Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə28/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   54

Büyükbabanın dudakları neredeyse hiç kıpırdamıyordu ama Eddie onu rahatça anlayabiliyordu.

"O da bana dedi ki, 'Baba, madem faydalı olabileceğini düşünüyo-dun, neden şimdiye kadar kimseye anlatmadın?' Ona bir cevap veremedim, genç adam. Çünkü o güne dek tamamen önsezilerime dayanarak susmuştum. Ayrıca ne işe yarayabilirdi? "He faydası olurdu?"

"Bilmiyorum," dedi Eddie. Yüzleri birbirine yakındı. Eddie, yaşlı Ja-mie'nin nefesindeki et kokusunu alabiliyordu. "Ne gördüğünü bana söy-lemezsen nereden bilebilirim?"

"'Kızıl Kral hizmetkârlarını daima bulur,' dedi oğlum. 'Orada olduğunu kimsenin bilmemesi daha iyi. Gördüğün şeyi de kimse bilmesin.' O an çok üzücü bir şeyi anladım, evlat."

Eddie sabırsızlanmasına rağmen yaşlı adamın her şeyi kendiliğinden anlatmasının daha iyi olacağını düşünerek sordu. "Neyi anladın, büyükbaba?"

"Luke'un bana tam olarak inanmadığını. Babasının bir hikâye uydurduğunu, Kurt-katili olmakla övünebileceği bir masal anlattığını sandığını. Halbuki biraz aklı olan herkes öyle bir niyetim olsaydı Kurt'u Eamon Doolin'in karısının öldürdüğünü söylemeyeceğimi bilirdi. Onu kendim öldürdüm derdim."

Eddie bunun mantıklı olduğunu düşündü, ama sonra büyükbabanın daha önce pek çok kez kendisine gereğinden fazla pay biçmiş olduğunu ima edişini hatırladı.

"Lukey hikâyemi bir başkasının duyacağından ve inanacağından kor-kuyodu. Hikâyenin Kurtlar'm kulağına gideceğini, bir hiç yüzünden öldürüleceğimi sanıyodu. Ama uydurmuyodum." İhtiyar gözleri yalvarırcasına Eddie'ye döndü. "Sen bana inamyosun, değil mi?"

Eddie başını salladı. "Doğru söylediğini biliyorum, büyükbaba. Ama seni..." Duraksadı. Seni kim sırtından vururdu? diye soracaktı ama yaşlı adamın anlayabileceğini düşündü. "Kurtlar'a kim söylerdi? Şüphelendiğiniz biri mi vardı?"

Büyükbaba gittikçe kararan avluya baktı, konuşacak oldu, ardından vazgeçti.

"Söyle," dedi Eddie. "Aklından geçen..."

Adamın ilerleyen yaşına rağmen hâlâ çok kuvvetli olan damarlı eli ensesini kavradı ve Eddie'yi kendine doğru çekti. Sert bıyıkları kulağına sürtününce Eddie'nin tüyleri bir anda diken diken oldu.

Büyükbaba günün son ışıkları kaybolup Calla'ya karanlık çökerken Eddie'nin kulağına on dokuz kelime fısıldadı.

Eddie Dean'in gözleri irileşti. İlk düşüncesi, gri atlar meselesini artık anladığıydı. İkinci düşüncesiyse, tabi ya, oldu. Çok mantıklı. Bunu niye düşünemedik?

Büyükbaba on dokuzuncu kelimeyi de fısıldadıktan sonra ortalığı bir sessizlik kapladı. Eddie'nin ensesini kavrayan el, yaşlı adamın kucağına geri döndü. Eddie, ona baktı. "Doğru söylüyorsun, değil mi?"

"Evet, silahşor," dedi büyükbaba. "Her kelimesi doğru. Ama her biri için aynısı geçerli mi bilemem. Maskelerin ardmdakiler farklı olabilir. Ama..."

"Hayır," dedi Eddie gri atlan düşünerek. Hepsinin giydiği gri pantolonlar da cabasıydı. Yeşil pelerinler. Çok mantıklıydı. Annesinin söylediği o eski şarkı nasıldı? Artık sabanın arkasında değil, ordudasın. Asla zengin olamayacaksın, aşağılık herif, artık ordudasın.

"Bu hikâyeyi dinh'ime anlatmak zorundayım," dedi Eddie.

Büyükbaba yavaşça başını salladı. "Tamam," dedi. "Anlat. Oğlanla iyi geçinemiyoz, anlarsın ya. Lukey, kuyuyu Tian'm su çıbığıyla gösterdiği yere açmaya çalıştı."

Eddie, adamın söylediklerini anhyormuşcasına başını salladı. Daha sonra, Susannah, yaşlı adamın söylediklerini ona tercüme etti: Anladığın gibi, oğlanla iyi geçinemiyordum. Lukey, Tian'm su çubuğuyla işaret ettiği yerde kuyu açmak istiyordu.

"Su çubuğu mu?" diye sordu Susannah karanlığın içinden. Sessizce yanlarına gelmişti. Elleriyle lades kemiği tutuyormuş gibi bir hareket yapıyordu.

Yaşlı adam, ona şaşkınca baktı ve başını salladı. "Evet, su çıbığı. Ben karşı çıktım ama Kurtlar gelip kardeşi Tia'yı alınca Luke çocuğun istediğini yaptı. Elinde su çıbığı olsun olmasın on yedi yaşında bir çocuğun kuyunun yerini belirlediğini düşünebiliyo musunuz? Ama Lukey, çocuğun gösterdiği yeri kazdı ve su çıktı. Kenarları çöküp oğlumu diri diri gömmeden önce hepimiz suyun sesini duyup kokusunu aldık. Hemen toprağı kazdık ama ciğerlerine çamur dolmuştu."

Yaşlı adam çok yavaş hareketlerle cebinden bir mendil çıkardı ve nemli gözlerini sildi.

"Çocukla o günden beri doğru düzgün iki çift laf etmedik. O kuyu sanki ikimiz arasına kazıldı. Ama Kurtlar'la mücadele etme konusunda haklı. Ona benim için bir şey söyleyebilirseniz onunla iftihar ettiğimi söyleyin- Onu saygıyla selamlıyom, aynen öyle! Damarlarında Jaffords kanının aktığına şüphe yok! Yıllar önce biz yapmıştık, şimdi de o yapıyo." Basını yavaşça salladı. "Gidin ve dinh'imze anlatın. Her kelimesini! Ve hikâye duyulacak olursa... Kurtlar benim gibi yaşlı bir herif için kasabaya daha erken gelecekse..."

Dudakları gerildi ve yüzünde Eddie'nin son derece iğrenç bulduğu bir gülümseme belirdi.

"Hâlâ arbalet kullanabilirim," dedi. "Ve içimden bir ses, senin kakaolu hatunun bacakları olmasa da tabak fırlatabileceğini söylüyo."

Yaşlı adam gözlerini karanlığa dikti.

"Gelsinler bakalım," dedi yavaşça. "Son gülen iyi güler."

YEDİNCİ BÖLÜM GECE, AÇLIK
1

Mia yine şatodaydı ama bu sefer farklıydı. Bu kez, yakında doyurulacağım, bebesiyle midelerinin dolacağını bilerek yavaş hareket etmiyor, açlığını bir oyun haline getirmiyordu. Bu kez içinde, vahşi bir hayvan karnında kısılıp kalmışçasına açgözlü bir umutsuzluk vardı. Daha önce çıktığı avlarda hissettiğinin gerçek açlık olmadığını şimdi anlıyordu. Öncekiler sadece sağlıklı bir iştahtan ibaretti. Bu ise çok farklıydı.

Zamanı yaklaşıyor, diye düşündü. Gücüne kavuşmak için daha fazla yemesi gerekiyor. Dolayısıyla benim de.

Ama bunun sadece daha fazla yeme ihtiyacından ibaret olmayabileceğinden korkuyordu {ödü kopuyordü). Yemesi gereken bir şey vardı. Özel bir yemek. Bebenin buna ihtiyacı vardı çünkü... çünkü...

Oluşumu tamamlanacaktı.

Evet! Evet, buydu işte! Oluşum. Gereken yemeği ziyafet salonunda bulacaktı elbette, orada her şey bulunurdu... birbirinden lezzetli binlerce yemek. İstediğine rastlayana dek (doğru sebze, et, baharat veya balık) kocaman masaların arasında dolaşacaktı. İçi, midesi, tüm sinirleri doğru yemek için haykıracak ve bulunca... ah nasıl da yiyecekti!

Daha da hızlı hareket etmeye, sonrasında koşmaya başladı. Altında bir pantolon olduğunu, paçalarının her adımda birbirine sürttüğünü hayal meyal fark etmişti. Bir kovboyunkiler gibi kot pantolon. Terlik yerine de çizme giyiyordu.

Kısa çizmeler, diye fısıldadı beynindeki ses. Kısa çizmeler, sana yarasın.

Ama bunların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan yemek, yumulmak (ah, nasıl da açtı) ve bebesi için doğru yemeği bulmaktı. Hem bebesini güçlendirecek, hem de onu doğuma hazırlayacak doğru besini bulması gerekiyordu.

Geniş basamaklardan slo-trans motorların düzenli mırıltısına doğru hızla indi. Muhteşem kokular şimdiye dek onu sarmış olmalıydı (kızarmış et, mangalda tavuk, baharatlı balık) ama burnuna yemek kokusu gelmiyordu.

Belki nezle oldum, diye düşündü çizmelerinin topukları basamaklarda tak-tak-tak sesler çıkarırken. Evet, öyle olmalı. Üşüttüm, hiç koku alamıyorum...

Ama alabiliyordu. Bulunduğu yerdeki toz ve eskilik kokusunu hissediyordu. Sızıntının yol açtığı rutubetin, makine yağının, perdelere ve halılara işleyen küfün kokusu genzini dolduruyordu.

Tüm bunlar vardı ama yemek kokusu yoktu.

Siyah mermer zemin üzerinde hızla çift kanatlı kapılara doğru atıldı. Takip edildiğinin yine farkında değildi. Ancak bu kez peşindeki Silahşor değil, üzerine pamuklu bir gömlek ve şort giymiş, dağınık saçlı, gözleri şaşkınca irileşmiş bir çocuktu. Mia kırmızı siyah kareler döşenmiş mermer zeminde ilerleyerek çelik ve mermer karışımı heykelin önünden geçti. Reverans yapmak için durmamıştı. Başını bile eğmemişti. Aç olan kendisi olsaydı tahammül edebilirdi. Ama bebesi açken... derhal çaresine bakılmalıydı.

Onu durduran (sadece bir iki saniyeliğine) heykelin çelikten yapılmış bölümünde gördüğü kendi aksi oldu. Yüzü solgundu ama ifadesi çok kararlıydı. Kot pantolonunun üzerinde birtakım yazılar ve bir resim bulunan beyaz bir bluz vardı {bunlara tişört deniyor, dedi yine beynindeki ses).

Resimdeki bir domuza benziyordu.

Bluzunun üzerinde ne olduğunu boş ver şimdi, kadın. Önemli olan bebe. Bebeyi beslemen lazım!

Ziyafet salonuna daldı ve dehşetle olduğu yerde kalakaldı. Salon gölgelerle doluydu. Elektrikli meşalelerden birkaçı hâlâ titrek ışıklar saçı-yordu ama çoğu söndürülmüştü. Salonun uzak köşesindeki meşale o bakarken son bir kez parladı, cızırdadı ve karardı. Beyaz yemek tabaklarının yerini, üzerlerine pirinç filizi motifleri işlenmiş mavi tabaklar almıştı. Pirinç filizleri Yüksek Harfler'den Zn'yi oluşturacak şekilde işlenmişti. Bu harflerin sonsuzluk, şimdi ve gel anlamlarına geldiğini biliyordu. Ama tabaklar önemsizdi. Süslemeler de öyle. Önemli olan, tabakların ve kristal kadehlerin, üzerlerini kaplayan toz tabakası dışında bomboş olmasıydı. Hayır, hepsi boş değildi. Bir kadehin içinde, bacakları kıvrılıp karnına doğru toparlanmış ölü bir karadul vardı.

Gümüş bir kovanın içinde bir şarap şişesi gördü ve beyni hemen em-redercesine haykırdı. Şişeyi hızla alırken kovada buzu bırak, su bile olmadığını fark etti; kupkuruydu. Hiç olmazsa şişe doluydu. Boğazının kuruluğunu yok edecek leziz içki...

Mia sirkenin keskin kokusunu daha şişeyi ağzına götürmeden aldı ve gözleri sulandı.

"Kahretsin.!" diye haykırarak şişeyi yere fırlattı. "Lanet olsunF'
Şişe, taş zemin üzerinde tuzla buz oldu. Küçük yaratıklar şaşkın çığlıklar atarak masaların altından kaçıştı.

"Evet, kaçsanız iyi olur!" diye bağırdı öfkeyle tizleşmiş bir sesle. "Her ne iseniz, gözüme ilişmeyin sakın! Hiçliğin kızı Mia hiç havasında değil! Besleneceğim! Evet, evet!"

Ama masanın üzerinde yenebilecek hiçbir şey yoktu. Ekmek vardı, ama eline bir parça alınca taşa dönüştü. Balık kalıntılarına benzeyen bir şey vardı ama çürümüştü. Yeşilimsi beyaz kurtçuklar üzerinde kıvıl kıvıl kaynaşıyordu.

Gördüklerinden etkilenmeyen midesi guruldadı. Daha da kötüsü, midesinin altında bir şey öfkeyle kıpırdandı, tekme attı ve karnım doyurmak istediğini haykırdı. Bunu sesiyle değil, kadının içinde, sinir sisteminin en ilkel bölümündeki belirli düğmelere basarak yapmıştı. Boğazı kurudu, ağzı sirkeye dönmüş şarabı içmiş gibi ekşidi, gözleri irileşip yuvalarından fırlayınca görüşü keskinleşti. Her düşünce, her duygu ve her içgüdü aynı hedefe kilitlenmişti: yemek.

Masanın diğer ucunun gerisinde, üzerinde üç silahşoruyla atları üzerinde bir bataklıktan geçen, kılıcını havaya kaldırmış Arthur Eld'in resminin bulunduğu bir paravan vardı. Muhtemelen kısa bir süre önce öldürülmüş olan dev yılan Saita, Arthur Eld'in boynuna sarılmıştı. Zaferle sonuçlanan bir başka sefer! Yarasın! Erkekler ve seferleri mi? Hah! Büyülü bir yılanı avlamanın onun gözünde hiçbir anlamı yoktu. Karnında bir bebe vardı. Ve bebesi açtı.

Açlık, diye düşündü kendisine ait olmayan yabancı bir sesle. Aç olmak...

Paravanın arkasında çift kanatlı bir kapı vardı. Kapıları iterek aralarından geçti. Jake'in ziyafet salonunun diğer ucunda, iç çamaşırları içinde, korkuyla ona bakmakta olduğunu hâlâ bilmiyordu.

Mutfak da bomboştu. Salon gibi toz içindeydi. Tezgâhların üzeri, böcek izleriyle doluydu. Tencereler, tavalar, ocak demirleri yerlere saçılmıştı. Bu karmaşanın gerisinde dört lavabo vardı. Birinin içi su doluydu. Leş gibi suyun üzeri tuhaf kokulu bir yosun tabakasıyla kaplanmıştı. Mutfak, floresan lambalarla aydınlanıyordu. Lambaların sadece birkaçı sağlam kalmıştı. Diğerleri, içeriye kâbuslara yakışacak bir görüntü vererek sürekli yanıp sönüyordu.

Yoluna çıkan tencerelerle tavaları tekmeleyerek mutfakta ilerledi. En geride, yan yana sıralanmış dört kocaman fırın vardı. Üçüncünün kapağı aralık duruyordu. İçinden çok hafif bir ısı yayılıyordu. Saatler önce sönmüş bir ateşin küllerini karıştırırken hissedilen sıcaklığa benziyordu. Fırından yayılan koku, ağzının sulanmasına yol açtı. Kızarmış et kokuşuydu.

Mia fırının kapağını açtı. İçinde gerçekten de bir tür rosto vardı. Kedi büyüklüğünde bir sıçan, etin üzerine eğilmiş besleniyordu. Çıkan ses dikkatini çekince başını çevirdi ve korkusuz, boncuk gibi gözlerle ona baktı. Yağa bulanmış bıyıkları titriyordu. Sonra tekrar ete döndü. Mia yırtılan etin ve hayvanın kapanıp açılan çenesinin sesini duyabiliyordu.

Olmaz, Bay Sıçan. O sana ayrılmadı. Ben ve bebem için o.

"Sana bir şans veriyorum, dostum!" dedi şarkı söylercesine. Bir yaiî. dan da tezgâhlara ve altlarındaki dolaplara yönelmişti. "Kaçabiliyorken kaç! Bak sonra uyarmadı deme!" Ama hayvan kaçacağa benzemiyordu. Bay Sıçan da açtı.

Bir çekmeceyi açtı ve karşısına ekmek tahtaları ve bir merdane çıktı. Merdaneyi kısa bir süre düşündükten sonra yemeğini mecbur kalmadıkça sıçan kanına bulamak istemediğine karar verdi. Alttaki dolabı açınca içinde kek ve kurabiye kalıplarının olduğunu gördü. Sol tarafa yönelip bir başka çekmece açtı ve aradığını buldu.

Bıçaklara bir göz gezdiren Mia, koca bir et çatalında karar kıldı. Çatalın yaklaşık yirmi santim uzunluğunda iki çelik ucu vardı. Elinde çatalla fırınların başına döndü, duraksadı ve diğf;r üçünü kontrol etti. Tahmin ettiği gibi hepsi boştu. Bir şey (bazı yerlerde ka olarak bilinen kader) geride taze et bırakmıştı. Ama sadece bir kişilik. Bay Sıçan, etin kendi hakkı olduğunu sanıyordu. Bay Sıçan yanılıyordu. Ve bir daha yanılamaya-caktı. En azından bu yaşamda değil.

Eğildi ve taze pişmiş domuz etinin kokusu burun deliklerini tekrar doldurdu. Dudakları bir gülümsemeyle gerildi ve ağzının kenarlarından salyalar aktı. Bay Sıçan, bu kez dönüp bakmadı. Bay Sıçan, onun tehlikeli olmadığını düşünüyordu. Çok güzel. Mia daha da eğildi, derin bir nefes aldı ve çatalı hayvana doğru hızla indirdi. Sıçan-kebap! Hayvanın ucunda debelendiği çatalı kaldırıp yüzünün karşısında tuttu. Sıçan bacaklarını çılgın gibi sallıyor, başı hızla öne arkaya savruluyordu. Sıcak kanı, çatalın sapından aşağı süzülüyor, kadının yumruğunun üzerinde birikiyordu. Sıçanı lavabolara götürüp leş kokulu suyla dolu olanın içine bıraktı. Hayvan, yosunların arasına düşerek gözden kayboldu.

Mia muslukları deneyerek ilerledi ve birinin çalıştığını görünce kanlı ellerini duruladı. Sonra ıslak ellerini üzerine silerek fırına döndü. Mutfak kapısının hemen iç tarafında durmuş onu izleyen Jake'i, çocuk saklanmak içini hiçbir girişimde bulunmamasına rağmen hâlâ görmemişti. Tüm dikkati, etin kokusuna odaklanmıştı. Pek fazla değildi ve bebesi tam olarak bunu istemiyordu ama yine de o an için idare ederdi.

Fırının içine uzandı, tepsiyi iki tarafından kavradı ve şaşkın bir şekilde parmaklarını sallayarak geri çekildi. Dudaklarının gerilmesi acı yüzündendi ama içinde bir sırıtıştan izler yok değildi. Bay Sıçan ya ısıya ondan daha dayanıklıydı ya da daha aç. Gerçi herhangi birinin veya bir şeyin Mia'nın o an olduğundan daha aç olduğuna inanmak güçtü.

"Açım!" diye bağırdı gülerek. Bu arada çekmecelere uzanmış, bir şey arayarak hızla çekip bırakıyordu. "Mia aç bir hanım, evet! Bebem de aç! Evet!"

Aradığı fırın eldivenlerini son çekmecede buldu (hep öyle olmaz mıydı zaten?). Hemen fırının başına döndü ve tepsiyi dışarı çekti. Kahkahası aniden, şokla kesildi... sonra tekrar yükseldi. Her zamankinden şiddetli bir kahkahaydı. Ne aptaldı! Ne sersemdi! Küçük bir yeri Bay Sıçan carafından kemirilmiş olan nar gibi kızarmış etin bir çocuğun bedeni olduğunu sanmıştı. Sadece bir anlığına. Eh evet, kızarmış domuz bir çocuğa benziyordu... bir bebeğe... bir başkasının bebesine... ama artık tepside-kinin ne olduğuna dair hiçbir şüphesi yoktu. Kapalı gözler, kızarmış kulaklar, açık ağza yerleştirilmiş bir elma.

Tepsiyi tezgâhın üzerine bıraktı ve aklına heykelin çelik bölümünde gördüğü yansıması geldi. Ama şimdi ona kafa yoramayacaktı. Hem önemi de yoktu. Midesi kazınıyordu. Çatalı aldığı çekmeceden bir kasap bıçağı alarak Bay Sıçan'ın kemirdiği bölümü, bir elmadan kurt deliğini çıkarır gibi kesti. Kestiği parçayı omzu üzerinden geriye attı, sonra yüzünü ete gömdü.

Hâlâ eşikte durmakta olan Jake onu izlemeye devam ediyordu.

Mia açlığı biraz olsun dinince mutfağa hesapçı, aynı zamanda umutsuzluk dolu gözlerle baktı. Et bitince ne yapacaktı? Böylesi bir açlığı tekrar hissettiğinde ne yiyecekti? Ve bebesinin gerçekte ihtiyaç duyduğu yiyeceği nereden, nasıl bulacaktı? Bu özel yemeği, meyveyi, vitamini veya her neyse onu bulmak ve büyük bir miktarını bir kenarda saklayabilmek için her şeyi yapardı. Domuz eti olması gerekene yakındı (içindekini tekrar uyutmaya yetecek kadar iyiydi, tüm tanrılara ve İsa Adam'a şükürler °lsun) ama yeterince iyi değildi.

Sai Domuzcuk'u şimdilik tepsinin içine geri çarptı, tişörtünü çıkardı Ve kaldırıp önüne baktı. Tişörtün üzerinde çizgi bir domuz vardı. Kıpkırmızı olana dek kızartılmıştı ama buna pek aldırmıyor gibiydi; mutlu bir ifadeyle gülümsüyordu. Üst tarafında şu yazı vardı: DIXIE DOMUZ LEX VE 61. Bunun altında "NEW YORK'TAKİ EN İYİ PİRZOLA» GURME DERGİSİ yazıyordu.

Dixie Domuz, diye düşündü. Dixie Domuz. Bunu daha önce nerede duymuştum?

Bilmiyordu ama istediği takdirde Lex'i bulabileceğini biliyordu. "Hemen Üçüncü Cadde ve Park arasında olacak," dedi. "Bu doğru, değil mi?"

Kapıyı aralık bırakarak dışarı çıkan çocuk bunu duydu ve üzgünce başını salladı. Gerçekten de oradaydı.

Alâ, diye düşündü Mia. Şimdilik idare etti, her neyse, o kadının kitapta dediği gibi, yarın bir başka gün olacak. Neden şimdiden endişeleneyim? Değil mi?

Doğru. Eti tepsiden alıp yemeye devam etti. Çıkardığı sesler, sıçanın çıkardığı şapırtılardan pek farklı değildi. Hem de hiç değildi.


2

Tian ve Zalia, yatak odalarını Eddie ve Susannah'ya vermeye çalıştı. İyi niyetli çifti odalarını istemediklerine, orada uyumanın kendilerini huzursuz edeceğine ikna etmeleri hiç kolay olmadı. Sonunda ısrardan vazgeçmelerini sağlayan Susannah oldu. Tereddütlü bir sesle onlara Lud'da çok kötü bir deneyim yaşadıklarını, bu korkunç olay yüzünden artık bir evde uyuyamadıklarını söyledi. Dış dünyayı her an görebilecekleri ve istedikleri an çıkıp etrafı kolaçan edebilecekleri bir ambarda uyumayı tercih ediyorlardı.

İnandırıcı bir hikâyeydi ve yeterince iyi anlatılmıştı. Tian ve Zalia, onları Eddie'nin suçluluk hissetmesine sebep olacak bir inanç ve sempatiyle dinlemişti. Lud'da çok korkunç olaylar yaşamışlardı, bu kadarı doğruydu, ama hiçbiri kapalı mekânda yatmaktan çekinmelerine sebep olacak bir şey değildi. En azından öyle tahmin ediyordu; kendi dünyalarından ayrılmalarından beri ikisi sadece tek bir geceyi (önceki gece) bir çatı altında geçirmişti.

Şimdi Zalia'nm samanların üzerine sermeleri için verdiği battaniyelerden birinin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Diğer iki battaniye hemen yanında katlanmış duruyordu. Gözleri avlunun ve büyükbabanın hikâyesini anlattığı verandanın ardında kalan nehre doğru dikilmişti. Ay, bulutlar arasında bir görünüyor, bir kayboluyor, önce manzarayı gümüşe boyayarak aydınlatıyor, sonra etraf yine karanlığa gömülüyordu. Eddie, dışarı görmeyen gözlerle bakıyordu. Tüm dikkati, ambarın altındaki bölmelerden ve kümeslerden gelebilecek seslere odaklanmıştı. Onun aşağıda bir yerlerde olduğunu biliyordu, bundan emindi ama o kadar sessizdi İd neredeyse şüpheye kapılacaktı.

Bu arada, kim o? Roland, Mia, diyor ama bu sadece bir isim. Gerçekte kim o?

Ama alelade bir isim değildi. Yüksek Dit'de anne anlamına geliyor, demişti Silahşor.

Anne anlamına geliyor.

Evet. Ama benim çocuğumun annesi değil. Bebe benim oğlum değil.

Aşağıdan hafif bir çarpma sesi, ardından bir gıcırtı duyuldu. Eddie kaskatı kesildi. Evet, Mia kesinlikle aşağıdaydı. Filizlenmeye başlayan kuşkuları bu sesler üzerine yok oldu.

Yaklaşık altı saatlik derin ve rüyasız bir uykudan uyanmış ve Susan-nah'nın yanında olmadığını görmüştü. Ambarın açık bıraktıkları samanlık kapısına gidip dışarı bakınca onu görmüştü. Tekerlekli sandalyedeki-nin Susannah olmadığını ay ışığının cılız aydınlığında bile anlayabilmişti. Onun Suze'u değildi. Odetta Holmes veya Detta Walker da değildi. Bununla birlikte tamamen yabancı da sayılmazdı. O...

Onu New York'ta gördün. Ama o zaman bacakları vardı ve onları nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Bacakları vardı ve güle yaklaşmak istemiyordu. Bunun için sebepleri vardı ve bunlar geçerli sebeplerdi. Bence sebep neydi biliyor musun? Gülün karnında taşıdığı şeye zarar vereceğinden korkuyordu.

Yine de aşağıdaki kadın için biraz üzülüyordu. Kim olursa olsun ve karnında taşıdığı şey ne olursa olsun bu duruma Jake Chambers'ı kurtarmak uğruna maruz kalmıştı. Çemberin iblisini içinde mümkün olduğunca uzun süre tutarak Eddie'nin anahtarı oyma işini tamamlamak için zaman kazanmasını sağlamıştı.

Anahtarı daha önce bitirebilmiş olsaydın, böyle Tanrı'nın cezası bir korkak olmasaydın, bu belaya bulaşmış olmazdı, bunu hiç düşündün mü?

Eddie bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Elbette içinde doğruluk payı vardı; anahtarı yaparken kendine güvenini kaybetmiş ve bu yüzden gecikmişti ama artık bu tür düşüncelere kapılmayacaktı. İçinde yaralar açmaktan başka bir işe yaramıyorlardı.

Kadın her kimse, Eddie, ona acımaktan kendini alamıyordu. Kadın gecenin sessizliğinde, ayın belirip kaybolan aydınlığında Susannah'nın sandalyesini önce avlunun karşı tarafına... sonra geriye... yine karşıya... sonra sola... ardından sağa doğru itti. Eddie, Shardik'in açıklığındaki eski robotları hatırladı. Roland'ın vurmasını istediği robotları. Bu o kadar şaşırtıcı mıydı? Uykuya dalarken onları ve Roland'ın söylediklerini düşünmüştü: Sanırım kendilerine göre sonsuz bir keder duyan yaratıklar. Eddie üzüntülerine bir son verecek. Ve Eddie ikna olup robotları vurmuştu. Biri çok eklemli bir yılana, bir diğeri bir zamanlar doğum günü hediyesi olarak aldığı Tonka traktörüne benziyordu. Otekiyse kötü huylu, paslanmaz çelikten bir sıçandı. Bir tür mekanik uçan şey olan sonuncusu hariç hepsini vurmuştu. Onun icabına da Roland bakmıştı.

Avludaki kadın da eski robotlar gibi bir yere gitmek istiyordu ama nereye gitmek istediğini bilmiyordu. Bir şeye ulaşmak istiyordu ama neye olduğunu bilmiyordu. Esas soru, Eddie'nin ne yapması gerektiğiydi.

Sadece izle ve bekle. Biri uyanıp onu avluyu bu şekilde turlarken görecek olursa onlara anlatılabilecek makul bir hikâye uydurmaya bak. Lud'da yaşanan korkunç olayların bir başka etkisi diyebilirsin mesela.

"Hey, benim için sakıncası yok," diye mırıldandı ama tam o sırada Susannah döndü ve belli bir amaç üzerine hareket ediyormuş gibi ambara doğru ilerledi. Eddie uyuyor numarası yapmak için hemen yerine uzanmıştı ama Susannah beklediği gibi üst kata gelmedi. Eddie hafif bir tıkırtı, çaba harcandığını belirten bir inleme ve ambarın gerisine açılan tahtaların gıcırtısını duydu. Susannah'nın sandalyesinden indiğini ve yerde hızla süründüğünü gözünde canlandırabiliyordu. Ama bunu ne amaçla aptlğına dair en ufak fikri bile yoktu.

Beş dakikalık bir sessizlik oldu. Sinirleri iyice gerilmeye başlamıştı jci kısa ve keskin bir çığlık duydu. Bir bebeğin sesine o kadar benziyordu ja yumurtalıklarının büzülüp tüylerinin ürperdiğini hissetti. Ambarın zeminine inen merdivene baktı ve bir süre daha beklemeye karar verdi.

Bir domuzun sesiydi. Yavrulardan biri. Hepsi bu.

Belki öyleydi ama Eddie'nin gözünün önüne sürekli küçük ikizler geliyordu. Özellikle de kız olanı; Lia. Mia ile kafiyeliydi. Henüz bir bebekti ve Susannah'nın bir çocuğun boğazını kesebileceğine hayatta inanmazdı, bu mümkün değildi. Ama...

Ama aşağıdaki Susannah değil. O olduğunu düşünürsen canın yanabilir. Daha önce neredeyse yanıyordu.

Ne can yanması, kahretsin, neredeyse ölecekti. Istanavarlar az kalsın suratını koparıp mideye indirecekti.

Beni korkunç sürüngenlerin içine atan Detta 'ydı. Bu o değil.

Evet değildi ve içinden bir ses, bu kadının Detta'dan çok daha iyi olduğunu söylüyordu ama bu sese güvenip hayatını tehlikeye atmak, aptallığın daniskası olurdu.

Ya çocukların hayatı? Tian ve Zalia'nın çocuklarının?

Olduğu yerde ter içinde, ne yapacağını bilemeyerek yattı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sessizliğin ardından tekrar cıyaklamalar ve gıcırtılar duyuldu. Gıcırtılar, tavan arasına çıkan merdivenin hemen altından gelmişti. Eddie çabucak uzandı ve gözlerini kapadı. Ama tamamen kapamamıştı. Susannah'nın başının kat hizasında belirdiğini kirpiklerinin arasından gördü. Tam o sırada ay bir bulutun arkasından çıktı ve tavan arası gümüşümsü ışıkla doldu. Eddie, Susannah'nın ağzının kenarlarında çikolata gibi koyu kan lekeleri gördü ve kendi kendine sabah o fark etmeden kanları silmeyi tembih etti. Jaffordslardan herhangi birinin görmesini de istemiyordu.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin