Stephen King Kara Kule Cilt6 Susannah'nın Şarkısı



Yüklə 1,46 Mb.
səhifə8/30
tarix30.10.2017
ölçüsü1,46 Mb.
#22902
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   30

Sonra anı yok oldu. Pond's sabununun güzel kokusu, yerini temiz ve soğuk (ama bir şekilde de bayat) gece esintisine bıraktı ve geriye tek kalan, yeni bir hedene, giyilen çorabı dize doğru çekermiş gibi girmenin verdiği o tuhaf ama kusursuz his oldu.

Gözlerini açtı. Rüzgâr, ince toz taneciklerini yüzüne çarparak esiyordu. Tek kolunu, bir darbeye karşı kendini savunurcasına kaldırıp yüzünü buruşturdu ve gözlerini kıstı.

"Buraya!" diye bağırdı bir kadın sesi. Susannah'nın beklediği gibi bir ^s değildi. Ne tizdi, ne de zafer yüklü, cırtlak bir ses. "Buraya, kuytuya gel!"

Başını kaldırdığında uzun boylu ve çekici bir kadının ona gelmesini işaret ettiğini gördü. Mia'yı kanlı canlı görmek, Susannah'yı fazlasıyla şaşırtmıştı çünkü bebenin annesi, beyazdı. Görünüşe bakılırsa Odetta'nın kişiliğinin bir bölümü artık beyazdı. Detta Walker'm ırkına dair hassas duyguları altüst olmuş olmalıydı.

Kendisi ise yine eski haline dönmüştü, bacaklarının alt kısmı yoktu ve tek kişilik kaba saba bir arabanın üzerinde oturuyordu. Alçak bir surun üzerindeki girintide duruyordu. Hayatında gördüğü en korkutucu, en aman vermez toprak parçasına doğru bakıyordu. Dev kayalıklar, bir testerenin dişleri gibi gökyüzüne yükseliyordu. Hastalıklı bir ayın vahşi ışığı altında uzaylıların kemikleri gibi parlıyorlardı. Ayın bir sırıtışa benzeyen ışıltısının gerisinde milyarlarca yıldız, sıcak buz gibi yanıyordu. Tek bir dar yol, keskin ağızlı, sivri köşeli kayalıklar arasında uzanıyordu. Yola bakan Susannah bir grubun oradan ancak tek sıra halinde geçebileceğini düşündü. Ve yanlarında bolca erzak olmalı. Bu yolun kenarında toplayacak mantarlar veya çörek-toplan yok. Uzaklarda (kaynağı ufkun hemen üzerinde bir yerlerdeydi) kıpkırmızı, uğursuz bir ışık titreşiyordu. Gülün kalbi, diye düşündü. Sonra: Hayır, değil. Kralın atölyesi. Meşum ışıltıya dehşet içinde, çaresizce baktı. Parıldıyor... sönüyordu. Yükseliyor... alçalıyor-du. Gökyüzüne doğru yükselen salgın bir hastalık gibiydi.

"Yanıma gel, New York'lu Susannah," dedi, Mia. Üzerinde ağır bir şal ve dizlerinin hemen altında biten deri bir pantolon vardı. Bacakları, yara bere ve çizik içindeydi. Ayağında kalın tabanlı, kaba ayakkabılar vardı. "Kral, uzak mesafeden bile etkisi altına alabilir. Şatonun Discordia ta-rafındayız. Hayatını yok yere bu duvarın dibinde sonlandırmak istemezsin herhalde. Seni büyüler ve atlamanı emrederse başka seçeneğin olmaz-O patronluk taslayan silahşor erkeklerin sana yardım etmek için burda değil, değil mi? Yoo, yoo. Tek basmasın, evet öylesin."

Susannah bakışlarını bir parlayıp bir sönen ışıltıdan koparmaya çalıştı ve önce başaramadı. Panik, zihnini bir anda sardı (seni büyüler ve atlamanı emrederse)

ve Susannah, onu dehşetin dondurduğu bedenini harekete geçirmek için bir araç olarak kullandı. Bir an hiçbir şey olmadı. Sonra kendini küçük, derme çatma araba üzerinde geriye öyle şiddetli savurdu ki, yerdeki taşların üzerine düşmemek için kenara tutunmak zorunda kaldı. Rüzgâr, onunla alay edercesine tekrar esti ve tozları yüzüne doğru savurdu. Ama o çekim... büyülenme... güç... her ne ise, artık yoktu. Küçük at arabasına baktı (bu isim doğru muydu değil miydi bilmiyordu ama ona böylesi uygun gelmişti) ve nasıl işlediğini hemen anladı. Basitti. Arabayı çekecek bir katır olmadığı için bu görev ona kalıyordu. Topeka'da buldukları o güzel, hafif, kullanışlı iskemle ile aralarında dünyalar kadar fark vardı. Onu küçük parktan otele götüren güçlü bacaklar üzerinde yürüyebilmekle ise kıyaslanamazdı bile. Bacaklara sahip olmayı nasıl da özlemişti. Daha şimdiden özlemişti. Ama başa gelen çekilirdi.


Arabanın tahta tekerleklerini kavrayıp itmeyi denedi ve bir sonuç elde edemedi. Daha fazla çabaladı ve tam arabadan inip Mia'nın beklediği yere doğru sürünmesi gerekeceğini düşünürken tekerlekler inleyip gıcırdayarak dönmeye başladı. Taş bir sütunun arkasında bekleyen Mia'ya doğru ilerlemeye başladı. Çok sayıdaki taş sütun, bir yay çizerek karanlığa doğru uzanıyordu. Susannah bir zamanlar (dünya ilerlemeden önce) ocuların düşman oklarından veya mancınıklarından korunmak için bu ta§ sütunların arkasına saklandığını düşündü. Sonra sütunlar arasındaki boşluklara geçip kendi oklarını fırlatıyorlardı. Bu, ne kadar zaman öncey-*■ Hangi dünyaydı burası? Ve Kara Kule ne kadar uzaktaydı?

Susannah'nın içinden bir ses, çok yakında olabileceğini söylüyordu.

Gıcırdayan, itiraz eden hantal arabayı rüzgârdan uzaklaştırdı ve on iki metreden az bir mesafe ilerlemiş olmasına rağmen soluk soluğa kal. mış olmanın utancıyla şallı kadına baktı. Bayat, ağır havayı içine derin so. hıklar alarak çekiyordu. Sütunlar (galiba onlara korkuluk deniyordu) saj> tarafındaydı. Solunda, yıkılmaya yüz tutmuş taş duvarların çevrelediği daire şeklinde karanlık bir boşluk vardı. Yolun karşısında iki kule, dış cfo. varın gerisinde yükseliyordu. Ama biri, yıldırım çarpmış veya güçlü bit parlatıcıyla havaya uçurulmuş gibi hasar görmüştü.

"Bir zamanlar Discordia Şatosu olarak bilinen, Cehennem'deki şatonun surlarındaki yürüme yolu üzerindeyiz," dedi, Mia. "Temiz hava istediğini söylemiştin. Calla'da söyledikleri gibi, umarım bu sana uyar. Burası ordan çok uzak, Susannah. Burası, Uç-Dünya'nın sonu, görevinizin iyi ya da kötü sona ereceği yerin çok yakını." Bir an duraksadıktan sonra devam etti. "Kötü sonlanacağı nerdeyse muhakkak. Ama bu benim umurumda değil. Ben Mia'yım, hiçliğin kızı, birin anası. Sadece bebemi düşünürüm, başka hiçbir şeyi değil. Bebem bana yetecek! Görüşmek mi istiyorsun? Güzel. Söyleyebileceğim kadarını sana dürüstçe anlatacağım. Neden olmasın? Benim için ne fark eder ki?"

Susannah etrafına bakındı. Şatonun merkezine doğru döndüğünde (orada avlu olduğunu tahmin ediyordu) burnuna, çok eskilerden kalma çürümüşlük kokusu çalındı. Burnunu kırıştırdığını gören Mia, gülümsedi.

"Evet, hepsi gideli çok oldu. Daha sonra gelenlerin arkalarında bıraktığı makinelerin çoğu da durdu ama ölümlerinin kokusu burayı hâlâ terk etmemiş, değil mi? Ölüm kokusu asla yok olmaz. Silahşor dostuna sor, gerçek silahşor olana. O bilir, çünkü kendi payına düşeni yeterince aldı. Çok fazla şeyden sorumlu, New York'lu Susannah. Dünyaların suçlu-luk duygusu, çürümekte olan bir ceset gibi boynuna dolanmış. Yine de o sarsılmaz, tutkulu kararlılığı sayesinde yüce olanın dikkatini çekebilen" kadar ilerleyebilmiş. O ve yanındaki herkes yok edilecek. Karnımdaa bu hiç umurumda değil." Çenesi, yıldızların cılız aydınlığı altında yükseldi. İri göğüsleri şalın altından belli nluyordu... ve Susannah, kadının karnının şişkin olduğunu gördü. Mia, en azından bu dünyada belirgin bir şekilde hamileydi. Hatta karnı her an patiayacakmış gibiydi.

"Sor bakalım," dedi, Mia. "Ama unutma ki varlığımız diğer dünyada da sürüyor. Aynı bedeni paylaştığımız dünyada. Uyuyormuşuz gibi bir yatağın üzerinde yatıyoruz... ama uyumuyoruz, değil mi, Susannah? Hayır. Ve telefon çaldığında, dostlarım aradığında, burayı hemen terk edeceğiz. Sorularını sormuş ve cevaplarını almış olursan ne âlâ. Almamış olursan da umurumda değil. Haydi, sor. Yoksa... sen bir silahşor değil misin?" Dudakları küçümseyici bir gülümsemeyle kıvrıldı. Gerçekten de çok küstahtı. Özellikle de geri dönmek zorunda kalacakları dünyada Kırk Altıncı Sokak'tan Kırk Yedinci'ye kadar bile gitmeyi beceremeyecek biri için. "Sorsana!"

Susannah şatonun avlusu olan karanlık kuyuya tekrar baktı. Bir zamanlar ortaçağ tarihi üzerine bir ders almış ve o döneme dair terimler öğrenmişti ama bu çok uzun zaman önceydi. Aşağılarda bir yerlerde bir ziyafet salonu olmalıydı mutlaka. En azından bir süre için kendisi de karnını orada doyurmuştu. Ama artık ziyafet günleri sona ermişti. Onu fazla zorlayacak olursa Mia bunu kendisi keşfetmek zorunda kalacaktı.

Bu arada, nispeten kolay bir soruyla başlamaya karar verdi.

"Eğer bu Cehennem'deki şato ise, Cehennem nerde?" diye sordu.

Kayalardan başka bir şey göremiyorum. Ve bir de ufuktaki kızıl ışıltı var."

Omuz hizasındaki saçları uçuşan Mia (saçları Susannah'nınkiler gibi sert değil, ipek gibi yumuşaktı) kulelerin yükseldiği ve yürüyüş yolunun 1 eleyerek kıvrıldığı karşı duvarın altındaki derin yarığı işaret etti.

"Bu iç kale," dedi. "Hemen dışında, sakinleri bin yıldan fazla bir sure önce Kızıl Ölüm yüzünden ölen ve artık terk edilmiş olan Fedic Kasabası var. Onun da ötesinde..."

"Kızıl Ölüm mü?" diye sordu, Susannah şaşırarak (ve ürkerek) "Poe'mm Kızıl Ölüm'ü mü? Hikâyedeki gibi?" Neden olmayacaktı? L

"'Frank Baum'un Oz Diyarı'na gitmemişler miydi zaten? Sırada ne vardı?

Beyaz Tavşan ve Kupa Kraliçe mi?

"Bilmiyorum, hanım. Tek söyleyebileceğim, terk edilmiş kasabanın ardında dış duvarın, onun da ötesinde kaynaşan, didişen, çoğalan ve kaçmaya çalışan canavarlarla dolu derin bir uçurumun olduğu. Bir zamanlar karşıya geçişi sağlayan bir köprü vardı ama çok uzun zaman önce yok oldu. 'Hesap edilebilen zamandan önce,' derler ya hani. Orda, bir kadıın veya adamı tek bakışta çıldırtabilecek korkunç yaratıklar var."

Susannah'ya kinayeli bir bakış fırlattı.

"Ama bu, silahşorlar için geçerli değil. Senin gibi bir silahşor elbette daha dayanıklı olacaktır."

"Neden benimle alay ediyorsun?" diye sordu, Susannah usulca.

Mia önce şaşırmış göründü, sonra ifadesi sertleşti. "Buraya gelmek benim fikrim miydi? Kral'm Gözü'nün ufku kirlettiği ve pis ışığıyla ayı çirkinleştirdiği bu buz gibi yerde durmayı ben mi istedim? Hayır efendim! Bizi buraya gelmeye sen zorladın. Dır dır edip başımın etini yedin!" Susannah buna, bir iblisten hamile kalmanın da kendi fikri olmadığını söyleyerek karşılık verebilirdi ama gereksiz yere inatlaşıp tartışmayı uzatmanın anlamı yoktu.

"Sadece sordum," dedi, Susannah.

Mia eliyle sabırsızca bir hareket yaptı. Kılı kırk yarmana gerek yok, der gibiydi. Yan tarafına döndü. "Morehouse'a falan gitmedim," diye söy-lendi. "Ve ne pahasına olursa olsun bebemi doğuracağım, duydun mu-Ne olursa olsun onu doğuracak ve besleyeceğim!"

Susannah birden pek çok şeyi anladı. Mia alay ediyordu, çünkü koruyordu. Tüm bildiklerine rağmen, varlığının çok büyük bir bölümü, Su-sannah'ydı.

Örneğin, Morehouse'a falan gitmedim sözü; bu, Ralph Ellison'ın Gö-riinmezAdam'mdandı. Mia, Susannah'nın bedenine girdiğinde tek kişilik fiyatına en az iki kişilik sahibi olmuştu. Detta'yı emeklilikten (ya da kış uykusundan) geri getiren ne de olsa Mia'ydı ve zencilerin "zenciler için savaş sonrası daha iyi eğitim" denen olguya küçümseyici bakışını ve şüpheli yaklaşımını ifade eden bu deyiş, Detta'nın çok hoşuna giderdi. Morehouse'a veya başka bir yere gitmediğini söylemesi, ne biliyorsa onu biliyor olduğu anlamına geliyordu. Gaipten duymuştu veya öbür dünyadan bir telgraf almıştı. Biliyordu işte.

"Mia," dedi. "Bu bebe senden başka kime ait? Babası ne tür bir iblisti, biliyor musun?"

Mia sırıttı. Susannah, kadının yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. İçinde çok fazla Detta, alaycı kahkaha ve kötü haber vardı. "Evet, biliyorum. Ve haklısın. Bu belayı başına saran bir iblisti. Hem de çok güçlü bir iblis! Bir insan! Öyle olmak zorundaydı çünkü Prim geri çekildiğinde, Kule'nin etrafında dönen bu dünyaların kıyılarında kalan gerçek iblisler kısırdı. Ve bunun çok iyi bir sebebi vardı."

"O halde nasıl..."

"Bebemin babası, dinh'in," dedi, Mia. "Gilead'lı Roland, evet o. Şimdi mezarında çürümekte olmasına rağmen Steven Deschain sonunda bir 'oruna kavuştu ama o bundan bihaber."

Susannah, Discordia'nın vahşi topraklarından esen soğuk rüzgârı tark etmeden, irileşmiş gözlerle ona bakıyordu. "Roland?... Bu mümkün değil! İblis içimdeyken yanımdaydı. Dutch Hill'deki evden Jake'i çekiyor-

Uve düzüşmek aklındaki son şeydi..." Dogan'da gördüğü bebeği hatırlayınca sustu. O gözler... O masmavi gözler. Hayır. Hayır, buna inanma*, reddediyorum.

"Yine de babası Roland," dedi, Mia ısrarla. "Ve bebe doğduğunda ona senin zihninden bir isim vereceğim, New York'lu Susannah; avluları surları, mancınıkları öğrendiğin zamanlardan kalma bir isim. Neden o). masın? Çok güzel bir isim."

Profesör Murray'nin Ortaçağ Tarihine Giriş dersinden bahsediyor.

"Ona Mordred ismini vereceğim," dedi, Mia. "Sevgili oğlum çok hızlı büyüyecek, iblis doğası gereği bir insandan çok daha çabuk büyüyecek. Güçlenecek. Varolmuş bütün silahşorların tanrısı olarak dünyaya gele-cek. Ve hikâyendeki Mordred gibi babasını katledecek."

Ve hiçliğin kızı Mia, kollarını yıldızlarla dolu gökyüzüne doğru kaldırarak Susannah'nın hüzünlü mü, dehşet mi yüklü yoksa neşeli mi olduğunu anlayamadığı bir sesle çığlık attı.
İKİ

"Doğrul," dedi, Mia. "Bak bende ne var."

Şalının altından bir salkım üzüm ve karnı gibi şiş portakallarla dolu bir kesekâğıdı çıkardı. Susannah, bu meyvelerin nereden geldiğini merak etti. Paylaştıkları bedeni, Plaza-Park Hotel'de uykusunda mı yürüyordu? Daha önce fark etmediği bir meyve sepeti mi vardı? Yoksa bu meyveleı sadece hayal ürünü müydü?

Fark etmiyordu. Birazcık iştahı varsa o da Mia'nın az önceki iddiasından sonra yok olmuştu. İmkânsız olduğu gerçeği, bu fikri her nasılsa daha da korkunçlaştırıyordu. Ve televizyon ekranlarından birinde gördüğü bebe-ği aklından bir türlü çıkaramıyordu. O mavi gözleri...

Hayır. Bu imkânsız, duyuyor musun, mümkün değil!

Sütunların arasında esen rüzgârın soğuğu iliklerine işliyordu. Kaba saba arabanın üzerinden indi ve surun üzerindeki yürüme yolunun duvarının önünde, Mia'nın yanında durdu. Rüzgârın kesintisiz uğultusunu dinleyerek gökyüzündeki yabancı yıldızlara baktı.

Mia üzüm tanelerini ağzına dolduruyordu. Çekirdeklerini makineli tüfekten çıkan kurşunlar hızında tükürürken üzümlerin suyu, dudaklarından aşağı süzülüyordu. Elinin tersiyle çenesini sildi ve, "Mümkün," dedi. "Ve dahası, bu söylediğim gerçeğin ta kendisi. Geldiğine hâlâ memnun musun, New York'lu Susannah? Yoksa merakının tatmin edilmemesini mi tercih ederdin?"

"Sahip olmak için domalmadığım bir bebeği doğuracaksam hakkındaki her şeyi öğrenmeye kararlıyım. Anladın mı?"

Mia bu kaba sözler üzerine gözlerini kırpıştırdı ve başını salladı. "İstediğin gibi olsun."

"Bana bunun nasıl Roland'ın bebeği olabileceğini anlat. Ve unutma, diğer söylediklerine de inanmamı istiyorsan beni önce buna inandırmalısın."

Mia tırnaklarını portakalın kabuğuna batırdı ve çabucak soyarak açgözlülükle yedi. Bir diğerini soymayı düşündü, ama vazgeçerek avuçlarının içinde (dikkati dağıtacak kadar beyaz avuçları) yuvarlayarak ısıtmaya başladı. Sonra söze girdi.
ÜÇ

"Kaç Işın var, New York'lu Susannah?"

"Altı," dedi, Susannah. "En azından bir zamanlar altı tane varmış. Sanırım şimdi geriye sadece iki tanesi..."

Mia, vaktimi harcama dercesine elini sabırsızca salladı. "Evet, altı ta-ne- Peki Işınlar o daha muazzam Discordia'dan, bazılarının (Manniler dahil) Tepe, bazılarının Prim dediği yaradılış karışımından meydana getj. rildiğinde onları yapan neydi?"

"Bilmiyorum," dedi, Susannah. "Sence Tanrı mıydı?"

"Belki bir Tanrı vardır ama Işınlar Prim'den büyüyle, çok uzun za. man önce yok olan gerçek büyüyle yükseltildi, Susannah. Büyüyü yaratan Tanrı mıydı, yoksa büyü mü Tanrı'yı yarattı? Bilmiyorum. Bunun üzerin-de kafa yormak filozofların işi. Benim isimse annelik. Ama bir zamanlar her şey Discordia'ydı ve hepsi de tek bir birleştirici noktadan geçen altı güçlü Işın, ondan yaratılmıştı. Işınları sonsuza dek sağlam tutacak kadar büyü vardı ama büyü bazılarının Can Calyx, Yeniden Başlangıç Salonu dediği Kara Kule haricinde her yerden yok olunca insanlar ümitsizliğe kapıldı. Büyü Çağı bitince, Makine Çağı başladı."

"Kuzey Merkez Pozitronik," diye mırıldandı, Susannah. "Çift kutuplu bilgisayarlar. Slo-trans motorlar." Duraksadı. "Mono Blaine. Ama bunlar bizim dünyamızda değil."

"Öyle mi? Senin dünyanın bir istisna olduğunu mu sanıyorsun? Peki ya otelin lobisindeki levha?" Diğer portakalı da soydu ve iştahla midesine indirdi. Meyvenin suları, çok bilmiş bir ifadeyle sırıtan dudaklarının kenarından akıyordu.

"Okumayı bilmediğini sanıyordum," dedi, Susannah. Bunun konuyla pek ilgisi yoktu ama söyleyecek başka bir şey bulamamıştı. Aklı sürekli bebeğin ekrandaki görüntüsüne, o mavi gözlere gidiyordu. Silahşor'un gözlerine.

"Evet ama rakamları çok iyi tanırım ve senin aklını okumakta da hiçbir zorluk çekmiyorum. Otelin lobisindeki levhayı hatırlamıyor musun yani? Bana söylediğin bu mu?"

Elbette hatırlıyordu. Levhanın üzerindeki yazıya göre Plaza-Park> sadece bir ay gibi kısa bir süre içinde Sombra/Kuzey Merkez adındaki organizasyonun bir parçası olacaktı. Ve Susannah, bizim dünyamızda değil-

Herken, elbette 1964 yılını kastediyordu (siyah beyaz televizyonların, oda hüvüklüğündeki hantal bilgisayarların, oy hakkı için yürüyen zenci protestocuları coplayan Alabama polislerinin dünyası). Aradan geçen otuz hec yılda her şey çok değişmişti. Melez resepsiyon görevlisinin televizyon «e daktilonun birleşiminden oluşan cihazı da buna bir örnekti; Susannah onun bir tür slo-trans motorla çalışan çift kutuplu bilgisayar olmadığını nereden biliyordu? Bilmiyordu. "Devam et," dedi, Mia'ya.

Mia omuzlarını silkti. "Kıyametinizi kendiniz yarattınız, Susannah. Kökü daima aynı: inancınız sizi hayal kırıklığına uğratıyor ve siz de onun yerine, akılcı düşünceyi koyuyorsunuz. Ama düşüncenin içinde sevgi yoktur, tümdengelimde sürecek hiçbir şey yoktur. Akılcılıkta sadece ölüm var."

"Bunların bebekle ne ilgisi var?"

"Bilmiyorum. Bilmediğim çok şey var." Susannah'nın konuşmasına fırsat vermeden elini kaldırıp onu susturdu. "Ve hayır, zaman kazanmaya çalışmıyor, senden bilgi saklamaya uğraşmıyorum. İçimden geldiği gibi konuşuyorum. Dinleyecek misin, dinlemeyecek misin?"

Susannah başını salladı. Dinleyecekti... en azından kısa bir süre daha. Ama bebek konusuna bir an önce dönmezse ağırlığını koyacaktı.

"Büyü yok oldu. Maerlyn, dünyalardan birindeki mağarasına çekildi. Bir başka dünyada Eld'in Kılıcı, yerini silahşorların tabancalarına bıraktı. Ve yıllar sonra büyük kimyagerler, büyük bilim adamları ve büyük... sanırım teknisyenler? Her neyse, kafası çalışan büyük adamlardan, tümdengelimin büyük beyinlerinden bahsediyorum. Hepsi bir araya geldiler ve Çınları çalıştıran makineleri yarattılar. Bunlar muhteşem makinelerdi ama ölümlüydüler. Büyünün yerini makineler almıştı, anlarsın ya. Ve şim-"' de makineler yok oluyor. Bazı dünyalarda büyük salgınlar nüfusun bü-^ bir kısmını yok etti."

Susannah başını salladı. "O dünyalardan birini gördük," dedi usulca "Hastalığa süper-grip diyorlardı."

"Kızıl Kral'ın Kırıcılar'ı sadece, halihazırda başlamış olan bir süreci hızlandırıyor. Makineler çıldırıyor. Buna sen de tanık oldun. Daha önce. kiler, gelecekte yarattıkları makinelerin yerlerine yenilerini yapabilecek insanların olacağına inanıyordu. Olacakları hiçbiri öngöremedi. Bu... ^ evrensel tükenişi hiçbiri tahmin edemedi."

"Dünya ilerledi."

"Evet, hanım. İlerledi. Ve yaratılmış son büyüyü koruyan makinelerin yerine yenilerini yapacak kimse kalmadı. Prim geri çekileli çok uzun zaman oldu. Büyü kayboldu ve makineler işlevlerini yerine getiremez oldu. Kara Kule çok yakında yerle bir olacak. Belki de karanlık sonsuz hükmüne başlamadan önce evrensel akılcı düşünce için kısacık, muhteşem bir an için yeterli zaman olabilir. Ne dersin, bu hoş olmaz mı?"

"Kule yerle bir olduğunda Kızıl Kral da yok olmayacak mı? O ve tüm adamları? Alınlarında kanayan delikler olan adamlar?"

"Ona özel zevklerini yaşayıp sonsuza dek hükmedeceği kendi krallığı vaat edildi." Mia'nın sesinde hoşnutsuzluk, belki biraz da korku vardı.

"Vaat mi edildi? Kim tarafından? Ondan kudretli kim var?"

"Bilemiyorum, hanım. Belki de kendi kendine vaat etmiştir." Omuz silkti. Susannah ile göz göze gelmekten kaçınıyor gibiydi.

"Kule'nin düşüşünü hiçbir şey engelleyemez mi?"

"Silahşor dostun bile önlenebileceğini ummuyor," dedi, Mia. "Sadece Kırıcılar'ı özgür bırakıp belki bir de Kızıl Kral'ı öldürerek süreci yavaşlatmayı umabilir. Ama Kule'yi kurtarmak! Kurtarmak! Size görevinin bu olduğunu hiç söyledi mi?"

Susannah bunu bir süre düşündü ve başını iki yana salladı. Roland'ın böyle bir şey söylediğini hatırlamıyordu. Ve duymuş olsa mutlaka hatırlayacağını biliyordu.

"Hayır," diye devam etti, Mia. "Çünkü mecbur kalmadıkça ka-tef'me, alan söylemez, gururu elvermez. Kule'ye dair tek amacı onu görmek." Sonra kıskanç denebilecek bir ifadeyle devam etti. "Ah, belki içine girmeyi ye en tepedeki odaya tırmanmayı da istiyor olabilir. Hırsı o kadar ileri gitmesini sağlayabilir. Şu an bunun üzerinde durduğumuz gibi Kule'nin yürüme yolunda durup ölmüş yoldaşlarının ve Arthur Eld'e kadar tüm sülalesinin isimlerine türkü yakmayı hayal ediyor olabilir. Ama kurtarmak? Hayır, efendim! Kule'yi ancak büyünün geri gelmesi kurtarabilir ve senin de bildiğin gibi, dinh'mm işi kurşunla."

Susannah, Roland'ın amacının böylesine aşağılayıcı bir bakış açısıyla değerlendirilmesini dünyalar arası geçişi yaptığından beri duymamıştı. Bu, kendini üzgün ve kızgın hissetmesine sebep olmuştu ama duygularını elinden geldiğince sakladı.

"Bana bebenin babasının nasıl Roland olabileceğini anlat." "Bu aslında iyi bir numara ama Nehir Geçiti'ndeki eski insanlardan biri size açıklayabilirdi, buna hiç şüphem yok."

Susannah bunun üzerine şaşırdı. "Hakkımda bu kadar çok şeyi ner-den biliyorsun?"

"Çünkü ele geçirildin," dedi, Mia. "Ve ele geçiren de benim. Anıların arasında bir gezintiye çıkabilir, gözlerinin gördüğünü okuyabilirim. Şimdi sessiz ol ve öğrenmek için dinle, zira zamanımızın azaldığını hissediyorum."
DÖRT

Susannah iblisi anlatmaya başladı.

"Senin de söylediğin gibi altı Işın var ama her Işın'm iki ucunda birer ,ane olmak üzere on iki gardiyan var. Bu, (hâlâ üzerinde olduğumuz)

Shardik'in Işını. Kule'nin ötesine geçildiği takdirde Maturin'in Işını olur dünyanın kabuğunun üzerinde durduğu dev kaplumbağa.

"Buna benzer olarak her Işın için birer tane olmak üzere altı it>l|s elemental var. Altlarında ise, Prim geri çekildiğinde varlığın kumsalın^ bırakılan yaratıkların bulunduğu görünmez dünya var. Konuşan iblisler bazılarının hayalet dediği ev iblisleri, bazılarının (makinelerin yaratıcılan ve sahte Tanrı rasyonalizme tapanların) hastalık dediği maraz iblisleri var. Küçük iblisler çok sayıda ama sadece altı iblis elemental var. Bununla birlikte altı Işın'ın on iki gardiyanı olduğu gibi, on iki iblis hali var çünkü her bir iblis elemental hem dişi, hem de erkek."

Susannah sözün nereye gideceğini anlamaya başladı ve yüreğine bir ağırlık çöktü. Mia'nın Discordia dediği yerden, yürüyüş yolunun ötesindeki, çıplak kayalıklardan tiz bir kahkaha duyuldu. Kahkaha atan bu görünmez nüktedana bir ikincisi, sonra üçüncüsü, dördüncüsü ve beşincisi katıldı. Aniden, tüm dünya ona gülüyormuş gibi gelmeye başladı. Belki gülmekte çok haklıydılar, çünkü espri gerçekten iyiydi. Ama nereden bilebilirdi?

Sırtlanlar (veya her ne iseler) kahkahalarına devam ederken, "İblis elemental'lerin çift cinsiyetti olduğunu söylüyorsun," dedi. "Bu yüzden kısırlar, hermafrodit oldukları için."

"Evet. Dinh'in, Yüksek Dil'de vahiy denen bilgileri öğrenmek için Kâhin'in yerinde bu iblis elemental'lerden biriyle cinsel ilişkiye girdi. Kâ-hin'in tenha bölgelerde bazen karşılaşılan dişi şeytanlardan biri olduğunu düşünmemesi için hiçbir sebep yoktu."

"Evet," dedi, Susannah. "Sadece yalnız ve azgın bir iblis."

"İstersen al," dedi Mia, Susannah'ya bir portakal uzatarak. Susannah hâlâ aç değildi ama yine de meyveyi aldı zira ağzı kupkuru olmuştu.

"İblis, Silahşor'un tohumlarını bir dişi olarak aldı ve erkek olarak sana verdi." i •

"Konuşan Çember'deyken," dedi Susannah kederli bir ifadeyle. İri yağmur damlalarının yüzüne düşüşünü, omuzlarında hissettiği görünmez elleri, yaratığın organının içini parçalarcasına bedeninde gidip gelişini ha-tırlıyordu. En kötü tarafı, içindeki dev penisin soğukluğuydu. O sırada bir buz saçağryla beceriliyormuş gibi hissettiğini hatırladı.

Ve bununla nasıl başa çıkmıştı? Elbette Detta'yı çağırarak. İki düzine motelin otoparkında ve şehir dışındaki bitirim yerlerde birçok nahoş seks deneyiminden zaferle ayrılmış olan o sürtüğü çağırmıştı. Detta iblisi kapana kıstırmış...


Yüklə 1,46 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   30




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin