Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə9/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   54

"Kaplumbağa'nın sesi," diye nazikçe ekledi Susannah.

"Evet, Kaplumbağa ve Işın," dedi Jake. "Muhtemelen ikisi aynı şey. Ve bu ses ona, her ne pahasına olursa olsun orayı elinde tutmasını söylüyor." Eddie'ye baktı. "Sence gülden haberi var mı? Ara sıra gidip ona balayor mu-

"Bir tavşan ormana sıçar mı?" dedi Eddie. "Elbette bakıyor. Elbette biliyor. Bir seviyede bilmesi gerekiyor. Çünkü Manhattan'da köşede bir arsa... öyle bir yer ne kadar eder, Susannah?"

"Benim zamanımda bir milyon papel ederdi sanırım," dedi Susannah. "1977'de ne kadar ettiğini Tanrı bilir. Üç mü? Beş?" Omuz silkti. "Sai Tower'in hayatı boyunca zararına kitap satmasına yetecek kadar. Tabi anaparayı dikkatli bir yatırımla değerlendirmesi koşuluyla."

"Her şey, adamın satmaya ne kadar isteksiz olduğunu gösteriyor," dedi Eddie. "Suze da Sombra'nın yüz bin dolar karşılığında ne kadar az şey elde ettiğini belirtti zaten."

"Ama bir şey elde ettiler," dedi Roland. "Hem de çok önemli bir şey-"

"Kapının aralığına ayaklarını koydular," dedi Eddie.

"Doğru söyledin. Şimdi de kendi dünyalarının Büyük Tabut Avcıla-rı'nı gönderiyorlar. Sert adamları. Eğer Tower araziyi ihtiyaç ve açgözlülük yüzünden satmazsa, istediklerini korkutarak elde etmeyi deneyecekler."

"Evet," dedi Jake. Peki Tower'in yanında kim duracaktı? Belki Aaron Deepneau. Belki hiç kimse. "Peki ne yapacağız?"

"Biz satın alacağız," dedi Susannah.


5

Bir süre şaşkın bir sessizlik oldu, sonra Eddie düşünceli bir ifadeyle başını salladı. "Tabi ya, neden olmasın? Sözleşmede Sombra Şirketi'nin üstün imtiyaza sahip olduğu yazmıyor -muhtemelen denediler, ama Tower yanaşmadı. Yani evet, biz satın alabiliriz. Sence kaç geyik derisi ister? Kırk? Elli? Çok iyi pazarlık ederse belki Eski İnsanlar'dan kalıntılar verebiliriz. Tabaklar, ok başları falan. Kokteyl partilerde konu malzemesi olurlar."

Susannah, ona sitemkâr gözlerle bakıyordu.

"Tamam, belki o kadar da komik değil," dedi Eddie. "Ama gerçekler-le yüzleşmeliyiz, hayatım. Bir başka gerçeklikte kamp kurmuş bir avuç çulsuz hacıyız. Burasının artık Orta-Dünya olduğunu sanmıyorum."

"Ayrıca," dedi Jake özür dilercesine. "Gerçekten orada bile değildi^ En azından kapılardan geçtiğimizde olduğumuz gibi değildik. Bizi hissettiler ama esas olarak görünmezdik."

"Her sorunu teker teker ele alalım," dedi Susannah. "Konu paraysa, bende çok var. Yani ulaşmayı başarırsak."

"Ne kadar?" diye sordu Jake. "Bunun kaba bir soru olduğunu biliyorum... annem birine böyle sorduğumu duysa fenalaşırdı ama..."

"Nezaket kuralları için endişelenecek noktayı çoktan geçtik," dedi Susannah. "İşin aslı, ben de tam olarak bilmiyorum, canım. Babam diş kaplamayla ilgili birkaç yeni yöntem geliştirmişti. Holmes Diş Endüstrisi adında bir şirket kurdu ve mali tarafını 1959'a kadar çoğunlukla kendisi idare etti."

"Mort'un seni trenin önüne ittiği sene," dedi Eddie.

Susannah başını salladı. "O ağustosta oldu. Altı hafta sonra da babam bir kalp krizi geçirdi. Pek çok krizin ilkiydi. Bir sebep de muhtemelen benim başıma gelenlerdi. Ama tüm suçu yüklenmeyeceğim. Gece gündüz çalışırdı."

"Senin hiçbir suçun yok," dedi Eddie. "Trenin önüne kendin atlamış falan değilsin, Suze."

"Biliyorum. Ama nasıl hissettiğin ve bunu ne kadar süre hissettiğin gerçeklerle uyuşmayabiliyor. Annemi kaybetmişken ona göz kulak olmak benim sorumluluğumdu ama beceremedim. Benim suçum olduğu fikrini aklımdan hiçbir zaman tam anlamıyla çıkaramadım."

"O günler geçmişte kaldı," dedi Roland asıl konuya dönmek istercesine.

"Sağ ol tatlım," dedi Susannah alayla. "İnsanın aklını başına getirmekte üstüne yok. Her neyse, babam o ilk kalp krizinden sonra şirketin mali yükünü muhasebecimize, Moses Carver adındaki eski dostumuza bıraktı. Mose Amca, babamın ölümünden sonra bana göz kulak oldu. Sanırım Roland beni New York'tan çekip bu hoş hiçliğe getirdiğinde yedi se-foz milyon ediyordum. Bize satacağını varsayarsak, bu miktar Bay To-wer'ın arsasını almaya yeter mi?"

"Eğer Eddie Işın konusunda haklıysa muhtemelen geyik derileri karalığında da satacaktı," dedi Roland. "Bay Tower'm aklının ve kalbinin derinliklerinde bir yer, arsayı bunca zaman elinde tutmasını sağlayan ka, bizi bekliyordu."

"Şövalyeleri bekliyordu," dedi Eddie hafifçe sırıtarak. "Bir John Wayne filminin son on dakikasındaki Ord Kalesi gibi."

Roland ona ciddi bir ifadeyle baktı. "Beyaz'ı bekliyordu."

Susannah kahverengi ellerini kahverengi yüzüne doğru kaldırıp baktı. "O halde sanırım beklediği ben değilim."

"Evet," dedi Roland. "O." Ve bir anlığına Mia'mn teninin ne renk olduğunu merak etti.

"Bir kapı gerek," dedi Jake.

"En az iki tane lazım," dedi Eddie. "Biri, Tower ile anlaşmak için elbette. Ama ondan önce Susannah'nın zamanına gitmeliyiz. Roland'ın onu çekip aldığı zamana mümkün oldukça yakın bir ana gitmemiz gerek. 1977'ye gidip, şu Carver denen adamla görüşüp Odetta Holmes'ün 1971'de yasal olarak ölü ilan edildiğini ve tüm mirasın Green Bay veya San Berdoo'daki akrabalara paylaştırıldığını öğrenmek hiç hoş olmaz."

"Veya 1968'e gidip Bay Carver'ın ortadan kaybolduğunu öğrenmek," dedi Jake. "Tüm parayı kendi hesaplarına aktarmış, Costa del Sol'da emekliliğin tadını çıkarıyorken."

Susannah ona başka şartlar altında komik olabilecek bir hayret ifadesiyle bakıyordu. "Mose Amca asla öyle bir şey yapmaz! O benim vaftiz babam!"

Jake utanmış görünüyordu. "Üzgünüm. Birçok polisiye roman okudum -Agatha Christie, Rex Stout, Ed McBain- ve bu tür şeyler onlarda her zaman olur."

"Ayrıca," dedi Eddie. "O miktarda para insanları tuhaflaştırabilir."

Susannah, ona yüzünde çok yabancı duran, alışılmadık, soğuk ve mesafeli bir ifadeyle baktı. Eddie ve Jake'in bilmediklerini bilen Roland bunun kurbağa -sıkma bakışı olduğunu düşündü. "Sen nereden bileceksin?" diye sordu. Sonra hemen hemen aynı anda, "Ah, tatlım. Bağışla," dedi "Neden öyle dedim bilmiyorum."

"Sorun değil," dedi Eddie. Gülümsedi. Ama zorlama ve güvensiz bir gülümsemeydi. "Anın heyecanındandır." Uzanıp Susannah'nm elini tuttu ve sıktı. Susannah da aynı şekilde karşılık verdi. Eddie'nin yüzündeki gü. lümseme biraz genişledi ve oraya aitmiş gibi görünmeye başladı.

"Demek istediğim, Moses Carver'ı tanırım. Son derece dürüst bir in-sandır."

Eddie konunun uzamasını istemiyormuşçasına elini kaldırdı.

"Bakalım fikrini anlamış mıyım," dedi Roland. "Öncelikle, sizin New York'unuza sadece bir değil, iki ayrı noktada geri dönmek, sadece bizim yapabileceklerimize bağlı."

Bunu bir süre düşündüler. Sonra Eddie başını salladı. "Evet, önce 1964'e gitmemiz gerek. Susannah'nm birkaç aydır ortada olmadığı ama henüz kimsenin umudu kesmediği bir zamanda. Bir anda geri döner ve herkes alkışlar. Müsrif evladın dönüşü. Parsayı toplarız, ama bu biraz zaman alabilir..."

"Zor kısmı, Mose Amca'yı ikna etmek olacaktır," dedi Susannah. "Bankadaki para konusunda çok katı. Ayrıca onun gözünde hâlâ sekiz yaşında küçük bir kız olduğuma şüphe yok."

"Ama para yasal olarak sana ait, değil mi?" diye sordu Eddie. Roland, hâlâ temkinli adımlar attığını görebiliyordu. Susannah'nm beklenmedik çıkışının (Sen nereden bileceksin?) etkisini üzerinden tam olarak atmış değildi. Ve o bakışın. "Yani parayı almana engel olamaz, değil mi?"

"Hayır, tatlım," dedi Susannah. "Babam ve Mose Amca benim için bir vakıf fonu kurmuştu ama yirmi beşime bastığım 1959 yılında tartışmalı oldu." İnanılmaz güzellikteki anlamlı kara gözlerini ona çevirdi. "Al işte. Artık yaşımı öğrenmek için taklalar atmana gerek kalmadı. Çıkarma biliyorsan kendin hesaplayabilirsin."

"Önemi yok," dedi Eddie. "Zaman, suyun üzerinde bir yüzdür."

Roland kollarındaki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Bir yer-lerde (belki oradan hâlâ çok uzaktaki kan rengi gül tarlasında) bir ekin-kargası mezarının üzerinde yürümüştü.


6

"Nakit olmalı," dedi Jake bir işadamı edasıyla.

"Ha?" dedi Eddie gözlerini Susannah'dan güçlükle çekerek.

"Nakit," diye tekrarladı Jake. "Hiç kimse on üç yıllık bir çeke itibar etmez. Özellikle de milyonlarca dolarlık bir çekse."

"Böyle şeyleri nerden biliyorsun, hayatım?" diye sordu Susannah.

Jake omuzlarını silkti. Hoşuna gitsin gitmesin (çoğunlukla gitmiyordu) o, Elmer Chambers'ın oğluydu. Elmer Chambers, iyi adamlardan değildi (Roland, onu asla Beyazlardan biri olarak düşünmezdi) ama çok iyi yaptığı bir şey vardı. Televizyon Dünyasının Büyük Tabut Avcısı, diye düşündü Jake. Belki bu kadarı biraz haksızlıktı ama Elmer Chambers'ın oyunu oynamasını bildiğini söylemek kesinlikle haksızlık değildi. Ve evet, o Jake'ti: Elmer'ın oğlu. Aksini sık sık dilemiş olmasına rağmen babasının yüzünü unutmamıştı.

"Evet, nakit," dedi Eddie sessizliği bozarak. "Bunun gibi bir anlaşma için nakit gerekir. Çek olursa, 1977'de değil, 1964'te nakde çeviririz. Sonra hepsini bir spor çantasının içine tıkarız. 1964'te öyle çantalar var mıydı, Suze? Neyse, boş ver. Önemi yok. Parayı bir çantaya tıkar ve 1977'ye götürürüz. Jake'in Çuf-Çuf Charlie ve Bilmece-De-Dum kitaplarını aldığı gün olması şart değil ama yakın olmalı."

"On beş Temmuz 1977'den sonraya da kalmamalıyız," diye ekledi Jake.

"Tanrım, evet," dedi Eddie. "Geç kalırsak çok büyük bir ihtimalle Tovver'ı arsayı Sombra'ya satmış olduğunu görürüz ve elimizde bir çanta dolusu parayla salak gibi kalırız."

Bir sessizlik oldu (belki öyle bir durumdaki hallerini gözlerinde canlandırmaya çalışıyorlardı), sonra Roland, "Kulağa çok basitmiş gibi geliyor, ama neden olmasın?" dedi. "Bu dünya ve sizin takssi, astin ve fotterg-raf dünyanız arasındaki kapılar kavramı sizin için, benim için bir katıra binme fikrinin olduğu kadar sıradan. Ya da bir altıpatları kuşanmak kadar. Ve böyle hissetmeniz için iyi birer sebebiniz var; hepiniz o kapılardan birinden geçtiniz. Hatta Eddie her iki tarafa da geçti. Hem bu dünya-ya, hem kendisininkine."

"New York'a dönüş yolculuğunun hiç de eğlenceli olmadığını belirt, meliyim," dedi Eddie. "Fazla silah sesi vardı." Ağabeyimin kesik başımn Balazar'ın bürosunun zemininde yuvarlanması da cabası.

"Dutch Hill'deki kapıdan geçmek de öyleydi," dedi Jake.

Roland kendi fikrinden vazgeçmeden bu noktaların hakkını vererek başını salladı. "Hayatım boyunca seni ilk tanıdığımda söylediğine inandım, Jake. Ölürken söylediklerine."

Jake hiçbir şey söylemeksizin solgun yüzünü önüne eğdi. O anı hatırlamaktan hoşlanmıyordu (Tanrı'ya şükür ki anıları çok net değildi), R0-land'ın da hatırlamak istemediğini biliyordu. Güzel, diye düşündü. Hatırlamak istememelisin zaten! Düşmeme izin verdin! Ölmeme izin verdin!

"Bundan başka dünyalar olduğunu söylemiştin," dedi Roland. "Ve gerçekten de var. Çok sayıdaki farklı zamanlarıyla New York bunlardan sadece biri. Sürekli oraya çekiliyor olmamızın gülle bir ilgisi var. Bundan kesinlikle eminim. Gülün Kara Kule olması ihtimali de var. Ya öyle ya da..."

"Ya da bir başka kapı," diye mırıldandı Susannah. "Kara Kule'ye açılan bir kapı."

Roland başını salladı. "Bunu ben de pek çok kez düşündüm. Manni-ler, bu diğer dünyaları biliyorlar ve hayatlarını onlara adamışlar. Geçiş'in, en kutsal ayin ve en yüce hal olduğuna inanıyorlar. Babam ve dostları cam küreleri uzun zamandır biliyordu; bunu size söylemiştim. Büyü-cü'nün Gökkuşağı, geçiş ve bu büyülü kapılar aynı şey olabilir."

"Nereye varmak istiyorsun, tatlım?" dedi Susannah.

"Sadece çok fazla dolaştığımı hatırlatıyorum," dedi Roland. "Zamandaki değişiklikler yüzünden -hepinizin hissettiğinden emin olduğum bir yumuşama- Kara Kule'ye ulaşmak için çıktığım yolculuk bin yıldan fazla sürdü. Bazen nesillerin üzerinden, bir deniz kuşunun sadece ayakları köpüklere dokunarak dalgaların üzerinden uçması gibi geçtim. Batı Der"' zi'nin kıyısındaki kumsala gelene dek dünyalar arasındaki bu kapılafa rastlamamıştım. Geçiş ve Gökkuşağı'nın renkleri hakkında az da olsa fikrim vardı, ama kapılar hakkında zerre kadar bilgim yoktu."

Yoldaşlarına dürüstçe baktı.

"Benim dünyamın, sizin dünyanızın..." Bir süre düşündü, "...uçaklar ve otobüslerle dolu olduğu gibi bu büyülü kapılarla dolu olduğunu sanıyorsunuz. Ama öyle değil."

"Şu an bulunduğumuz yer, daha önce bulunduğun yerlerden biri değil, Roland," dedi Susannah. Roland'ın bronzlaşmış bileğine nazikçe dokundu. "Artık senin dünyanda değiliz. Blaine'in sonunda durduğu Tope-İca'nın bir başka versiyonunda bunu kendin söylemiştin."

"Doğru," dedi Roland. "Söylemek istediğim, bu kapıların sandığınızdan çok daha nadir olabileceği. Şimdi de bir değil, iki kapıdan bahsediyorsunuz. Hem de bir silahla nişan alır gibi belirli zamanlara açılacak kapılardan."

Elimle nişan almam, diye düşünen Eddie hafifçe ürperdi. "Böyle söyleyince kulağa gerçekten de biraz zor gibi geliyor."

"Peki şimdi ne yapacağız?" diye sordu Jake.

"O konuda bir fikir verebilirim," dedi bir ses.

Hepsi birden sese döndü. Sadece Roland şaşırmamıştı. Görüşmelerinin ortasında yabancının yaklaştığını duymuştu. Bununla birlikte altı metre ötelerinde, yolun hemen kıyısında durmakta olan adama ilgiyle baktı ve ne kendi dünyasından, ne de dostlarının dünyasından, ne de yan komşudan gelmiş olduğunu anladı.

"Kimsiniz?" diye sordu Jake.

"Arkadaşlarınız nerede?" diye sordu Susannah.

"Nerelisiniz?" diye sordu Jake ilgiyle.

Yabancının üzerinde yakası yıpranmış siyah bir gömlek ve uzun bir sıyah palto vardı. Uzun saçları bembeyazdı, yanları ve önleri korkmuş gibi dikilmişti. Alnında T şeklinde bir yara izi vardı. "Arkadaşlarım hâlâ °rada," diyerek başparmağıyla gerisindeki ormanda belirsiz bir yeri işaret S11'- "Artık kendimi Calla Bryn Sturgis'li sayıyorum. Ondan önce bir sı-gmma evinde çalıştığım Detroit, Michigan'daydım. Çorba yapar, alkol bağımlıları için toplantılar düzenlerdim. Bu işlerden iyi anlardım. Ondan önce de kısa süreliğine Topeka, Kansas'ta bulunmuştum."

Son cümlesi üzerine, daha genç olan üç yabancının ilgiyle dikleştiğj. ni gördü.

"Ondan önce de New York Kenti'ndeydim. Ondan önce ise Maine eyaletinde, Jerusalem's Lot adında küçük bir kasabada yaşardım."
7

"Bizim tarafımızdansınız," dedi Eddie. İç geçirir gibi konuşmuştu. "Yüce Tanrım, gerçekten bizim taraftansınız!"

"Evet, sanırım öyle," dedi adam. "İsmim Donald Callahan."

"Bir rahipsiniz," dedi Susannah. Adamın boynundaki zincirin ucundaki haça dikilmiş bakışları (küçük bir haçtı ama göz alıcı bir parlaklığı vardı) alnındakine yöneldi.

Callahan başını iki yana salladı. "Artık değil. Bir zamanlar rahiptim. Belki bir gün tekrar olmak nasip olur, ama şimdi değil. Şimdi sadece Tanrı'ya inanan bir insanım. Acaba... sizlerin ne zamandan olduğunu sorabilir miyim?"

"1964," dedi Susannah.

"1977," dedi Jake.

"1987," dedi Eddie.

Bunun üzerine Callahan'ın gözleri parladı. "1987. Ben de buraya o zamanlardaki sayıma göre 1983'te geldim. Sana çok önemli bir şey soracağım, genç adam. Sen ayrıldığında Red Sox Dünya Serisi'ni kazanmış mıydı?"

Eddie başını geriye atarak güldü. Kahkahası hem şaşkın, hem neşe doluydu. "Hayır ahbap, üzgünüm. Geçen sene Shea Statı'nda Mets'e karşı çok yaklaştılar ama birinci kalede oynayan Bili Buckner adındaki herif kolay bir topu ellerinin arasından kaçırdı. O anı hayatı boyunca unutamayacak. Gel de otur haydi. Kahvemiz yok ama Roland -yani sağımda oturan bezgin görünüşlü adam- oldukça iyi çay yapar."

Callahan dikkatini Roland'a çevirdi ve inanılmaz bir şey yaptı: tek dizinin üzerine çöktü, başını hafifçe eğdi ve yumruğunu yaralı kaşına dadı. "Selam olsun Silahşor, karşılaşmamız hayırlı olsun."

"Selam," dedi Roland. "Yaklaş ve bize ihtiyacını anlat, iyi yabancı."

Callahan başını kaldırıp ona şaşkınca baktı.

Roland, ona sakin bakışlarla karşılık verdikten sonra başını salladı. "Hayır veya şer, aradığını bulacak olabilirsin."

"Siz de öyle," dedi Callahan.

"O halde yaklaş," dedi Roland. "Yaklaş ve sohbetimize katıl."


8

"Konuşmaya devam etmeden önce bir şey sorabilir miyim?"

Soruyu soran Eddie'ydi. Roland hemen yanında ateş yakmış, Eski İnsanlar'dan kalan toprak bir demlikte çay hazırlıyordu.

"Elbette, genç adam."

"Adınız Donald Callahan."

"Evet."


"Peki göbek adınız nedir?"

Callahan başını hafifçe yana eğdi, tek kaşını kaldırdı, sonra gülümsedi. "Frank. Büyükbabamın ismi. Bir önemi var mı?"

Eddie, Susannah ve Jake birbirlerine baktılar. Bir şey söylemelerine gerek yoktu. Donald Frank Callahan. Toplam on dokuz harf.

"Önemi gerçekten de var," dedi Callahan.

"Belki," dedi Roland. "Belki de yok." Su tulumunu ustaca tutarak demliği doldurdu.

"Bir kaza geçirmiş gibisiniz," dedi Roland'ın sağ eline bakan Callahan.

"İdare ediyorum," dedi Roland.

"Arkadaşlarından biraz yardımla denebilir," dedi Jake ciddi bir ifadeyle.

Anlamayan, ama anlamak zorunda olmadığını bilen Callahan başını salladı; bu insanlar ka-tet'ti. Bu terimi bilmiyor olabilirdi ama bilmesine gerek yoktu. Birbirlerine bakışlarından, birbirlerinin yanında hareket ediş şekillerinden anlaşılıyordu.

"Siz benim ismimi biliyorsunuz," dedi Callahan. "Ben de sizinkileri öğrenme şerefine erişebilir miyim?"

Kendilerini tanıttılar: New York'lu Eddie ve Susannah Dean, New York'lu Jake Chambers, Orta-Dünya'lı Oy ve Gilead'lı Roland Deschain. Callahan her birine teker teker döndü ve sıkılı yumruğunu kaşına götürerek selamladı.

"Ben de Lot'lu Callahan," dedi tanışma faslı sona erince. "Ya da öyleydim. Sanırım şimdi sadece İhtiyar'ım. Calla'da bana böyle derler."

"Arkadaşlarınız bize katılmaz mı?" dedi Roland. "Fazla yiyeceğimiz yok ama çay ikram edebiliriz."

"Belki sonra."

"Ah," dedi Roland ve anlamış gibi başını salladı.

"Zaten karnımızı iyice doyurduk," dedi Callahan. "Calla'da bereketli bir yıl oldu -en azından şu ana dek- ve elimizdekileri paylaşmaktan mutluluk duyarız." Fazla çabuk, fazla ileri gittiğini düşünüyormuşçasına du-raksadı ve sonra ekledi. "Belki. Eğer her şey yolunda giderse."

"Eğer," dedi Roland. "Eski öğretmenim bunun binlerce harf uzunluğundaki yegâne kelime olduğunu söylerdi."

Callahan güldü. "Fena değil! Her neyse, taze çörek-toplarımız da var. Zalia buldu. Ama galiba sizin çörek-toplarından haberiniz var. Tarlanın büyük olmasına rağmen daha önceden girilmiş gibi göründüğünü söylemişti."

"Jake buldu," dedi Roland.

"Aslında Oy'du," dedi Jake, hayvanın başını okşayarak. "Sanırım bir tür çörek avcısı."

"Burada olduğumuzu ne zamandır biliyorsunuz?" diye sordu Callahan.

"İki gündür."

Callahan hem şaşırmış, hem de kızmış göründü. "Bir başka deyişte izinizi bulduğumuzdan beri. Bir de gizlice hareket etmeye çalışmıştık!"

"Bu konuda sizden daha iyi birilerine ihtiyacınız olduğunu bilmesey-diniz gelmezdiniz," dedi Roland.

Callahan içini çekti. "Haklısın, teşekkürler derim."

"Yardım ve kurtarıcı için mi geldiniz?" diye sordu Roland. Sesinde sadece hafif bir merak vardı, ama Eddie, bir anda tüm bedeninin buz kestiğini hissetti. Kelimeler titreşerek havada asılı kalmış gibiydi. Böyle hisseden tek kişi de değildi. Susannah uzanıp sağ elini kavradı. Bir an sonra Jake'in eli, sol elini tuttu.

"Buna cevap vermek bana düşmez." Callahan aniden tereddüt etti. Hatta korkmuş gibi bir hali vardı.

"Eld'in soyundan olanlara geldiğinizi biliyor musun?" diye sordu Roland yine ayni nazik, meraklı ses tonuyla. Bir elini Eddie, Susannah ve Ja-ke'e doğru uzattı. Hatta Oy'a. "Çünkü onların benden olduğuna şüphe yok. Benim onlardan olduğum gibi. Biz bir çemberiz ve birlikte döneriz. Ve sen de ne olduğumuzu biliyorsun."

"Öyle mi?" diye sordu Callahan. "Hepiniz mi?"

"Roland bizi ne tür bir şeyin içine sokuyorsun?" diye sordu Susannah.

"Şimdilik hiçbir şey," dedi Roland. "Henüz sorup sormamaya karar vermediler."

Soracaklar, diye düşündü Eddie. Gül'le ilgili rüyalar ve küçük geçiş yolculukları bir kenara, medyum olduğunu hiç düşünmemişti, ama Calla-han'ın temsilcileri olarak geldiği bu insanların soracağını bilmek için medyum olmak gerekmiyordu. Kestaneler bir yerlerde kızgın ateşin içine düşmüştü ve Roland'm onları ateşten çıkarması bekleniyordu.

Ama sadece Roland'm değil.

Burada bir hata yaptın, ahbap, diye düşündü Eddie. Anlaşılabilir bir hata ama sonuçta bir hata iste. Biz şövalyeler değiliz. Biz takım değiliz. Biz silahşor değiliz. Biz sadece New York'tan gelmiş üç kayıp ruhuz...

Fakat hayır. Hayır. Eddie kim olduklarını Nehir Geçidi'nde yaşlı insanlar yolun ortasında, Roland'm önünde diz çöktüğünden beri biliyordu- Lanet olsun, Roland'm onlara gözleriyle nişan almayı, akıllarıyla ateş etmeyi ve yürekleriyle öldürmeyi öğrettiği ormandan (orayı hâlâ Shardik'in Ormanı olarak düşünüyordu) beri biliyordu. Üç değil, dört değil. Bir. Roland'ın onları böylesine sonlandırması, böyle tamamlaması ürkütücüydü. İçi zehir doluydu ve zehirli dudaklarıyla her birini öpmüştü. Onları birer silahşor yapmıştı. Eddie, Eld'in soyunun bu neredeyse boşalmış, ilerlemiş dünyada işinin bitmiş olabileceğine gerçekten inanmış mıydı? Işının Yolu'nda Roland'ın Kara Kule'sine kadar güle oynaya, hiçbir belayla karşılaşmadan ilerleyebileceklerini düşünmüş müydü? Eh, tekrar düşünse iyi olurdu.

Eddie'nin aklından geçenleri dile getiren Jake oldu ve Eddie, çocuğun gözlerinin parlamasından hiç hoşlanmadı. Herhalde pek çok çocuk, gözlerinde bu heyecan dolu, haydi-birilerinin-kıçını-tekmeleyelim bakışıyla savaşa gitmişti. Zavallı çocuk zehirlendiğini bilmiyordu ve bu da ne kadar aptal olduğunu gösterirdi zira en iyi onun bilmesi gerekirdi.

"Ama soracaklar," dedi çocuk. "Değil mi, Bay Callahan? Soracaklar."

"Bilmiyorum," dedi Callahan. "Onları ikna etmeniz gereki..."

Roland'a baktı ve sustu. Roland başını iki yana sallıyordu.

"Bu işler öyle yürümez," dedi Silahşor. "Orta-Dünya'dan olmadığın için bilmiyor olabilirsin ama bu şekilde yürümez. İkna etmek bizim işimiz değildir. Bizim işimiz kurşunla."

Callahan derin bir iç geçirdikten sonra başını salladı. "Bir kitabım var. Arthur'un Hikâyeleri."

Roland'ın gözleri parladı. "Sahi mi? Gerçekten? Öyle bir kitabı görmek isterdim. Hem de çok isterdim."

"Belki de görmelisin," dedi Callahan. "İçindeki hikâyeler çocukken okuduğum Yuvarlak Masa hikâyelerine pek benzemiyor ama..." Başını iki yana salladı. "Söylediğini anlıyorum, en iyisi orada bırakalım. Üç soru var, değil mi? Ve az önce bana ilkini sordun."

"Evet, üç," dedi Roland. "Üç, güçlü bir sayıdır."

Eğer gerçekten güçlü bir rakam duymak istersen, Roland eski dostum, on dokuzu bir dene, diye düşündü Eddie.

"Ve üçünün de cevabı evet olmalı."

Roland başını salladı. "Ve öyle olursa daha fazla soramazsınız. Davet edilebiliriz, sai Callahan, ama geldikten sonra bizi kimse geri döndüxetae2- Bunu yanındakilerin de..." Başıyla güneylerindeki ormanı işaret etti. "...anlamasını sağlasan iyi olur."

"Silahşor..."

"Bana Roland de. Barış içindeyiz."

"Pekâlâ Roland. Beni iyi dinle, yalvarırım. (Biz Calla'da böyle deriz.) Size sadece yarım düzine insan olarak geldik. Altı kişi tüm kasaba adına karar veremez. Sadece Calla karar verebilir."

"Demokrasi," dedi Roland. Şapkasını alnından geriye itti, alnını ovuşturdu ve içini çekti.

"Ama altımız onaylarsa -özellikle de sai Overholser-..." Susup dikkatle Jake'e baktı. "Ne? Bir şey mi söyledin?"

Jıke başını iki yana salladı ve Callahan'a devam etmenini işaret etti.

"Altımız birden kabul ederse iş bitmiş sayılır."

Eddie huşu içindeymiş gibi gözlerini kapadı. "Şunu bir daha söyle, ahbap."

Callahan aklı karışmış bir halde ona baktı. "Ne?"

"İş bitirmek. Ya da senin zaman ve mekânından herhangi bir şey." Duraksadı. "Büyük ka'nın bizim tarafından."

Callahan bunları bir süre düşündükten sonra sırıttı. "İki ayağım bir pabuca girdi," dedi. "Tongaya bastık, etekleri zil çalıyordu, çamur at izi kalsın, kadına abayı fena yakmıştım. Bunun gibi mi?"

Roland'ın aklı karışmış görünüyordu (hatta belki biraz da sıkılmıştı) ama Eddie Dean'in yüzü mutluluk doluydu. Susannah ve Jake ise eğlenmekle şaşkın, nostaljik bir hüzün arasında kalmış gibiydi.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin