Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə31/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   54

Yemeklerini bitirdiklerinde güneş, dik yamaçların ardında kaybolmuştu. Bu yüzden gölgeler içinde tırmanıyorlardı. Çakıllarla dolu patika, atların ilerleyemeyeceği kadar dar olduğundan hayvanları aşağıdaki kavak ağaçlarının altına bırakmışlardı. Kertenkeleler ara sıra önlerine çıkıyor, bir an göründükten sonra yıldırım hızıyla kayaların arasındaki çatlaklara giriyorlardı.

Güneş olsun olmasın, havada boğucu bir sıcaklık vardı. Bir buçuk kilometre boyunca durmaksızın tırmandıktan sonra Roland'm nefesi sıklaşmaya başlamıştı. Büyük mendiliyle yüzünden ve boynundan akan teri sili-yordu. Buna karşılık seksenlerinde görünen Henchick iki metre kadar önünde sakince ilerlemeyi sürdürüyordu. Nefesi, parkta yürüyüşe çıkmış bir adam gibi rahat ve düzenliydi. Pelerinini aşağıda bırakmış, bir ağaç dalma asmıştı. Roland, yaşlı adamın siyah gömleğinde hiç ter lekesi olmadığını görebiliyordu.

Bir dönemeci aşınca kuzey ve batıdaki topraklar bir anda nefes kesici bir şekilde önlerinde belirdi. Roland göz alabildiğince uzanan, yan yana dizilmiş dikdörtgenler halindeki tarlaları ve otlakları görebiliyordu. Güneyde ve doğudaki tarlalar, nehre yaklaştıkça daha da yeşilleniyordu. Calla'y1 görebiliyor, hatta kasabaya gelmeden önce içinden geçtikleri ormanı hayal meyal seçebiliyordu. Esinti yükseklerde öylesine serindi ki Roland ürpererek yutkundu. Yine de yüzünü minnetle kaldırıp gözlerini kapatarak rüzgârın taşıdığı kokuları hissetti: sığırlar, atlar, tahıl, nehir ve pirinç... pirinç... pirinç.

Henchick de geniş kenarlı, tepesi düz şapkasını çıkarmış, başını minnetle kaldırıp gözlerini yummuştu. Rüzgâr uzun saçlarını geriye uçurdu ve beline dek inen sakallarını tutamlara ayırdı. Üç dakika kadar orada durdular ve rüzgârın bedenlerini serinletmesine izin verdiler. Sonra Henchick şapkasını taktı ve Roland'a döndü. "Sence dünyanın sonunu ateş mi yoksa buz mu getirecek, Silahşor?"

Roland soruyu bir süre düşündü. "İkisi de değil," dedi sonra. "Bence sonu karanlık getirecek."

"Öyle mi dersin?"

"Evet."

Henchick bunu bir süre düşündükten sonra patikayı tırmanmaya devam etti. Roland gidecekleri yere varmak için sabırsızlanıyordu ama yine de omzuna dokunup yaşlı adamı durdurdu. Verilen söz yerine getirilmeliydi. Özellikle de bir hanımefendiye verilmişse.



"Dün gece unutanlardan biriyle kaldım," dedi Roland. "Ka-tet'inizi terk edenlere böyle diyorsunuz, değil mi?"

"Evet, unutanlar deriz," diye cevap verdi Henchick, ona dikkatle bakarak. "Ama ka-tet demeyiz. Kelimenin anlamını biliriz ama o sözcüğü kullanmayız, Silahşor."

"Her neyse, ben..."

"Rocking B'de Vaughn Eisenhart ve kızımız Margaret ile kaldın. Görmen için tabağı fırlattı. Dün geceki konuşmamızda bunlardan bahsetmedim, çünkü hepsini en az senin kadar iyi biliyodum. Ayrıca konuşmamız gereken başka konular vardı, diil mi? Mağaralar falan."

"Öyle." Roland şaşkınlığını gizlemeye çalışıyordu. Başaramamış olacak ki Henchick başını salladı ve sakallarının arasından güçlükle görülen dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı.

"Manniler bir şekilde bilir, Silahşor. Hep öyle olagelmiştir."

"Bana Roland demeyecek misin?"

"Hayır."


"Size Redpath Klanı'ndan Margaret'm kâfir kocasıyla hâlâ çok mutlu olduğunu söylememi istedi."

Henchick başını salladı. Herhangi bir acı hissettiyse de göstermiyordu. Gözlerinde bile bir perde var gibiydi. "O lanetlendi," dedi. Bugün yağmur yağacak galiba, der gibi sıradan bir sr.s tonuyla söylemişti.


"Ona bunu söylememi mi istiyorsun?" diye sordu Roland. Şaşırmış ve dehşete düşmüştü.

Henchick'in mavi gözlerinin rengi yaşlılık yüzünden solmuş, bakışlarının keskinliği azalmıştı, ama soru üzerine hissettiği şaşkınlığı gözlerinden okumak mümkündü. Çalıya benzer kaşları yükseldi. "Neden uğraşayım? Biliyo zaten. Na'ar'ın derinliklerinde pişman olmak için çok vakti olacak. Bunu da biliyo. Gel, Silahşor. Çeyrek tekerlek yolumuz kaldı. Ama yol iyice dikleşiyo."


8

Hem de çok dikleşmişti. Yarım saat sonra, devrik bir kayanın patikanın büyük bölümünü kapladığı noktaya geldiler. Henchick kayanın etrafından kolayca dolaştı. Uzun tırnaklı elleri kayadaki çıkıntıları kavramıştı; siyah, bol pantolonunun paçaları rüzgârla hışırdıyor, uzun sakalları uçuşuyordu. Roland, onu takip etti. Güneş, kayayı ısıtmıştı, ama rüzgâr öylesine serindi ki üşümeye başlamıştı. Çizmelerinin topukları, iki yüz metrelik uçuruma çok yakındı. Yaşlı adam onu itecek olsa her şey bir anda son bulabilirdi. Ve umulmadık bir şekilde.

Hayır, her şey sona ermez, diye düşündü. Eddie yerimi alır ve diğer ikisi son nefeslerine kadar onu takip eder. Patika, kayanın ardında, üç metre yüksekliğinde, bir buçuk metre genişliğinde bir mağara ağzında son buluyordu. İçeriden gelen esinti, Roland'ın yüzüne çarptı. Tırmanışta onları ferahlatıp canlandıran taze rüzgârın aksine bu, kötü kokularla yüklü ve nahoştu. Esinti, Roland'ın tam olarak anlayamadığı çığlıkları onlara taşıyordu. İnsan çığlıklarıydı.

"Bu duyduklarımız Na'ar'daki insanların çığlıkları mı?" diye sordu Henchick'e.

Yaşlı adamın sakalların ardına gizlenmiş dudakları artık gülümsemi-yordu. "Burada ciddi ol. Sonsuzluğun huzurundasın."

Roland buna inanabilirdi. Gevşek çakıllar üzerinde temkinli adımlarla ilerledi. Eli, tabancasının kabzasına uzanmıştı. Artık silahını hep parmakları tam olan sol elinin uzanabileceği yere takıyordu.

Mağaranın ağzından yayılan kötü kokunun şiddeti artmıştı. Zehirli olup olmadığını bilmiyordu ama mide bulandırıcı olduğu muhakkaktı. Roland parmakları eksik olan sağ eliyle tuttuğu büyük mendille ağzını ve burnunu örttü. Mağaranın içinde, gölgeler arasında bir şey vardı. Kemikler. Evet, kertenkelelerin ve diğer küçük hayvanların kemikleri vardı ama bir şey daha... tanıdık bir şekil...

"Dikkat et, Silahşor," dedi Henchick ama istediği takdirde mağaraya girebilmesi için kenara çekilerek yol verdi.

İsteklerimin bir önemi yok, diye düşündü Roland. Bu, yapmam gereken bir şey. Bu yüzden basiûeşiyor belki.

Gölgeler içindeki şekil belirginleşti. Roland karşısındakinin kumsalda karşısına çıkanlarla tıpatıp ynı bir kapı olduğunu görünce hiç şaşırma-dı; yoksa neden oraya Geçit Mağarası adını vereceklerdi? Demirağacın-dandı (ya da belki hayaletağacından) ve mağara ağzının altı metre kadar gerisinde duruyordu. Yüksekliği, kumsaldaki kapılar gibi yaklaşık iki metreydi. Ve yine onlar gibi, gölgeler içinde menteşeleri hiçbir şeye bağlı olmaksızın tek başına duruyordu.

Ama o menteşeler üzerinde kolayca döner, diye düşündü Roland. Dönecek. Zamanı geldiğinde.

Anahtar deliği yoktu. Kapı tokmağı kristal gibi görünüyordu. Üze- J rinde kabartma bir gül vardı. Batı Denizi'nin kıyısındaki üç kapının üze- :i rinde Yüksek Dil'le yazılmış yazılar vardı: TUTUKLU, GÖLGELERİN KADINI ve İTİCİ. Bu kapının üzerindeyse Callahan'ın kilisesinde gizli olan kutunun üzerindeki şekiller vardı:

"Anlamı, 'bulunmamış'," dedi Roland.

Henchick başını salladı ama Roland kapının arkasına bakmak için ilerleyince bir adım attı ve elini kaldırdı. "Dikkatli ol, yoksa çığlıkların sahipleriyle bizzat tanışmak durumunda kalabilirsin."

Roland, adamın ne kastettiğini görebiliyordu. Kapının iki metre kadar gerisinde mağaranın zemini, aniden elli hatta altmış derecelik bir eğim kazanıyordu. Tutunacak hiçbir şey yoktu ve kayaların yüzeyi cam gibi pürüzsüzdü. Bu eğimli, kaygan bölüm, dokuz metre kadar aşağıda, bir uçurum ağzında son buluyordu. Yarıktan, iç içe geçmiş, iniltilere benzer sesler yükseliyordu. Sonra bir ses diğerlerinden ayrılıp belirginleşti. Gab-rielle Deschain'in sesiydi.

"Roland, yapma.1" diye haykırdı ölmüş annesi karanlığın derinliklerinden. "Ateş etme! Benim! An..." Ama lafını tamamlayamadan tabancaların sesleri gök gürültüsü gibi yükseldi ve Gabrielle'in sesi sonsuza dek kesildi. Roland'ın beynine ani bir sancı girdi. Mendili yüzüne, burnunu kıra-cakmış gibi bastırıyordu. Kolundaki kasları gevşetmeye çalıştı ama hemen başaramadı.

Pis kokulu karanlıktan yükselen bir sonraki ses, babasının sesiydi.

"Bir dâhi olmadığını daha emeklediğin günlerde anlamıştım," dedi Steven Deschain bezgin bir sesle. "Ama bir aptal olduğunu düne kadar görememişim. Seni bir inek gibi oraya güttüğünü görmek! Tanrılar!"

Aldırma. Bunlar hayalet bile değil. Sanırım bunlar zihnimin derinliklerinden çekilip dile getirilen yankılardan ibaret.

Arkasına geçtiğinde (eğime dikkat ederek) kapının yok olduğunu gördü. Sadece Henchick'in mağaranın ağzındaki silueti vardı.

Kapı hâlâ orada ama sadece tek taraftan bakınca görülüyor. Bu yönüyle de diğer kapılara benziyor.

"Buzz sinir bozucu, değil mi?" dedi Walter'in Geçit Mağarası'nın karanlık derinliklerinden yükselen, kıs kıs gülen sesi. "Vazgeç Roland! Kara ICule'nin tepesindeki odanın bomboş olduğunu görmektense şimdi vaz-geç-"

Sonra Eld'in Borusu'nun kuvvetli sesi duyuldu ve Roland'ın kollarındaki tüyler diken diken oldu. Cuthbert Allgood'un Jericho Tepe-si'ndeki mavi suratlı barbarların elinde ölmesinden önceki son savaş çığlığı kulaklarında çınladı.

Roland yüzündeki mendili indirerek tekrar yürümeye başladı. Bir adım, iki, üç. Topuklarının altında kalan kemikler çıtırdadı. Üçüncü adımında kapı tekrar belirdi. Önce, yan tarafı boşlukta yoktan var oldu. Bir anlığına durup kapının kalınlığına baktı; tuhaflığını, daha önce kumsalda ölmek üzereyken yaptığı gibi yabancı bir zevkle sindirmeye çalıştı. Başını hafifçe öne uzatınca kapı yine yok oldu. Tekrar geri çektiğinde yine belirdi. Hiç titreşmiyor, yavaşça belirip kaybolmuyordu. Ya oradaydı ya da değil.

Geri çekilip avuçlarını kapıya dayadı ve itti. Hafif bir titreşim hissetmişti. Çok güçlü bir makinenin titreşimi gibiydi. Mağaranın karanlık derinliklerinden Cöos'lu Rhea'nın cırtlak sesi yükseldi. Ona, babasının gerçek yüzünü hiç görmemiş bir piç olduğunu haykırdı. Roland, ona kulak asmadı ve kapının kristal tokmağına uzandı.

"Hayır Silahşor, sakın yapma!" diye korkuyla seslendi Henchick.

"Yapacağım," dedi Roland. Ama kapının tokmağı iki yöne de dönmedi. Silahşor bir adım geriledi.

"Ama rahibi bulduğunda kapı açıktı, değil mi?" diye sordu Henc-hick'e. Bunu önceki akşam konuşmuşlardı ama Roland daha fazlasını duymak istiyordu.

"Evet. Onu Jemmin ile birlikte bulduk. Biz yaşlı Mannilerin diğer dünyaları aradığını biliyosun, diil mi? Zenginlik için değil ama aydınlanma için ararız."

Roland başını salladı. Bazılarının yolculuklarından akıllarını kaçırmış halde döndüğünü de biliyordu. Diğerleriyse hiç dönmüyordu.

"Bu tepeler manyetiktir ve pek çok yoldan, birçok farklı dünyaya açılır. Eski lâl madenlerinin yakınında bir mağarada bir mesaj bulmuştuk."

"Nasıl bir mesaj?"

"Mağaranın ağzına yerleştirilmiş bir makineydi," dedi Henchick. "Üzerindeki düğmeye basılınca içinden bir ses yükseliyodu. O ses buraya gelmemizi söyledi."

"Bu mağarayı daha önceden biliyor muydunuz?"

"Evet ama peder gelmeden önce Sesler Mağarası diyoduk. Sebebini artık biliyosun."

Roland başını salladı ve Henchick'e devam etmesini işaret etti.

"Makineden çıkan ses, ka ...yoldaşların gibi konuşuyodu, Silahşor. Jemmin ile buraya gelmemizi, burada bir kapı, bir adam ve bir mucize bulacağımızı söyledi. Gerçekten de bulduk."

"Biri size talimatlar bırakmış," dedi Roland düşünceli bir ifadeyle. Aklından geçirdiği kişi Walter'di. Onlara Eddie'nin Keeblers dediği kurabiyeleri bırakan siyahlı adam. Walter, Flagg'di; Flagg, Marten'di ve Marten... Maerlyn olabilir miydi? O efsanevi büyücü? Roland bu konudan emin olamıyordu. "Size isimlerinizle mi hitap etti?"

"Hayır, o kadarını bilmiyodu. Bize sadece Manniler diyordu."

"Sence bu kişi sesli makineyi nereye bırakması gerektiğini nereden bildi?"

Henchick'in dudakları bir çizgi halini aldı. "Neden bir insan olduğunu düşünüyosun? Neden insan sesiyle konuşan bir tann olmasın? Belki de Tepe'den bir ajandır?"

"Tanrılar sigul'lar bırakır," dedi Roland. "İnsanlar ise makineler." Duraksadı. "Deneyimlerime dayanarak konuşuyorum elbette, Baba."

Henchick dalkavukluk etmeyi bırakmasını istiyormuşçasına eliyle sert bir hareket yaptı.

"Konuşan makineyi bulduğunuz sırada mağarayı araştırdığınızı herkes biliyor muydu?"

Henchick aksi bir ifadeyle omuz silkti. "İnsanlar bizi görür. Hatta bazıları dürbünleriyle bizi uzaktan izliyo galiba. Ayrıca bir de mekanik adam var. Çok şey görür ve dinleyen herkese durmaksızın anlatır."

Roland bu cevabı evet olarak kabul etti. Birinin, Peder Callahan'ın geleceğini bildiğini sanıyordu. Ve geldiğinde yardıma ihtiyacı olacağını.

"Kapı ne kadar açıktı?" diye sordu Henchick'e.

"Bu soruları Callahan'a sorman gerek. Sana burayı göstereceğime söz verdim. Ve sözümü tuttum. Bu kadarı senin için yeterli olmalı."

"Onu bulduğunuzda bilinci açık mıydı?"

İsteksiz bir duraksama oldu. "Hayır. Sadece kötü bir rüya görmekte olan biri gibi kendi kendine mınldanıyodu."

"O halde sorumun cevabını veremez, değil mi? Henchick yardım ve kurtarıcı arıyorsun. Bana bunu tüm klanlarınız adına söyledin. Onun için bana yardım et! Yardım etmem için bana yardım et!"

"Bunun nasıl bir faydası olacağını bilmiyom."

Belki de olmayacaktı. Yaşlı adamı ve Calla Bryn Sturgis'in geri kalanını ilgilendiren en büyük sorun olan Kurtlar'la ilgili bir ipucu vermeyecekti belki. Ama Roland'ın bundan başka endişeleri ve sorunları da vardı. Susannah'nın bazen dediği gibi, kızartılacak başka balıkları vardı. Bir eli hâlâ kristal tokmağın üzerinde, Henchick'e bakmaya devam ediyordu.

"Biraz aralıktı," dedi Henchick sonunda. "Kutu da öyle. İkisi de azıcık açıktı. İhtiyar denen adam, şurada yüzükoyun yatıyodu." Roland'ın durduğu, kemiklerle kaplı yeri gösterdi. "Kutu, sağ elinin yanındaydı ve şu kadar açıktı." Henchick, baş ve işaret parmaklarıyla yaklaşık beş santimlik bir mesafeyi gösterdi. "İçinden, kammen yükseliyodu. Onları daha önce de duymuştum ama hiçbir seferinde o kadar şiddetli diildi. Gözlerim yaşardı ve ağrımaya başladı. Jemmin haykırdı ve kapıya doğru yürümeye başladı. İhtiyar elleri iki yanında açık halde yatıyodu. Jemmin ellerinden birine bastı ama yaptığını fark etmedi.

"Kapı, kutu gibi hafifçe aralıktı ama içinden korkunç bir ışık yayılıyo-du. Çok yer gezdim, Silahşor. Pek çok zamana ve mekâna gittim; birçok kapı görüp gerçeklikteki delikler olan geçiş'lere tanık oldum ama öyle bir ışığa hiç rastlamadım. Sonsuz bir boşluk gibi simsiyahtı ama içinde hafif bir kızıllık vardı."

"Göz," dedi Roland.

Henchick, ona baktı. "Göz mü? Neden öyle dedin?"

"Tahminim o," dedi Roland.

"Gördüğünüz karanlık Siyah On Üç tarafından yayılmıştır. Kırmızı ise Kızıl Kral'ın gözüdür."

"Kim o?"


"Buranın çok uzağında, doğuda, Gök Gürültüsü'nde veya ötesinde. Kara Kule'nin bir bekçisi olabileceğine inanıyorum. Ona sahip olduğunu düşünüyor bile olabilir."

Roland'ın Kule'nin adını anması üzerine yaşlı adam dinsel kökenli bir dehşetle ellerini gözlerine götürdü.

"Sonra ne oldu, Henchick? Anlat, yalvarırım."

"Jemmin'e doğru gidecek oldum ama adamın eline basışını hatırlayarak vazgeçtim. 'Bunu yaparsan seni de kendisiyle birlikte sürükler, Henchick,' dedim kendi kendime." Yaşlı adam, bakışlarını Roland'a çevirdi. "Yolculuk bizim işimizdir, biliyosun. Tepe'ye güvendiğimiz için de nadiren korkarız. Ama o ışık ve çınlamalar beni çok korkutmuştu." Du-raksadı. "Dehşete düşmüştüm. O günden hiç kimseye bahsetmedim."

"Peder Callahan'a bile mi?"

Henchick başını iki yana salladı.

"Kendine geldiğinde seninle konuşmadı mı?"

"Ölüp ölmediğini sordu. Ona eğer ölüyse, hepimizin öyle olduğunu söyledim."

"Ya Jemmin?"

"İki yıl sonra öldü." Henchick siyah gömleğinin önüne dokundu. "Kalpten."

"Callahan'ı bulmanızdan bu yana kaç yıl geçti?"

Henchick başını geniş yaylar çizerek yavaşça iki yana salladı. Manni-ler arasında öyle yaygın bir hareketti ki genetik olduğu düşünülebilirdi. "Bilmiyom, Silahşor. Zaman..."

"Evet sürükleniyor," dedi Roland sabırsızca. "Ama senin tahminin nedir?"

"Beş yıldan fazla olmalı. Kilisesini inşa edip o batıl inançlı aptalları içine dolduracak kadar zaman geçti."

"Sen ne yaptın? Jemmin'i nasıl kurtardın?"

"Diz çökerek kutuyu kapattım," dedi Henchick. "Düşünebildiğim tek çare buydu. Tek bir saniye bile tereddüt etseydim kaybolacaktım, çünkü kutunun içinden aynı siyah ışık yayılıyodu. Kendimi güçsüz ve... sönük hissetmeme sebep oluyodu."

"Bundan hiç şüphem vok," dedi Roland sert bir ifadeyle.

"Ama hızl hareket edebildim. Kutu kapanınca kapı da sertçe çarparak kapandı. Jemmin kapıyı yumrukluyo, geçmesine izin vermesi için haykırıyodu. Sonra bayılarak yere düştü. Onu sürükleyerek mağaradan çıkardım. İkisini de. Temiz havada geçirdikleri birkaç dakikanın ardından ikisi de kendine geldi." Henchick ellerini kaldırdı, sonra yine indirdi. İşte bu kadar, der gibiydi.

Roland kapının tokmağını son bir kez yokladı. İki yöne doğru da kıpırdamıyordu. Ama küreyle...

"Haydi geri dönelim," dedi. "Akşam yemeği vaktinde pederin evinde olmak istiyorum. Bu da atların olduğu yere hızlı bir yürüyüş ve atlarla çabuk bir yolculuk anlamına gelir."

Henchick başını salladı. Gür sakalı yüzünün büyük kısmını kaplıyor, ifadesini gizliyordu, ama Roland, adamın rahatladığını anlayabilmişti. Kim ölmüş annesiyle babasının karanlıklardan yükselen suçlayıcı haykırışlarını duymaktan memnun oldurdu ki? Ölü dostların çığlıkları da vardı elbette.

"Konuşan alete ne oldu?" diye sordu Roland dönüş yoluna koyulduklarında.

Henchick omuz silkti. "Billeri biliyo musun?"

Piller. Roland başını salladı.

"Makine durmaksızın çalıştı. Ses sürekli aynı mesajı tekrarlıyo, Sesler Mağarası'na gitmemizi, bir adam, bir kapı ve bir mucize bulacağımızı söylüyodu. Bir de şarkı vardı. Bir kere pedere dinlettik, ağladı. O kısmı ona sormalısın zira hikâyede o bölüm ona ait."

Roland tekrar başını salladı.

"Sonra biller bitti." Henchick'in omuz silkisi makinelere, ilerleyip gj. den dünyaya, belki her ikisine birden duyduğu küçümsemeyi gösteriyordu. "Makineden çıkardık. Duracell biller. Sen Duracell'i biliyo musun, Silahşor?"

Roland başını iki yana salladı.

"Billeri Andy'ye götürüp tekrar şarj etmesinin mümkün olup olmadığını sorduk. Billeri alıp içine soktu ama çıkardığında yine eskisi gibi işe yaramazlardı. Andy üzgün olduğunu söyledi. Biz de teşekkürler dedik." Henchick yine aynı küçümseyici ifadeyle omuz silkti. "Makineyi açtık. Bir başka düğmeye basınca açıldı. İçinden dil çıktı. Şu uzunluktaydı." Henchick parmaklarını on santim kadar açtı. "Üzerinde iki delik vardı. İçinde de ipe benzer parlak kahverengi bir şey. Peder, onun bir 'kaset' olduğunu söyledi."

Roland başını salladı. "Beni mağaraya götürdüğün ve bildiklerini anlattığın için teşekkür ederim, Henchick."

"Yapmam gerekeni yaptım," dedi Henchick. "Sen de söz verdiğini yapacaksın, diil mi?"

Gilead'lı Roland başını salladı. "Tanrı bir galip seçsin."

"Evet, öyle deriz. Bizi daha önceden tanıyomuş gibi konuşuyosun." Duraksayıp Roland'a kurnazca baktı. "Yoksa sadece uyduruyo musun? Çünkü İyi Kitap'ı okuyan herkes kargalar yuvalarına dönene dek böyle konuşabilir."

"Bizi onlardan başka kimsenin duyamayacağı böyle bir yerde sana dalkavukluk etmeye kalkar mıyım sence?" Roland başıyla mağaranın karanlığını işaret etti. "Böyle düşünecek kadar aptal olmadığından eminim."

Yaşlı adam bir süre düşündükten sonra uzun parmaklı, eğri büğrü elini uzattı. "İyilikler seninle olsun, Roland. Bu dürüst ve güzel bir isim."

Roland sağ elini uzattı. Yaşlı adam uzanan eli sıktığındaysa en son istediği yerde derin bir sızı hissetti.

Hayır, henüz olmaz. Diğerinde başlamasın. Hâlâ bir bütün olan diğerinde.

"Belki Kurtlar bu kez hepimizi öldürür," dedi Henchick.

"Belki."

"Yine de seninle tanışmamız hayırlı oldu."

"Belki olmuştur," dedi Silahşor.

DOKUZUNCU BÖLÜM RAHİBİN HİKÂYESİNİN SONU (BULUNMAMIŞ)


1

"Yataklar hazır," dedi Rosalita Munoz geri döndüklerinde.

Eddie o kadar yorgundu ki kadının çok farklı bir şey söylediğini düşündü. Bahçedeki yabani otlan temizleme vakti, demişti belki. Ya da kilisede sizinle tanışmayı bekleyen elli altmış kişi var. Kim öğleden sonra üçte yataklardan bahsederdi ki?

"Hıı?" dedi Susannah dalgınca. "Ne dedin tatlım? Anlayamadım."

"Yataklar hazır," diye tekrarladı pederin yanında çalışan kadın. "Siz ikiniz, önceki gece yattığınız yerde uyuyacaksınız; genç soh da pederin yatağını alacak. İstersen Hantal Billy de seninle uyuyabilirmiş, Jake; peder öyle söylememi istedi. Kendisi söyleyecekti ama bugün hastalara vaaz günü." Son cümleyi gururla söylemişti.

"Yataklar," dedi Eddie. Hâlâ anlayamıyordu. Gün ortasında olduklarını, havanın kararmadığını görmek için etrafına bakındı. Güneş pırıl pırıl parlıyordu. "Yataklar mı?"

"Peder sizi dükkânda görmüş," dedi Rosalita. "Ve onca insanla konuştuktan sonra bir şekerleme yapmak isteyebileceğinizi düşünmüş."

Eddie sonunda anlamıştı. Belki hayatının bir noktasında birine bundan daha büyük bir minnet duymuş olabilirdi, ama o an kime, ne için duyduğunu hatırlamıyordu. Took'un dükkânının verandasındaki salıncaklı sandalyelerde otururlarken yanlarına ilk yaklaşanlar, kararsız, çekingen, küçük gruplardı. Ama kimsenin taşa dönmediğini veya kafasına bir kurşun yemediğini, üstüne üstlük kahkahaların yükseldiği keyifli bir konuşma olduğunu görünce diğerleri de hızla aralarına katılmıştı. Eddie damlalar sele dönüşünce halka mal olmuş biri olmanın nasıl bir şey olduğunu anladı. Ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu görmek onu şaşırtmıştı. Binlerce zor soruyla karşılarına geliyorlar ve basit cevaplar istiyorlardı. Silahşorların nereden geldiği ve nereye gideceği bu soruların başını çekiyordu. Sorulardan bazıları dürüstçe cevaplanacak türdendi, ama Eddie giderek daha politik cevaplar verdiğini ve arkadaşlarının da kendisiyle aynı durumda olduğunu fark etti. Tam olarak yalan sayılmazlardı, daha çok cevaba benzeyen küçük propaganda kapsülleri oldukları söylenebilirdi. Ayrıca herkes doğruca gözlerine bakılmasını ve içten gelerek Size yarasın, denmesini bekliyordu. Oy bile yorulmuştu. Defalarca okşanmış ve Jake'in yerinden kalkıp dükkâna girerek bir kâse su için Eben Took'a yalvarmasına sebep olacak kadar çok konuşması istenmişti. Adam Jake'e teneke bir kap vererek dükkânın önündeki yalaktan su alabileceğini söylemişti. Kasaba halkı bu basit işi yaptığı sırada bile Jake'in etrafını sarmıştı. Oy kaptaki suyu son damlasına kadar içmiş, Jake tekrar yalağa yöneldiğinde özel seyirci grubuna geri dönmüştü.


Sonuç olarak hayatlarının belki de en uzun beş saatini yaşamışlardı. Eddie ünlülerin yaşamına artık farklı bir gözle bakacağını biliyordu. Geçirdikleri yorucu beş saatin iyi tarafı, verandadan ayrılarak İhtiyar'ın evine dönmeden önce kasabada yaşayan hemen herkesle ve pek çok çiftçi, işçi ve çobanla konuşmuş olmalarıydı. Haber kulaktan kulağa büyük bir hızla yayılmıştı: dış dünyadan gelen yabancılar, Took'un dükkânının önündeki verandada oturuyordu ve isteyen onlarla konuşabilirdi.

Ve şimdi bu kadın, bu melek, yataklardan bahsediyordu.

"Ne kadar zamanımız var?" diye sordu Rosalita'ya.

"Peder saat dörtte burada olur," dedi kadın. "Ama altıdan önce yemeyiz, o da dinh'imz vaktinde gelebilirse. Sizi beş buçukta uyandırmama ne dersiniz? Böylece elinizi yüzünüzü yıkamak için vaktiniz olur. Size uyar mı?"

"Evet," dedi Jake ve ona gülümsedi. "İnsanlarla konuşmanın bu kadar yorucu olduğunu bilmezdim. Boğazı da kurutuyor."

Rosalita başını salladı. "Kilerde bir sürahi soğuk su var."

"Yemeği hazırlamana yardım edeyim," dedi Susannah ve hemen ardından kendini tutamayarak esnedi.

"Sarey Adams yardım edecek," dedi Rosalita. "Zaten çok teferruatlı bir yemek diil. Haydi şimdi gidin de dinlenin. Bitkin düşmüşsünüz, yüzünüzden belli oluyo."


2

Jake kilerdeki sürahiden kana kana su içtikten sonra Oy için bir kâseyi doldurdu ve Peder Callahan'ın yatak odasına götürdü. Orada olduğu (ve yanında Hantal Billy olduğu) için suçluluk duyuyordu, ama Callahan'ın dar yatağının örtüleri davetkâr bir şekilde açılmış, yastığı kabartılmış ve onu bekliyorlardı. Kâseyi yere koydu. Oy sessizce suyunu içmeye koyuldu. Jake üzerinde sadece yeni iç çamaşırları kalana dek soyundu ve yatağa uzanıp gözlerini kapadı.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin