydi:

Gel-gel-commala Pirinç düşsün toprağa Kız ve erkek kardeşler Çabuk geçer mevsimler Bir nehir akar uzağa İzler bizi O-ri-za Yeşillensin pirinçler Görüp sevinelim bizler Yeşersinler bolca Gel-gel-commala

Gel-gel-comma la Pirinç düşsün toprağa Derindir vadiler Yemyeşildir çimenler Mavi göğün altında Uzar boyları çabukça Kız ve sevgilisi Yatar çimlere ikisi Sarmaş dolaş olurlar Böyle geçer her bahar Gel-gel-commala Pirinç düşsün toprağa!

Bu ikisini en az üç kıta daha izliyordu. Eddie ilk iki kıtadan sonra sözcükleri anlamaya çalışmaktan vazgeçmişti, ama şarkı hakkında bir fikir sahibi olmuştu: genç bir kadın ve erkek, baharda hem pirinçlerin, hem de çocukların tohumunu atıyordu. Zaten hızlı olan şarkı giderek daha da hızlanmış ve kelimeler, anlamsız seslere dönüşmüştü. Alkışlayan kalabalığın elleri öylesine hızlı hareket ediyordu ki, bulanıklaşmaya başlamıştı. Roland'ın çizmelerinin topuklarıysa tamamen görünmez olmuştu. Eddie bu kadar hızlı dans etmenin mümkün olacağına inanamazdı. Özellikle de ağır bir yemeğin ardından.

Yavaş ol, Roland, diye düşündü. Tıkanıp kalırsan 911 'i de arayamayız.

Roland ve Calla halkı, Eddie, Susannah ve Jake'in anlayamadığı bir işaret üzerine aniden durdu, ellerini gökyüzüne uzattı ve kalçalarını cinsel birleşme anındaymış gibi hızla öne çıkardı. "GELALA!" diye bağırdılar ve böylece bitti.

Yanaklarından ve kaşlarından terler süzülen Roland bir süre ayakta sallandı ve... platformdan kalabalığın üzerine yuvarlandı. Eddie'nin kalbi bir anda sıkıştı. Susannah bir çığlık atarak sandalyesini Roland'ın bulunduğu yere doğru sürdü. Arkasındaki tutamaklardan birini yakalayan Jake fazla uzaklaşamadan onu durdurdu.

"Sanırım bu gösterinin bir parçası," dedi.

"Bence de öyle," dedi Benny Slightman.

Kalabalık alkışlayıp neşeyle bağırdı. Roland havaya kaldırılmış ellerin üzerinde yüzer gibi ilerliyordu. Kollarını yıldızlara doğru kaldırmıştı. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Eddie, Silahşor'un bir dalganın tacı gibi kendilerine yaklaşmasını inanamaz gözlerle izliyordu.

"Roland şarkı söylüyor, dans ediyor ama en acayibi, Joey Ramone gibi sahne dalışı yapıyor."

"Neden bahsediyorsun, tatlım?" diye sordu Susannah.

Eddie başını iki yana salladı. "Önemli değil. Ama hiçbir şey bunun üzerine çıkamaz. Bu, partinin sonu olmalı."

Öyleydi.
12

Dört atlı, yarım saat sonra Calla Bryn Sturgis'in ana caddesinde yavaşça ilerliyordu. Biri, kalın bir salide'ye sarılmıştı. Her soluklarında atlıların ve hayvanların ağzından buhar bulutları çıkıyordu. Gökyüzünde, soğuk elmas parçacıklarına benzeyen yıldızlar vardı. Yaşlı Yıldız ve Yaşlı Ana, içlerinde en parlak olanlarıydı. Jake, Slightmanlar ile birlikte Rocking B'nin yolunu tutmuştu. Callahan diğer üç yolcunun biraz ötesinde ilerliyor, yolu gösteriyordu. Ama yola çıkmadan önce Roland'ın kalın battaniyeyi üzerine sarmasında ısrar etmişti.

"Evinin buradan uzaklığının iki kilometre bile olmadığını söylemiş..» diye başladı Roland.

"Nefesini boşa harcama," dedi Callahan. "Bulutlar ilerledi ve gece kar yağacak kadar soğudu. Sen ise burada geçirdiğim yıllarda görmediğim olağanüstü bir gelala dansı yaptın."

"Kaç yıldır buradasın?" diye sordu Roland.

Callahan başını iki yana salladı. "Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyo-rum, Silahşor. Buraya ne zaman geldiğimi biliyorum; Jerusalem's Lot'tan ayrıldıktan dokuz sene sonra, 1983 kışında geldim. Bunun olmasından dokuz yıl sonra." Yara izi olan elini kısa bir an için kaldırdı.

"Yanık izine benziyor," dedi Eddie.

Callahan başını salladı ama konu hakkında hiçbir şey söylemedi. "Ama sizin de bildiğiniz gibi zamanın buradaki ilerleyişi çok farklı."

"Sürükleniyor," dedi Susannah. "Pusulanın ibresi gibi."

Battaniyeye sarılmış olan Roland, Jake'i bir sözcükle... ve bir şeyle daha uğurlamıştı. Eddie, Silahşor'un elinden çırağınkine geçen metal bir şeyin sesini duymuştu. Belki biraz para vermişti.

Jake ve Benny Slightman, karanlıkta yan yana uzaklaştı. Jake son bir kez el sallamak için döndüğünde ona karşılık veren Eddie yüreğinde şaşırtıcı bir sızı hissetti. Tanrım, babası falan değilsin ya, diye geçirdi içinden. Bu doğruydu ama bilmek, yüreğindeki sızıyı yok etmiyordu.

"İyi olacak, değil mi, Roland?" Eddie, evet cevabı almayı, böylece sızının şiddetini azaltabilmeyi umuyordu. Silahşor'un uzun süren sessizliği, bu yüzden onu tedirgin etti.

Roland sonunda cevap verdi. "Öyle umalım." Ve Jake Chambers konusu üzerine başka tek laf etmedi.


13

Callahan'ın kilisesi, kapısının üzerinde bir haç bulunan, kütüklerle inşa edilmiş, alçak ve basit bir binaydı.

"Buraya ne ad verdin, peder?" diye sordu Roland. "Huzurun Hanımı."

Roland başını salladı. "Güzel."

"Hissediyor musunuz?" diye sordu Callahan. "Aranızda hissedebilen var mı?" Neden bahsettiğini açıklamasına gerek yoktu.

Roland, Eddie ve Susannah yaklaşık bir dakika boyunca sessizce oturdu. Sonunda Roland başını iki yana salladı.

Callahan tatmin olmuş bir şekilde başını salladı. "Uyuyor." Bir an duraksadıktan sonra ekledi. "Tann'ya teşekkürler derim."

"Ama orada bir şey var, bu gerçek," dedi Eddie. Başını kiliseye doğru salladı. "Şey gibi... bilmiyorum, neredeyse bir ağırlık gibi."

"Evet," dedi Callahan. "Ağırlık gibi. Dayanılmaz. Ama bu gece uyuyor. Tann'ya şükürler olsun." Buz gibi olan havaya bir haç çizdi.

Basit (ama düzgün ve özenle budanarak çalılarla sınırlanmış) toprak yolun sonunda bir başka kütük bina vardı. Callahan'ın evi.

"Bu gece hikâyeni bize anlatacak mısın?" diye sordu Roland.

Callahan, Silahşor'un yorgun yüzüne kısa bir göz attıktan sonra başını iki yana salladı. "Tek bir kelimesini bile anlatmayacağım, sai. Yorgun olmasan bile anlatmam. Benimki, yıldızların ışığı altında anlatılacak türden bir hikâye değil. Yarın kahvaltıda, arkadaşlarınla işlerinizi halletmeye çıkmadan önce anlatırım. Size uyar mı?"

"Evet," dedi Roland.

"Ya gece uyanacak olursa?" diye sordu Susannah başını kiliseye doğru eğerek. "Ya uyanıp bize geçiş yaptırırsa?"

"Gideriz," dedi Roland.

"Onunla ne yapacağına dair bir fikrin var, değil mi?" diye sordu Eddie.

"Belki," dedi Roland. Callahan'ı, nefes almak kadar doğal bir şekilde aralarına alarak eve doğru yürümeye başladılar.

"Konuştuğun şu yaşlı Manni ile bir ilgisi var mı?" diye sordu Eddie.

"Belki," dedi Roland yine. Callahan'a baktı. "Söylesene, peder, sana 8eÇİŞ yaptırdı mı hiç? Neyi kastettiğimi biliyorsun, değil mi?"

"Biliyorum," dedi Callahan. "İki kez. İlki, Meksika'yaydı. Los Zapa-tos adında küçük bir kasaba. Ve bir keresinde de... sanırım... Kralın Şatosu'na. O ikinci seferden sağ salim dönebildiğim için çok şanslı olduğumu düşünürüm."

"Hangi kraldan bahsediyorsun?" diye sordu Susannah. "Arthur Eld mi?"

Callahan başını iki yana salladı. Alnındaki yara, yıldızların ışığı altında parladı. "Bunu şimdi konuşmasak daha iyi," dedi. "Gece olmaz." Üzgünce Eddie'ye baktı. "Kurtlar geliyor. Bu yeterince kötü. Sonra bu genç adamdan Red Sox'in dünya serisini yine kaybettiğini öğreniyorum... Mets'e mi yenildiler?"

"Korkarım öyle," dedi Eddie ve eve varana dek, son maçtan Ro-land'a son derece anlamsız gelen anekdotlar anlattı. Callahan'm bir kâhyası vardı. Kadın ortalıkta görünmüyordu, ama ocak ızgarasının üzerine bir kap sıcak çikolata bırakmıştı.

Susannah sıcak çikolatalarını içerlerken, "Zalia Jaffords bana ilgini çekebilecek bir şey söyledi, Roland," dedi.

Silahşor kaşlarını kaldırıp ona baktı.

"Kocasının büyükbabası onlarla birlikte yaşıyormuş. Calla Bryn Stur-gis'deki en yaşlı insanlardan biriymiş. Yaşlı adamla Tian yıllardır küsmüş -o kadar uzun zamandır dargınlarmış ki Zalia sebebini unutmuş- ama Zalia, adamla çok iyi anlaşıyormuş. Son yıllarda zihninin epey bulandığı-nı ama ara sıra hafızasının yerine geldiğini söyledi. Adam, Kurtlar'dan birini gördüğünü iddia ediyormuş. Ölüsünü." Duraksadı. "Onu kendisinin öldürdüğünü iddia ediyormuş."

"Tanrım!" dedi Callahan. "Deme yahu!"

"Diyorum. Daha doğrusu Zalia öyle diyor."

"Bu," dedi Roland. "Dinlemeye değecek bir hikâye. Kurtlar en son ne zaman gelmişti?"

"Hayır," dedi Susannah. "Overholser'ın ikizini götürdükleri zamandan da bahsetmiyorum. Zalia'nın dediğine göre ondan önceki sefer."

"Her yirmi üç yılda bir geliyorlarsa," dedi Eddie. "Neredeyse yetmiş yıl öncesinden bahsediyoruz demektir."

Susannah başını salladı. "O zaman bile yetişkin bir adammış. Za-lia'ya, Batı Yolu'nda diğerleriyle pusu kurup Kurtlar'ı beklediklerini anlatmış. Kaç kişi olduklarını bilmiyorum."

Roland sıcak çikolata fincanının gerisinden başını salladı.

"Her neyse, Tian'ın büyükbabası da aralarındaymış ve Kurtlar'dan birini öldürmeyi başarmışlar."

"Neymiş peki?" diye sordu Eddie. "Maskesi olmayınca neye benziyormuş?"

"Söylemedi," dedi Susannah. "İhtiyarın, ona söylediğini sanmıyorum. Ama bizim mutlaka..."

Gürültülü bir horultu duyuldu. Eddie ve Susannah, irkilerek sesin geldiği yöne döndü. Silahşor uyuyakalmıştı. Çenesi, göğsüne düşmüştü. Kolları, hâlâ dansı düşünüyorken uykuya dalmış gibi göğsünde çaprazlan-mıştı. Ve pirinci, elbette.
14

Sadece bir yedek yatak odası vardı, bu yüzden Roland, Callahan'm odasındaki sedirde yattı. Böylece Eddie ve Susannah için bir tür balayı ortamı oluşmuş oldu: bir çatı altında, bir yatak üzerinde ilk baş başa kalışlarıydı. Bu sıradışı koşulların tadını çıkaramayacak kadar yorgun değillerdi. Susannah daha sonra hemen uykuya daldı. Eddie bir süre uyanık yattı. Aklını tereddütle Callahan'm kilisesine göndererek orada gizli şeye dokunmaya çalıştı. Bu, muhtemelen kötü bir fikirdi, ama denemekten kendini alamamıştı. Hiçbir şey yoktu. Daha doğrusu, bir şeyin önünde hiçbir şey yoktu.

Onu uyandırabilirim, diye düşündü Eddie. Sanırım bunu yapabilirim.

Evet, çürük bir dişi olan biri de dişini bir çekiçle parçalayabilirdi, değil mi? Ama bunu neden yapacaktı?

Eninde sonunda onu uyandırmak zorundayız. Büyük ihtimalle ona ihtiyacımız olacak.

Belki. Ama başka bir gün. Şimdilik onu rahat bırakması en iyisiydi.

Yine de bir süre bunu beceremedi. Görüntüler, parlak gün ışığı altındaki kırık ayna parçaları gibi zihninde belirip kayboluyordu. Bulutlu gökyüzü altında uzanan Calla, gri bir kurdeleye benzeyen Devar-Tete Whye. İki yanındaki yeşil çeltik tarlaları: pirinç düşsün toprağa. Birbirlerine bakan ve görünürde bir sebep olmaksızın aynı anda gülmeye başla-yan Jake ve Benny Slightman. Ana caddeyle büyük çadır arasındaki çayır. Renk değiştiren meşaleler. Eğilip selam vererek belirgin bir şekilde konuşan Oy (Eld! Teşekkür!). Susannah'nın şarkı söylemesi: "Hüzün örn-rümceyoldaşım oldu."

Ama zihnindeki en belirgin görüntü; elleri yanaklarında, kolları göğsünde çaprazlanmış, soluk mavi gözleri Calla halkına dikilmiş, silahsız bir halde sahnede duran Roland'ın görüntüsüydü. Üç sorudan ikisini soran Roland. Sonra çizmesinin topuklarının yavaş başlayan, sonra giderek hızlanan sesi. Ayaklarının, meşalelerin aydınlığında bulanık bir görüntüye dönene kadar hızlanması. Alkışlar. Ter. Gülümsemesi. Ama mavi gözleri gülümsemiyordu, her zamanki gibi buz gibiydiler.

Nasıl da dans etmişti! Yüce Tanrım, meşalelerin ışıkları altında nasıl dans etmişti öyle!

Gel-gel-commala, pirinç düşsün toprağa, dedi Eddie içinden.

Bir rüya görmekte olan Susannah hafifçe inledi.

Eddie, ona döndü. Bir kolunu, onunkinin altından geçirerek göğsünü avuçladı. Son düşüncesi, Jake oldu. Gittiği yerde ona iyi baksalar iyi olurdu. Bakmadıkları takdirde çok pişman olacaklardı.

Eddie sonunda uykuya daldı. Hiç rüya görmedi. Ve gece ilerleyip ay batarken, altlarındaki dünya, ölmekte olan bir saat gibi döndü.

İKİNCİ BÖLÜM EKLEM ECELİ


1

Roland şafaktan bir saat önce Jericho Hill'i gördüğü bir başka rüyadan uyandı. Boru. Arthur Eld'in borusuyla ilgili bir şeydi. İhtiyar yan tarafındaki büyük yatakta, sanki kendi kâbusuna yakalanmış gibi çatık kaşla uyuyordu. Kaşlarının çatılması, alnındaki haçın kollarının eğilip bükülmesine sebep olmuştu.

Roland'ı uyandıran, borunun ölmekte olan Cuthbert'ün elinden düştüğünü gördüğü rüya değil, hissettiği acıydı. Silahşor kalçalarından ayak bileklerine kadar bir acı mengenesi içinde gibiydi. Acıyı, bir dizi parlak, alevler içinde halka olarak gözünde canlandırabiliyordu. Önceki gece dans ederken harcadığı eforun ve vücudunu zorlamasının ceremesini böyle çekiyordu. Sorun sadece bu olsaydı öpüp başına koyardı ama ağrılarının tek sebebinin pirinç dansını yaparken ipin ucunu kaçırması olmadığını biliyordu. Sebep, son birkaç haftadır kendi kendine söylemekte olduğu gibi vücudunun nemli sonbahar havasına uyum sağlamaya çalışmasından kaynaklanan romatizma da değildi. Kör değildi; ayak bileklerinin, özellikle de sağ bileğinin kalınlaşmaya başladığını görebiliyordu. Dizlerinde de hafif bir şişme fark etmişti ve kalçaları görünürde normal olmasına karşın eliyle yokladığında, sağ tarafta derinin altındaki hafif değişim; hissedebiliyordu. Hayır, Cort'a son senesinde çok çektiren, yağmurlu günlerde evinde, ateşin başında hapis kalmasına yol açan romatizma de-ğildi bu. Daha beter bir musibetti. Artritti, hem de en kötü türünden; kuru artrit. Ellerine ulaşması fazla uzun sürmezdi. Roland hastalığı tatmin edeceğini bilse sağ elini seve seve feda ederdi. İki parmağını ıstanavarla-rın kopardığı elini sonradan eğitmiş ve pek çok şeyi yapabilir hale gelmişti, ama asla eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Ama hastalıklar, kurbanlarının keyfine göre ilerlemezdi, değil mi? Etkileyeceği alanlara o karar veremezdi. Mafsal iltihabı canı istediğinde gelir ve nereye isterse oraya yayılırdı.

Bir yılım daha olabilir, diye düşündü Susannah, Eddie ve Jake'in dünyasından gelen, uyumakta olan din adamının yanındaki sedirde yatarak. İkiydim bile olabilir.

Hayır, iki olamazdı. Muhtemelen bir yılı bile yoktu. Eddie'nin ara sıra söylediği laf neydi? Kendini kandırmayı bırak. Eddie dünyasında söylenen benzer birçok deyimi sıkça kullanırdı. Ama bu oldukça iyiydi. Tam yerine uymuştu.

Bu musibet ateş etmesini, at eyerlemesini, deri şeritler kesmesini hatta kamp ateşi için odun kesmesini, böylesine basit bir şeyi yapmasını bile engelleyebilirdi. Ama bu yüzden Kule'ye yapacağı yolculuktan vazgeçecek değildi. Hayır, bu yola baş koymuştu; son nefesine kadar vazgeçmeyecekti. Ama diğerlerine yük olma fikri de hoş değildi. Belki de eyer topuzunu tutamayacak hale gelecek ve onu dizginlerle bağlamak zorunda kalacaklardı. İlerlemelerini yavaşlatan bir demir çapadan başka bir şey olmayacaktı. Hızla yelken açmaları gerektiğinde yukarı çekemeyecekleri bir çapa.

İs o raddeye gelecek olursa kendimi öldürürüm.

Ama yapamazdı. Gerçek buydu. Kendini kandırmayı bırak.

Bu, aklına yine Eddie'yi getirdi. Onunla Susannah hakkında konuşmalıydı. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Aklında bu düşünceyle uyanmıştı ve belki de hissettiği acıya değerdi. Hoş bir konuşma olmayacaktı ama yapılması şarttı. Eddie'nin Mia'yı öğrenmesinin zamanı gelmişti. Kasaba, (bir evde) oldukları için geceleri kaçıp gitmesi daha zor olacaktı ama Roland, Mia'nın beslenmek için bir şekilde çıkması gerektiğini biliyordu. Bebeğinin ihtiyaçlarını ve içindeki açlığı inkâr edemezdi. Tıpkı Roland'ın sağ dizini, sağ kalçasını ve ayak bileklerini içine alan ve şimdilik ellerine ulaşamamış alevler içindeki acı halkalarını yadsıyamayacağı gibi. Eddie vaktinde uyarılmazsa çok büyük sorunlar çıkabilirdi. O an başka soruna ihtiyaçları yoktu. Daha fazlası, batmalarına sebep olabilirdi.

Roland tanyerinin ağarmasını izleyerek yatmaya devam etti. Güneşin tam doğudan değil de biraz güneyinden yükselmesini görmek onu korkuttu.

Gündoğumu da sürükleniyordu.

2

Kâhya kırk yaşlarında, hoş bir kadındı. İsmi Rosalita Munoz'du. Roland'ın masaya doğru yürüdüğünü görünce, "Bir fincan kahvenin ardından benimle geliyosunuz," dedi.



Kadın, kahve koymak için ocağa yönelirken Callahan başını yana eğip Roland'a baktı. Eddie ve Susannah henüz kalkmamıştı. Mutfakta sadece ikisi vardı. "Ne kadar kötü, sai?"

"Sadece romatizma," dedi Roland. "Baba tarafımda tüm ailede var. Parlak güneş ve kuru havayla öğle vaktine kalmaz düzelirim."

"Romatizmayı bilirim," dedi Callahan. "Tanrı'ya şükürler olsun ki daha kötüsü değil."

"Haklısın," dedi Roland. Rosalita o sırada dumanı tüten koca bir fincan kahve getirmişti. "Teşekkürler derim."

Kadın fincanları bıraktıktan sonra reverans yaptı, sonra utangaç ve ciddi bakışlarla Silahşor'a döndü. "Daha önce pirinç dansını bu kadar iyi yapan birini görmemiştim, sai."

Roland'ın yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi. "Bedelini bu sabah ödüyorum."

"Bunu halledebilirim," dedi kadın. "Kedi-yağım var, özel reçetem. Once ağrıyı, sonra tutukluğu alır. Pedere sorabilirsiniz."

Roland başını sallayarak onaylayan Callahan'a baktı.

"O halde bir deneyelim. Teşekkürler derim, sai."

Rosalita tekrar reverans yaptıktan sonra yanlarından ayrıldı.

"Calla'nın bir haritası lazım," dedi Roland, kadın gittikten sonra. "Bir sanat şaheseri olması gerekmiyor ama ölçeğe uygun olmalı. Mesafeler yanıltıcı olmamalı. Benim için bir harita çizebilir misin?"

"Sanmıyorum," dedi Callahan sakince. "Biraz karikatür çizerim ama kafama silah dayasan bile seni nehre kadar götürebilecek bir harita çize-mem. Öyle bir yeteneğim yok. Ama sana yardım edecek iki kişi tanıyorum." Sesini yükseltti. "Rosalita! Rosie! Bir dakika buraya gelir misin?"


3

Rosalita yirmi dakika sonra Roland'ın elini tuttu. Avucu kuru, tutuşu sağlamdı. Onu kilere soktuktan sonra kapıyı kapadı. "Pantolonunu çıkar, yalvarırım," dedi Rosalita. "Çekinme, Gilead'da erkekler farklı doğ-muyosa daha önce görmediğim bir şeyin olduğunu sanmam."

"Farklı doğduğumuzu sanmıyorum," diyerek pantolonunu indirdi Roland.

Güneş artık yükselmiş ama Eddie'yle Susannah hâlâ kalkmamıştı. Roland, onları uyandırmaya gerek görmedi. Önlerinde erkenden kalkacakları pek çok sabah (ve geç yatacakları pek çok gece) olacaktı. Bu yüzden başlarının üzerindeki çatının, bedenlerinin altındaki kuş tüyü yatağın ve onları dış dünyadan ayıran kapının ardındaki mahremiyetin tadını olabildiğince çıkarmalarına izin vermeye karar verdi.

Elinde bir şişe yağlı görünen açık renk sıvı bulunan Rosalita, tıslar gibi derin bir nefes aldı. Roland'ın sağ dizine bakıyordu. Sonra sol eliyle Roland'ın sağ kalçasına dokundu. Silahşor çok nazik bir temas olmasına rağmen hafifçe irkilmekten kendini alamadı.

Kadın gözlerini ona doğru kaldırdı. Renkleri o kadar koyu kahverengiydi ki siyah gibi görünüyordu. "Bu romatizma diil. Artrit. Hızla yayılan cinsten."

"Evet, geldiğim yerde eklem eceli derler," dedi Roland. "Bundan pedere veya arkadaşlarıma bahsetme."

Kahverengi gözler ciddi bir ifadeyle ona baktı. "Bu sırrı uzun süre saklayamazsın."

"Biliyorum. Ama saklayabildiğim sürece saklayacağım. Sen de bana yardım edeceksin."

"Tamam," dedi kadın. "Merak etme. Sırrın güvende."

"Teşekkürler derim. Şimdi, o elindekinin bir faydası olacak mı?"

Kadın şişeye bakıp gülümsedi. "Evet. İçinde bataklıktan toplanmış nane var. Ama sırrı, her şişeye üçer damla koyduğum kedi ödü. Büyük karanlığın bulunduğu yönden çöle gelen vahşi kedilerin ödleri." Şişeyi baş aşağı çevirip yağlı sıvıdan avucuna biraz döktü. Roland nane kokusunu hemen aldı. Nane kokusunun altında nahoş bir başka koku daha hissediliyordu. O kokunun bir pumanın, jaguarın veya o bölgelerde vahn kedi dedikleri her neyse onun ödüne ait olduğu belliydi.

Kadın eğilip sıvıyla dizkapaklarını ovmaya başladı ve Roland ani ısıyı hemen hissetti. Öylesine yoğundu ki dayanmak güçtü. Ama hafiflediğinde, ummayacağı ölçüde rahatladığını gördü.

Kadın işini bitirdiğinde sordu. "Şimdi nasıl hissediyosun, Silahşor-Mi?"

Roland konuşmak yerine kadını kendisine çekerek sıkıca sarıldı. Rosalita da ona hiç çekinmeden karşılık verdi ve kulağına fısıldadı. "Söylediğin kişiysen, tek bir bebeğin bile götürülmesine izin vermezsin. Eisenhart ve Telford gibilerinin söylediklerine aldırma."

"Elimizden geleni yapacağız."

"Güzel. Teşekkürler." Bir adım gerileyip aşağı baktı. "Bedeninin bir parçasında ne artrit, ne de romatizma var. Gayet hayat dolu görünüyo. Belki bu gece bir kadın aya bakıp yanında birinin olmasını diler, Silahşor."

"Belki birini bulur," dedi Roland. "Calla civarında yapacağım yolculuklarda kullanmam için bana ondan bir şişe verebilecek misin yoksa çok mu değerli?"

"Hayır, sayılmaz." Az önce gülümsüyordu ama şimdi yüzünde yine ciddi bir ifade vardı. "Ama sana sadece kısa süreliğine faydası olacaktır."

"Biliyorum," dedi Roland. "Önemli değil. Zamanı istediğimiz kadar yayabiliriz ama dünya sonunda hepsini geri alır."

"Doğru. Aynen öyle."
4

Kemerini bağlayıp kilerden çıkarken sonunda diğer odadan sesler geldiğini duydu. Eddie'nin mırıltısını, uykulu bir kadın kahkahası izledi. Callahan ocağın başındaydı, kahvesini tazeliyordu. Roland adamın yanına giderek hızla konuştu.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin