Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə53/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   54

Kasaba tarafından gelen şarkı sesleri yaklaştı. Kaldırdıkları toz artık görülebiliyordu. Kadınlar ve erkekler yol üzerinde sarmaş dolaş olmuştu. Biri, Margaret'ın kopuk kafasını Eisenhart'tan almaya çalıştı ama adam ondan ayrılmaya henüz hazır değildi.

Eddie, Jake'in yanına gitti.

"Yıldız Savaşları'm hiç görmedin, değil mi?" diye sordu.

"Hayır, sana söylemiştim. Seyredecektim ama..."

"Film gösterilmeye başlamadan oradan ayrıldın, biliyorum. O ellerinde savurdukları şeyler... Jake, onlar o filmdendi."

"Emin misin?"

"Evet. Ve Kurtlar... Jake, Kurtlar..."

Jake başını yavaşça sallıyordu. Kasabadan gelen insanları artık görebiliyordu. Gelenler çocukları (bütün çocukları, sağlıklı ve güvende olduklarını) görünce çılgınca bağırmaya, neşeyle tezahürat etmeye başladılar. En öndekiler, çocuklara doğru koşmaya başladı. "Biliyorum."

"Biliyor musun?" diye sordu Eddie. Gözleri neredeyse yalvarıyordu. "Gerçekten? Çünkü... Tanrım, o kadar çılgınca ki..."

Jake yol üzerinde yığınlar halinde yatan Kurtlar'a baktı. Yeşil başlıklarına. Gri tozluklarına. Diş göstererek sırıtan, çürüyen maskelerine. Eddie çürüyen maskelerden birini çekip altında ne olduğuna bakmıştı. Maskelerin altında pürüzsüz metalden bir surat, göz vazifesi gören lensler, hiç şüphesiz burun fonksiyonlarını yerine getiren yuvarlak bir tel ağ ve şakaklarında iki mikrofon vardı.

"Çılgınca ya da değil, ne olduklarını biliyorum, Eddie. Ya da en azından nereden geldiklerini. Marvel çizgi romanlarından."

Eddie'nin yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi. Eğilip Jake'in yanağına bir öpücük kondurdu. Çocuğun yüzünde minik bir gülümseme belirdi. Fazla bir şey değildi ama en azından bir başlangıçtı.

"Örümcek Adam çizgi romanları," dedi Eddie. "Küçükken onları okumaya doyamazdım."

"Ben satın almıyordum," dedi Jake. "Ama Orta-Şehir Kulvarla-rı'ndaki Timmy Mucci, Marvel çizgi romanlarının hastasıydı. Örümcek Adam, Fantastik Dörtlü, Hulk, Yüzbaşı Amerika, hepsi. Bu robotlar..."

"Dr. Doom'a benziyor," dedi Eddie.

"Evet," dedi Jake. "Tam olarak değil, eminim maskeleri Kurtlar'a benzemeleri için biraz değiştirilmiş ama onun dışında... aynı yeşil başlıklar ve pelerinler. Evet, Dr. Doom."

"Ve sneetch'ler," dedi Eddie. "Harry Potter'ı duymuş muydun?"

"Sanmıyorum. Ya sen?"

"Hayır. Ama sana sebebini söyleyeyim; sneetchleı gelecekten. Belki 1990 veya 1995'te çıkan bir Marvel çizgi romanından. Ne söylemeye çalıştığımı anlıyor musun?"

Jake başını salladı.

"Her şey, on dokuz, değil mi?"

"Evet," dedi Jake. "On dokuz, doksan dokuz ve bin dokuz yüz doksan dokuz."

Eddie etrafına bakındı. "Suze nerede?"

"Muhtemelen sandalyesine gitmiştir," dedi Jake. Ama onlar Susannah Dean'in nerede olduğuna daha fazla kafa yoramadan (ve zaten artık çok geç kalmışlardı) kasabadan gelenler yanlarına vardı. Eddie ve Jake, sevinçten çılgına dönmüş bir insan selinin ortasında kaldı. Sarılıyorlar, ellerini sıkıyorlar, öpüyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, durmaksızın teşekkür ediyorlardı.


21

Rosalita, kasabadan gelen kalabalığın yanlarına varmasından on dakika sonra gönülsüzce Silahşor'un yanına geldi. Roland, onu gördüğüne çok sevinmişti. Eben Took, onu kolundan yakalamış, Telford ile ne Y dar yanıldıklarını, çok büyük bir hata yaptıklarını, dükkânının Roland ve ka-tet'inm emrinde olduğunu, onları baştan aşağı donatacağını ve bir kuruş bile almayacağını söyleyip duruyordu.

"Roland!" dedi Rosa.

Roland izin isteyip Took'un yanından ayrıldı ve Rosa'yı kolundan tutarak yolun biraz yukarısına götürdü. Kurtlar'ın her yana saçılmış cesetleri, neşeyle kahkahalar atan kasaba ahalisince merhametsizce yağmalanıyor, geride kalanlar çarpışma alanına birer birer ulaşıyordu.

"Ne oldu, Rosa?"

"Hanımınız," dedi Rosa. "Susannah."

"Ne olmuş ona?" diye sordu Roland. Kaşlarını çatarak etrafına bakındı. Susannah'yı göremiyor, onu en son ne zaman gördüğünü hatırlaya-mıyordu. Jake'e sigarayı verdiğinde miydi? O kadar uzun zaman önce miydi? Galiba. "Nerede?"

"Sorun da o," dedi Rosa. "Bilmiyom. Belki dinlenmeye gitmiştir diye buraya geldiği arabanın içine baktım. Belki kendini iyi hissetmiyodur diye. Ama orada diil. Ve Roland... sandalyesi de yok."

"Tanrılar!" dedi Roland yumruğunu bacağına indirerek. "Of, tanrılar!"

Ürken Rosalita, bir adım geriledi.

"Eddie nerede?" diye sordu Roland.

Kadın işaret etti. Eddie tebrik eden kadın ve adamların arasına öylesine gömülmüştü ki, ağzı kulaklarına varan Heddon Jaffords'u omuzlarına almış olmasaydı Roland, onu fark edemeyecekti.

"Onu rahatsız etmek istediğinden emin misin?" diye sordu Rosa utangaçça. "Belki Susannah kendini toparlamak için biraz uzaklaşmak istemiştir."

Biraz uzaklaşmak, diye düşündü Roland. Kalbini z;firi karanlığın sardığını hissedebiliyordu. Buz gibi bir elin sıktığı kalbini. Evet, Susannah gerçekten de biraz uzaklaşmıştı. Ve Roland yerini kimin aldığını biliyordu. Savaşın ardından hissettikleri, Jake'in yoğun kederi, tebrik eden ahali, coşkulu kutlamalar ve şarkılar dikkatlerini dağıtmıştı ama bu bir mazeret olamazdı.

"Silahşorlar!" diye kükredi ve neşeli kalabalık anında sus pus oldu. Dikkatle baksaydı, mutluluk ve rahatlama dolu ifadelerinin hemen gerisindeki korkuyu görebilirdi. Bu onun için yeni bir şey olmazdı; tabanca taşıyan usta nişancılar bu insanları daima korkuturdu. İşleri görüldükten sonra onlara son bir yemek, belki de son kez sıcak bir yatak sunmak, sonra uğurlayıp huzurlu, basit yaşamlarına dönmek isterlerdi.

Eh, diye düşündü Roland. Yakında gideceğiz, evet. Hatta içimizden biri gitti bile. Tanrılar!

"Silahşorlar! Yanıma gelin!"

İlk gelen, Eddie oldu. Etrafına bakındı. "Susannah nerede?"

Roland kayalık yamaçları ve vadileri işaret ederek tepelerin birinin üzerindeki kara deliği gösterdi. "Sanırım orada," dedi.

Eddie Dean'in yüzü bir anda kireç gibi oldu. "Geçit Mağarası'nı gösteriyorsun, değil mi?" diye sordu.

Roland başını salladı.

"Ama küre... Siyah On Üç... Callahan'ın kilisesindeyken yanına yaklaşmak bile istememişti..."

"Doğru," dedi Roland. "Ama o Susannah'ydı. Şimdiyse kontrol bir başkasının elinde."

"Mia mı?", diye sordu Jake.

"Evet." Roland soluk mavi gözlerini mağaraya dikmişti. "Mia çocuğunu doğurmaya gitti. Bebesini doğuracak."

"Hayır," dedi Eddie. Uzanıp Roland'm gömleğini yakaladı. Kasabalılar etraflarını sarmış, sessizce izliyordu. "Öyle olmadığını söyle, Roland."

"Peşinden gidecek ve geç kalmadığımızı umut edeceğiz," dedi Roland.

Ama içinden bir ses, geç kaldıklarım söylüyordu.

SON SÖZ GEÇİT MAĞARASI
1

Hemen harekete geçtiler, ama Mia onlardan hızlıydı. Madenlere giden yolun çatallandığı noktanın bir buçuk kilometre ilerisinde tekerlekli sandalyeyi buldular. Kadın güçlü kollarıyla sandalyeyi engebeli yolda ilerletmiş ama sonra bir kayaya çarpmış ve sol tekerlek hasar görmüştü. Yamuk tekerlekle daha fazla ilerleyememiş, sandalyeyi orada bırakmıştı. O engebeli yolda bu kadar ilerlemiş olması bile bir mucizeydi.

"Kahrolası commala," dedi Eddie sandalyeye bakarak. Sandalyenin her tarafı çizilmiş, bazı yerleri göçmüştü. Sonra başını kaldırdı ve ellerini ağzının iki yanına götürerek haykırdı. "Savaş onunla, Susannah! Mücadeleyi bırakma! Geliyoruz.1" Sandalyeyi bir kenara itip diğerlerinin gelip gelmediğine bakmadan yürümeye başladı.

"Mağaraya kadar çıkamaz, değil mi?" diye sordu Jake. "Yani... bacakla-n yok..."

"İnsan çıkamayacağını düşünüyor, değil mi?" dedi Roland ama yüzünde karanlık bir ifade vardı. Ve topallıyordu. Jake bu konuda bir şey söyleyecek oldu ama vazgeçti.

"Oraya niçin gitmek istesin?" diye sordu Callahan. Roland ona soğukça baktı. "Başka bir yere gitmek için," dedi. "O kadarını tahmin edebilirsin, elbette. Haydi."


2

Roland patikanın dikleşmeye başladığı noktada Eddie'yi yakaladı. Genç adam, ilk seferinde omzunu silkerek Roland'ın elinden kurtuldu. İkincisinde (gönülsüzce) dönerek dinh'ine baktı. Roland, Eddie'nin gömleğinin kanlanmış olduğunu gördü. Acaba Benny'nin kanı mıydı? Yoksa Margaret'ın mı? Belki ikisinin birdendi.

"Eğer oradaki Mia'ysa, belki bir süreliğine onu yalnız bırakmak en iyisi," dedi Roland.

"Delirdin mi sen? Kurtlar'la savaşmak vidalarını mı gevşetti?"

"Onu rahat bırakırsak işini bitirip gidebilir." Roland söylerken bile sözlerinden şüphe duymuştu.

"Evet," dedi Eddie, ona alev alev yanan gözlerle bakarak. "İşini bitirecektir, elbette. Önce çocuğunu doğuracak, sonra da karımı öldürecek."

"Bu intihar olur."

"Yine de yapabilir. Peşinden gitmeliyiz."

Roland nadiren teslim olur, ama gerektiğinde geri çekilmesini bilirdi. Eddie Dean'in solgun yüzündeki sert, kararlı ifadeye dikkatle baktı. "Pekâlâ," dedi. "Ama dikkatli olmamız gerek. Bizimle savaşacak, gerekirse öldürmekten çekinmeyecektir. Belki hepimizden önce seni öldürmeye çalışacak."

"Biliyorum," dedi Eddie. Yüzünde kasvetli bir ifade vardı. Patikanın yukarısına baktı ama dört yüz metre kadar sonra yamacın güneyine doğru döndüğü için gerisi görülmüyordu. Patika, bulundukları tarafa mağaranın ağzının hemen altında geri dönüyordu. Görebildiği kadarıyla kimse yoktu, ama bu hiçbir şeyi kanıtlamazdı. Mia her yerde olabilirdi. Hatta belki mağaraya bile gitmemişti. Tekerlekli sandalye, Roland'ın Kurtlar'ı

tuzağa düşürmek için yola serpiştirttiği eşyalar gibi bir aldatmaca olabilirdi.

Buna inanmıyorum. Calla'nın bu bölgesinde milyonlarca fare deliği var. Onlardan birine saklandığına inanırsam...

Callahan ve Jake, onlara yetişmişti. Eddie'ye bakıyorlardı.

"Haydi," dedi Eddie. "Kim olduğu umurumda değil, Roland. Dört sağlam adam, bacakları yarım bir kadını yakalayamayacaksa silahlarımızı bırakıp çiftçiliğe başlayalım derim."

Jake hafifçe gülümsedi. "Çok duygulandım. Az önce bana adam dedin."

"Fazla sevinme, Gün ışığı. Haydi gidelim."


3

Eddie ve Susannah birbirlerini karıkoca olarak görür, öyle kabul ederlerdi, ama Eddie henüz bir fırsatını bulup bir taksiyle Cartier'ye gidememiş, ona bir alyans ve elmas bir yüzük alamamıştı. Bir zamanlar oldukça güzel bir lise sınıf yüzüğü vardı ama on yedi yaşına bastığı yaz onu Coney Island'da, kumsalda kaybetmişti. Ama Eddie, Batı Denizi'nde başlayan yolculukları sırasında ahşap oymadaki yeteneğini tekrar keşfetmiş ("minik kıç yontucusu," derdi yüce keş, ulu bilge) ve sevdiği kadına sünger kadar hafif ama bir o kadar da güçlü söğüt ağacından güzel bir yüzük oymuştu. Susannah bu yüzüğü bir deri şeride geçirerek boynuna asmış ve o günden beri de hiç çıkarmamıştı.

Hâlâ deri şeride takılı olan yüzüğü, patikada buldular. Eddie yüzüğü yerden alıp bir süre sert bir ifadeyle baktıktan sonra deri şeridi başından geçirip gömleğinin içine soktu.

"Bakın," dedi Jake.

Patikanın biraz ötesini gösteriyordu. Otların üzerinde bir iz vardı. İnsan izi de değildi, hayvan izi de. Eddie'ye bir çocuğun üç tekerlekli bisikletini hatırlatan üç çizgi vardı. Neler oluyordu?

"Haydi," dedi ve bu sözcüğü Susannah'nın gidişini fark etmesinden beri kaç kez söylemiş olduğunu merak etti. Öyle söylemeye devam ederse onu takip etmeyi daha ne kadar sürdüreceklerini de merak etti. Önemi yoktu gerçi. Eddie, ona kavuşana veya ölene dek yoluna devam edecekti. Bu kadar basitti. Onu en çok korkutan, bebekti... Mia'nın bebe dediği yaratık. Ya doğduğu an ona saldırırsa? İçinden bir ses, bunun gerçekleşme ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu söylüyordu.

"Eddie," dedi Roland.

Eddie omzunun üzerinden geriye baktı ve Roland'ın o sabırsızlık belirten hareketini yaptı: yola devam edelim.

Roland izleri işaret etti. "Buradan bir tür motor geçmiş."

"Motor sesi duydun mu?"

"Hayır."

"Öyleyse bilemezsin."

"Ama biliyorum," dedi Roland. "Biri ya da bir şey, ona binmesi için bir araç göndermiş."

"Bunu bilemezsin, kahrolası!"

"Andy, onun için bir araç bırakmış olabilir," dedi Jake. "Biri ona bırakmasını söylediyse."

"Böyle bir şey yapmasını ona kim söylemiş olabilir?" diye sordu Eddie çatlak bir sesle.

Finli, diye düşündü Jake. Finli o'Tego, o her kimse. Ya da belki Walter. Ama bir şey söylemedi. Eddie zaten yeterince üzgündü.

"Gitti," dedi Roland. "Kendinizi buna hazırlayın."

"Sen git kendini becer!" diye hırladı Eddie ve patikayı tırmanmaya devam etti. "Haydi!"
4

Ama Eddie, Roland'ın haklı olduğunu içten içe biliyordu. Geçit Ma-ğarası'na giden patikayı umutsuz bir kararlılıkla tırmanmaya devam etti. İri kayanın düşüp yolun büyük bir kısmını kapladığı yerde terk edilmiş bir

araç buldular. Hâlâ hafif bir vızıltıyla çalışan aracın üç şişme lastiği ve elektrikli bir motoru vardı. Eddie, aleti Abercrombie & Fitch'de satılan havalı arazi araçlarına benzetti. Hızı ve fren sistemi elle kontrol ediliyordu. Eğilerek sol fren pedalının üstündeki çelik plakadaki yazıyı okudu:

"SQUEEZIE-PIE" FRENLERİ, KUZEY MERKEZ POZİTRONİK

Selenin arkasında küçük bir kutu vardı. Eddie kutunun kapağını açtı ve tarlaşanların favori içeceği olan Nozz-A-La'lardan altılık bir paket olduğunu görünce hiç şaşırmadı. Teneke kutulardan biri, plastik halkadan çıkarılmıştı. Mia susamış olmalıydı elbette. O hızla hareket etmek inşam susatırdı. Özellikle de doğum yapıyorken.

"Bu alet nehrin karşısındaki yerden gelmiş," diye mırıldandı Jake. "Dogan'dan. Arka tarafa gitmiş olsaydım bunu orada park edilmiş halde görecektim. Sayıları muhtemelen bir düzine kadar olacaktı. Bahse girerim aşağıya Andy bırakmıştır."

Eddie söylenenin mantıklı olduğunu kabul etmek zorundaydı. Do-gan'm bir tür karakol olduğu çok açıktı. Muhtemelen Gök Gürültüsü'nün şimdiki nahoş sakinlerinin gelmesinden çok daha uzun bir süre önceden beri oradaydı. Bu, engebeli arazilerde devriyeye çıkmak için son derece uygun bir araçtı.

Eddie bulunduğu yerden, tabak ve kurşunlarla Kurtlar'ı yendikleri alanı görebiliyordu. Doğu Yolu'nun o bölümü öylesine kalabalıktı ki Ed-die'nin aklına Macy's Şükran Günü Alayı geldi. Bütün Calla oradaydı, kutlamalar son sürat devam ediyordu ve Eddie o an her birinden ölesiye nefret ediyordu. Karım siz korkak piç kurulan yüzünden gitti, diye düşündü. Aptalca ve nezaketsizce bir düşünceydi, ama nefretle yanan kalbini biraz olsun tatmin etmişti. Stephen Crane'in, okulda okudukları şiirinde ne deniyordu? "Hoşuma gidiyor, çünkü acı ve kalbimde." Bunun gibi bir şeydi.

Roland terk edilmiş, hafifçe vızıldayan aracın yanında duruyordu. Eğer Silahşor'un gözlerinde gördüğü sempatiyse (veya daha da kötüsü, merhamet), Eddie, onu istemiyordu.

"Haydi, çocuklar. Onu bulalım."


5

Geçit Mağarası'nın derinliklerinden yükselerek onları karşılayan ses, Eddie'nin hiç görmediği bir kadına aitti ama sesi duyar duymaz kim olduğunu anladı.

"Ona yetişemedin, seni geri zekâlı sersem!" diye haykırdı Cöos'lu Rhea karanlığın içinden. "Doğum yapmak için başka bir yere gitti! Yamyam bebeğinin doğar doğmaz anasını apış arasmdan başlayarak midesine indireceğinden hiç şüphem yok!" Tüyler ürperten, korkunç bir kahkaha attı. "Bu bebek meme emen cinsten değil, salak! Bu, et peşinde!"

"Kapa çeneni!" diye bağırdı Eddie karanlığa. "Kapa çeneni seni... seni lanet olası hayalet!"

Hiçbiri beklemiyordu ama ses gerçekten de kesildi.

Eddie etrafına bakındı. Tower'in kahrolası ilk basım kitaplarının durduğu sandık oradaydı ama yan tarafında ORTA-DÜNYA KULVARLARI yazan metal-örgü pembe çanta ve oymalı kutu yoktu. Menteşeleri hiçbir yere bağlı olmayan bulunmamış kapı hâlâ oradaydı ama tuhaf bir şekilde donuk bir görünümü vardı. Sadece bulunmamış değil, hatırlanmamış gibiydi; ilerleyip gitmiş dünyadan geri kalan bir başka işe yaramaz parça.

"Hayır," dedi Eddie. "Hayır, bunu kabul etmiyorum. Güç hâlâ burada. Güç hâlâ burada."

Roland'a döndü ama Silahşor, ona bakmıyordu. İnanılmazdı ama Roland kitapları inceliyordu. Sanki Susannah'yı aramak onu sıkmış, vakit geçirmek için daha ilginç bir şey arıyordu.

Eddie, onu omzundan yakalayarak kendine çevirdi. "Ne olmuş, Roland? Biliyor musun?"

"Ne olduğu çok açık," dedi Roland. Callahan yanına gelmişti. Sadece Geçit Mağarası'na ilk kez gelen Jake, girişte kalmıştı. "Tekerlekli sandalyesi üzerinde mümkün olduğunca ilerledi, sonra patikanın başladığı noktaya kadar emekledi. Biri (muhtemelen Jake'in söylediği gibi Andy) patikanın başlangıcında onun için bir araç bırakmıştı."

"Slightman'sa geri dönüp onu ellerimle geberteceğim."

Roland başını iki yana salladı. "Slightman değildi." Ama mutlaka bundan haberi vardı, diye düşündü. Muhtemelen fark etmeyecekti, ama havada kalmış noktalar, onu duvardaki eğri bir çerçeve gibi rahatsız ederdi.

"Hey, biraderim, sana bunu söylemek istemezdim ama fahişen öldü. Çok üzgünüm," diye seslendi Henry Dean mağaranın derinliklerinden. Ama sesi üzgün değil, son derece neşeliydi. "Kahrolası yaratık, onu mideye indirdi! Durduğu tek an, beynini yemeden önce dişlerini tükürmek içindi!"

"Kes sesini!" diye bağırdı Eddie.

"Beyin en zengin besindir, bilirsin," dedi Henry. Bir öğretmen edasıyla konuşmuştu. "Yamyamların en kutsal saydığı yiyecektir. Ne bebe ama, Eddie! Pek şirin, bir o kadar da aç."

"Tanrı aşkına yeter artık," diye haykırdı Callahan ve Eddie'nin ağabeyinin sesi kesildi. En azından o an için tüm sesler sustu.

Roland sözleri hiç kesilmemiş gibi devam etti. "Buraya geldi. Çantayı aldı. Siyah On Üç'ün kapıyı açması için kutuyu açtı. Bunları yapan Susannah değil, Mia. Hiçliğin kızı. Sonra kapağı açık olan kutuyu yanına alarak kapıdan geçti. Diğer tarafta, kutunun kapağını ve dolayısıyla kapıyı kapattı. Bize kapıyı kullanma şansı bırakmadı."

"Hayır," dedi Eddie ve kapının gül şeklindeki kristal tokmağını kavradı. Tokmak iki yöne de dönmüyor, hiçbir şekilde oynamıyordu.

Elmer Chambers karanlığın içinden konuştu. "Daha hızlı davranabil-seydin arkadaşını kurtarabilirdin, evlat. Hepsi senin suçun." Sonra yine sustu.

"Bu gerçek değil, Jake," dedi Eddie ve parmağının ucunu güle sürttü. Elini geri çektiğinde, parmak ucunun tozlanmış olduğunu gördü. Sanki

bulunmamış kapı asırlardır kullanılmamıştı. "Sadece kafanın içindeki en kötü düşünceleri alıp yayınlıyor."

"Senden hep nefret ettim, salak!" diye bağırdı Detta kapının gerisindeki karanlıktan muzaffer bir edayla. "Senden kurtulduğuma ne kadar seviniyorum, bir bilsen!"

"Bunun gibi," dedi Eddie başparmağıyla sesin geldiği yönü göstererek.

Solgun ve düşünceli görünen Jake başını salladı. Bu arada Roland, Tower'in kitap sandığına geri dönmüştü.

"Roland?" Eddie sesindeki öfkeyi gizlemeye, en azından bir nebze alaycılık katmaya çalıştı ama ikisini de beceremedi. "Canını mı sıkıyoruz?"

"Hayır," dedi Roland.

"O halde kitaplara bakmayı bıraksan ve kapıyı açmak için bir yol ara-sak nasıl..."

"Nasıl açılacağını biliyorum," dedi Roland. "İlk soru şu: küre olmadan bizi nereye götürecek? İkinci soru ise nereye gitmek istediğimiz. Mia'nın peşinden mi gideceğiz yoksa Tower ve arkadaşının Balazar ve arkadaşlarından saklandığı yere mi?"

"Susannah'nın peşinden gideceğiz!" diye bağırdı Eddie. "Seslerin söylediği bokları duymadın mı? Bebeğin.yamyam olduğunu söylüyorlar! Karım şu an yamyam bir canavar doğuruyor olabilir ve hiçbir şey bundan daha önemli ola..."

"Kule daha önemli," dedi Roland. "Ve bu kapının diğer tarafında bir yerde Tower isminde bir adam var. Malum gülün bulunduğu malum arsanın sahibi."

Eddie, ona kararsızca baktı. Jake ve Callahan da öyle. Roland tekrar kitap sandığına döndü. Karanlık mağaranın içinde garip görünüyordu.

"Ve bu kitaplar ona ait," dedi Roland düşünceli bir ifadeyle. "Onları kurtarmak için her şeyi riske attı."

"Evet çünkü takıntılı pisliğin teki."

"Ancak her şey ka'ya hizmet eder ve Işm'ı takip eder," dedi Roland ve sandıktan bir kitap aldı. Eddie kitabın yüzüstü konduğunu görmüş, bunun Calvin Tower'dan hiç beklenmeyecek bir davranış olduğunu düşünmüştü.

Roland yara izleriyle dolu, derisi sertleşmiş elleriyle kitabı tuttu. Kime vereceğine karar vermeye çalışıyor gibiydi. Önce Eddie'ye, sonra Cal-lahan'a baktı ve kitabı Jake'e uzattı.

"Bana ön tarafta ne yazdığını oku," dedi. "Sizin dünyanızın kelimeleri başımı ağrıtıyor. Baktığımda görebiliyorum ama gördüklerimi zihnimde anlamlandırmakta zorlanıyorum."

Jake, Silahşor'un söylediklerini dinlemiyor gibiydi. Bakışları, kitabın kapağındaki resme mıhlanmıştı. Küçük bir kilisenin günbatımındaki gö-rüntüsüydü. Bu arada Callahan loş mağaranın ortasındaki kapıyı incelemek üzere Jake'in yanından geçip gitmişti.

Çocuk sonunda başını kaldırdı. "Ama Roland... bu, Peder Calla-han'ın bize anlattığı kasaba değil mi? Vampirin haçını kırdığı ve ona zorla kanını içirdiği kasaba?"

Callahan hızla ona döndü. "Ne?"

Jake tek kelime etmeden kitabı adama uzattı. Callahan kitabı çocuğun elinden kaparcasına aldı.

"Korku Ağı," diye okudu başlığı. "Bir Stephen King romanı." Önce Eddie'ye, sonra Jake'e baktı. "Bu yazarı duymuş muydunuz? Benim zamanımdan olduğunu sanmıyorum."

Jake başını iki yana salladı. Eddie de aynı hareketi yapacaktı ki bir şey gördü. "O kilise," dedi. "Calla'nm Toplantı Salonu'na benziyor. Hatta ikizmiş gibi tıpatıp aynısı olduğu bile söylenebilir."

"1819'da inşa edilen Doğu Stoneham Metodist Toplantı Salonu'na da benziyor," dedi Callahan. "Yani bu kez üçüzlerle karşı karşıyayız." Ama sesi, kendi kulaklarına bile çok uzaktan geliyormuş gibiydi. Mağaranın derinliklerinden gelen sesler gibi boştu. Birden kendini sahte gibi hissetti. Gerçek değilmiş gibi. On dokuz gibi.
6

Bu bir şaka, diye uyardı onu beyninin bir köşesi. Bir şaka olmalı. Kitabın üzerinde bir roman olduğu belirtiliyor, yani...

Sonra aklına bir fikir geldi ve yüreğine su serpildi. Şartlı bir rahatlamaydı ama hiç yoktan iyiydi elbette. İnsanlar bazen gerçek mekânlarla ilgili uydurma hikâyeler yazabilirdi. Evet, böyle olmalıydı. Olmak zorundaydı.

"Yüz on dokuzuncu sayfaya bak," dedi Roland. "Birazını okuyabildim ama hepsini anlayamadım. Tam olarak değil."

Callahan sayfayı bulup yüksek sesle okudu:

"'Eğitiminin ilk günlerinde rahip...'" Sesi kesildi ve gözleri süratle diğer satırları taramaya başladı.

"Devam et," dedi Eddie. "Sen etmezsen ben okurum, peder."

Callahan yavaşça devam etti.

'"Rahip Callahan'm bir arkadaşı, ona gördüğü an dehşetle karışık kahkahalara boğulmasına neden olan, elişinden, küfür içeren bir goblen vermişti ama aradan yıllar geçtikçe üzerindeki yazı, daha az küfürlü ve daha doğru görünmeye başlamıştı: Tanrım, bana değiştiremeyeceklerimi oldukları gibi kabul edebilmem için HUZUR, değiştirebileceklerim için AZÎM ve çok fazla sıçıp batırmamam için BOL ŞANS ver. Eski İngilizce yazının arka planında doğmakta olan bir güneş vardı.

'"Danny Glick'in... Danny Glick'in yas tutan sevenlerinin karşısında dururken o eski söz... o eski söz aklına geldi.'"

Kitabı tutan eli sarktı. Jake vaktinde davranıp yakalamasaydı kitap yere düşecekti.

"Sende vardı, değil mi?" diye sordu Eddie. "O goblen sende vardı."

"Frankie Foyle vermişti," dedi Callahan. Sesi güçlükle duyulabilen bir fısıltıdan ibaretti. "Enstitüdeyken. Ve Danny Glick... cenaze törenini ben yönetmiştim, sanırım bunu size de söyledim. Her şey o zaman bir şekilde değişmeye başlamış gibi gelmişti. Ama bu bir roman! Romanlar kurgudur! Nasıl... nasıl olabilir..." Sesi aniden yükselip kahrolası bir ulumaya dönüştü. Roland, Callahan'ın sesinin mağaranın derinliklerinden yükselen seslere benzediğini düşündü. "Lanet olsun, ben GERÇEK BİR İNSANIM!"

"İşte vampirin haçını kırdığı bölüm," dedi Jake. "'Sonunda birlikteyiz!'" dedi Barlow gülümseyerek. "'Yüz hatları güçlü, zekâ dolu ve yakışıklıydı ama ışık artınca yüzü...'"

"Yeter," dedi Callahan donukça. "Başımı ağrıtıyor."

"Yüzü sana küçükken dolabında saklanan öcüyü hatırlatmış, öyle diyor," dedi Jake. "Bay Flip."

Callahan'ın yüzü, bir vampirin kurbanı olmuşçasına bembeyaz kesilmişti. "Bay Flip'i kimseye, anneme bile anlatmadım. Bay Flip o kitapta olamaz. Mümkün değil."

"Ama var," dedi Jake.

"Şunu bir açıklığa kavuşturalım," dedi Eddie. "Sen çocukken bir Bay Flip vardı ve Barlow adındaki Birinci Tip vampirle karşı karşıyayken aklına o gelmişti. Doğru mu?"


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin