Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə5/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54

Eddie Dean pek çok açıdan Orta-Dünya'nın bir parçası haline gel-misti. Bazı özellikler öylesine doğal bir şekilde yerleşmişti ki kendisi de fark etmiyordu. Ama mesafeleri hâlâ tekerlek değil, kilometreler olarak düşünüyordu. Tahminlerine göre Jake'in kucağı çörek-toplarıyla dolhalde yanlarına dönmesinden sonra yirmi beş kilometre ilerlemişlerdi ki Roland mola vaktinin geldiğini duyurdu. Ormana girdikleri günden beri açtıkları gibi yolun ortasında konakladılar. Bu şekilde kıvılcımların ağaçlara sıçraması riski azalıyordu.

Roland ve Jake kampı kurarken Eddie ve Susannah yere düşen dallardan birer kucak topladı. Susannah tekerlekli sandalyesini asırlık ağaçların altındaki düzlükte kolaylıkla ilerletiyor, yerden aldığı dalları kucağına yerleştiriyordu. Eddie hafifçe mırıldanarak yanı başında yürüyordu.

"Soluna bak, canım," dedi Susannah.

Eddie bakınca uzaklarda minik bir turuncu pırıltı gördü. Bir kamp ateşi.

"Gizlenmekte pek iyi sayılmazlar, değil mi?"

"Öyle," dedi Susannah. "Aslına bakarsan onlar adına biraz üzülüyorum."

"Neyin peşinde olduklarına dair bir fikrin var mı?"

"I-ıh, ama galiba Roland haklı, hazır olduklarında bize geleceklerdir. Ya öyle olacak ya da istediklerinin bizde olmadığına karar verip peşimizi bırakacaklar. Haydi geri dönelim."

"Bir saniye." Eğilip yerden bir dal aldı, duraksadı, sonra bir tane daha aldı. Şimdi olmuştu. "Tamam," dedi.

Geri dönerlerken önce kendi kucağındaki dalları, sonra Susan-nah'nın topladıklarını saydı. On dokuzar taneydi.

"Suze," dedi kadın, ona döndüğünde. "Zaman yine ilerlemeye başladı."

Susannah, ona ne kastettiğini sormadı. Sadece başını salladı.

Eddie'nin çörek-toplarını yememe kararı fazla uzun sürmedi. Ro-land'ın aşınmış kesesinin içinde sakladığı (o ne kirli çıkıydı o) geyik yağında kızaran çörek-toplarının kokusu karşı konulmazdı. Eddie, Shar-dık'in yaşlı ormanında buldukları eski tabaklardan birine kendi payını aldı ve oburca yemeye koyuldu.

"Istakoz kadar iyi bunlar," dedi. Sonra kumsalda Roland'ın parmak-larını yiyen ıstanavarları hatırladı. "Yani Nathan'ın sosislileri kadar iyj demek istemiştim. Seninle dalga geçtiğim için üzgünüm, Jake."

Jake gülümsedi. "Boş ver. Fazla ileri gitmiyorsun zaten."

"Bir konuyu hatırlatmak isterim," dedi Roland. Gülümsüyordu. Bu günlerde çok daha sık gülümser olmuştu ama gözlerinde ciddi bir bakış vardı. "Beni dinleyin. Çörek-topları bazen çok canlı rüyalara sebep olur."

"Yani kafayı mı bulduruyorlar?" diye sordu Jake huzursuzca. Aklına babası gelmişti. Elmer Chambers hayatta pek çok ilginç şeyin keyfini ş. karmıştı.

"Kafayı bulmak mı? Ne demek istediğini..."

"Uçmak. Maymun olmak. Kafası güzelleşmek. Hayal görmek. Mes-kalin alıp o taş çemberin içine girdiğin zaman... o şey beni neredeyse inciteceği zaman olduğu gibi."

Roland hatırlayarak bir süre sessiz kaldı. Taş çemberin içinde hapsol-muş bir tür ifrit vardı. Jake Chambers'ı ölümüne becermeye niyetli bir ifrit. Sonunda Roland, onu konuşturmuştu. İfrit ise onu cezalandırmak için Susan Delgado'nun hayalini göndermişti.

"Roland?" Jake, ona endişeyle bakıyordu.

"Endişelenmene gerek yok, Jake. Düşündüğün şeye (bilinç değişimine veya algı artımına) yol açan mantarlar var, ama çörek-topları öyle değil. Bunlara zararsız meyveler gözüyle bakabilirsin. Rüyalarınız fazlaca canlı olursa kendinize rüya gördüğünüzü hatırlatın yeter."

Eddie bunun çok tuhaf bir konuşma olduğunu düşündü. Öncelikle, akıl sağlıkları için bu kadar hassas davranmak Roland'a göre değildi. Kelimeleri cömertçe harcamak da öyle.

Yeniden başladı ve o da bunu biliyor, diye düşündü Eddie. Zaman sadece bir mola vermişti, şimdi ilerlemeye devam ediyor. Oyun tekrar başladı

"Nöbet tutacak mıyız, Roland?" diye sordu Eddie.

"Bence gerek yok," dedi Silahşor ve kendine bir sigara sarmaya koyuldu.

"Tehlikeli olduklarını sanmıyorsun, değil mi?" dedi Susannah gözlerini ağaçların genel bir karanlık içinde kaybolmaya yüz tuttuğu ormana doğru çevirerek. Daha önce fark ettikleri turuncu pırıltı artık yoktu ama onları takip eden insanların hâlâ orada olduğu kesindi. Susannah, onları hissedebiliyordu. Oy'a dönüp onun da aynı yöne doğru baktığını görünce hiç şaşırmadı.

"Bırakalım bunu onlar düşünsün," dedi Roland.

"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu Eddie, ama Roland daha fazlasını söylemeye niyetli değildi. Bir parça geyik derisini yuvarlayarak ensesinin altına yerleştirdi ve yola uzandı. Karanlık göğe bakarak sigarasını tüttürmeye başladı.

Sonra, Roland'ın ka-tet'i uyudu. Bir nöbetçi bırakmamışlardı. Rahatsız edilmediler.
5

Rüyalar, aslında gerçekten rüya değillerdi. O gece gerçek anlamda orada olmayan Susannah dışında hepsi bunun farkındaydı.

Tanrım, tekrar New York'tayım, diye düşündü Eddie. Ve bu rüya değildi. New York'tayım. Bu gerçekten oluyor.

Öyleydi. New York'taydı. İkinci Cadde'de.

Tam o sırada Jake ve Oy, Elli Dördüncü Sokak'm köşesinden döndü. "Hey Eddie," dedi Jake sırıtarak. "Eve hoş geldin."

Oyun tekrar başladı, diye düşündü Eddie. Tekrar başladı.

İKİNCİ BOLUM NEW YORK KEŞMEKEŞİ
1

Jake zifiri karanlığa bakarak uykuya daldı; o gece hava bulutluydu, ne ay görünüyordu, ne yıldızlar. Uykuya dalarken korkuyla anımsadığı o tanıdık düşme hissini duydu: sözde normal bir çocuk olduğu önceki hayatında düştüğü rüyaları çok sık, özellikle de sınavları yaklaştığında görürdü ama bu rüyalar vahşi bir şekilde Orta-Dünya'da tekrar doğduğundan beri ortaya çıkmıyordu.

Sonra düşme hissi onu terk etti. Bir anlamda fazla güzel olan hafif bir çınlama duydu: üç notadan sonra insan durmasını istiyordu, bir düzine notanın ardındansa durmazsa öleceğini hissediyordu. Her çınlama kemiklerini titretiyor gibiydi. Havai müziği gibi, değil mi, diye düşündü. Aslında bu çınlamanın inceciğin uğursuz vızıltısıyla hiçbir ilgisi yoktu. Yine de bir şekilde akla aynı şeyleri getiriyorlardı.

Aynı.


Sonra, tam daha fazla tahammül edemeyeceğini düşündüğü sırada korkunç güzellikteki çınlama sona erdi. Kapalı gözlerinin ardındaki karanlık, aniden parlak kırmızıya döndü.

Gözlerini ihtiyatla açınca kuvvetli bir gün ışığıyla karşılaştı.

Ve bakakaldı.

New York'taydı.

Gün ışığı altında sapsarı parlayan taksiler hızla yanından geçiyordu. Kulaklık takmış walkman dinleyen ve 'ça-da-ba, ça-da-bum,' diye ritim tutan genç bir zenci, yaylanarak yürüyüp Jake'in yanından geçti. Bir delgi aletinin sesi, Jake'in kulak zarlarını dövüyordu. Çimento blokları, karşılıklı sıralanmış binalardan yankılanan bir gürültüyle bir kamyonun arkasına dolduruluyordu. Jake, Orta-Dünya'nın yoğun sessizliklerine farkında olmadan alışmıştı. Ama artık farkındaydı. Ve o sükûneti seviyordu. Yine de bu gürültüyle kargaşanın kendine has çekici bir tarafı vardı ve Jake bunu inkâr etmiyordu. New York keşmekeşine geri dönmüştü. Dudaklarının bir sırıtışla gerildiğini hissetti.

"Ake! Ake!" dedi alçak, korkulu bir ses.

Jake aşağı bakınca Oy'un kuyruğunu çevresine dolamış halde kaldı-nmın üzerinde oturmakta olduğunu gördü. Hantal Billy'nin ayaklarında minik kırmızı botlar yoktu ve Jake de kırmızı mokasenler giymiyordu (Tanrı'ya şükür) ama bu, pembe küre içinde Roland'ın Gilead'ına yaptıkları ziyarete çok benziyordu. Pek çok soruna ve kedere yol açan pembe küre içinde.

Bu kez küre yoktu... sadece uyumuştu. Ama bu bir rüya değildi. Gördüğü tüm rüyalardan daha yoğun, daha somuttu. Ayrıca...

Ayrıca insanlar Kansas City Blues adında bir barın solunda duran Jake ve Oy'un çevresinden dolaşıyordu. Jake bunu düşünürken bir kadın, siyah eteğini dizlerinin üzerine kaldırarak Oy'un üzerinden atladı. Meşgul ifadeli yüzünde (Ben kendi işine bakan bir başka New York'luyum işte, "U yüzden benimle uğraşma, diyordu o ifade Jake'e) hiçbir değişim olmamıştı.

Bizi görmüyorlar ama bir şekilde hissediyorlar. Ve bizi hissetmeleri, gerekten burada olduğumuz anlamına gelir.

Akla gelen ilk soru, 'neden'di. Jake bunu bir süre düşündükten son-a üzerinde durmamaya karar verdi. İçinde, cevabın kendiliğinden geleceğine dair bir his vardı. Bu arada hazır oradayken New York'un tadi^ çıkarmaması için hiçbir sebep yoktu.

"Gel, Oy," diyerek köşeyi döndü. Şehre alışık olmayan Hantal Billy Jake'e öylesine yakın yürüyordu ki çocuk hayvanın nefesini ayak bileğin. de hissedebiliyordu.

İkinci Cadde, diye düşündü. Ardından: Aman Tanrım...

Düşüncesini tamamlamadan Eddie Dean'in Barcelona valiz mağazası-nın önünde şaşkın bir halde durmakta olduğunu gördü. Yıpranmış kot pan. tolonu, geyik derisinden gömleği ve mokasenleriyle oraya ait olmadığı açıt ça görülüyordu. Uzun saçları temizdi, ama uzun zamandır berber elinin dokunmadığı belli oluyordu. Jake kendisinin de ondan pek farklı görünmüyor olduğunu düşündü; onun da üzerinde geyik derisinden bir gömlek ve önce Brooklyn'e, sonra Dutch Hill'e ve bir başka dünyaya gitmek üzere evden ayrıldığı gün giydiği Dockers pantolondan kalanlar vardı.

Kimsenin bizi görememesi iyi, diye düşündü Jake, ama sonra bunun doğru olmadığına karar verdi. İnsanlar onları görüyor olsaydı verecekleri bozukluklarla öğleden önce köşeyi dönerlerdi. Bu fikir onu gülümsetti. "Hey, Eddie," dedi. "Evine hoş geldin."

Sersemlemiş görünen Eddie başını salladı. "Bakıyorum arkadaşını da getirmişsin."

Jake uzanıp Oy'u sevgiyle okşadı. "O bir nevi benim American Express kartım. Onsuz eve gitmem."

Jake tam devam edecekti ki (kendini çok zeki, heyecanlı hissediyordu, söyleyecek pek çok ilginç şeyi var gibiydi) biri köşeyi döndü, onlara bakmadan yanlarından geçti (herkesin yaptığı gibi) ve her şeyi değiştirdi. Üzerinde Jake'inkine benzeyen bir Dockers olan bir çocuktu. Benziyordu çünkü Jake'indi zaten. O an üzerinde olan değildi ama onundu işte. Ayakkabıları da öyle. Jake'in Dutch Hill'de kaybettiği ayakkabılardı. Dünyalar arasındaki kapının bekçisi Sıva Adam ayağından çekip almıştı.

Yanlarından geçen çocuk John Chambers'dı, oydu. Ama bu Jake çok daha masum, yumuşak ve acı verecek kadar da genç görünüyordu. Nasi hayatta kalabildin, diye sordu eski kendisine. Aklını kaçırmanın, evden kaçmanın ve Brooklyn'deki o korkunç evin yarattığı zihinsel baskıya rudayandın? Tüm bunlar bir yana, Bekçi'den nasıl kurtuldun? Göründüğünden daha çetin ceviz olmalısın.

Eddie'nin yüzünde öyle komik bir ifade belirdi ki Jake kendini gülmekten alamadı. Çizgi romanlardaki aynı anda iki ayrı yöne bakmaya çalışan tiplere benziyordu. Aşağı bakınca Oy'un yüzünde de benzer bir ifade olduğunu gördü. Bu, her nasılsa durumu daha da komikleştiriyordu.

"Neler oluyor?" diye sordu Eddie.

"Anında tekrar gösterim," dedi Jake kahkahalarla gülerek. Kahkahası kulağa budalaca geliyordu ama aldırmıyordu. Kendini budala gibi hissediyordu. "Roland'ı Gilead'm Büyük Salon'unda izlediğimiz zaman gibi ama bu New York ve tarih de 31 Mayıs 1977! Evden kaçtığım gün. Anında gösterim, ahbap!"

"Gösterim...?" diye söze başladı Eddie, ama Jake ona devam etme fırsatı vermedi. Bir başka şeyi fark etmiş ve donakalmıştı. Aslında donakalmak kelimesi olanı tam anlamıyla ifade etmiyordu. Kendini, kumsalda dev bir dalganın altında kalıp ezilmiş gibi hissediyordu. Yüzü öylesine parladı ki Eddie bir adım geriledi.

"Gül!" diye fısıldadı. Kendini daha yüksek sesle konuşamayacak kadar güçsüz hissediyordu. Boğazı, bir avuç kum yutmuş gibi kupkuruydu. "Eddie, gül!"

"Ne olmuş ona?"

"Bu onu gördüğüm gün!" Uzanıp titreyen eliyle Eddie'nin koluna dokundu. "Önce kitapçıya... ardından boş arsaya gidiyorum. Galiba eskiden bir şarküteri varmış..."

Eddie başını sallıyordu. O da heyecanlanmaya başlamıştı. "Tom ve Jerry'nin Artistik Şarküteri'si. İkinci Cadde ve Kırk Altıncı Sokak'ın köşesi..."

"Şarküteri artık yok ama gül orada! Caddede yürüyen ben onu göre-KK biz de görebiliriz!"

Bunun üzerine Eddie'nin gözleri parladı. "Gel o halde," dedi. "Seni kaybetmesek iyi olur. Yani onu. Her kimse."

"Merak etme," dedi Jake. "Nereye gittiğini biliyorum."


2

Önlerindeki Jake (New York Jake, 1977 baharının Jake'i) önüne Çl. kan her şeyi inceleyerek, yavaşça yürüyor, her anını değerlendirmeye ça. lıştığı belli oluyordu. Orta-Dünya'lı Jake çocuğun o an ne hissettiğini çok iyi biliyordu: kafasının içindeki tartışan seslerin

(öldüm!) (ölmedim!)

sonunda kesilmesiyle duyduğu rahatlamaydı. Tahta çitin önünde bir Mark Cross kalemle oyun oynayan iki işadamının olduğu yerdeydi. Ve elbette Piper Okulu'ııdan ve Bayan Avery'nin İngilizce dersi için hazırladığı son kompozisyonun çılgınlığından kaçışın da etkisi vardı. Öğretmeninin daha sonra ödevi için ona A+ vermesi bu gerçeği değiştirmemiş, sadece kendisi olmadığını kanıtlamıştı; bütün dünya çıldırıyor, on dokuzlaşıyordu.

Tüm onların altından (kısa süreliğine de olsa) kurtulmak harika olmuştu. Elbette günün her anını değerlendirmeye çalışacaktı.

Ama o günde bir gariplik vardı, diye düşündü Jake -kendisinin peşinden yürüyen Jake. O günle ilgili bir şey...

Etrafına bakındı ama ne olduğunu çıkaramadı. Mayıs sonlarıydı, güneş pırıl pırıl parlıyordu, İkinci Cadde kalabalıktı, pek çok taksi vardı, ara sıra siyah bir limuzin görülüyordu; bunlarda hiçbir gariplik yoktu.

Ama vardı.

Her şey garipti.
3

Eddie, çocuğun kolunu çekiştirdiğini hissetti. "Burada ne gariplik var?" diye sordu Jake.

Eddie etrafına bakındı. Biraz uyum sorunu yaşıyordu (bu New York onun zamanından daha önceydi) ama Jake'in ne kastettiğini anlıyordu. Bir tuhaflık vardı.

Bir gölgesi olmayacağından neredeyse emin bir şekilde kaldırıma baktı. Hikayelerdeki, on dokuz masaldaki çocuklar gibi gölgelerini kaybetmişlerdi. Ya da belki daha yeni bir şeydi; Aslan, Cadı ve Gardırop veya Peter Pan? Modern On Dokuzlar denebilecek bir hikâye?

Fark etmiyordu. Zira gölgeleri vardı.

Ama olmamalıydılar, diye düşündü Eddie. Bu karanlıkta gölgelerimizi göremememiz gerekir.

Aptalca bir fikirdi. Karanlık değildi ki. Tanrı aşkına, daha sabahtı, parlak bir mayıs sabahıydı. Geçen arabaların krom aksamından ve İkinci Cad-de'nin doğu yakasındaki mağazaların vitrin camlarından yansıyan gün ışığı, insanın gözlerini kısmasına sebep olacak kadar parlaktı. Yine de Eddie'ye karanlıkmış gibi geliyordu. Sanki tüm gördükleri kırılgan bir yüzeyden ibaretti. Bir sahnenin gerisindeki perde gibi. Ve sahne, New York'tu.

Evet, onun gibi bir şeydi. Ama bu perdenin ardında kulis veya çalışma alanı yoktu. Sadece soluk kesen yoğun bir karanlık vardı. Roland'ın Kule'sinin yerle bir olduğu sonsuz bir ölü evren.

Lütfen yanılıyor olayım, diye düşündü Eddie. Lütfen bu sadece bir tür kültür şoku veya bildik korkular olsun.

Ama öyle olduğunu sanmıyordu.

"Buraya nasıl geldik?" diye sordu Jake'e. "Kapı yoktu..." Sesi hafifledi, sonra umutla sordu. "Belki gerçekten bir rüyadır?"

"Hayır," dedi Jake. "Pembe kürede yaptığımız yolculuğa benziyor. Ama bu kez küre yok." Ani bir fikirle sarsıldı. "Müzik duydun mu? Çınlama? Tam buraya gelmeden önce?"

Eddie başını salladı. "Boğucuydu. Gözlerimi yaşarttı."

"Evet," dedi Jake. "Kesinlikle."

Oy bir yangın musluğunu kokladı. Küçük dostları tek bacağını kaldı-nP kalabalık mesaj panosuna kendi notunu bırakırken Eddie ve Jake du-mP bekledi. Önlerinde diğer Jake (Yetmiş Yedi'deki Çocuk) hâlâ yavaş adımlarla yürüyor, etrafını inceliyordu. Eddie, çocuğun Michigan'dan gelmiş bir turiste benzediğini düşündü. Başını kaldırıp gökdelenlere bile akıyordu. Eddie, New York Kinizm Kurulu'nun bunu yaparken yakalanan insanların Bloomingdale'in kartını aldığı fikrine kapıldı. Ama şikâyet ediyor değildi, bu şekilde çocuğu izlemek daha kolaydı.

Eddie tam bunu düşünürken Yetmiş Yedi'deki Çocuk kayboldu.

"Nereye gittin? Tanrım, nereye kayboldun?"

"Sakin ol," dedi Jake. (Ayaklarının dibindeki Oy yankıladı, "Ol!") Çocuk sırıtıyordu. "Kitapçıya girdim. Adı... şey... Manhattan Zihin Lokantası."

"Çuf-Çuf Charlie ve bilmece kitabını aldığın yer mi?"

"Evet."


Eddie, Jake'in yüzündeki şaşkın, büyülenmiş gülümsemeye bayılıyordu. Sanki çocuğun yüzünü aydınlatıyordu. "Dükkânın sahibinin ismini söylediğimde Roland ne kadar heyecanlanmıştı, hatırlıyor musun?"

Hatırlıyordu. Manhattan Zihin Lokantası'nın sahibinin ismi Calvin Tower'di.

"Çabuk ol," dedi Jake. "İzlemek istiyorum."

İkilemesine gerek yoktu. Eddie de izlemek istiyordu.


4

Jake, kitapçının kapısının eşiğinde durdu. Gülümsemesi tamamıyla silinmese bile hafifledi.

"Ne oldu?" diye sordu Eddie. "Sorun nedir?"

"Bilmiyorum. Değişik bir şey var galiba. Sadece... belki buraya gelişimden beri çok fazla şey yaşandığı için..."

Vitrindeki kara tahtaya bakıyordu. Eddie bunun kitap satmak için çok zekice bir yöntem olduğunu düşünmüştü. Küçük lokantaların girişinde veya balık pazarlarında görülebilecek türde bir tahtaydı.

GÜNÜN SPESİYALİTELERİ

Mississippi'den! Yağda kızarmış William Faulkner

Pazar Fiyatına İndirimli Ciltli Kitaplar

Taze Kütüphane Kitapları - Her biri 75c

Maine'den! Soğutulmuş Stephen King ' Pazar Fiyatına İndirimli Ciltli Kitaplar Kitap Kulübü Fırsatları Tanesi 75c'e Ciltsizler

California'dan! Kaynamış Raymond Chandler

Pazar Fiyatına İndirimli Ciltli Kitaplar

7 Ciltsiz Kitap 5 dolar

Tahtanın gerisine bakan Eddie diğer Jake'in (yanık tenli olmayan ve gözlerinde keskin bir bakış bulunmayan) alçak bir masanın önünde durduğunu gördü. Çocuk kitaplarına bakıyordu. Muhtemelen aralarında On Dokuz Masal ve Modern On Dokuz da vardı.

Kes şunu, dedi kendi kendine. Bunu saplantı haline getiriyorsun ve sen de bunun farkındasın.

Belki, ama Yetmiş Yedi'deki Jake, hayatlarını değiştirecek (ve muhtemelen kurtaracak) bir seçim yapmak üzereydi. On dokuz rakamı için daha sonra endişelenirdi. Hatta becerebilirse hiç endişelenmezdi.

"Gel," dedi Jake'e. "İçeri girelim."

Çocuk isteksiz görünüyordu.

"Sorun ne?" diye sordu Eddie. "Endişelendiğin buysa Tower bizi göremez."

"Tower göremeyebilir," dedi Jake. "Ama ya o görebiliyorsa?" Diğer Jake'i, henüz Bıçakçı, Tik Tak Adam ve Nehir Geçidi'nin yaşlı insanlarıyla tanışmamış çocuğu gösterdi. Henüz Mono Blaine'i ve Cöos'lu Rhea'yı da tanımıyordu.

Jake, Eddie'ye merakla bakıyordu. "Ya kendimi görebilirsem?"

Eddie bunun mümkün olabileceğini düşündü. Kahretsin, her şey mümkün olabilirdi. Ama bu, içindeki hissi değiştirmiyordu. "Bence içeri girmemiz gerekiyor, Jake."

"Evet..." dedi Jake içini çekerek. "Biliyorum."
5

İçeri girdiler, kimse onları görmedi ve Eddie, çocuğun baktığı masada yirmi bir kitap olduğunu görünce rahatladı. Ama elbette Jake seçtiği iki kj. tabı alınca (Çuf-Çuf Charlie ve bilmece kitabı) geride on dokuz tane kalacaktı.

"Bir şey bulabildin mi, evlat?" diye sordu yumuşak bir ses. Yakası açık beyaz bir gömlek giymiş, şişman bir adamdı. Arkasındaki eski tezgâhın gerisinde üç yaşlı adam kahve içip kurabiye yiyordu. Mermer tezgâhın üzerinde bir satranç takımı vardı. Oyun yarım kalmıştı.

"En arkada oturan adam Aaron Deepneau," diye fısıldadı Jake. "Bana Samson nakkındaki bilmeceyi açıklayacak."

"Şşş!" dedi Eddie. Calvin Tower ve Yetmiş Yedi'deki Jake arasında geçen konuşmayı dinlemek istiyordu. Birdenbire çok önemli görünmüştü... ama içerisi neden bu kadar karanlıktı?

Ama karanlık değil. Caddenin doğusu günün bu saatinde epey güne\ alır. Kapı açık, içerisi aydınlık. Karanlık olduğunu nereden çıkardın?

Çünkü bir anlamda öyleydi. Gün ışığı (gün ışığının tersi) durumu daha da beter ediyordu. Karanlığı göremiyor olduğu gerçeği çok daha kötüydü... ve Eddie bir şeyi fark etmişti: bu insanlar tehlikedeydi. Tower, Deepneau, Yetmiş Yedi'deki çocuk. Muhtemelen kendisi, Orta-Dünyalı Jake ve Oy da öyle.

Hepsi.
6

Jake diğer (daha genç) Jake'in gözlerinin şaşkınlıkla irileşmesini ve dükkânın sahibinden bir adım gerileyerek uzaklaşmasını izledi. Çünkü isminin Tower olduğunu öğreniyorum, diye düşündü Jake. Beni şaşırtan o. Ama sebebi Roland'ın Kale'si değil, (henüz ondan haberim yoktu) ödevimin son sayfasına koyduğum resim.

Son sayfaya Pisa Kulesi'nin bir fotoğrafını yapıştırmış, sonra da siyah pastel boyayla baştan aşağı karalamıştı.

Tower, ona ismini sordu, Yetmiş Yedi'deki Çocuk cevap verdi ve kısa bir süre sohbet ettiler. Tatlı bir sohbetti. Çocuklara hoşgörü gösteren erişkinlerin çocuklarla yaptığı sohbet türünden bir şeydi.

"İyi isim, evlat," diyordu Tower.

"Kovboy romanlarındaki gezgin kahramanların ismine benziyor. Wayne D. Overholser'ın yazdıklarından biri mesela..."

Jake eski haline bir adım daha yaklaştı (bir parçası, tüm bu olanların Saturday Night Live programında harika bir skeç olabileceğini söylüyordu) ve gözleri hafifçe irileşti. "Eddie!" Hâlâ fısıldıyordu. Oysa kitapçıdaki insanların onları duyamayacağını...

Ama belki bir şekilde duyuyorlardı. Elli Dördüncü Sokak'taki kadını hatırladı; eteğini kaldırıp Oy'un üzerinden atlamıştı. Şimdi de Calvin To-wer'in bakışları, diğer Jake'e dönmeden önce bir anlığına üzerlerine çevrilmişti.

"Gereksiz ilgi çekmesek iyi olur," diye mırıldandı Eddie kulağının dibinde.

"Biliyorum," dedi Jake. "Ama Çuf-Çuf Charlie'ye bak Eddie!"

Eddie baktı ve bir an için hiçbir şey görmedi... Charlie hariç elbette: farlardan oluşan gözleri ve insanı huzursuz eden sıntışıyla Charlie. Sonra Eddie'nin kaşları yükseldi.

"Çuf-Çuf Charlie'yi Beryl Evans adında bir kadının yazdığını sanıyordum," diye fısıldadı.

Jake başını salladı. "Ben de öyle."

"O halde bu..." Eddie tekrar baktı. "...Claudia y Inez Bachman kim?"

"Hiçbir fikrim yok," dedi Jake. "Adını ilk kez duyuyorum."


7

Tezgâhın arkasındaki yaşlı adamlardan biri sarsak adımlarla onlara doğru yürüdü. Eddie ve Jake oradan biraz uzaklaştı. Eddie o sırada aniden ürperdi. Jake'in yüzü kâğıt gibi olmuştu ve Oy, alçak sesle korkuyla mliyordu. Burada bir terslik olduğu muhakkaktı. Bir anlamda gölgelerini kaybetmişlerdi. Eddie sadece nasıl olduğunu bilmiyordu.

Yetmiş Yedi'deki Çocuk cüzdanını çıkarmış, aldığı iki kitabın para-sim ödüyordu. Keyifli, kısa bir konuşma ve gülüşmelerin ardından kapıya yöneldi. Eddie, çocuğun arkasından gitmeye yeltenmişti ki, Orta-Dünyah Jake kolunu sıkıca kavradı. "Hayır, henüz değil. Geri geliyorum."

"Umurumda değil, buradan çıksak iyi olacak. Kaldırımda bekleye. lim," dedi Eddie.

Jake dudağını kemirerek bunu bir süre düşündü ve sonunda başım salladı. Kapıya yöneldiler ve diğer Jake içeri girerken yana çekildiler. Bil-meçe kitabı açıktı. Calvin Tower satranç takımının başına dönmüştü. Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle çocuğa döndü.

"Kahve konusunda fikrini mi değiştirdin, batının hızlı kahramanı?"

"Hayır, size sormak istediğini..."

"Bu, Samson'ın bilmecesiyle ilgili bölüm," dedi Orta-Dünyalı Jake. "Fazla bir önemi olduğunu sanmıyorum. Ama Deepneau denen adam çok güzel bir şarkı söylüyor. Belki dinlemek istersin."

"Almayayım," dedi Eddie. "Haydi."
Dışarı çıktılar. İkinci Cadde'de hâlâ bir yanlışlık hissi vardı (sahnenin gerisindeki, hatta gökyüzünün gerisindeki sonsuz karanlık hissi) ama yine de Manhattan Zihin Lokantası'ndan iyiydi. En azından dışarıda temiz hava vardı.

"Bak ne diyeceğim," dedi Jake. "Haydi hemen İkinci Cadde'yle Kırk Altıncı Sokak'ın kesiştiği yere gidelim." Başını Aaron Deepneau'nun şarkısını dinleyen diğer Jake'e doğru salladı. "Ben bize yetişirim."

Eddie bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı.

Jake'in suratı biraz asıldı. "Gülü görmek istemiyor musun?"

"Hem de nasıl," dedi Eddie. "Görmeye can atıyorum."

"Öyleyse..."

"Buradaki işimizin henüz bitmediğini hissediyorum. Sebebini bilmiyorum ama öyle."

Jake (Yetmiş Yedi'deki) tekrar içeri girdiği sırada kapıyı aralık bırakmıştı. Eddie içeri girdi. Aaron Deepneau, Jake'e daha sonra Mono Blaine karşısında şanslarını deneyecekleri bir bilmece soruyordu: ilerleyen ama yürümeyen, ağzı olan ama konuşmayan şey nedir? Bu arada Orta-Dünyalı Ja- dikkatini tekrar vitrindeki kara tahtaya çevirmişti (Yağda Kızarmış Willi-paulkner, Kaynamış Raymond Chandler). Yüzünde şüphe ve endişe dolu bir ifade belirdi.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin