Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə35/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   54

Callahan'm beynindeki alarm zilleri artık çılgınca ötüyor, neredeyse uluyordu Callahan geniş konferans salonuna ve salona hâkim olan uçtaki geniş pencereye baktı. Michigan Gölü muhteşem bir manzara teşkil ediyordu. Sevgili İsa ve Tanrı'nın Anası Meryem, diye düşündü. Nasıl bu kadar aptal olabildim? içeride on üç kişi olduğunu gördü. Üçü sığ adamlardı ama sağlıksız görünümlü yüzlerini, kırmızı gözlerini ve kadınsı, dolgun dudaklarını ilk kez bu kadar yakından görüyordu. Üçü de sigara içiyordu. Dokuzu Üçüncü Tip vampirdi. Salondaki on üçüncü kişinin üzerinde bir gömlek ve kravat vardı. Sığ adamların kıyafetiydi, ama zayıf yüzünde zekâ ve kara mizah yüklü tilki gibi bir ifade vardı. Kaşının üzerinde ne akıyor, ne depıhtıla-şıyormuş gibi görünen iri bir kan damlası vardı.

Tüyler ürpertici bir çıtırtı oldu. Callahan hızla dönünce Al ve Ward'un yere yığıldığını gördü. İçeri girdikleri kapının iki yanında on dördüncü ve on beşinci numaralar, bir sığ adam ve sığ kadın, ellerinde elektrik tabancalany-la duruyordu.

"Arkadaşlarınız iyi, Rahip Callahan."

Callahan tekrar hızla döndü. Alnında kan damlası olan adamdı konuşan. Altmış yaşlarında görünüyordu ama kesin bir şey söylemek güçtü. Gömleği cafcaflı bir sarı, kravatıysa kırmızıydı. İnce dudakları bir gülümsemeyle ayrılınca açları sivri dişleri ortaya çıktı. Bu Sayre, diye düşündük Callahan. Sayre ya da mektubu imzalayan her kimse o. Bu tuzağı kuran o.

"Ama sen pek iyi olmayacaksın," diye devam etti adam.

Sığ adamlar, ona bir tür donuk açgözlülükle bakıyordu: işte yanık pati-li, alnında yara izi olan köpekleri sonunda karşüanndaydı. Vampirler daha ilgili görünüyordu. Mavi amaları içinde neredeyse zıngır diyorlar di. Ve Callahan o an çınlamaları duymaya başladı. Bastırılıyormuşçasına cılızlardı ama yine de varlıkları inkâr edilemezdi. Onu çağırıyorlardı.

Sayre (ismi buysa tabi) vampirlere döndü. "Bu o," dedi önemsiz bir konuda konuşuyormuş gibi. "Amerika'nın bir düzine farklı versiyonunda sizlerden yüzlercesini öldürdü. Arkadaşlarım..." Sığ adamları gösterdi, "...izini bulamadı ama elbette bu arada daha az şüphelenen sıradan avların izlerini sürmeye her zaman yaptıkları gibi devam ettiler. Her neyse, işte artık karşı-mızda. Haydi, istediğinizi yapın. Ama onu öldürmeyin."

Callahan'a döndü. Alnındaki delik doluyor, dalgalanıyor ama asla damlamıyordu. Bu bir göz, diye düşündü Callahan. Kanlı bir göz İçinden bakan neydi? Ve neredeydi?

"Kral'm aramızdaki bu dostlarının hepsi de AİDS virüsü taşıyor," dedi Sayre. "Ne kastettiğimi anlıyorsundur herhalde, değil mi? Seni onun öldürmesine izin vereceğiz. Seni hem bu dünyada, hem de diğerlerinde oyundan sonsuza dek çıkaracak. Zaten bu oyun senin gibilere göre değil. Sahte rahiplere göre hiç değil."

Callahan hiç tereddüt etmedi. Ettiği takdirde kaybedeceğini biliyordu. Korktuğu AİDS değil, o iğrenç dudaklarını boynunda hissetmek, Lupe Del-gado'ya sokak arasında yaptıklarını gördüğü gibi emilmekti. Kazanamayacaklardı. Kat ettiği onca yoldan, çalıştığı onca işten, hapishane hücrelerinden, Kansas'ta sonunda içkiden kurtulmasından sonra kazanmalarına izin vermeyecekti.

Onlarla konuşup anlaşmaya çalışmadı. Bir görüşme olmadı. Konferans salonundaki dev gibi maun masanın sağ tarafından koştu. Sarı gömlekli adam hemen alarma geçerek bağırdı. "Yakalayın! Yakalayın onuF' Eller ceketine dokundu (bu hayırlı iş için Grand River Menswear'dan özellikle alınmıştı) ama yakalayamadılar. Cam kırılmayacak, çok kalın olmalı, intihara karşı önlem alınmıştır, kırılmayacak, diye düşünecek zamanı oldu... ve Barlow'un onu zehirli kanından içmeye zorlamasından sonra ilk kez Tan-rı'ya seslendi.

"Yardım et! Lütfen bana yardım et!" diye haykırdı Rahip Callahan ve omzunu ileri çıkararak pencereye daldı. Bir başka el, saçlarını yakalamak amacıyla başına uzandı ama boş kaldı. Cam kırılıp paramparça oldu ve

Callahan kendini aniden soğuk havada, uçuşan kar tanecikleri arasında buldu. Yine bu hayırlı iş için özellikle satın almış olduğu siyah ayakkabılarının arasından aşağı baktı ve Michigan Bulvan'nı gördü. Arabalar oyuncak, insanlar karınca gibi görünüyordu.

Onları hissedebiliyordu; Sayre, sığ adamlar ve kanını zehirleyerek onu oyundan sonsuza dek çıkarmaya niyetlenen vampirler. Kırık camın gerisinde toplanmış, inanmaz gözlerle ona baktıklarını her nasılsa biliyordu.

Bu beni oyundan tamamen çıkarıyor... değil mi, diye düşündü.

Sonra aklından bir çocuğun saflığıyla başka bir düşünce geçti: Bu benim son düşüncem. Bu veda.

Sonra düştü.
17

Callahan sustu ve neredeyse utanarak Jake'e baktı. "Hatırlıyor musun?" diye sordu. "Yani..." Boğazını temizledi. "Ölmeyi?"

Jake başını ciddi bir ifadeyle salladı. "Sen hatırlamıyor musun?"

"Yeni ayakkabılarımın arasından Michigan Bulvarı'na baktığımı hatırlıyorum. Kar taneciklerinin arasında duruyormuşum hissini hatırlıyorum. Sayre'ın arkamdan bir başka dilde haykırdığını da. Lanet okuyordu. O şekilde söylenen sözlerin başka bir anlamı olamaz. Korkuyor, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Son düşüncem buydu, Sayre'm korktuğu. Sonra karanlık oldu. Havada süzülüyordum. Çınlamaları duyuyordum ama çok uzaktan geliyor gibilerdi. Sonra yaklaştılar. Sanki korkunç bir hızla bana yaklaşmakta olan bir araca binmişlerdi.

"Bir ışık vardı. Karanlığın içinde bir ışık gördüm. Kübler-Ross ölüm deneyimini yaşadığımı sandım ve ışığa yöneldim. Parça parça olmuş bedenimle kanlar içinde Michigan Bulvarı'nda etrafıma birikmiş kalabalığın ortasında yatıyor olmadığım sürece nereye gittiğim önemsizdi. Gerçi bunun nasıl olabileceğini bilmiyordum. İnsanın bilinci otuz üç kat düştükten sonra açık kalamazdı.

"Çınlamalardan uzaklaşmak istiyordum. Şiddetleri giderek artıyordu. Gözlerim yaşarıyor, kulaklarım ağrıyordu.

"Işığa ulaşmalıyım, diye düşündüm ve kendimi ona doğru attım. Ben..."
18

Gözlerini açtı ama kokuyu daha gözlerini açmadan fark etmişti. Saman kokuşuydu ama çok zayıftı, neredeyse yok gibiydi. Saman kokusunun hayaleti olduğu söylenebilirdi. Peki ya o? Oda bir hayalet miydi?

Oturup etrafına bakındı. Ölüm sonrası buysa onun okuyup telkin ettiği de dahil olmak üzere dünyadaki tüm kutsal kitaplar yanlıştı. Çünkü cennette veya cehennemde değil, bir ahırdaydı. Yerde beyaza dönmüş eski saman çöpleri vardı. Tahta duvarlardaki çatlakların arasından içeri parlak ışık sızıyordu. Galiba karanlıkta görüp yöneldiği ışık buydu. Bu çöl ışığı, diye düşündü. Böyle düşünmesi için elle tutulur bir sebep var mıydı? Belki. Burun deliklerine çektiği hava kuruydu. Farklı bir gezegenin havasını içine çekmek gibiydi.

Belki gerçekten öyle, diye düşündü. Belki Ahiret Gezegeni'ndeyim.

Hem güzel, hem korkunç olan çınlamalar hâlâ devam ediyordu, ama artık iyice azalmış... azalmış... ve yok olmuştu. Sıcak rüzgârın hafif uğultusunu duydu. Ahşap duvarlardaki çatlaklardan içeri giren rüzgâr, yerdeki saman çöplerini havalandırdı. Çöpler kısa bir uçuşun ardından dans ederek tekrar yere düştü.

Bir başka ses duyuldu. Aritmik bir çarpma sesi. Bir tür makine olmalıydı. Ama iyi durumda olmadığı belliydi; motoru tekliyordu. Ayağa kalktı. Hava çok sıcaktı. Elleri ve yüzü bir anda terle kaplandı. Kendine şöyle bir baktı ve Grand River Menswear'dan aldığı yepyeni giysilerin üzerinde olmadığını gördü. Onlar yerine bir kot pantolon ve pek çok kez yıkandığı için rengi solmuş bir gömlek vardı. Ayaklarında, topukları aşınmış bir çift eski çizme vardı. Pek çok kilometre aşmış gibi görünüyorlardı. Eğilip bacaklarında kınklar olup olmadığını kontrol etti. Yok gibi görünüyordu. Sonra kollarını kontrol etti- İkisi de sağlamdı. Parmaklarını şıklatmayı denedi. Evet, yapabiliyordu.

Tüm hayatım bir rüya mıydı, diye düşündü. Gerçek bu mu? Buysa kimim ve burada ne yapıyorum?

Arkasındaki gölgelerden makinenin yorgun sesi duyuluyordu: TAK-tak-TAK-tak-TAK.

O tarafa döndü ve gördükleri karşısında yutkunmaktan kendini alamadı. Terk edilmiş ahırın ortasında bir kapı vardı. Herhangi bir duvara bağlı değildi, tek başına duruyordu. Menteşeleri vardı, ama görebildiği kadarıyla kapıyı sadece boşluğa bağlıyorlardı. Kapının üzerinde birtakım şekiller vardı. Okuyamıyordu. Anlamasına yardım edecekmiş gibi kapıya yaklaştı. Ve bir anlamda etti. Çünkü kapı tokmağının kristal olduğunu ve üzerine bir gülün işlendiğini gördü. Bunu Thomas Wolfe'un kitabında okumuştu: bir taş, bir gül, bulunamamış bir kapı; bir taş, bir gül, bir kapı. Taş yoktu ama belki şekiller o anlama geliyordu.

Hayır, diye düşündü. Kelime BULUNMAMİŞ. Belki taş benim.

Uzanıp kristal kapı tokmağına dokundu. Makinenin sesi, bu bir işaret-mişçesine (sigul diye geçirdi aklından) kesildi. Çok uzaklardan gelen, çok cılız çınlamaları duydu. Tokmağı çevirmeyi denedi, iki yöne de dönmüyordu. En ufak bir kıpırtı bile yoktu. Bir kayanın uzantısı gibiydi. Elini çektiğinde çınlamalar kesildi.

Arkasına geçtiğinde kapının yok olduğunu gördü. Geri döndü ve kapı tekrar belirdi. Kapının kalınlığının tam olarak belirip kaybolduğu noktaları görmek için etrafında üç tur attı. Ters yöne doğru birkaç tur daha attı. Yine aynıydı. Neler oluyordu?

Kapıya birkaç dakika boyunca düşünceli gözlerle baktıktan sonra düzensiz sesini duyduğu makineyi görmek için ahırın gerisine yürüdü. Bedeninde hiçbir ağrı yoktu. Otuz üçüncü kattan düştüyse, vücudu bunun henüz farkında değil gibiydi. Burası ne sıcaktı böyle!

Uzun zamandır boş duran at bölmelerinin önünden geçti. Eskiden beri orada duran bir saman yığınının yanında özenle katlanmış bir battaniye ve ekmek tahtasına benzer bir şey vardı. Üzerinde bir parça kuru et olduğunu gördü. Eti alıp koklayınca burnuna tuz kokusu geldi. Eti ağzına attı. Zehirlenmekten çekinmiyordu. Zaten ölü olan bir adam nasıl zehirlenebilirdi?

Eti çiğnerken etrafı keşfe devam etti. Ahırın gerisinde, sonradan akıl edilmiş de eklenmiş gibi görünen küçük bir oda vardı. Bu odanın duvarlarında da yarıklar vardı. Yarıklardan içeri bakınca beton bir altlık üzerinde duran makineyi gördü. Ahırdaki her şey eskilik kokuyor, çok uzun yıllardır oradaymış gibi görünüyordu. Ama bir süt sağma makinesine benzeyen bu alet yepyeniydi. Üzerinde ne pas, ne de toz vardı. Yaklaştı. Aletin bir tarafından krom bir boru çıkıyordu. Altında boşaltım borusu vardı. Etrafındaki çelik halka ıslak görünüyordu. Makinenin üzerinde küçük bir metal plaka vardı. Plakanın yanındaysa kırmızı bir düğme. Plakanın üzerinde şu yazı vardı:

LaMerk Endüstri

834789-AA-45-776019

BORUYU ÇIKARMAYINIZ

YARDIM İSTEYİNİZ

Kırmızı düğmenin üzerinde ON yazıyordu. Callahan düğmeye bastı. Yorgun ses tekrar duyuldu ve bir süre sonra krom borudan su akmaya başladı. Ellerini suyun altına götürdü. Su, sıcaktan aşırı ısınmış cildini uyuşturacak kadar soğuktu. Sudan içti. Ne tatlı, ne ekşiydi. Tat gibi şeyler muazzam derinliklerde unutulmalı, diye düşündü. Bu...

"Merhaba, rahip."

Callahan şaşkınca haykırdı. Elleri aniden yükseldi ve su damlacıkları, tahtaların arasından giren gün ışığında mücevherler gibi parladı. Çizmelerinin aşınmış topukları üzerinde hızla döndü. Odanın hemen dışında, başlıklı bir cüppe giymiş bir adam duruyordu.

Sayre, diye düşündü. Bu Sayre. Beni takip etti. O kahrolası kapıdan geçti ve...

"Sakin ol," dedi pelerinli adam. "Silahşor'un yeni dostunun söyleyeceği gibi, 'Motorları soğut.'" Bir sır verircesine, "Adı Jake ama kâhya kadın ona Bama diyor," dedi. Sonra aklına parlak bir fikir gelmiş birinin coşkusuyla, "Onu sana göstereyim!" dedi. "ikisini de! Belki çok geç değildir! Gel!" Elini uzattı. Cüppenin kol ağzından çıkan eli bembeyaz, uzun ve bir şekilde nahoştu. Balmumu gibi. Callahan ilerlemek için hiçbir girişimde bulunmayınca adam makul bir sesle konuştu. "Gel. Burada kalamazsın, biliyorsun. Burası sadece bir konaklama yeri. Kimse burada uzun süre kalmaz. Gel." "Kimsin sen?"

Cüppeli adam sabırsızca cık akladı. "Bunlar için zaman yok, rahip. İsimler, isimler, isimlerde ne var, demişti biri. Shakespeare miydi? Virginia Woolfmu? Kim hatırlayabilir ki? Gel de sana bir mucize göstereyim. Sana dokunmayacağım. Önünden yürüyeceğim. Bak!"

Arkasına döndü. Cüppesinin etekleri, bir gece elbisesi gibi uçuştu. Ahıra doğru yürüdü ve Callahan bir an sonra onu takip etti. Zaten pompa odası iyi değildi. Çıkışı yoktu. Ahınn dışında kaçma fırsatı bulabilirdi. Ama nereye?

Eh, vakti geldiğinde bunu görecekti.

Cüppeli adam, yanından geçerken boşlukta duran kapıyı tıklattı. "Şeytan kulağına kurşun! Tahtaya vur!" dedi neşeyle. Adam ahır kapısından giren dikdörtgen şeklindeki parlak gün ışığının aydınlığına vardığında Callahan sol elinde bir şey taşımakta olduğunu gördü. Otuz santim eninde, boyunda ve derinliğinde görünen bir kutuydu. Kapıyla aynı tahtadan yapılmış gibi görünüyordu. Ya da belki kapının tahtasının daha sert bir başka türün-dendi. Rengi daha koyuydu.

Cüppeli adamı dikkatle takip eden Callahan, o durduğu an durma niyetiyle ahınn dışına çıktı. Güneşin altında ısı daha da yoğundu. Death Valley'deki sıcağı andırıyordu. Ve evet, gerçekten de bir çöldeydiler. Bir tarafta harap bir bina vardı. Callahan binanın bir zamanlar bir han olduğunu tahmin etti. Ya da bir kovboy filminin terk edilmiş setiydi. Diğer tarafta çoğu direğin ve tahtanın devrilip düştüğü bir ağıl vardı. Onun ötesindeyse kayalık, Çorak arazi kilometrelerce uzanıyordu. Hiçbir şey yok...

Vardı! İki şey vardı! Ufukta hareket eden iki minik noktacık!

"Onları gördün! Gözlerin çok keskin olmalı, rahip!"

Cüppeli adam (cüppesi siyahtı ve başlığın altındaki yüzü seçilmiyordu) ondan yaklaşık yirmi adım ötede duruyordu. Callahan, adamın kıs kıs güldüğünü görebiliyordu. Balmumuna benzeyen ellerini olduğu gibi bunu da umursamadı. Kemiklerin üzerinde gezinen farelerin seslerini andırıyordu. Bu hiç mantıklı gelmiyordu ama...

"Kim onlar?" diye sordu Callahan. "Sen kimsin? Burası neresi?"

Siyahlı adam abartılı bir şekilde iç geçirdi. "Anlatacak çok şey var ama yeterince zaman yok," dedi. "Bana Walter diyebilirsin. Burası da, daha önce dediğim gibi bir konaklama yeri. Senin dünyan ile bir başkası arasında bir dinlenme noktası. Ah, çok uzaklara gittiğini sanıyordun, değil mi? O gizli otoyollar üzerinde durmaksızın ilerliyordun? Asıl yolculuğun şimdi başlıyor, rahip."

"Bana öyle hitap etmeyi kes!" diye bağırdı Callahan. Boğazı kupkuruydu. Güneşin yaydığı yoğun ısı, başının üzerinde bir ağırlık yaratıyor gibiydi.

"Rahip, rahip, rahip!" dedi siyahlı adam. Sesi huysuz ve alıngandı ama Callahan, adamın içten içe güldüğünü biliyordu. Bu adamın (eğer bir insansa) vaktinin çoğunun içten içe gülmekle geçtiğine dair bir fikre kapıldı. "Ah, pekâlâ uzatmaya gerek yok sanırım. Sana Don diyeceğim. Tamam mı?"

Ufuktaki noktacıklar, sıcak havanın dalgalanması yüzünden artık bir görünüyor, bir kayboluyordu. Yakında hiç görünmeyeceklerdi.

"Kim onlar?" diye sordu siyahlı adama.

"Asla karşılaşmayacağının neredeyse muhakkak olduğu insanlar," dedi siyahlı adam dalgınca. Başlığı hafifçe geriye kaydı ve Callahan bir anlığına balmumuna benzeyen bir burun ve bir gözün kenarını gördü. Koyu renk bir sıvıyla dolu bir kap gibiydi. "Dağların altında ölecekler. Orada ölmezlerse Batı Denizi'nin kıyısındaki şeylere yem olacaklar." Tekrar güldü. Ama...

Ama nedense artık kendinden o kadar emin görünmüyorsun, ahbap, diye düşündü Callahan.

"Diğerleri işe yaramazsa," dedi Walter. "Bu onları öldürür." Kutuyu havaya kaldırdı. Callahan çınlamaların uzaklardan gelen nahoş dalgalanmasını yine duydu. "Peki bunu onlara kim götürecek? Ka elbette. Ama k&'nın bile bir arkadaşa, bir ka-mai'_ye ihtiyacı var. O da sensin." "Anlamıyorum."

"Maalesef," dedi siyahlı adam üzgünce. "Ve benim de açıklama yapacak vaktim yok. Alice'deki beyaz tavşan gibi geç kaldım, geç kaldım, çok önemli bir randevuya geç kaldım. Beni takip ediyorlar, anlarsın ya. Ama ben geri dönüp seninle konuşmak zorundaydım. Çok meşgulüm, çok meşgulüm, çok! Şimdi yine önlerine geçmem lazım... başka türlü onları istediğim yere nasıl çekeceğim? Konuşmamız maalesef çok kı°a sürmek zorunda, Don. Ahıra dönüyoruz, amigo. Bir tavşan kadar hızlı!"

"Ya istemiyorsam?" Aslında ortada başka bir ihtimal yoktu. Oraya dönmeyi kesinlikle istemiyordu. Bu adamdan kendisini salıvermesini istese ve ufuktaki noktacıkların ardından gitse ne olurdu? Siyahlı adama, "Benim orada olmam gerek, ka dediğinin istediği de bu," dese? Cevabı bildiğini sanıyordu. Boşuna bir çaba olurdu.

Walter bunu doğrulamak istercesine, "Senin isteklerinin bir önemi yok," dedi. "Kral'ın istediği yere gidecek ve orada bekleyeceksin. Şu ikisi yolculukları sırasında ölecek olursa (ki öleceklerinden neredeyse eminim) seni gönderdiğim yerde huzurlu bir hayat yaşar, vaktin dolduğunda da muhtemelen sahte ama hiç şüphesiz memnuniyet verici bir kefaret hissiyle ölürsün. Ben toza dönüştükten çok sonra bile Kule'nin sana ait düzeyinde yaşamaya devam edeceksin. Bunun gerçekleşeceğine söz veriyorum, rahip. Çünkü kürede gördüm. Gerçekten! Gelmeye devam ederlerse... gideceğin yere varmayı ba-şanrlarsa... pek muhtemel değil ama sana ulaşabilirlerse onlara elinden geldiğince yardım edecek ve bu şekilde ölümlerine sebep olacaksın. Aklın karıştı, değil mi ? Eh, bunlar karışık işler."

Callahan'a doğru yürümeye başladı. Callahan bulunmamış kapının durduğu ahıra doğru geriledi. Oraya girmek istemiyordu ama başka seçeneği yoktu. "Uzak dur benden," dedi.

"Olmaz," dedi Walter, siyahlı adam. "Yapamam." Kutuyu, Callahan'a doğru kaldırdı. Aynı anda diğer eliyle kapağını kavradı.

"Yapma.!" dedi Callahan sertçe. Çünkü siyahlı adam kutuyu açmamalıydı. Kutunun içinde Callahan'ı kanını içmeye zorlayarak oyuncağından bıkmış şımarık bir çocuk gibi Amerika'nın iç içe geçmiş düzinelerce versiyonuna gönderen şeytani vampir Barlow'u bile dehşete düşürecek, çok korkunç bir şey vardı.

"Hareket etmeye devam edersen belki buna mecbur kalmam," dedi Walter alay edercesine.

Callahan ahırın küçük gölgesine doğru geriledi. Çok yakında yine içeride olacaktı. Başka çaresi yok gibiydi. Sadece bir taraftan görülebilen kapının bir ağırlık gibi beklediğini hissedebiliyordu. "Çok zalimsin!" diye bağırdı.

Gözleri irileşen Walter bir an için çok incinmiş göründü. Çok saçma geliyordu, ama adamın gölgelerdeki gözlerine bakan Callahan bu duygunun gerçek olduğunu görebiliyordu. Bu hissin kesinliği, o zamana dek yaşananların bir rüya veya kati ölümden önceki son safha olabileceğine dair beslediği son umudu da yok etti. Rüyalarda (en azından onunkilerde) kötü adamlar, korkunç düşmanlar asla böyle karmaşık hislere sahip olmazdı.

"Ben ka, Kral ve Kule beni nasıl yaptıysa öyleyim. Hepimiz öyleyiz. Hepimiz ağa yakalandık."

Callahan batıya yaptığı yolculuğu hatırladı: unutulmuş ambarlar, ihmal edilmiş günbatımları, uzun gölgeler, kendi tuzağını peşinde sürüklerken hissettiği hüzünle karışık neşe, etrafını sıkıca saran zincirlerin sesi tatlı bir melodiye dönüşene dek şarkı söylemesi...

"Biliyorum," dedi.

"Evet, bildiğini görebiliyorum. Haydi, yürümeye devam et."

Callahan artık ahır kapısına varmıştı. Eski saman kokusunun kalıntılarını bir kez daha hissetti. Detroit ulaşılamaz görünüyordu. Bir sanrıydı. Amerika 'ya dair sahip olduğu tüm diğer anılar da öyle.

"O şeyi açmazsan söylediğini yapacağım," dedi.

"Ne mükemmel bir rahipsin sen, rahip."

"Bana öyle hitap etmeyeceğine söz vermiştin."

"Sözler bozulmak içindir, rahip."

"Onu öldürebileceğini sanmıyorum," dedi Callahan.

Walter yüzünü buruşturdu. "Bu ka'nın bileceği iş, ben bilemem."

"Belki ka da değildir. Ya ka'dan da üstün bir varlıksa?"

Walter tokat yemiş gibi büzüldü. Kutsal olana saygısızlık ettim, diye düşündü Callahan. Ve galiba bunu yanlış kişi karşısında yaptım.

"Hiçbir şey ka'dan üstün değildir, papaz müsveddesi," dedi siyahlı adam tükürürcesine. "Ve Kale'nin tepesindeki oda boş. Boş olduğunu biliyorum."

Callahan, adamın neden bahsettiğini tam olarak anlamamasına rağmen hiç beklemeden, tereddütsüzce karşılık verdi. "Yanılıyorsun. Bir Tanrı var. Bekleyip her şeyi izliyor. O..."

Aynı anda pek çok şey meydana geldi. Dipteki su pompası, yorgunca gürültüler çıkararak çalıştı. Callahan'ın sırtı ağır kapının düzgün tahtasına dayandı. Siyahlı adam kutunun kapağını açtı ve ileri uzattı. O sırada cüppesinin başlığı geriye kaydı ve sansara benzer, soluk yüzü ortaya çıktı. (Sayre değildi ama Walter'm alnında da ne pıhtılaşan, ne de kanayan, bir yaraya benzer o kırmızı daire vardı.) Ve Callahan kutunun içindekini gördü: kırmızı kadife üzerinde Tanrı'nın gölgesinin dışında bir yerde büyümüş bir canava-nn gözü gibi duran Siyah On Üç. Kürenin sonsuz kudretini hisseden Callahan, çığlıklar atmaya başladı: Siyah On Üç onu herhangi bir yere veya hiçliğin en uzak, en kuytu köşesine gönderebilirdi. Kapı açıldı. Callahan, o panik anında bile (ya da paniğin hemen gerisinde bir yerlerde) kutuyu açmak, kapıyı açıyor, diye düşünebildi. Bir başka yere doğru sendeledi. Çığlıklar atan sesler duyuyordu. Biri Lupe'a aitti. Callahan'a onu neden ölüme terk ettiğini soruyordu. Bir diğeri Rowena Magruder'ın sesiydi. Ona diğer yaşamının bu olduğunu söylüyor, hoşuna gidip gitmediğini soruyordu. Ellerini kulaklarını kapama niyetiyle kaldırırken eski çizmeler içindeki ayaklan birbirine dolandı ve sırtüstü düşmeye başladı. Bir yandan da burasının cehennem olduğunu, siyahlı adamın onu cehenneme ittiğini düşünüyordu. Sansar suratlı adam, Kinde korkunç kürenin olduğu kutuyu havaya kalkan ellerinin arasına bı-raktı. Küre kıpırdıyordu. Görünmez yuvası içinde bir oyana bir buyana dönen bir göz gibiydi. Canlı, diye düşündü Callahan. Dünyaların ötesinden korkunç bir canavarın çalınmış gözü. Tanrım, ah Tanrım, beni görüyor.

Ama kutuyu aldı. Hayatta yapmak istediği son şey buydu ama kendine engel olamamıştı. Kapat onu, kapatman gerek, diye düşündü ama düşüyordu, kendi kendine çelme takmıştı (ya da siyahlı adam yapmıştı) ve döne döne düşüyordu. Aşağıda bir yerlerden geçmişine ait sesler yükseliyor, ona si-tem ediyordu (annesi Barlow'un ta İrlanda'dan alıp ona hediye ettiği haçı kırmasına nasıl izin verebildiğini soruyordu). İnanılmaz bir şekilde siyahlı adamın sesini duydu. Neşeyle bağırıyordu. "İyi yolculuklar, rahip!"

Callahan taş bir zemine çarptı. Zemin, küçük hayvanların kemikleriyk kaplıydı. Kutunun kapağı kapandı ve Callahan bir anlığına inanılmaz bir rahatlama duydu... ama sonra kapak yavaşça tekrar aralandı. "Hayır," diye fısıldadı Callahan. "Hayır, lütfen." Ama kutuyu kapatmayı başaramadı (tüm enerjisi boşalmış gibiydi) ve kapak kendi kendine kapanmadı. Siyah kürenin derinliklerinde küçük bir kırmızı noktacık belirdi ve büyüdü... büyüdü. Dehşet, Callahan'ın zihnini sardı ve buz gibi bir el kalbini sıkmaya başladı. Bu Kral, diye düşündü. Bu Kara Kule'deki odasından bakan Kızıl Kral'ın gözü. Ve beni görüyor.

"HAYIR!" diye haykırdı Callahan daha sonra çok seveceği Calla Bryn Sturgis'in kuzeyindeki vadide bir mağaranın kemiklerle kaplı zemininde yatarken. "HAYIR! HAYIR! BAKMA BANA! AH TANRI AŞKINA BAKMA

BANA!"


Ama göz bakmaya devam etti ve Callahan bu çılgınca bakışa tahammül edemeyerek bayıldı. Gözlerini tekrar üç gün sonra açacaktı ve yanında Manniler olacaktı.
19

Callahan onlara yorgunca baktı. Gece yarısı geçmiş ve Kurtlar'ın gelip çocukları götürmesine artık sadece yirmi iki gün kalmıştı. Elma suyunun bardağında kalan son iki yudumunu içti, mısır viskisiymiş gibi yüzünü buruşturdu ve boş bardağı masaya koydu. "Geri kalan kısmını biliyorsunuz. Henchick ve Jemmin beni buldu. Henchick kutunun kapağını kapattı ve böylece kapı da kapandı. Bir zamanlar Sesler Mağarası olan yer ise Geçit Mağarası adını aldı."

"Ya sen, peder?" diye sordu Susannah. "Sana ne yaptılar?"

"Beni Henchick'in kulübesine (Ara'sma) götürdüler. Gözlerimi açtığımda kendimi orada buldum. Eşleri ve kızları, baygın olduğum süre boyunca sırayla ağzıma tavuk suyu damlatarak beni beslemiş."

"Sırf meraktan soruyorum, kaç karısı vardı?" dedi Eddie.

"Üç ama her seferinde sadece biriyle ilişkiye girebiliyor," dedi Callahan dalgınca. "Sırası, yıldızlara ya da başka bir şeye bağlı. Bana çok iyi baktılar. Kasabada dolaşmaya başladım. O günlerde bana Yürüyen İhtiyar diyorlardı. Nerede olduğumu tam olarak kavrayamıyordum, ama önceki yolculuklarım beni bir anlamda buna hazırlamıştı. Manevi açıdan daha dayanıklı olmamı sağlamıştı. Tanrı biliyor ya bazı günler tüm bunları pencereden Michigan Bulvarı'na atlamamın ardından yere düşmemden önce geçen o bir iki saniye içinde yaşadığımı düşünüyordum. Zihnim, son bir harika sanrı hazırlayarak kendini ölüme hazırlıyor olabilirdi. Bazı günlerse Home ve Deniz Feneri'ndeyken en çok korktuğumuz şeyin başıma geldiğine inanıyordum. Yani gerçeklerden kopup sürekli sarhoşluk yaşamak. Belki küflü bir kliniğe kapatılmıştım ve tüm olanlar, hayal gücümün bir ürünüydü. Ama çoğunlukla her şeyi olduğu gibi kabul ediyordum. Ve hayal ürünü olsun, gerçek olsun, sonunda iyi bir yerde olmaktan mutluydum.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin