King başını iki yana salladı. Alt dudağı somurtan bir çocuğunki gibi sarkmıştı.
"Ne olduğunu biliyor musun?"
"Önce baba. Sonra koca. Üçüncü olarak yazar. Sonra kardeş. Kardeşlikten sonra sessizim. Tamam mı?"
"Hayır. Tamam değil. Ne olduğunu biliyor musun?" Uzun bir sessizlik oldu. "Hayır. Sana söyleyebileceğim her şeyi söyledim. Sormayı bırak."
"Doğruyu konuştuğunda bırakacağım. Ne olduğunu bili..."
"Evet, pekâlâ, nereye varmaya çalıştığını biliyorum. Tatmin oldun mu?
"Henüz değil. Bana ne olduğunu..."
"Ben Gan'ım ya da Gan tarafından ele geçirildim. Hangisi olduğunu bilmiyorum, belki aralarında bir fark yoktur." King ağlamaya başladı. Gözyaşları sessiz ve korkunçtu. "Ama Dis değil, Dis'e sırtımı döndüm, Dis'i reddediyorum ve bu yeterli olmalı, ama olmuyor işte, ka asla tatmin olmuyor, açgözlü sevgili ka, o da böyle demişti, değil mi? Sen, ben veya Gan, onu öldürmeden önce Susan Delgado da böyle demişti. 'Açgözlü ka, ondan nasıl da nefret ediyorum.' Onu kimin öldürdüğüne bakmaksızın, ona bunu ben söylettim, ben, çünkü ondan nefret ediyorum, nefret ediyorum. Ka ile mücadele ediyorum ve yolun sonundaki açıklığa varana dek etmeye devam edeceğim."
Susan'ın adını duyan Roland bembeyaz bir yüzle masaya oturdu.
"Ama ka yine de bana geliyor, benden geliyor, onu tercüme ediyorum, onu tercüme etmek için yaratıldım, ka karnımdan bir kurdele gibi akıyor. Ben ka değilim, kurdele değilim, o sadece benim aracılığımla gelen bir şey ve ondan nefret ediyorum, nefret ediyorum! Tavuklar örümceklerle dolu, anlıyor musunuz, örümceklerle dolu!"
"Mızmızlanmayı kes," dedi, Roland (sesinde en ufak sempatinin olmayışı Eddie'nin dikkatini çekmişti) ve King sustu.
Silahşor bir süre düşündükten sonra başını kaldırdı.
"Batı Denizi'ne geldiğimde hikâyeyi yazmayı neden bıraktın?"
"Aptal mısm? Çünkü Gan olmak istemiyorum! Dis'e sırt çevirdim, Gan'a da sırt çevirebilmeliyim. Karımı seviyorum. Çocuklarımı seviyorum. Hikâyeler yazmayı seviyorum ama seninkini değil. Hep korkuyorum Beni arıyor. Kral'ın Gözü."
"Ama yazmayı bıraktığından beri değil," dedi, Roland.
"Hayır, o zamandan beri beni aramıyor, beni görmüyor."
"Yine de devam etmelisin."
King'in yüzü acı çekiyormuşcasma çarpıldı, sonra tekrar önceki uykulu ifadesine büründü.
Roland parmakları eksik sağ elini kaldırdı. "Yazmaya geri dönünce parmaklarımı nasıl kaybettiğimi anlatarak başlayacaksın. Hatırlıyor musun?"
"Istanavarlar," dedi, King. "Onları kopardılar."
"Bunu nerden biliyorsun?"
King hafifçe gülümsedi ve alçak bir uğultu sesi çıkardı. "Rüzgâr eser."
"Gan dünyayı doğurup ilerledi," dedi, Roland. "Bunu mu demek istiyorsun?"
"Evet. Ve muhteşem kaplumbağa olmasaydı dünya cehenneme düşerdi. Düşmek yerine sırtüstü indi."
"Bize de öyle anlatılmıştı, teşekkürler deriz. Istanavarların parmaklarımı koparmasından başla."
"Lay lay lay lay lay lorn, kahrolası ıstanavarlar, onlar yüzünden gitti parmaklar," dedi King ve bir kahkaha attı.
"Evet."
"Ölseydin beni pek çok dertten kurtarmış olurdun, Steven'ın oğlu Roland."
"Biliyorum. Eddie ve diğer dostlarım için de geçerli." Silahşor'un dudakları belli belirsiz kıvrıldı ve yüzünde bir gülümsemenin hayaleti belirdi. "Sonra, ıstanavarlardan sonra..."
"Eddie geliyor, Eddie geliyor," diye araya girdi, King ve Roland'a nefesini boşa harcamamasını söyler gibi sağ elini havada salladı. "Mahkûm, İtici, Gölgelerin Hanımı. Kasap, fırıncı, mum safı." Gülümsedi. "Oğlum Joe böyle söylüyor. Ne zaman?"
Roland beklemediği bu soru üzerine gözlerini kırpıştırarak ona baktı.
"Ne zaman, ne zaman, ne zaman?" King elini kaldırdı ve Eddie ekmek kızartma makinesinin, gözleme makinesinin ve temiz tabaklarla dolu kurutucunun havalamp güneş ışığı altında boşlukta süzülmesini hayretle izledi.
"Ne zaman başlaman gerektiğini mi soruyorsun?"
"Evet, evet, evet!" Bir bıçak kurutucunun içinden havalanıp mutfak boyunca havada süzülerek duvara sertçe saplandı. Sonra her şey tekrar yerli yerine döndü.
"Kaplumbağanın Şarkısı'na, Ayının Böğürtüsü'ne kulak ver," dedi, Roland.
"Kaplumbağanın Şarkısı, Ayının Böğürtüsü. Maturin, Patrick O'Brian romanlarından. Shardik ise Richard Adams'ın romanından."
"Evet. Öyle diyorsan öyledir."
"Işın'ın Muhafızları."
"Evet."
"Işın'ımın."
Roland, ona gözlerini kırpmadan bakıyordu. "Öyle mi diyorsun?"
"Evet."
"O halde öyle olsun. Kaplumbağanın Şarkısı'nı veya Ayının Böğürtü-sü'nü duyduğunda tekrar yazmaya başlamalısın."
"Gözümü senin dünyana açtığımda beni görüyor." Bir duraksama. "Ojey."
"Biliyorum. O anlarda seni korumaya çalışacağız, tıpkı gülü koruma ya niyetlendiğimiz gibi."
King gülümsedi. "Gülü seviyorum."
"Onu hiç gördün mü?" diye sordu, Eddie.
"Evet, New York'ta. B. M. Plaza Hotel'in olduğu caddede. Eskiden şarküterideydi. Tom ve Jerry'nin. Arka tarafta. Şimdi şarküterinin bir za-manlar olduğu boş arsada."
"Hikâyemizi yorulana dek anlatacaksın," dedi, Roland. "Daha fazla anlatamadığında, Kaplumbağanın Şarkısı ve Ayının Böğürtüsü nerdeyse duyulmaz olduğunda dinleneceksin. Tekrar başlayabildiğinde, başlayacaksın. Sen..."
"Roland?"
"Sai King?"
"Söylediğini yapacağım. Kaplumbağanın Şarkısı'm bekleyip her duyuşumda yazmaya devam edeceğim. Hayatta kalırsam. Ama sen de dinlemelisin. Onun şarkısını."
"Kimin?"
"Susannah'nın. Acele etmezsen bebek onu öldürecek. Ve kulakların çok keskin olmalı."
Eddie korkuyla Roland'a baktı. Roland başını salladı. Gitme vakti gelmişti.
"Beni dinle, sai King. Bridgton'da tanışmamız hayırlı oldu ama artık senden ayrılmak zorundayız."
"Güzel," dedi, King. Sesinde öyle bariz bir rahatlama vardı ki Eddie neredeyse gülecekti.
"On dakika boyunca burda, olduğun yerde kalacaksın. Anlıyor musun?"
"Evet."
Susannah 'nın Şarkısı
"Sonra uyanacaksın. Kendini çok iyi hissedeceksin. Burda olduğumu hatırlamayacaksın. Sadece zihninin en derin köşelerinde bileceksin”
"Çamur deliklerinde."
"Öyle, çamur delikleri. Ama yüzeyde, şekerleme yaptığını düşüneceksin. Harika, dinlendirici bir öğle uykusu. Oğlunu alıp gitmen gereken vere gideceksin. Kendini iyi hissedeceksin. Karınla yaşamına devam edeceksin. Pek çok hikâye yazacaksın ama her biri az veya çok bu hikâyeyle ilintili olacak. Anlıyor musun?"
"Evet," dedi, King. Sesi Roland'ın yorgun ve hırçın olduğu zamanlardaki sesine öylesine benziyordu ki Eddie yine ürperdi. "Çünkü bir kez görülen, tekrar görünmez olamaz. Öğrenilen, bilinmez olamaz." Duraksadı. "Belki ölüm hariç."
"Evet, belki. Kaplumbağanın Şarkısı'm (ses senin için o anlamdaysa) her duyuşunda hikâyemizi yazmaya devam edeceksin. Anlatman gereken tek gerçek hikâye bu. Ve biz de seni korumaya çalışacağız."
"Korkuyorum."
"Biliyorum, ama seni korumaya..."
"Onu biliyorum. Bitirememekten korkuyorum." Sesi alçaldı. "Ku-le'nin yıkılmasından ve bunun sorumlusu olarak görülmekten korkuyorum."
"Bu sana değil, ka'ya bağlı," dedi, Roland. "Benim de elimde değil. O konuda kendimi ikna ettim. Ve şimdi..." Eddie'ye doğru başını salladı ve ayağa kalktı.
"Durun," dedi, King.
Roland kaşlarını kaldırarak ona baktı.
"Posta için özel iznim var ama tek bir sefer için."
Tutsak Kampı'ndan biri gibi konuşuyor, diye düşündü, Eddie. "Sana ^ izni kim verdi, Steve-O?" diye sordu sonra.
King'in kaşları çatıldı. "Gan?" diye sordu. "Gan mı?" Sonra ka§lar, düzeldi ve yüzünde sabah sisini yaran güneş ışığı gibi parlak bir gülümse, me belirdi. "Sanırım izni veren benim!" dedi. "Kendime bir mektup... hat. ta belki ufak bir paket bile gönderebilirim... ama sadece bir tek kez." Gü-lümsemesi genişleyip bir sırıtışa dönüştü. "Tüm bunlar... bir tür masal gj. bi, değil mi?"
"Gerçekten öyle," dedi, Eddie Kansas'taki eyaletler arası karayolun-da karşılarına çıkan camdan sarayı düşünerek.
"Ne yapacaksın?" diye sordu, Roland. "Mektubu kime göndereceksin?" "Jake'e," dedi, King hemen. "Peki ona ne diyeceksin?"
King'in sesi, Eddie Dean'in sesine dönüştü. Ses benzerliği değildi; tıpatıp aynıydı. Eddie bu sesi duyduğu an buz kesti.
"La-la-la, la-la-le," dedi, King şarkı söylercesine. "Merak etme, anahtar sende!"
Beklediler ama arkası gelmedi. Eddie, Roland'a baktı. Bu kez parmaklarını havada çevirip gitmeleri gerektiğini işaret etme sırası genç adamdaydı. Roland başını salladı ve kapıya doğru yürüdüler. "Fazlasıyla ürkütücüydü," dedi, Eddie. Roland karşılık vermedi.
Eddie koluna dokunarak onu durdurdu. "Aklıma bir şey geldi, Roland. Hazır hipnotize etmişken içkiyi ve sigarayı bırakmasını söylesen iyi olur belki. Özellikle sigarayı. Tiryaki olduğu belli. Evini gördün mü? Her yerde kahrolası küllükler var."
Söyledikleri Roland'ı eğlendirmiş gibiydi. "Eddie akciğerler gelişimi' ni tamamladıktan sonra içilmeye başlandığı takdirde tütün insamn ömrünü uzatır, kısaltmaz. Bu yüzden Gilead'da en fakirler haricinde herkes içerdi, fakirlerin de kırıntıları vardı. Tütün, öncelikle hasta-marazh buha-n uzak tutar. Ayrıca pek çok tehlikeli böceğin yaklaşmasını da engeller, gunu herkes bilir."
"Amerika Birleşik Devletler Sağlık Bakanı, Gilead'da herkesin bildiğini öğrense çok memnun olurdu," dedi, Eddie ifadesizce. "Peki ya içki? Ya sarhoş olduğu bir akşam cipiyle takla atarsa? Ya da eyaletler arası yola girip ters Şeritte bir başka araçla kafa kafaya çarpışırsa?"
Roland bunu düşünüp başını iki yana salladı. "Zihnine (ve faz'ya) yeterince müdahale ettim. Cüret edebildiğimce. Gelecek yıllara dönüp kontrol etmemiz gereke... neden başını iki yana sallıyorsun? Hikâye ondan yayılıyor!"
"Belki öyle ama Susannah'yı terk etmediğimiz takdirde onu yirmi iki yıl boyunca kontrol edemeyeceğiz... ve ben Susannah'yı asla terk etmem. 1999'a bir kez atladıktan sonra geri dönüşümüz yok. Bu dünyada yok."
Roland bir süre hiç konuşmadı ve karışık saçları kaşlarına düşmüş, gözleri açık halde mutfağında ayakta durmuş, tezgâha dayanarak uyumakta olan adama baktı. Yedi sekiz dakika sonra Roland ve Eddie hafızasından silinmiş olarak uyanacaktı... o sırada gitmiş olacaklarını varsayıyordu tabi. Eddie, Silahşor'un Suze'u yüzüstü bırakabileceğine inanmıyordu... ama Ja-ke'in düşmesine izin vermişti, değil mi? Bir zamanlar Jake'in boşluğa düşmesine göz yummuştu.
"O halde yolunda tek başına ilerlemek zorunda kalacak," dedi, Roland ve Eddie rahatlayarak içini çekti. "Sai King."
"Evet, Roland."
"Unutma, Kaplumbağa'nın Şarkısı'nı duyduğunda elindeki tüm işleri bırakıp bu hikâyeyi yazmaya dönmelisin."
"Yapacağım. En azından deneyeceğim."
"Güzel."
Sonra yazar, "Küre kutudan alınıp kırılmalı," dedi.
Roland'ın kaşları çatıldı. "Hangi küre? Siyah On Üç mü?"
"Uyanırsa evrendeki en tehlikeli varlık olacak. Ve uyanıyor. BaşK bir yerde. Başka bir zaman ve mekânda."
"Kehanetin için teşekkürler, sai King."
"Lay-lay-lay, lay-lay-le. Götür küreyi çifte kuleye."
Roland bunu duyunca sessiz bir hayretle başını iki yana salladı.
Eddie yumruğunu alnına dayayıp hafifçe eğildi. "Selam olsun, Kalemşor."
King bunu saçma buluyormuşçasına hafifçe gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi.
"Uzun günler ve hoş geceler," dedi Roland. "Artık tavukları düşünmek zorunda kalmayacaksın."
Stephen King'in sakallı yüzünde yürek burkan bir umut belirdi. "Sahi mi?"
"Sahi. Ve umarım hepimizin açıklıkta buluşacağı günden önce yolda tekrar karşılaşabiliriz." Silahşor topuklarının üzerinde dönerek yazarın evinden ayrıldı.
Eddie dar kalçasını tezgâha yaslamış ayakta duran uzun boylu adama son bir kez baktı. Seni tekrar gördüğümde (eğer görürsem) Stevie sakalının çoğu beyazlamış ve yüzüne çizgiler eklenmiş olacak, diye düşündü. Ama ben hâlâ genç olacağım. Tansiyonun nasıl, sai? Önümüzdeki yirmi iki yılı kaldıracak kadar iyi mi? Umarım öyledir. Ya kalbin nasıl? Ailede kanservar mı? Varsa ne kadar derine iniyor?
Bu soruların hiçbiri için vakitleri yoktu elbette. Ya da başka sorular için. Yazar çok yakında uyanıp karısıyla yaşamına devam edecekti. Eddie, dinh'inm peşinden akşamüstü güneşinin aydınlattığı güne çıktı ve kapıyı arkasından kapadı. Onları New York yerine buraya gönderen faz'run ne yaptığını bildiğini düşünmeye başlamıştı.
ON İKİ
Eddie, John Cullum'ın Ford'unun sürücü tarafında durdu ve arabanın üzerinden Silahşor'a baktı. "Etrafındaki o şeyi gördün mü? Siyah pusu?"
"Evet todana. Hâlâ belli belirsiz olduğu için babana şükret."
"Todana nedir?"
"Ölümçantası anlamına gelir. İşaretlenmiş."
"Tanrım," dedi, Eddie.
"Söylüyorum, henüz çok belirsiz."
"Ama var."
Roland arabanın kapısını açtı. "Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Ka her kadının ve erkeğin zamanını belirler. Haydi gidelim, Eddie."
Artık ikisi de gitmeye hazırdı ama Eddie'nin içinde garip bir isteksizlik vardı. Sai King ile yarım kalmış işleri olduğunu hissediyordu. Ve o siyah aura fikrinden nefret ediyordu.
"Ya Turtleback Yolu ve gaipten-gelenler? Ona sormak istediğim..." "Bulabiliriz."
"Emin misin? Çünkü sanırım gitmemiz gereken yer orası." "Bence de öyle. Haydi. Önümüzde yapılacak çok iş var."
ON ÜÇ
Stephen King gözlerini açtığında eski Ford'un arka lambaları özel yolun sonuna henüz ulaşmıştı. İlk işi, saate bakmak oldu. Neredeyse dörttü. On dakika önce Joe'yu almak için çıkmış olmalıydı ama yaptığı Şekerleme çok iyi gelmişti. Kendini harika hissediyordu. Tazelenmiş gibi. Acayip bir şekilde temizlenmiş gibi. Her şekerleme bunu sağlayacaksa bu-nu herkesin yapması için bir yasa çıkarılmalı, diye düşündü.
Belki öyleydi ama Cherokee'si saat on altı otuza kadar bahçesin? girmezse Betty Jones fena halde endişelenecekti. Onu aramak üzere telefona uzandı ama gözü, telefonun yanındaki küçük bloknota takıldı. Her sayfanın üzerinde BÜTÜN PALAVRACİLARİ ARİYORUZ yazıyordu. Baldızla-rından küçük bir hediyeydi.
Yüzü yine ifadesizleşen King, bloknota ve yanında duran kaleme uzandı. Sonra eğilip yazdı:
La-la-la, la-la-le, merak etme, anahtar sende.
Gözlerini bu satıra dikerek duraksadı. Sonra devam etti:
Da-da-da, da-da-dı, gör onu Jake! Anahtar kırmızıl
Tekrar duraksadıktan sonra yazmayı sürdürdü:
La-la-ray, la-la-lar, ver bu çocuğa, plastik bir anahtar.
Yazdıklarına yoğun bir şefkatle baktı. Neredeyse sevgiyle. Muktedir Tanrı, kendini iyi hissediyordu! Bu satırlar onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu, ama onları yazmak içini çok derin, neredeyse vecde varan bir tatmin hissiyle doldurmuştu.
King sayfayı kopardı.
Avucunun içinde tortop etti.
Ve yedi.
Bir an için boğazına takıldı ama sonra (gulp!) midesine indi. İyi i§! Ahşap anahtarlıktan (o da anahtar şeklindeydi) cipin
(la-la-le)
anahtarını kapıp evden aceleyle çıktı. Joe'yu alacak, eve geri dönüp eşyalarını toplayacak, sonra Güney Paris'teki Mickey Kee's'de akşam ye'meği yiyeceklerdi. Düzeltme. Mickey Dee's. Birkaç büyük boy hambur-gerj tek başına mideye indirebilirmiş gibi hissediyordu. Ve yanında patates kızartması! Kahretsin, kendini muhteşem hissediyordu!
Kansas Yolu'na varıp kasabaya döndüğünde radyoyu açtı. McCoys, "Hang On Sloopy"yi söylüyordu; daima mükemmeldi. Radyo dinlerken her zaman olduğu gibi aklı başka yerlere kaydı ve şu eski hikâyenin karakterlerini düşünmeye başladı. Kara Kule'ydi ismi. Gerçi fazla karakter kalmamıştı. Neredeyse hepsini öldürmüştü, çocuk da dahil. Belki onunla başka ne yapacağını bilemediğindendi. Karakterler genellikle bu yüzden ölürdü; onlarla yapacak başka bir şey bulunamadığı için. İsmi neydi, Jack mi? Hayır, o Medyum'daki babanın ismiydi. Kara Kule'deki çocuğun adı Jake'ti. Western motifleri olan bir hikâye için kusursuz bir seçim; Wayne D. Overholser veya Ray Hogan'ın kitaplarına yakışacak bir isimdi. Jake'in hikâyeye geri dönmesi mümkün müydü? Belki bir hayalet olarak? Elbette mümkündü. King doğaüstü hikâyelerin en iyi yanının kimsenin sahiden ölmek zorunda olmaması olduğunu düşündü. Kara Gölgeler'deki Barnabas gibi geri dönebilirlerdi. Barnabas Collins bir vampirdi.
"Belki çocuk geri vampir olarak döner," dedi King ve güldü. "Dikkat et Roland, akşam yemeği masaya geliyor ve yemek sensin!" Ama bu doğru bir his vermiyordu. O halde nasıl olacaktı? Aklına hiçbir şey gelmiyordu ama önemli değildi. Zamanla bir fikir gelebilirdi. Muhtemelen hiç beklemediği bir anda; kediye mamasını verir veya bebeğin altını değiştirirken, veyahut Auden'ın acı çekmekle ilgili o şiirde söylediği gibi donukça yürürken.
Bugün acı çekmek yoktu. Bugün kendini harika hissediyordu.
Evet, bana Kaplan Tony deyin.
Radyoda McCoys'u Troy Shondell izledi. "This Time"ı söylüyordu. Aslında şu Kara Kule hikâyesi bir hayli ilginç sayılırdı. Belki kuzeyden döndüğümüzde hikâyeyi arayıp bulsam iyi olacak. Şöyle bir göz atanm. Fena fikir değildi.
DÖRTLÜK: Commala-un-un
Hepimizi yapana selam olsun,
O yarattı kadını erkeği,
O yarattı büyüğü küçüğü.
KARŞILIK: Commala-le-le
Güçlüyü de o yarattı acizi del
Kaderin eli böyle güçlüdür işte
Hükmeder her birimize!
12. Kıta: Jake ve Callahan
BİR
Don Callahan, Amerika'ya dönmeye dair pek çok hayal kurmuştu. Genellikle uyanıp kendini beysbol oyuncularının "melekler" dediği dolgun, pofuduk bulutlarla dolu sonsuz bir gökyüzünün altındaki güzel bir çölde veya Maine'deki Jerusalem's Lot kasabasındaki papaz konutunda, kendi yatağında olduğunu görmesiyle başlarlardı. Mekân neresi olursa olsun içi muhteşem bir rahatlamayla dolar ve ilk içgüdüsü, şükretmek olurdu. Ah, şükürler olsun Tanrım. Çok şükür hepsi bir rüyaymış, sonunda uyanabildim.
Şimdi uyanıktı, bu konuda hiç şüphe yoktu.
Havada yükselerek tam bir daire çizdi ve biraz ötesindeki Jake'in de aynı şeyi yaptığını gördü. Sandaletlerinden biri ayağından çıktı. Oy'un havlayışını ve Eddie'nin kükreyerek isyan edişini duyabiliyordu. Taksilerin kornalarını, New York'un hiçbir zaman eksilmeyen bu güzel cadde müziğini duyabiliyordu. Bir şey daha duyuyordu: bir vaiz. Sesine bakılırsa kendini iyice kaptırmıştı. En az üçüncü vitesteydi. Yakında hararet bile yapabilirdi.
Callahan, Bulunmamış Kapı'dan geçerken ayak bileğini kapının ke-"arına çarptı ve o noktada feci bir sızı hissetti. Sonra bileği (ve etrafında-to bölge) hissizleşti. Geçiş çınlamaları kulağına hızla, kırk beşlik hızında dinlenen otuz üçlük bir plak gibi çalındı. Her yönden gelmekte olan hava akımları ona çarptı ve birden genzini Geçit Mağarası'nın bayat havası ye. rine benzin ve egzoz kokuları doldurdu. Önce cadde müziği, şimdi de cadde parfümü.
Bir an için iki vaizin sesi duyuldu. Henchick arkasından kükredj "Dikkat, kapı açılıyor?' Ve ilerisinde başka biri bağırdı. "İLAH de karde. şim, aynen öyle, İkinci Cadde'de İLAH deP'
Daha fazla ikiz, diye düşündü Callahan, (bu kadarına zamanı olmuştu) ve sonra arkasındaki kapı çarparak kapandı. Artık tek vaiz, İkinci Cadde'de olandı. Callahan, evine hoş geldin orospu çocuğu, Amerika'ya hoş geldin, diye düşündü ve yere indi.
İKİ
Şiddetli bir düşüştü, elleri ve dizlerinin üzerine sertçe düştü. Kot pantolonu dizlerini bir nebze korudu (yırtılmıştı) ama kaldırıma sürten avuçlarının derisi neredeyse tamamen sıyrılmış gibiydi. Rahatsız edilmeyen gülün güçlü şarkısını duyabiliyordu.
Callahan sırtüstü yuvarlanıp gökyüzüne baktı. Dişlerini acıyla sıkıp kanayan avuçlarını yüzüne doğru kaldırdı. Bir kan damlası sol elinden yanağına bir gözyaşı damlası gibi düştü.
"Hangi cehennemden çıktın sen, ahbap?" diye şaşkınca sordu gri üniforma içinde bir zenci adam. Görünüşe bakılırsa Don Callahan'ın Amerika'ya dramatik dönüşünü tek fark eden oydu. Kaldırımdaki adama irileş-miş gözlerle bakıyordu.
"Oz," dedi, Callahan ve doğrulup oturdu.
Elleri sızlıyordu ve ayak bileği, kalbinin hızlanan atışlarıyla uyumlu bir şekilde zonk zonk zonkluyordu. "Yoluna git, birader. Devam et. Ben iyiyim. İşine bak."
"Ne diyorsan öyle olsun, ahbap. Hoşça kal."
Gri üniformalı adam (Callahan mesaisi bitmiş bir kapıcı olduğunu tahmin etti) yürümeye başladı. Callahan'a son bir kez baktı (hâlâ şaşkındı ama gördüklerinden şüphelenmeye başlamıştı bile) ve bir sokak vaizini dinleyen küçük kalabalığın etrafından dolaşarak gözden kayboldu.
Callahan ayağa kalktı ve 2 Hammarskjöld Plaza'ya çıkan basamaklardan birine çıkarak Jake'i aramaya koyuldu. Çocuğu göremiyordu. Diğer tarafa döndüğünde Bulunmamış Kapı'nın da kaybolduğunu gördü.
"Şimdi beni dinleyin dostlar! Dinleyin, Tanrı diyorum, Tanrı aşkı diyorum, şükürler olsun deyin diyorum!"
"Şükürler olsun," dedi kalabalığın içinden biri ama sesi pek coşkulu değildi.
"Amin diyorum, teşekkürler, kardeşim! Şimdi beni dinleyin çünkü Amerika İMTİHAN oluyor ve Amerika sınavında BAŞARISIZ oluyor! Bu ülkeye bir BOMBA lazım, nükleer değil, İLAH BOMBASI, şükürler olsun dermişiniz?"
"Jake!" diye bağırdı, Callahan. "Jake, nerdesin? Jake!"
"Oy!" Jake'in sesiydi. Tiz bir çığlığa dönüşmüştü. "Oy, DİKKAT ET!'
Callahan'ın nerede duysa tanıyacağı heyecanlı bir havlama sesi yükseldi. Sonra kilitlenmiş lastiklerin feryadı.
Korna böğürtüsü.
Ve bir çarpma sesi.
ÜÇ
Sızlayan avuçları ve ağrıyan bileği bir anda Callahan'ın aklından uçup gitti. Vaizin topladığı küçük kalabalığın etrafından koştu (bütün "aşlar caddeye dönmüş, vaiz konuşmasını yarıda kesmişti) ve Jake'in 'kinci Cadde'de, bacaklarından birkaç santim ötede, şeridinde çaprazlama durabilmiş sarı bir taksinin önünde dikildiğini gördü. Taksinin arka lastiklerinden hâlâ mavi dumanlar yükseliyordu. Şoförün yüzü bembeyaz di, ağzı şaşkınlıkla açılmış, O şeklini almıştı. Oy, Jake'in ayaklarının çjj. binde büzülmüştü. Callahan hayvanın korkmuş ama iyi olduğunu gördü.
Çarpma sesi tekrar, ardından tekrar duyuldu. Jake yumruğunu taksi-nin kaportasına indiriyordu. "Geri zekâlı heri)7" diye bağırdı Jake taksinin direksiyonundaki beti benzi atmış adama. Bam! "Neden..." Bam!".-gittiğin yere..." BAM! "...DİKKAT ETMİYORSUN?" BAM! BAM!
"Göster ona evlat!" diye bağırdı biri caddenin karşısından. Yaklaşık üç düzine insan olan biteni izlemek üzere toplanmıştı.
Taksinin kapısı açıldı. İnen uzun boylu adam kot pantolon, rengârenk bir gömlek ve yan tarafında bumerang şekilleri olan çocuk mezarı kadar büyük spor ayakkabılar giymişti. Adamın başındaki fes, zaten uzun olan boyunu daha da uzun gösteriyordu. Callahan adamın en az bir doksan boyunda olduğunu tahmin etti. Yüzünün yarısı sakalla kaplıydı. Kaşlarını çatarak Jake'e bakıyordu. Callahan yüreğinde giderek artan bir ağırlıkla olay yerine doğru yürüdü. Ayakkabılarından birinin olmadığının ve çıplak ayağının iki adımda bir kaldırımla temas ettiğinin farkında değil gibiydi. Sokak vaizi de şeridinde çaprazlama duran taksiye doğru yürüyordu. Taksinin arkasında duran arabanın sürücüsü, akşam için yaptığı planlardan başka hiçbir şeyi umursamadığı için iki elini birden kornaya dayadı (DDAAAAAAAAA11111'!!!) ve açık camdan sarkarak bağırdı. "Yürüsene Abdül, yolu tıkıyorsun!"
Jake, ona aldırmadı. Son derece hiddetliydi. Bu kez Gece Yarısı Kovbo-yu'ndaki Ratso Rizzo gibi iki yumruğunu birden indirdi-2L4A/7 "Arkadaşımı nerdeyse eziyordun, aşağılık herif, nereye GİTTİĞİNE..." BAM! "...baksana SALAK.I"
Taksi şoförü yumruğunu tekrar indiremeden (tatmin olana dek yumruklamaya niyetli görünüyordu) Jake'in sağ bileğini yakaladı. "Kes şunu, seni küçük serseri!" diye bağırdı öfkeli ve fazlasıyla yüksek sesle. "Sana diyorum..."
Taksi şoförünün elinden kurtulan Jake geriledi. Sonra Callahan'm gözleriyle takip edemeyeceği kadar hızlı bir hareketle kolunun altındaki askıdan Ruger'ı çekti ve şoförün suratına doğrulttu.
"Ne diyorsun?" diye haykırdı, Jake. "Ne diyorsun? Fazla hızlı gittiğini ve arkadaşımı nerdeyse ezeceğini mi? Alnının ortasında bir delikle cadde ortasında ölmek istemediğini mi? NE diyorsun?"
İkinci Cadde'nin karşısındaki kadın ya tabancayı görmüş ya da Jake'in gözünü kırpmadan cinayet işlemesine yol açabilecek korkunç öfkesini hissetmişti. Bir çığlık atarak kaçmaya başladı. Birkaç kişi daha onu takip etti. Diğerleri kan kokusu alarak kaldırımda toplandı. İnanılmazdı ama içlerinden biri (şapkasını ters takmış genç bir adam) bağırdı: "Haydi evlat! Şu deve-jokeyinde bir havalandırma deliği aç!"
Dostları ilə paylaş: |