Stephen King Kara Kule Cilt6 Susannah'nın Şarkısı



Yüklə 1,46 Mb.
səhifə25/30
tarix30.10.2017
ölçüsü1,46 Mb.
#22902
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   30

Callahan bovling çantasını dar dolaba yerleştirdi. Jake'in endişeli bakışları altında çantayı olabildiğince geriye itti. Sonra dolabın kapağını kapattı ve Jake anahtarı çevirdi. "Tamamdır," dedi anahtarı cebine koyarken. Sonra kaygılı bir ifadeyle sordu: "Uykuda kalacak mı?"

"Sanırım," dedi, Callahan. "Kilisemdeyken uyanmamıştı. Bir Işın daha kırılırsa uyanıp zarar verebilir, ama zaten bir Işın daha kırılırsa..."

"... zarar verip vermemesinin bir önemi olmaz," diye tamamladı, Jake.

Callahan başını salladı. "Sadece... şey, nereye gittiğimizi biliyorsun. Ve orda ne bulabileceğimizin de farkmdasın."

Vampirler. Sığ adamlar. Belki Kızıl Kral'ın başka hizmetkârları. Muhtemelen Walter, bazen şeklini ve adını değiştirip kendine Randall Flagg diyen siyahlı adam. Hatta belki Kızıl Kral'ın kendisi.

Evet, Jake bunların farkındaydı.

"Dokunuşa sahipsen," diye devam etti, Callahan. "İçlerinden bazılarının da sahip olduğunu varsaymalıyız. Zihinlerimizden burayı (ve dolabın numarasını) çekip alabilirler. Oraya gidip onu kurtarmaya çalışacağız ama başarısızlık oranının oldukça yüksek olduğunu kabul etmeliyiz. Hayatım boyunca bir silahla ateş etmedim ve sen de, bağışla ama tecrübeli bir savaşçı sayılmazsın, Jake."

"Bir iki leşim oldu," dedi, Jake. Bıçakçı'yı... ve Kurtlar'ı düşünüyordu elbette.

"Bu muhtemelen biraz farklı olacak," dedi, Callahan. "Söylemeye çalıştığım, eğer bizi canlı ele geçirirlerse büyük bir sorunumuz olabilir. İş oraya gelirse. Anlıyor musun?"

"Merak etme," dedi, Jake tüyler ürpertici bir güvenle. "Merak etme, peder. Canlı yakalanmayacağız."
ON BEŞ

Dışarı çıkıp bir başka taksi aradılar. Jake, kat görevlisinin bahşişleri sayesinde hâlâ Dixie Pig'e gitmelerine yetecek kadar paraları olduğunu tahmin ediyordu. Ve içinden bir ses, Pig'e girdikten sonra bir süre paraya ihtiyaç duymayacaklarını söylüyordu.

"İşte bir tane," dedi, Callahan ve taksiyi durdurmak için ellerini salladı. Bu arada Jake arkasına dönmüş, az önce çıktıkları binaya bakıyordu.

"Orda emniyette olacağından emin misin?" diye sordu, Callahan'a taksi müşterileriyle arasındaki ağır kanlı şoföre sabırsızca korna çalarak kendilerine doğru yaklaştığı sırada.

"Eski dostum sai Magruder'a göre Manhattan'ın en güvenli depolama alanı orası," dedi, Callahan. "Penn İstasyonu veya Grand Central'daki bozukluklarla çalışan dolaplardan elli kat güvenli olduğunu söylemişti. Ve ayrıca burda uzun dönem saklama seçeneği var. New York'ta muhtemelen başka saklama alanları da vardır, ama onlar açılmadan önce öyle ya da böyle gitmiş olacağız."

Taksi önlerinde durdu. Callahan kapıyı Jake ve Oy için tuttu ve Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerine son bir kez baktıktan sonra kendisi de bindi.

"Biri dolabı kırıp çalmadığı sürece iki bin iki yılının haziran ayma dek orda kalacak."

"Ya da bina üzerine yıkılmadığı sürece," dedi, Jake.

Jake'in sesi şaka yapıyormuş gibi değildi, ama Callahan buna rağmen güldü. "Olacak şey değil. Olsa bile... eh, yüz on kat beton ve çelik altında cam bir küre? Güçlü bir sihirle dolu bile olsa sanırım o lanet kürenin icabına bakacak daha iyi bir yöntem olamaz."
ON ALTI

Jake güvenlik kaygısıyla taksi şoföründen onları Lexington ve Elli pokuzuncu Sokak'ın köşesinde bırakmasını istedi ve onay almak için Callahan'a baktıktan sonra adama kalan son iki dolarlarını verdi.

Jake, Lex ve Altmışıncı Sokak'ın köşesinde Callahan'a yere atılıp ezilmiş çok sayıdaki izmariti gösterdi. "Burdaymış," dedi. "Gitar çalan adam."

Eğilip izmaritlerden birini aldı ve avuçlarının arasında bir süre tuttu. Sonra başını salladı, neşesizce gülümsedi ve omzuna astığı keseyi düzeltti. Kesenin içindeki Orizalar hafifçe tıngırdadı. Jake taksinin arka koltu-ğundayken onları saymış ve tam on dokuz tane olduğunu görünce hiç şa-şırmamıştı.

"Durmasına şaşmamalı," dedi, Jake izmariti bırakıp elini gömleğine silerken. Sonra aniden şarkı söylemeye başladı. Sesi alçaktı ama melodiyi kusursuzca söylüyordu. "Bitmeyen üzüntülerin... adamıyım... Her günümde... bela gördüm... Kuzey demiryoluna... gitmek zorundayım... Belki bir sonraki... trene binerim."

Zaten huzursuz olan Callahan sinirlerinin iyice gerildiğini hissetti. Şarkıyı tanımıştı elbette. Ama Susannah o gece (Roland'ın pek çoğunun gördüğü en iyi commala dansını yaparak Calla'dakilerin kalbini kazandığı gece) büyük çadırda bu şarkıyı söylerken "adam" yerine "kadın" demişti.

"Ona para verdi," dedi, Jake rüyadaymış gibi. "Ve dedi ki..." Dudaklarını ısırarak başını eğdi ve konsantre olmaya çalıştı. Oy hayranlıkla ona bakıyordu. Callahan da araya girmedi. Artık anlamıştı: Jake ile Dixie Pig'de öleceklerdi. Karşı koyup mücadele edecekler ama yine de savaşarak öleceklerdi.

Ve ölmenin kötü bir şey olmadığına karar verdi. Çocuğu kaybetmek Roland'ı çok üzecekti... ama yine de yoluna devam edecekti. Kara Kule tyakta kaldığı sürece Roland devam edecekti.

Jake başını kaldırdı. '"Mücadeleyi unutma,' dedi." ||

"Bunu diyen Susannah."

"Evet. Öne çıkmıştı. Mia, ona izin vermişti. Ve şarkı Mia'yı etkilemiş, ti. Ağladı."

"Öyle mi?"

"Evet. Mia, hiçliğin kızı, birin anası. Ve Mia'nın dikkati dağılmış-ken... gözleri yaşlar yüzünden körleşmişken..."

Jake etrafına bakındı. Oy da etrafına baktı. Muhtemelen hiçbir şey aradığı yoktu, sadece çok sevdiği Jake'i taklit ediyordu. Callahan büyük çadırdaki geceyi hatırladı. Işıkları. Oy'un arka ayakları üzerine kalkıp ahaliye eğilerek selam verişini. Susannah'nm şarkı söylemesini. Işıklan. Dans, Roland'ın ışıklar altında commala dansı yapması, renkli ışıklar. Roland'ın beyazın içinde dans etmesi. Daima Roland; ve sonunda, diğerleri teker teker düştüğünde, kanlı olaylarda birer birer öldürüldüklerinde, geride sadece Roland kalacaktı.

Bu gerçekle yaşayabilirim, diye düşündü, Callahan. Ve ölebilirim.

"Bir şey bıraktı ama burda değil! Gitmiş!" dedi, Jake üzgün, neredeyse ağlamaklı bir sesle. "Biri onu bulmuş olmalı... ya da belki gitar çalan adam bıraktığını görüp aldı... bu kahrolası şehir! Herkes her şeyi çalıyor! Ah, lanet olsun? "Boş ver."

Jake bitkin, solgun, ürkmüş yüzünü Callahan'a çevirdi. "Bize bir şey bıraktı ve ona ihtiyacımız var! Şansımızın ne kadar düşük olduğunu görmüyor musun?"

"Evet. Geri çekilmek istersen en uygun zaman şu an, Jake." Çocuk en ufak bir şüphe veya kararsızlık göstermeden başını iki yana sallayınca Callahan onunla iftihar etti. "Hadi gidelim, peder."


ON YEDİ
% Lex ve Altmış Birinci Sokak'ın köşesinde tekrar durdular. Jake caddenin karşısını işaret etti. Yeşil tenteyi gören Callahan başını salladı. Üzerine, nar gibi kızarmakta olmasına rağmen mutlulukla gülümseyen bir domuz resmi çizilmişti. Tentenin sarkan bölümünde THE DIXIE PIG yazıyordu. Önüne beş uzun, siyah limuzin arka arkaya park etmişti. Işıkları karanlıkta sarı sarı parlıyordu. Callahan caddeyi sinsice bir sisin sarmakta olduğunu ilk o zaman fark etti.

"Al," dedi, Jake ve Ruger'ı ona verdi. Sonra ceplerini karıştırarak iki avuç dolusu kartuş çıkardı. Sokak lambalarının her yere ulaşan turuncu ışığı altında solgunca parlıyorlardı. "Bunları göğüs cebine koy, peder. Or-dan alman daha kolay olur, tamam mı?"

Callahan başını salladı.

"Daha önce hiç tabanca ateşledin mi?"

"Hayır," dedi, Callahan. "Sen hiç o tabaklardan fırlattın mı?"

Jake sırıttı. "Benny Slightman'la bir kutu alıştırma tabağı çalıp nehir kıyısına götürmüş ve bir gece maç yapmıştık. O pek iyi değildi ama..."

"Dur tahmin edeyim. Sen iyiydin."

Jake omuz silkti, sonra başını salladı. Tabakları elinde tutmanın içini nasıl bir hisle doldurduğunu, fırlatmanın ona ne kadar doğal geldiğini anlatabileceği kelimeler yoktu. Ama belki hissettikleri doğaldı. Oriza fırlatmada Susannah da hemen usta olmuştu. Peder Callahan bunu gözleriyle görmüştü.

"Pekâlâ, planımız nedir?" diye sordu, Callahan. Sonuna kadar gitmeye karar verdikten sonra liderliği çocuğa vermeye daha istekliydi. Ne de °lsa Jake bir silahşordu.

Çocuk başını iki yana salladı. "Plan yok," dedi. "Buna plan denemez Önce ben gireceğim. Sen de hemen peşimden geleceksin. Kapıdan giret girmez birbirimizden ayrılacağız. Aramızda mümkün olduğu her an üç metrelik bir mesafe bulunacak, peder; anlıyor musun? Bu şekilde sayılan kaç olursa olsun ya da ne kadar yakında olurlarsa olsunlar içlerinden biri ikimizi aynı anda haklayamayacak."

Bu Roland'ın öğrettiklerinden biriydi, Callahan anlamıştı. Başını salladı.

"Ben, Susannah'yı dokunuş sayesinde izleyebileceğim, Oy ise kokusuyla," dedi, Jake. "Bizimle birlikte hareket et. Gereken her şeyi hiç tereddüt etmeden vur, anladın mı?"

"Evet."

"İşe yarayabileceğini düşündüğün bir silahı olan bir şeyi öldürecek olursan silahını al. Yani bir yandan ilerlerken hızla yerden kapabilirsen. Sürekli hareket halinde olmalıyız. Kesintisizce saldırmalıyız. Aman vermemeliyiz. Haykırabilir misin?"



Callahan bir süre düşündükten sonra başını salladı.

"Onlara haykır," dedi, Jake. "Ben de aynısını yapacağım. Ve hareket halinde olacağım. Belki koşacağım, ama muhtemelen koşar adım yürüyeceğim. Sağıma her bakışımda yüzünün yan tarafını görmek istiyorum."

"Göreceksin," dedi, Callahan ve en azından biri beni yere serene dek, diye düşündü. "Onu burdan çıkardıktan sonra bir silahşor sayılacak mıyım, Jake?"

Jake'in sırıtışı bir kurdun diş göstermesini andırıyordu ve o an tüm kuşkuları ve korkuları yok oldu. "Khef, ka ve ka-tet," dedi. "Bak, yeşil iş* yandı. Haydi karşıya geçelim."


ON SEKİZ

İlk limuzinin şoför koltuğu boştu. İkincisinin direksiyonunun başında şapka takmış, üniformalı bir adam vardı. Peder Callahan, adamın uyumakta olduğunu gördü. Üniforma giymiş şapkalı bir başka adam, üçüncü limuzine dayanarak kaldırımda dikiliyordu. Bir sigaranın kor halindeki ucu ağzının kenarına doğru tembelce bir yay çizdikten sonra tekrar aşağı indi. Onlara doğru baktı ama istifini bozmadı. Yaşlı bir adam, ergenliğe giren bir çocuk ve yanı başında yürüyen bir köpek, ne gibi bir tehlike arz edebilirdi ki? Küçük gruba önem vermedi.

Callahan, Altmış Birinci Sokak'ın diğer tarafına geçtiklerinde restoranın önüne ayaklı bir levha konduğunu gördü:

ÖZEL BİR TOPLANTI NEDENİYLE KAPALIYIZ

Dixie Pig'de o akşam yapılacak faaliyete ne isim verilebileceğini düşündü, Callahan. Bebek partisi mi? Doğum günü partisi mi?

"Ya Oy?" diye sordu, Jake'e alçak sesle.

"Oy benimle kalacak."

Topu topu üç kelimeydi ama Callahan'ı Jake'in ne yaptığını bildiğine ikna etti: bu gece öleceklerdi. Callahan zafer parıltıları saçarak ölüp ölmeyeceklerini bilmiyordu, ama üçünün de son gecesi olacağı muhakkaktı. Yolun sonundaki açıklığın gözleri önüne serilmesine sadece bir dönemeç kalmıştı; açıklığa üçü birden girecekti. Ciğerleri hâlâ temiz, gözleri de net görüyorken ölmeyi hiç istemese de durumun çok daha kötü olabileceğinin farkındaydı. Siyah On Üç, yine uyuyacağı bir başka karanlık köşeye saklanmıştı ve Roland tüm patırtı sona erdiğinde, savaş kazanılıp kaybedildiğinde hâlâ ayakta olursa kürenin izini sürüp bulabilir ve uygUn gördüğü şekilde imha edebilirdi. Bu arada...

"Jake, bir saniye beni dinle. Çok önemli."

Jake başını salladı ama sabırsız görünüyordu.

"Ölümle burun buruna olduğunu biliyor ve günahların için af diliyor musun?"

Çocuk, son duaların yapıldığını anladı. "Evet," dedi.

"Bu günahlar için kalben üzüntü duyuyor musun?"

"Evet."


"Pişmanlık duyuyor musun?"

"Evet, peder."

Callahan, Jake'in önünde havaya bir haç çizdi. "In nomine Patris, et Filii, et Spiritus..."

Oy havladı. Tek bir kez ama heyecanla. Ve havlaması biraz da boğuktu zira olukta bulduğu bir şeyi ağzında tutarak Jake'e bakıyordu. Çocuk eğilip Oy'un ağzındakini aldı.

"Ne?" diye sordu, Callahan. "O ne?"

"Bizim için bıraktığı şey," dedi, Jake. Sesi çok rahatlamış, hatta neredeyse umutlu geliyordu. "Mia'nın dikkati şarkı yüzünden dağılmış, ağlarken yere bıraktığı nesne. Ah Tanrım, sanırım bir şansımız var, peder. Galiba bir şansımız var."

Nesneyi pederin eline bıraktı. Avucuna bırakılan şeyin ağırlığına şaşan Callahan güzelliği karşısında soluksuz kaldı. Jake'te gördüğü umudun kendi içini de doldurduğunu hissetti. Muhtemelen aptalcaydı ama oradaydı işte.

Fildişi kaplumbağayı yüzüne doğru kaldırdı ve kabuğunun üzerindeki soru işaretine benzer çiziği işaret parmağının ucuyla okşadı. Bilge ve huzur dolu gözlerine baktı. "Ne kadar güzel," diye mırıldandı. "Bu Kaplumbağa Maturin mi? O, değil mi?"

"Bilmiyorum," dedi, Jake. "Muhtemelen o. Ona sköldpadda diyor ve bize yardımcı olabilir. Ama içeride bizi bekleyen adamları öldüremez." Başını Dixie Pig'e doğru salladı. "Bunu sadece biz yapabiliriz, peder. Yapacak mısın?"

"Ah, evet," dedi, Callahan sakince. Kaplumbağayı, sköldpadda 'yi göğüs cebine koydu. "Kurşunlar bitene veya geberene kadar ateş edeceğim. Beni kurşunlar bitmeden önce haklayamazlarsa tabancanın kabzasıyla saldıracağım."

"Güzel. Haydi şimdi gidip onlar için son duaları edelim."

Ayaklı KAPALI levhasının önünden geçtiler. Başını kaldırmış, hırlamakta olan Oy aralarında yürüyordu. Çift kanatlı kapıların önündeki üç basamağı tereddütsüzce tırmandılar. Jake son basamakta omzuna asılı keseden iki tabak çıkardı. Tabakları hafifçe birbirlerine vurdu, metalik sesi dinleyip başını salladı ve, "Seninkini de görelim," dedi.

Callahan, Ruger'ı kaldırdı ve namlusunu düelloya hazırlanan biri gibi yanağının yanında tuttu. Sonra içindeki kurşunlar yüzünden kabarık-laşmış göğüs cebine dokundu.

Tatmin olan Jake başını salladı. "İçeri girdikten sonra birbirimizden ayrılmayacağız. Hep bir arada kalacağız. Oy da ikimizin arasında olacak. Üçe kadar sayıp gireceğiz. Ve bir kez başladık mı, ölene kadar durmayacağız."

"Asla durmayacağız."

"Evet. Hazır mısın?"

"Evet. Tanrı'nın sevgisi seninle olsun, oğlum."

"Seninle de, peder. Bir... iki... üç." Jake kapıyı açtı ve hep birlikte l0s ışığa ve kızarmış domuzun tatlı, keskin kokusuna daldılar.

DÖRTLÜK: Commala-ala-ala

Ölmek zamanı da vardır yaşamak zamanı da

Sırtın en gerideki duvara dayandığında

Kurşunlar uçuşmaya başlar havada.

KARŞILIK: Commala-ada-ada

Bırak uçuşsun kurşunlar havada!

Benim için yas tutmayın dostlar

Ölüm günüm gelip çattığında.

13. Kıta: "Selam Mia, Selam Anne
BİR

Mia'nm içinde olduğu taksi kaldırıma yanaştığında şehir merkezine doğru giden otobüsü bulunduğu yere koyan ka olabilirdi; ama bu sadece bir tesadüf de olabilirdi. En mütevazı sokak vaizinden (şükürler olsun diyebilir misiniz) en üst düzey teoloji filozoflarına (Sokratça amin der misiniz) varıncaya dek herkes için tartışma yaratabilecek bir soru olduğu muhakkaktı. Bazıları neredeyse saçma sapan olduğunu düşünebilirdi; ama gölgeleri sorunun gerisinde görülen muazzam konuların saçma olduğu kesinlikle söylenemezdi.

Şehir merkezine giden yarısı boş bir otobüs.

Ama otobüs Lex ve Altmış Birinci Sokak'ın köşesinde olmasaydı Mia gitar çalan adamı büyük olasılıkla fark etmeyecekti. Ve Mia gitar çalan adamı dinlemek için durmamış olsa, daha sonra olanların ne kadarının gerçekleşeceğini kim bilebilirdi?


İKİ

"Off, Tanrım, şu hale bak!" diye bağırdı taksi şoförü ve elini bezgin °ir ifadeyle ön cama doğru kaldırdı. Lexington ve Altmış Birinci Sokak'ın ^Şeşine bir otobüs park etmişti. Dizel motoru homurdanıyor, Mia'ya tehlike alarmı veren bir tür mekanizma gibi görünen sinyal lambaları ya nıp sönüyordu. Otobüsün şoförü, aracın arkasından püsküren koyu renk duman bulutuna bakarak otobüsün arka tekerleklerinden birinin önünde duruyordu.

"Hanımefendi," dedi, taksi şoförü. "Sizi Altmışıncı'nm köşesinde in-dirmemin bir sakıncası var mı? Sorun olur mu?"

Olur mu? diye sordu, Mia. Ne diyeyim?

Olmaz, dedi Susannah umursamazca. Altmışıncı Sokak yeterince ya. kın.

Mia'nın sorusu onu Eddie'ye ulaşmaya çalıştığı kendi Dogan'ından geri getirmişti. Hiçbir sonuç elde edememiş, üstelik Dogan'ın hali karşısında şaşkına dönmüştü. Zemindeki çatlaklar artık iyice genişleyip derinleşmiş, tavandaki kaplamalardan biri parçalanıp düşmüş, beraberinde bir floresan lamba ve kabloları da aşağı indirmişti. Kontrol panellerinin bir bölümü kararmıştı. Diğer bölümlerden ise duman tütüyordu, SUSAN-NAH-MİO kadranının iğnesi kırmızı bölgedeydi. Zemin ayaklarının altında sarsılıyor, makineler çığlık atıyordu. Ve bunların hiçbirinin gerçek olmadığım, hepsinin sadece bir tasavvur tekniğinin ürünü olduğunu söylemek asıl konuyu kaçırmak olmaz mıydı? Çok güçlü bir işlemi durdurmuştu, şimdi de vücudu bedelini ödüyordu. Dogan'ın sesi yaptığının çok tehlikeli olduğunu söyleyerek onu uyarmış; Tabiat Ana'yı kandırmaya çalışmasının hiç hoş olmadığını belirtmişti (bir televizyon reklamında konuşur gibi). Susannah en ağır hasarı hangi bezlerinin veya organlarının aldığını bilmiyordu ama ona ait oldukları muhakkaktı. Mia'ya değil. Her şey çığırından çıkmadan bu çılgınlığa bir son vermenin zamanı gelmişti.

Ama önce Eddie'yle bağlantı kurmaya çalışmış, üzerinde KUZEY MERKEZ POZİTRONİK yazan mikrofona defalarca bağırmıştı. Hiçbir şey olmamıştı. Roland'a seslenmek de bir sonuç vermemişti. Ölmüş olsalardı bilirdi. Bundan emindi. Ama onlarla hiçbir şekilde temas kuramamak ne anlama geliyor olabilirdi?

Yine hapı yuttuğun ve becerildiğin anlamına geliyor, güzelim, dedi Det-ta ve gevrek gevrek güldü. Beyazlarla sıkı fıkı olursan başına geleceği bu.

Burada inebilir miyim, diye soruyordu, Mia ilk dansına kaldırılan bir genç kız gibi mahcubiyetle. Gerçekten mi?

Susannah yapabilse kendi yanağına şöyle okkalı bir şamar indirirdi. Tanrım, bu kadın bebeği söz konusu olmadığında hep böyle çekingen olmak zorunda mıydı?

Evet, in. Sadece tek bir sokak ileride.

Sürücü... sürücüye ne kadar ödemeliyim?

Bir onluk ver ve üstünü alma. işte, şunu benim için uzat...

Susannah, Mia'nın gönülsüzlüğünü hissedince öfkeyle tepki gösterdi. Bundan zevk almadığı söylenemezdi.

Beni dinle, tatlım, artık sana yardım etmeyeceğim. Tamam mı? Ona kahrolası banknotlardan canının istediğini ver.

Yok, yok, tamam. Daha saygılıydı. Ve korkmuştu. Sana güveniyorum, Susannah. Mats'ten aldıkları paradan geri kalanı bir yelpaze gibi açarak göz hizasına kaldırdı.

Susannah yardım etmeyi reddedecek oldu ama ne anlamı olacaktı? One çıktı, parayı tutan kahverengi ellerin kontrolünü aldı, bir onluk seçti ve şoföre uzattı. "Üstü kalsın," dedi.

"Teşekkürler, bayan!"

Susannah taksinin kapısını açtı. Tam o sırada bir robot sesi konuşmaya başlayarak onu (her ikisini de) şaşırttı. Whoopi Goldberg adında Wri çantalarını almasını hatırlatıyordu. Susannah-Mia için böyle bir du-■^m söz konusu değildi. Artık onları ilgilendiren tek bir yük vardı ve Mia Ç°k yakında onu doğuracaktı.

Gitar sesi duyuldu. Aynı anda paraları cebine tıkıştıran elin ve kaldırıma adım atan bacağın kontrolünün elinden alındığını hissetti. Susan-nah'nm küçük New York ikilemlerinden bir başkasına daha çözüm bulduğu Mia, ipleri tekrar eline alıyordu. Susannah bu gaspa direnmeye ça-hştı

(bu benim bedenim, kahretsin, benim, en azından belden yukarısı bana ait, yani kafa ve içindeki beyin de benim!)

ve vazgeçti. Ne anlamı vardı? Mia daha güçlüydü. Neden öyle olduğuna dair en ufak fikri bile yoktu ama bu gerçeğin farkındaydı.

O noktada Susannah Dean'in üzerine bir tür garip Bushido kaderciliği çöktü. Köprü korkuluklarına doğru çaresizce kayan arabaların sürücülerinde veya motorları iflas etmiş, yeryüzüne doğru bir taş gibi düşen uçakların pilotlarında... ve son mağaralarına veya çekilmelerine yaklaşan silahşorlarda görülen tuhaf bir sükûnet üzerine çöktü. Mücadele etmek gözüne onurlu ve zahmete değer bir davranış olarak görünürse daha sonra dövüşebilirdi. Kendi canını veya bebeğininkini kurtarmak için dövüşürdü ama Mia için hayır; karan buydu. Susannah'nm gözünde Mia, bir zamanlar kazanmış olabileceği herhangi bir kurtarılma hakkını kaybetmişti.

Artık yapılabilecek hiçbir şey yoktu; belki DOĞUM ŞİDDETİ düğmesini tekrar 10'a getirmek hariç. O kadarına izin verileceğini sanıyordu.

Ama ondan önce... müzik. Gitar. Bildiği, çok iyi bildiği bir şarkıydı. Calla Bryn Sturgis'e vardıkları gece bu şarkının bir versiyonunu ahaliye söylemişti.

Roland ile tanışmasından sonra yaşadığı onca şey ona New York'ta bir sokak köşesinde "Bitmeyen Üzüntülerin Adamı"nı duymasının kesinlikle tesadüf olamayacağını öğretmişti. Ve harika bir şarkıydı, değil mi? Belki de daha genç bir kadınken sevdiği, onu adım adım eylemciliğe ve s0n olarak Oxford, Mississippi'ye yönlendiren tüm halk şarkıları içinde en önde geleniydi. O günler geçmişte kalmıştı (kendini o zaman olduğundan çok daha yaşlı hissediyordu) ama bu şarkının hüzünlü basitliği ona nâlâ çekici geliyordu. Dixie Pig bir sokak bile ötede değildi. Mia onları kapıdan geçirdiği an Susannah Kızıl Kral'ın Ulkesi'nde olacaktı. Bundan hiç şüphesi yoktu, aksini hayal ediyor da değildi. Oradan kurtulmayı, arkadaşlarını veya sevdiği adamı tekrar görmeyi ummuyordu ve içinden bir ses, kandırıldığını öğrenen Mia'nın öfkeli çığlıkları eşliğinde öleceğini söylüyordu... ama bunların hiçbiri, o an şarkıdan aldığı keyfi bozmak zorunda değildi. Bu onun ölüm şarkısı mıydı? Varsın olsun.

Dan'in kızı Susannah, çok daha kötülerinin de olabileceğini biliyordu.
ÜÇ

Sokak çalgıcısı Blackstrap Molasses adında bir kafenin önüne konuşlanmıştı. Gitar kutusu önünde açık duruyordu. Kutunun mor (sai King'in Bridgton'daki yatak odasının halısıyla aynı ton, amin diyebilir misiniz) astarı üzerine, gelip geçen yayalara yol göstermek amacıyla bozukluklar ve birkaç banknot saçılmıştı. Peder Harrigan'ın vaaz vermek için üzerine çıktığına fazlasıyla benzeyen ahşap bir küp üzerinde oturuyordu.

Günü sonlandırmak üzere olduğuna dair işaretler vardı. Kolunda New York Yankees arması olan ceketini giymiş, JOHN L.E1VNON YAŞIYOR yazısı basılmış şapkasını takmıştı. Önünde daha önce bir levha olduğu belliydi ama artık yüzüstü kutunun içine yerleştirilmişti. Gerçi Mia görse de yazıyı okuyamayacaktı.

Şarkıcı ona bakıp gülümsedi ve çalmayı bıraktı. Mia kalan banknotlardan birini kaldırdı ve, "O şarkıyı tekrar çalarsan sana bunu veririm," dedi. "Ama bu kez tümünü çalacaksın."

Genç adam yirmi yaşlarında görünüyordu. Yakışıklı olduğu söylene-mezdi ama soluk, lekeli yüzünde, altın halka sarkan burnunda ve dudaklarının kenarına iliştirdiği sigarasında bir tür çekicilik vardı. Uzatılan banknotun üzerindeki yüzü görünce gözleri irileşti. "Elli papel için Ralph Stanley'nin bildiğim tüm şarkılarını çalarım... ve bildiklerimin sayısı az değil."

"Sadece bunu söylemen bize yeter," dedi, Mia ve parayı attı. Ellilik süzülerek gitar kutusuna düştü. Genç adam parayı inanmaz gözlerle izli-yordu. "Çabuk," dedi, Mia. Susannah sessizdi ama Mia, onun dinlediğini hissedebiliyordu. "Zamanım az. Çal."

Ve böylece kafenin önünde ahşap küpün üzerinde oturmakta olan şarkıcı Susannah'nın ilk olarak The Hungry i' de duyduğu, Tanrı bilir kaç sazlı sözlü toplantıda ve bir keresinde Oxford, Mississippi'de bir motelin arkasında söylediği şarkıyı çalmaya başladı. Hep birlikte hapse atılmalarından önceki geceydi. O sırada üç genç seçmen-kayıt görevlisi neredeyse bir aydır kayıptı, Philadelphia bölgesinde bir yerde, kara Mississippi toprağında kaybolmuşlardı (daha sonra Longdale kasabasında bulundular, şükürler olsun diyebilir misiniz, amin der misiniz). O efsanevi Beyaz Balyoz yine zenci aleyhtarlarının işine geldiği gibi sallanmaya başlamıştı, ama yine de söylemişlerdi. Odetta Holmes (o günlerde ona Det diyorlardı) bu şarkıya başlamış ve diğerleri de ona katılmıştı. Erkekler adam, kızlar kadın diye söylüyordu. Şimdi Susannah hücresi haline gelmiş Do-gan'ında kendinden geçmiş bir halde oturuyor, o korkunç günlerde henüz doğmamış olan genç adamın aynı şarkıyı söylemesini dinliyordu. Anılarının önündeki baraj yıkıldı ve hatıraların acılığına hazırlıksız olan Mia, dalgaya kapılıp yükseldi.
DÖRT

Anılar Ülkesi'nde zaman daima Şimdi'âir.

Önce Krallığı'nda saatler tik tak eder... ama kollan asla kıpırdamaz.

Bir Bulunmamış Kapı vardır

(kayıp)

ve onu açan anahtar hafızadır.


Yüklə 1,46 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   30




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin