Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə24/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   54

Fakat uyanabilir, diye düşündü Roland. Uyanıp göz açıp kapayıncaya dek hepsini birden hiçliğin on dokuz noktasına gönderebilir. Bu fazlasıyla korkunç bir fikirdi, aklından uzaklaştırdı. Onu gülü korumak için kullanma fikri acı bir şakaya benzemeye başlamıştı. Zamanında hem insanlarla, hem de canavarlarla mücadele etmiş ama böyle bir şeyle hiçbir zaman karşı karşıya kalmamıştı. Yaydığı kötülük hissi dayanılmazdı. Verdiği uğursuz boşluk hissi çok daha beterdi.

Callahan başparmağını, yerdeki iki tahta arasındaki boşluğa bastırdı. Hafif bir tıkırtı oldu ve Callahan tahtaları kaldırarak kenarları yaklaşık kırk santimlik, kare şeklinde derin bir çukuru ortaya çıkardı. Sonra tahtaları göğsüne dayayarak çömelmiş vaziyette kaldı. Mırıltı artık daha yüksekti. Roland'ın gözünün önünde bir anlığına dev bir kovan ve ona üşüşen araba büyüklüğünde arılar belirdi. Eğilerek İhtiyar'ın yaptığı gizli bölmeye baktı.

İçindeki şey, kaliteli keten gibi görünen beyaz bir kumaşa sarılmıştı.

"Bir mihrap çocuğunun cüppesi," dedi Callahan. Sonra Roland'ın ne dediğini anlamadığını fark etti ve ekledi. "Bir çeşit giysi." Omuz silkti. "İçimden bir ses onu sarmamı söyledi, ben de öyle yaptım."

"İçindeki ses hiç şüphesiz doğru söylemiş," diye fısıldadı Roland. Ja-ke'in boş arsadan getirdiği çantayı düşünüyordu. Evet, ona ihtiyaçları olacaktı. Ama nakletme aşamasın! düşünmek hiç hoşuna gitmiyordu.

Sonra tüm düşünceleri (ve korkuyu) bir kenara bıraktı ve kumaşı açtı. Altında, ahşap bir kutu vardı.

Roland korkusuna rağmen elini koyu renkli kutuya doğru uzattı. Hafifçe yağlı metale dokunmak gibi bir his olacak, diye düşündü ve gerçekten öyle oldu. İçinde, derinlerde bir yerde, erotik bir titreşim hissetti; titreşim, korkusunu eski bir sevgili gibi öptü ve yok oldu.

"Bu kara demirağacı," diye fısıldadı Roland. "Daha önce duymuş ama hiç görmemiştim."

"Arthur'un Hikâyeleri kitabımda hayaletağacı deniyor," diye fısıldadı Callahan da.

"Sahi mi?"

Kutuda hayaletimsi bir hava vardı gerçekten. Sanki sahipsiz bir şey uzun süre dolaştıktan sonra bir süreliğine dinlenmek için onu seçmişti. Silahşor kutuya bir kez daha dokunmayı çok isterdi (koyu renkli sert tahta elini çağırıyordu adeta) ama içindeki şeyin güçlü mırıltısının bir anlığına yükselip tekrar önceki şiddetine döndüğünü hissetmişti. Bilge insanlar uyuyan bir ayıyı sopayla dürtmez, dedi kendi kendine. Bu doğruydu ama içindeki isteği yok edemiyordu. Kutuya hafifçe, bir kez daha, sadece parmaklarının ucuyla dokundu. Sonra parmaklarını kokladı. Kâfur, ateş ve (buna yemin edebilirdi) ülkenin kuzey ucundaki çiçeklerin kokusunu almıştı. Karda açan çiçeklerin.

Kutunun kapağına üç şekil kazınmıştı: bir gül, bir taş ve bir kapı. Kapının altında şu vardı:

Roland tekrar uzandı. Callahan, onu durduracakmış gibi bir hareket yaptı ama son anda geri çekildi. Roland kapının altındaki şekle dokundu. Kutunun içindeki siyah kürenin mırıltısı tekrar şiddetlendi.

"Bu?..." diye fısıldadı ve başparmağının ucunu yine kabarık şeklin üzerinde gezdirdi. "Bu...lunmamış?" Kelimeyi o okumamış, parmak uçları duymuştu.

"Evet, bu anlama geldiğinden eminim," diye fısıldadı Callahan. Hoşnut görünüyordu ama yine de Roland'ın bileğini kavrayıp elini kutudan uzaklaştırdı. Kaşları ve kolları ince bir ter tabakasıyla kaplanmıştı. "Bir şekilde mantıklı geliyor. Bir yaprak, bir taş ve bulunmamış bir kapı. Bunlar benim dünyamdan bir kitaptaki semboller. İsmi, Eve Doğru Bak, Melek."

Bir yaprak, bir taş, bir kapı, diye düşündü Roland. Sadece yaprak yerine gül koy. Evet. Bu doğruymuş hissi veriyor.

"Onu alacak mısın?" diye sordu Callahan. Sesi hafifçe yükselmişti. Silahşor, adamın yalvardığını anladı.

"Onu gördün, değil mi, peder?"

"Evet. Bir kez. Korkunçluğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Tan-n'nın gölgesinin dışında büyümüş bir canavarın şeytani gözü gibi. Alacak mısın, Silahşor?"

"Evet."


"Ne zaman?"

Roland hafif çınlamayı duydu. Öylesine güzel ve iğrenç bir sesti ki insanda dişlerini gıcırdatma isteği yaratıyordu. Peder Callahan'ın kilisesinin duvarları bir anlığına titreşti. Sanki kutunun içindeki şey onlarla konuşmuştu: Her şeyin ne kadar önemsiz olduğunu görüyor musunuz? İstersem her şeyi nasıl çabuk ve kolayca yok edebilirim, anlıyor musunuz? Sakın, Silahşor! Sakın, şaman! Boşluk etrafınızı sarmış durumda. İçine düşüp düşmemeniz sadece benim keyfime bağlı.

Sonra kammen kesildi.

"Ne zaman?" Callahan kutunun üzerinden uzanarak Roland'ın gömleğini yakaladı. "Ne zaman?"

"Yakında," dedi Roland.

Fazlasıyla yakın, dedi kalbinin sesi.

BEŞİNCİ BOLUM GRİ DICK'İN HİKÂYESİ
1

Yirmi üç kaldı, diye düşündü Roland o akşam Eisenhart'ın Rocking B çiftliğinde verandada oturmuş, çocukların seslerini ve Oy'un havlamasını dinlerken. Gilead'da büyük evin arkasında olan ve ambarlarla tarlalara bakan bu tip verandalara iş verandası denirdi. Kurtlar'ın gelmesine yirmi üç gün var. Peki Susannah'nın doğurmasına ne kadar kaldı?

Buna dair dehşet verici bir fikir zihninde oluşmaya başladı. Ya Susannah'nın içindeki yeni kadın, yani Mia karnındaki canavarı tam Kurtlar'ın geldiği gün doğurursa? Bu olasılığın çok düşük olduğu söylenebilirdi ama Eddie'ye bakılırsa artık tesadüf diye bir şey yoktu. Roland, Ed-die'nin bu konuda muhtemelen haklı olduğunu düşündü. Yaratığın ne zaman doğacağını bilmelerinin bir yolu yoktu. Bebek insan olsa bile dokuz ay, artık dokuz ay olmayabilirdi. Zaman yumuşamıştı.

"Çocuklar!" diye bağırdı Eisenhart. "İsa Adam aşkına, o ambardan atlarken kendinizi öldürürseniz karıma ne diyeceğim ben?"

"Biz iyiyiz!" diye seslendi Benny Slightman. "Andy yaralanmamıza izin vermez!" Üzerine tulum giymiş yalınayak çocuk, ambarın üst katındaki çıkıntıda, ROCKING B kabartmasının hemen altında duruyordu. "Ama... durmamızı istiyosanız, sai?..."

Eisenhart, Benny'nin hemen arkasında, kemiklerini riske atmak için sabırsızlıkla bekleyen Jake'e bakan Roland'a döndü. Jake de tulum giymişti (arkadaşının tulumlarından birini ödünç almış olmalıydı). Çocuğun görünümü Roland'ın gülümsemesine sebep oldu. Jake nedense bu tip kıyafetler içinde hayal edilmesi güç bir çocuktu.

"Benim için hiç fark etmez," dedi Eisenhart'a.

"Devam edin öyleyse!" dedi çiftçi. Sonra dikkatini önüne yaydığı parçalara çevirdi. "Ne düşünüyosun? İçlerinde işe yarar bir şey var mı?"

Eisenhart sahip olduğu üç silahı Roland'ın incelemesi için getirmişti. İçlerinde en iyisi, çiftçinin Tian Jaffords'un herkesi toplantıya çağırdığı gece kasabaya gelirken yanında getirdiği tüfekti. Diğer ikisi, her atıştan sonra diğer elle döndürülmesi gereken kocaman silindiri yüzünden Roland ve arkadaşlarının çocukken fıçı-tabanca dediği türden altıpatlarlardı. Roland, Eisenhart'ın silahlarını hiçbir yorum yapmadan parçalara ayırıp incelemeye koyulmuştu. Tabanca yağını bir kez daha çıkarmış, bu kez bir kâseye koymuştu.

"Dedim ki..."

"Seni duydum, sai," dedi Roland. "Tüfeğinin durumu fena görünmüyor. Ama fıçı-tabancalar..." Başını iki yana salladı. "Şu nikel kaplama olan ateş edebilir. Ama ötekini toprağa gömsen daha iyi. Belki daha iyi bir şey sürgün verir."

"Bu söylediklerini duymak hiç hoşuma gitmiyo," dedi Eisenhart. "Bunlar benim babamdan ve onun babasından, en az şu kadar nesilden kalma silahlar..." Sekiz parmağını gösterdi. "Yani Kurtlar'dan da öncesinden kalmalar. Her zaman bir arada kaldılar ve babadan oğla geçtiler. Babam onları ağabeyime diil de bana bırakınca çok mutlu olmuştum."

"İkizin var mıydı?" diye sordu Roland.

"Evet, Verna," dedi Eisenhart. Sık sık, kolayca gülümseyen bir adamdı ama gür, gri bıyıklarının altından görünen gülümsemesi acı doluydu... giysilerinin altında bir yerlerde kanamasının olduğunu belli etmek istemeyen bir adamın gülümsemesi gibi. "Şafak kadar güzeldi. Öleli on yıldan fazla oluyo. Deforme olanların çoğu gibi erken gitti."

"Üzüldüm."

"Teşekkürler derim."

Güneş kızarmış, güneybatıya doğru alçalıyor, avluyu kan rengine bo-yuyordu. Verandada sallanan sandalyeler sıralanmıştı. Eisenhart birinde oturuyordu. Roland yerde bağdaş kurmuş, Eisenhart'ın silahlarını temizliyordu. Tabancaların asla ateş edemeyeceği gerçeği, Silahşor'un bu işi yapmak için çok uzun yıllar önce eğitilmiş hünerli elleri için bir anlam ifade etmiyordu. Sakinleştirici bir uğraştı.

Roland ayrı duran parçaları, Eisenhart'ın gözlerini kırpıştırmasına yol açacak bir hızla birleştirdi. Sonra silahları bir parça koyun postu üzerine koydu, ellerini bir bez parçasıyla sildi ve Eisenhart'ın yanındaki sallanan sandalyeye oturdu. Eisenhart ve karısının pek çok günbatımını burada birlikte izlediğini tahmin edebiliyordu.

Roland heybesinin içinde tütün kesesini aradı, buldu ve Callahan'ın güzel tütünüyle kendine bir sigara sardı. Rosalita da kendi çapında bir katkıda bulunmuş, "çekti" adını verdiği bir deste sarma kâğıdı vermişti. Roland kâğıtların iyi iş gördüğünü düşündü ve Eisenhart'ın kaim tırnağıyla yakıp uzattığı kibritle yakmadan önce eserini bir anlığına takdirle seyretti. Silahşor sigarasından derin bir nefes alıp dumanını durgun ve yaz sonu için şaşırtıcı derecede sıcak olan havaya üfledi. "Güzel," dedi ve başını salladı.

"Öyle mi? Yarasın. Ben tadını hiç sevemedim."

En az elli metre uzunluğunda ve on beş metre yüksekliğinde olan ambar, çiftlik evinden çok daha büyüktü. Ön tarafı, mevsim şerefine hasat sembolleriyle süslenmişti; kocaman balkabağı kafalarıyla korkuluklar bekçilik ediyordu. Ana kapıların üzerindeki geniş boşluktan, bir kütüğün ucu çıkıyordu. Uca bir ip bağlanmıştı. Çocuklar aşağıya koca bir yığın saman koymuştu. Yığının bir tarafında Oy diğer tarafında Andy duruyordu. İkisi de başını kaldırmış, ipin ucunu tutup çektikten sonra geriye çekilerek gözden kaybolan Benny Slightman'a bakıyordu. Çocuk elinde ipin ucuyla içeri çekilince Oy beklentiyle havlamaya başladı. Benny bir an sonra ipe sıkıca tutunmuş halde, saçları uçuşarak hızla öne atıldı.

"Gilead ve Eld!" diye bağırdı ve kendini boşluğa bıraktı. Peşinden gelen gölgesiyle birlikte batan güneşin kızıla boyadığı havada süzüldü.

"Ben-Benf" diye havladı Oy. "Ben-Ben-BenF

Çocuk ipi bıraktı, saman yığınının üzerine düştü, bir anlığına gözden kayboldu ve kahkahalar atarak tekrar ortaya çıktı. Andy metal elini ona doğru uzattı ama çocuk görmezden geldi ve sert toprağa indi. Oy, havlayarak etrafında koşuşturuyordu.

"Oynarken hep böyle mi bağırıyorlar?" diye sordu Roland.

Eisenhart güldü. "Pek sayılmaz! Çoğunlukla Oriza çığlığı atarlar veya İsa Adam'a bağırırlar. Bazen de 'Calla'ya selam olsun' derler. Buralı çocuklar böyle söyler. Sanırım senin çocuk Slightman'ın oğlunun kafasını başka hikâyelerle dolduruyo."

Roland adamın sözlerindeki onaylamaz tona pek kulak asmadı ve ipin ucunu tutup gerileyen Jake'i izlemeye koyuldu. Benny yere uzanmış, ölü taklidi yapıyordu. Oy yüzünü yalamaya başlayınca dayanamayıp güldü ve hayvana sarıldı. Çocuk saman yığınına düşmeseydi Andy, onu yakalayacaktı; Roland bundan emindi.

Ambarın bir tarafında, yirmi kadar at vardı. Yıpranmış çizmeler giyen üç yamak, yarım düzine atı, diğerlerinin yanına doğru güdüyordu. Ambarın diğer tarafındaki ahır, iğdiş edilmiş boğalarla doluydu. Sonraki haftalarda hepsi kesilip ticaret tekneleriyle nehir boyunca diğer Cal-la'lara gönderilecekti.

Jake geriledikten sonra kendini boşluğa bıraktı. "New York?' diye bağırdı. "Times Meydanı! Empire State Binası! İkiz Kuleler! Özgürlük Anıtı!" Çocuğun kahkahalarla saman yığınına gömülmesini seyrettiler.

"Grubunuzun diğer iki üyesinin Jaffordslarda kalmasının özel bir sebebi var mı?" diye sordu Eisenhart. Havadan sudan konuşuyormuş gibiydi ama Roland, adamın sorunun cevabıyla fazlasıyla ilgilendiğini hissedebiliyordu.

"Etrafa biraz dağılmamızın daha iyi olduğunu düşündüm. Mümkün olduğunca çok kişi bizi görsün. Zamanımız az. Kararlar bir an önce verilmeli." Bunların hepsi doğruydu ama daha fazlası da vardı ve Eisenhart muhtemelen bunun farkındaydı. Overholser'dan daha kurnazdı. Dahası, Kurtlar'la savaşmaya sonuna kadar karşıydı; en azından şimdilik. Ancak bu, Roland'm adamdan hoşlanmasına engel değildi. Eisenhart iriyarı, dürüst ve ayakları yere basan bir adamdı. Roland kazanma şanslarının olduğunu gösterebilirlerse adamın fikrini değiştirebileceklerini düşünüyordu.

Rocking B'ye gelirken nehir boyunca ana gelir kaynağı pirinç olan yarım düzine kadar küçük çiftliğe uğramışlardı. Eisenhart, onları çiftçilerle iyi niyetli bir yaklaşımla tanıştırmıştı. Roland her çiftlikte önceki akşam sorduğu iki soruyu tekrarlamıştı: Size açılırsak siz de bize açılır mısınız? Bizi olduğumuz gibi görüp yaptığımız şeyi kabul ediyor musunuz? Hepsi de olumlu cevap vermişti. Eisenhart da öyle. Ama Roland üçüncü soruyu yöneltmeyecek kadar akıllıydı. Henüz gerek yoktu. Önlerinde hâlâ üç haftadan fazla bir zaman vardı.

"Biz varlığımızı sürdürürüz, Silahşor," dedi Eisenhart. "Kurtlar'la karşı karşıya olsak bile sürdürürüz. Bir zamanlar Gilead vardı, artık yok (bunu senden iyi kimse bilemez) ama yine de sürdürürüz. Kurtlar'la savaşırsak bu tamamen değişebilir. Sana ve seninkilere Hilal'de neler olacağının rüzgâra karışan osuruk kadar bile anlamı olmayabilir. Kazanıp hayatta kalırsanız yolunuza devam edersiniz. Ama kaybedip ölürseniz gidecek hiçbir yerimiz kalmaz."

"Ama..."


Eisenhart elini kaldırdı. "Dinle beni, yalvarırım. Dinleyecek misin?"

Roland başını sallayıp sessiz kaldı. Konuşmaları iyiydi. Çocuklar, bir başka atlayış için ambara koşuyordu. Yakında karanlık çökecek ve oyunlarına bir son verecekti. Silahşor, Eddie ve Susannah'nın neler yaptığını merak etti. Tian'ın büyükbabasıyla konuşmuşlar mıydı? Konuştularsa adamdan önemli bir bilgi alabilmişler miydi?

"Diyelim ki daha önce yaptıkları gibi elli altmış kişi gönderdiler. Ve varsayalım onları hakladık. Ya siz gittikten bir hafta veya bir ay sonra beş yüz kişi gönderirlerse?"

Roland bu soruyu bir süre düşündü. O sırada Margaret Eisenhart yanlarına geldi. Kırk yaşlarında, küçük göğüslü, ince bir kadındı. Üzerinde kot pantolon ve gri ipek gömlek vardı. Ensesinde topuz yaptığı saçlarında tek tük beyaz teller göze çarpıyordu. Bir eli, önlüğünün altına gizlenmişti-

"Bu güzel bir soru," dedi kadın. "Ama sormak için iyi bir zaman diil. Ona ve arkadaşlarına etrafa bakıp durumu değerlendirmeleri için bir hafta ver, olmaz mı?"

Eisenhart karısına yarı neşeli, yarı rahatsız bir bakış fırlattı. "Ben sana mutfakta işleri nasıl yürüteceğini soruyo muyum, kadın? Ne zaman yemek pişirip ne zaman bulaşık yıkayacağına karışıyo muyum?"

"Sadece haftada dört kez," dedi kadın. Roland'ın kocasının yanındaki sandalyeden kalkmaya davrandığını görünce ekledi. "Hayır, yalvarırım otur. San bir saattir oturuyom zaten. Teyzesiyle mutfakta patates soyuyo-duk," diyerek Benny'yi işaret etti. "Ayakta durmak iyi geldi." Çocukların kahkahalar atarak saman yığınına atlamasını gülümseyerek seyretti. Oy havlayarak etraflarında fır dönüyordu. "Vaughn ile bu durumun korkunçluğunu daha önce hiç tam anlamıyla yaşamadık, Roland. Altı çocuğumuz oldu. Hepsi de ikiz. Ama Kurtlar'ın geldiği dönemlerde hiçbiri tehlikeli yaşta değildi. Yani sorduğun soruya cevap verebilecek bilince sahip olmayabiliriz."

"Şanslı olmak insanı aptal yapmaz," dedi Eisenhart. "Hatta bence tam tersi. Sakin gözler daha iyi görür."

"Belki," dedi kadın çocukların ambara doğru koşmasını izleyerek. Koşarken birbirlerine gülerek omuz atıyorlar, ipe ilk ulaşan olmak istiyorlardı. "Belki öyle. Ama kalbin sesini de dinlemek gerekir. Bence kalbinin sesini dinlemeyen aptallık eder. Bazen en iyisi, aşağıda saman olup olmadığını göremeyecek kadar karanlık olsa da ipin ucundan kendini bırakmaktır."

Roland uzanıp kadının eline dokundu. "Daha iyi anlatamazdım."

Kadın, ona hafifçe gülümsedi. Bakışları hemen çocuklara geri döndü ama Roland, o kısacık anda kadının korkusunu anlamıştı. Korku az gelirdi, dehşet daha doğru bir kelimeydi.

"Ben, Jake!" diye seslendi kadın. "Yeter bu kadar! Elinizi yüzünüzü yıkayıp içeri girin artık! Yiyebilene turta var! Hem de kremalı!"

Benny ambarın tepesindeki pencerede belirdi. "Babam sizce de bir sakıncası yoksa bu gece çadırımda uyuyabileceğimizi söyledi, sai."

Margaret Eisenhart, kocasına baktı. Eisenhart başını sallayınca çocuğa döndü. "Pekâlâ," dedi. "Çadırda kalabilirsiniz, iyi eğlenceler. Ama turta istiyosanız şimdi içeri gelin. Bu son uyarı! Ama önce temizlenin. Hem eller, hem yüzler yıkanacak!"

"Tamam, teşekkürler deriz. Oy da turta yiyebilir mi?"

Margaret Eisenhart sol elinin alt kısmını, başı ağrıyormuşçasına kaşına bastırdı. Roland sağ elinin hâlâ önlüğün altında olduğunu fark etti ve ilgisi arttı. "Tamam, Hantal Billy de turta yiyebilir. Eminim Arthur Eld'in ruhu içinde gizlidir ve bunun için beni altınlar, mücevherler ve şifa gücüyle ödüllendirecektir."

"Teşekkürler deriz, sai," diye seslendi Jake. "Son kez atlayabilir miyiz? Aşağı inmenin en kestirme yolu bu."

"Ters tarafa düşerlerse onları yakalarım, Margaret-rai," dedi Andy. Gözleri bir an masmavi parladı, sonra yine eski haline döndü. Gülümsüyor gibiydi. Roland, robotun iki ayrı kişiliğe sahip olduğunu düşündü; biri yaşlı bir dadı gibi, diğeri zararsız bir dolandırıcı. Silahşor ikisinden de hoşlanmıyordu ve sebebini çok iyi biliyordu. Makinelere kesinlikle güvenmiyordu. Özellikle de yürüyüp konuşanlara.

"Eh," dedi Eisenhart. "Bacaklar kırılmak için hep son seferi bekler ama atlayın bakalım."

Atladılar ve kimsenin bacağı kırılmadı. İki çocuk da saman yığınının tam ortasına düştü. Sonra kahkahalarla birbirlerine bakıp mutfağa doğru bir yarış tutturdular. Oy da havlayarak peşlerinden koşuyordu.

"Çocukların bu kadar çabuk arkadaşlık kurması inanılmaz," dedi Margaret Eisenhart ama yüz ifadesi harika bir şey düşünüyormuş gibi değildi. Üzgün görünüyordu.

"Evet," dedi Roland. "Muhteşem." Heybesini kucağına koydu. Düğümünü çözecekmiş gibi göründü ama son anda durdu. "Adamlarınız hangi silahta usta?" diye sordu Eisenhart'a. "Yay mı arbalet mi? Tüfek veya tabanca olmadığından eminim."


"Arbaleti daha çok kullanıyoz," dedi Eisenhart. "Oku yerleştir, yayı ger, nişan al, fırlat. Bu kadar."

Roland başını salladı. Tam düşündüğü gibiydi. İyi sayılmazdı, zira arbaletle yirmi beş metrenin üzerindeki hedeflere isabet oranı düşüktü. Ve bu, rüzgârsız günler için geçerliydi. Güçlü bir rüzgârda... tanrılar yardımcıları olsun bir de fırtına çıkarsa...

Ama Eisenhart, karısına bakıyordu. Yüzünde gönülsüz bir takdir ifadesi vardı. Margaret kaşlarını kaldırmış, sorarcasına kocasına bakıyordu. Konu ne olabilirdi? Büyük olasılıkla önlüğün altındaki eliyle ilgiliydi.

"Aman, söyle ona," dedi Eisenhart. Sonra parmağını, bir tabancanın namlusuymuş gibi öfkeyle Roland'a doğrulttu. "Ama bu bir şeyi değiştirmez. Hiçbir şeyi! Teşekkürler derim!" Son sözleri, yüzünde vahşi bir gülümsemeyle söylemişti. Roland'ın kafası karışmıştı ama içinde bir umut kıvılcımı belirdi. Umudu boşuna olabilirdi, muhtemelen öyleydi ama her şey son günlerde üzerine çöreklenen endişelerden ve karışıklıklardan (ve ağrılardan) iyiydi.

"Olmaz," dedi Margaret çıldırtıcı bir tevazu ile. "Söylemek bana düşmez. Göstermek belki ama söylemek değil."

Eisenhart içini çekti, bir süre düşündü ve Roland'a döndü. "Pirinç dansını yaptın," dedi. "Leydi Oriza'yı biliyo olmalısın."

Roland başını salladı. Pirinç Hanım'ı bazı yerlerde bir tanrıça, bazlarında bir kahraman kabul edilirdi. Bazı yerlerdeyse ikisi birden.

"Babasını öldüren Gri Dick'i nasıl hakladığını da biliyosundur."

Roland yine başını salladı.
2

Hikâyeye göre (vakti olursa bunu Eddie, Susannah ve Jake'e de anlatmalıydı, oldukça iyi bir hikâyeydi) Leydi Oriza, meşhur bir sürgün prens olan Gri Dick'i Send Nehri kıyısındaki şatosu Waydon'da muhteşem bir akşam yemeğine davet etmişti. Söylediğine göre İsa Adam'm inancını kabul ederek onun yolunda ilerlediği için babasını öldüren adamı affedecekti.

Oraya geldiğimde beni öldüreceksin, gelecek kadar aptal değilim, demişti Gri Dick.

Yoo, hayır, demişti Leydi Oriza. Öyle düşünme. Tüm silahlar şatonun dışına bırakılacak. Sonra yemeğimizi yiyeceğiz. Masanın bir ucunda ben olacağım, diğer ucunda sen. Sadece ikimiz.

Yenine bir hançer veya elbisenin altına bir bola saklayacaksın, demişti Gri Dick. Sen yapmazsan ben yapacağım.

Hayır, hayır, demişti Leydi Oriza. Öyle bir şey olmayacak çünkü ikimiz de çıplak olacağız.

Bunun üzerine Gri Dick şehvetine yenilmişti, zira Leydi Oriza çok güzeldi. Çıplak göğüslerini ve bacaklarının arasını görmek erkekliğinin sertleşmesine sebep olacaktı. Üzerinde bu görüntüyü saklayacak bir giysi olmayacağı düşüncesi onu heyecanlandırmıştı. Kadının neden böyle bir teklif yaptığını anladığını düşünüyordu. Kibirli kalbi onu yenik düşürecek, demişti Leydi Oriza hizmetçisine (hizmetçinin ismi Marian'dı ve daha sonra kendi zevk maceralarını yaşamıştı).

Leydi haklıydı. Tüm nehir baronluklarının en güçlü lordu olan Lord Grenfall'u öldürdüm, demişti Gri Dick kendi kendine. İntikamını almak için güçsüz kızından başka kim var? (Ah ama çok da güzeldi.) Banş istiyor olmalı. Hatta güzel olduğu kadar küstah ve hayalciyse evlilik düşünüyor bile olabilir.

Böylece teklifi kabul etmişti. Adamları, o içeri girmeden önce yemek salonunu köşe bucak aramış, ne masada, ne masanın altında ne de halının altında bir silah bulamamışlardı. Leydi Oriza'nm yemek gecesinden önce haftalarca özel bir şekilde ağırlaştırılmış bir yemek tabağıyla çalıştığını bilemezlerdi. Leydi Oriza her gün saatlerce çalışmıştı. Vücut yapısı uygun, gözleri keskindi. Ayrıca Gri Dick'ten ölesiye nefret ediyordu. Babasının intikamını almak için yapmayacağı hiçbir şey yoktu.

Tabak ağırlaştırılmaca kalmamış, kenarları da keskinleştirilmişti. Dick'in adamları, Oriza ve Marian'ın beklediği gibi tabağı gözden kaçırmıştı. Ve böylece akşam yemeği başlamıştı. Masanın bir ucunda, halinden memnun bir şekilde gülen yakışıklı, çıplak sürgün prens, on metre ötedeki diğer ucunda çırılçıplak oturarak yüzünde gizemli bir gülümsemeyle ona bakan güzel bakire. Lord Grenfall'un en kaliteli şaraplarıyla dolu kadehlerini birbirlerine doğru kaldırarak içtiler. Adamın o muhteşem şarabı şuymuş gibi çenesine ve kıllı göğsüne damlatarak içmesi Ori-za'yı bir an deliliğin sınırına varacak kadar öfkelendirmişti ama hiç renk vermedi; cilveli bir ifadeyle gülümseyerek kendi şarabını yudumlamakla yetindi. Adamın bakışlarını çıplak göğüslerinde hissedebiliyordu. Teninin üzerinde iğrenç böcekler yürüyormuş gibi bir histi.

Bu maskaralık ne kadar sürmüştü? Bazıları Leydi Oriza'nın ikinci kadeh kaldırıştan sonra Gri Dick'in işini bitirdiğini söylerdi. (Gri Dick: Güzelliğiniz daha da artsın. Leydi Oriza: Cehennemdeki ilk günün bin yıl sürsün ve en kısası o olsun.) Diğerleri (sonu geciktirip gerilimi arttırmayı sevenler) Leydi Oriza'nm özel tabağı kavrayıp Gri Dick'in gözlerine bakıp gülümseyerek el yordamıyla tabağın keskin olmayan, tutulması güvenli bölümünü aramasından önce bir düzine yemeğin sunulduğunu anlatırdı.

Ne kadar uzun sürerse sürsün hikâyenin sonu değişmezdi. Leydi Oriza, tabağı fırlatırdı. Alt kısmına açılmış oyuklar tabağın kenarlarını iyice keskinleştirmiş ve havada düzgünce ilerlemesini sağlamıştı. Havada tuhaf bir ıslık sesiyle, gölgesi sofradaki yemeklerin, meyvelerin ve kristal kadehlerin üzerinden geçerek ilerlemişti.

Oriza, hafifçe yükselen tabağı fırlatmıştı (kolu hâlâ ileri uzanmış, işaret parmağı babasının katilini gösteriyordu). Gri Dick'in kafası, arkasındaki açık kapıdan hole yuvarlanmıştı. Başsız bedeni, penisi suçlayan bir parmak gibi Oriza'yı göstererek bir süre sandalyenin üzerinde kıpırtısızca kalmıştı. Sonra penisi inmiş ve vücudu, masanın üzerindeki dana etiyle baharatlı pilavın üzerine yığılmıştı.

Roland'ın bazı yerlerde Tabağın Hanımı dendiğini duyduğu Leydi Oriza kadehini cesede doğru kaldırmış ve demişti ki...


3

"Cehennemdeki ilk günün bin yıl sürsün," diye mırıldandı Roland. Margaret başını salladı. "Evet. Ve en kısası o olsun. Korkunç bir temenni ama aynısını Kurtlar'a seve seve söylerdim. Hem de her birine!"

Görünürdeki eli yumruk halini aldı. Giderek solan kızıllıkta ateşli bir hasta gibi görünüyordu. "Altı çocuğumuz oldu, anlarsın ya. Yarım düzine. Neden hiçbirinin burada olmadığını sana söyledi mi? söyledi mi, Silahşor?"


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin