"Bu bana fazla önemli değilmiş gibi görünebilirdi ama kitaplar her yerde karşımıza çıktı, değil mi? Doğan. Oz Büyücüsü. Çuf-Çuf-Charlie-Hatta Jake'in son kompozisyonu. Ve şimdi de Korku Ağı. Bence bu Stephen King gerçekse..."
"Ah, gerçek olduğunu söyleyebilirim," diye araya girdi, Cullum. Pencereden dışarı, Keywadin Gölü'ne baktı. Diğer kıyıdaki siren sesleri hâlâ kesilmemişti. Kara duman bulutu şimdi gökyüzünün daha büyük bir bölümünü lekeliyordu. Cullum topu atmaları için ellerini kaldırdı. Ro-land'ın fırlattığı top, havada neredeyse tavana değecek şekilde bir yay çizdi. "Ve deminden beri bahsedip durduğunuz kitabı okudum. Kitap Dün-yası'ndan almıştım. Çok iyiydi." "Vampirlerle ilgili bir hikâye."
"Evet, radyoda bundan bahsettiğini duymuştum. Bu fikri Dracu-to'dan aldığını söyledi."
"Yazarı radyoda duydun," dedi, Eddie. İçinde yine tavşan-deliğin-den-düşüyormuş veya bir-kuyrukluyıldızın-üzerindeymiş hissi belirdi ve hissettiklerini Percodan'a bağlamaya çalıştı. Ama ilacın etkisi olmadığını biliyordu. Birdenbire varlığı kendisine gerçekdışı göründü, sanki içinden geçilip gidilebilecek bir gölgeydi, öylesine ince... bir kitabın sayfası gibi ince. Zamanın ışınında 1977'nin yazında olan bu dünyanın diğer zaman ve mekânlardan çok daha gerçek göründüğünü anlamanın bir faydası olmuyordu. Ve o his tamamen özneldi, değil mi? İnsan başkasının yazdığı bir kitabın içindeki karakterlerden biri, otobüs kullanan bir ahmağın zihnindeki gelip geçici düşünce veya Tanrı'nın gözünde bir anlığına var olan toz zerresi olmadığını nereden bilebilirdi? Böyle konuları düşünmek çılgınlıktı ve fazla düşünüldüğünde insanı çüdırtabilirdi. Yine de...
La-la-la, la-la-le, merak etme, anahtar sende...
Anahtarlar benim uzmanlık alanım, diye düşündü, Eddie. Kin^ de bir anahtar, değil mi? Calla, Callahan. Kızıl Kral, Stephen King. Stephen King bu dünyanın Kızıl Kral'ı mı?
Kral.
Roland olduğu yere yerleşti. Eddie, onun için hiç kolay olmadığı^, dan emindi ama Roland'ın uzmanlık alanı, zorluklardı. "Soracak soruların varsa, durma." Ve sağ elini çevirerek devam etmesini istedi.
"Roland nerden başlayacağımı bile bilmiyorum. Aklımdaki fikirler öylesine muazzam ki... öylesine... bilmiyorum, öyle korkunç..."
"O halde en iyisi olabildiğince basitleştirmek." Roland, Eddie'nin fır-lattığı topu yakaladı ama bu oyun artık sabrını tüketiyormuş gibi görünüyordu. "Gerçekten devam etmemiz gerek."
Eddie bunu bilmiyor muydu sanki. Aynı araçta gidiyor olsalardı sorularını yoldayken sorabilirdi. Ama ayrı araçlarda gitmek zorundaydılar ve Roland'ın daha önce hiç motorlu araç kullanmamış olması gerçeği, Eddie ve Cullum'ın birlikte gitmesini imkânsız kılıyordu.
"Pekâlâ," dedi. "Kim o? Bununla başlayalım. Stephen King kimdir?"
"Bir yazar," dedi, Cullum ve Eddie'ye, aptal mısın, evlat, der gibi baktı. "Ailesiyle Bridgton'da yaşıyor. Duyduklarıma göre iyi biriymiş."
"Bridgton burdan ne kadar uzak?"
"Şey... otuz, kırk kilometre."
"Kaç yaşında?" Eddie, doğru soruların oralarda bir yerlerde olduğunu bilerek şansını deniyordu ama hangileri olduğuna dair hiçbir fikri yoktu.
John Cullum tek gözünü kısarak hesaplamaya çalıştı. "O kadar yaşlı değil sanırım. Otuzlarına yeni varmıştır."
"Bu kitap... Korku Ağı... çok satanlar listesinde miydi?"
"Bilmiyorum," dedi, Cullum. "Buralarda pek çok kişi okudu, size bu kadarını söyleyebilirim. Çünkü kitaptaki olaylar Maine'de geçiyor. Bir de televizyondaki reklamlar var, bilirsiniz. Ayrıca ilk kitabının filmi yapılmıştı ama izlemedim. Fazla kanlı görünüyordu."
"Adı neydi?"
Cullum bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı. "Hatırlayamıyorum. Tek bir kelimeydi ve bir kızın ismi olduğundan neredeyse eminim ama daha fazlasını hatırlamıyorum. Belki sonra aklıma gelir."
"Bir gaipten-gelen değil yani?"
Cullum güldü. "Maine eyaletinde doğup büyümüş. Sanırım bu onu bir içerden-gelen yapar."
Roland, Eddie'ye giderek artan bir sabırsızlıkla bakıyordu. Eddie vazgeçmeye karar verdi. Bu, Yirmi Soru oynamaktan beterdi. Ama kahretsin, Peder Callahan gerçekti ama aynı zamanda bu King denen adamın yazdığı bir kitaptaki karakterdi ve King, Cullum'ın anlattıklarına bakılırsa gaipten-gelenleri mıknatıs gibi çeken bir bölgede yaşıyordu. Cullum'ın bahsettiği gaipten-gelenlerin biri, Eddie'ye Kızıl Kral'ın hizmetkârlarını hatırlatmıştı. Alnının ortasında kanayan bir delik olan kel bir kadın, demişti, John.
Artık bu konuyu bırakıp Tower'i bulmaya gitmenin zamanı gelmişti. Şahsı ne kadar sinir bozucu olursa olsun Calvin Tower, evrendeki en değerli gülün yetiştiği boş arsanın sahibiydi. Ayrıca nadir kitaplar ve yazarları hakkında oldukça fazla bilgisi vardı. Korku Ağı'nm yazarı hakkında sai Cullum'dan fazlasını biliyor olması kuvvetle muhtemeldi. Artık bu konuyu bırakmanın vaktiydi. Ama...
"Pekâlâ," dedi topu tekrar, Cullum'a atarak. "Topu tekrar kilit altına al ve senin için uygunsa Dimity Yolu'na gidelim. Sadece birkaç soru daha."
Cullum omuz silkerek topu tekrar camekânın içine yerleştirdi. "Sen bilirsin."
"Biliyorum," dedi, Eddie... ve birdenbire, kapıdan geçişlerinden beri 'kinci kez Susannah'yi tuhaf bir şekilde yakınında hissetti. Çok eski bilimsel malzemeler ve izleme ekipmanlarıyla dolu bir odada oturmakta olduğunu görebiliyordu. Jake'in Dogan'ı olduğuna şüphe yoktu... ama elbette Susannah'nın hayal ettiği şekildeydi. Susannah bir mikrofona konuşuyordu. Eddie, onu duyamıyor ama şişkin karnını ve yüzündeki korku dolu ifadeyi görebiliyordu. Her neredeyse artık kesinlikle hamile görünüyordu. Her an doğuracakmış gibiydi. Eddie, Susannah'nın ne söylediğini tahmin edebiliyordu. Gel, Eddie, kurtar beni, Eddie, çok geç olmadan ikimizi de kurtar.
"Eddie?" dedi, Roland. "Betin benzin attı. Bacağın yüzünden mi?" "Evet," dedi, Eddie bacağı o an hiç acımamasına rağmen. Anahtarı oyduğu zamanı tekrar düşündü. Tam anlamıyla doğru olmasının gerektiğini bilmenin verdiği o korkunç sorumluluk duygusunu. İşte yine aynı konumdaydı. Bir şeyi ucundan yakalamıştı, bundan emindi... ama neyi? "Evet, bacağım."
Koluyla alnındaki teri sildi.
"John, kitabın orijinal ismi, "Salem's Lot. Aslında Jerusalem's Lot, değil mi?"
"Evet."
"Kitaptaki kasabanın adı."
"Evet."
"Stephen King'in ikinci kitabı."
"Evet."
"İkinci romanı."
"Eddie," dedi, Roland. "Bu kadarı yeter artık."
Eddie, onu başından savarcasına elini salladı, sonra yüzünü acıyla buruşturdu. Dikkati Cullum'daydı. "Jerusalem's Lot gerçekte yok, değil mi?"
Cullum, Eddie'ye deliymiş gibi baktı. "Elbette yok," dedi. "Kitaptaki yer ve kişiler tamamen uydurma. Vampirlerle ilgili."
Evet, diye düşündü, Eddie. Ve sana vampirlerin... hatta görünmez iblislerin, sihirli kürelerin ve cadıların olduğuna inanmak için geçerli sebeplerim olduğunu söylesem aklımı kaçırdığımı düşünürdün, değil mi?
"Stephen King'in doğma büyüme Bridgton'lı olup olmadığını biliyor musun?"
"Hayır, değil. Ailesiyle buraya iki üç yıl önce taşındı. Eyaletin kuzeyinden ilk geldiklerinde Windham'da yaşadıklarını biliyorum. Ya da belki Raymond'dı. Big Sebago'daki kasabalardan biriydi."
"Bu gaipten-gelenlerin onun buraya taşınmasından sonra ortaya çıktığını söylemek yanlış olur mu?"
Cullum'ın çalıya benzer kaşları önce yükseldi, sonra çatıldı. Gölden sis düdüğüne benzer yüksek ve ritmik bir ses gelmeye başladı.
"Biliyor musun, iyi bir noktaya temas etmiş olabilirsin, evlat," dedi Eddie'ye. "Sadece tesadüf olabilir ama olmayabilir de."
Eddie başını salladı. Kendini uzun ve çetin bir sorgulamanın sonuna gelmiş bir avukat gibi tükenmiş hissediyordu. "Haydi burdan çıkıp gidelim," dedi, Roland'a.
"İyi fikir," dedi, Cullum ve başını sis düdüğüne benzeyen sesin geldiği yöne doğru salladı. "Bu Teddy Wilson'm teknesi. Kasabanın şerifidir."
Bu kez Eddie'ye beysbol topu değil, araba anahtarları fırlattı. "Otomatik vitesliyi sana veriyorum," dedi. "Belki biraz paslanmışsındır. Kamyonet düz vitesli. Beni izle, başın belaya girerse kornayı çalarsın."
"Yapacağımdan emin olabilirsin," dedi, Eddie.
Cullum'ın peşinden çıkarlarken Roland, "Yine Susannah mıydı?" diye sordu. "Yüzünün rengi o yüzden mi soldu?"
Eddie başını salladı.
"Elimizden gelirse ona yardım edeceğiz," dedi, Roland. "Ama bu ona ulaşmak için tek çaremiz olabilir."
Eddie bunun farkındaydı. Ama Susannah'yı bulduklarında çok geç olabileceğini de biliyordu.
DÖRTLÜK: Commala-lin-lin
Kaderin ellerindesin
Önemsiz gerçek mi hayal mi olusun
ilerleyişi durdurulamaz zamanın.
KARŞILIK: Commalü-aç-aç
Vakit artık geç!
Gölgen ne olursa olsun
Kaderin elindesin.
9. Kıta: Eddie Dilini Isırıyor
BİR
Peder Callahan, Chip McAvoy'un dükkanındaki çarpışmadan neredeyse iki hafta önce Doğu Stoneham Postanesi'ne kısa bir ziyaret yapmış ve Jerusalem's Lot'ın eski rahibi orada alelacele bir not yazmıştı. Zarfın üzerinde hem Aaron Deepneau'nun, hem de Calvin Tower'in ismi olmasına rağmen içindeki notta Tower'a hitap edilmişti ve pek dostça olduğu söylenemezdi:
27/6/77
Tower,
Ben seni Jack Andolini'den kurtaran kişinin bir arkadaşıyım. Her neredeysen hemen yer değiştirmen gerekiyor. Bir ambar, kamp alanı, hatta gerekirse terk edilmiş bir baraka bulun. Muhtemelen şartlarınız pek konforlu olmayacak ama unutma, diğer alternatifiniz ölüm. Her kelimemde ciddiyim! Şu an kaldığınız yerde birkaç ışığı açık bırakın ve arabayı ön tarafa veya garaja koyun. Gideceğiniz yere nasıl ulaşılacağını anlatan bilgileri ufak bir kâğıda yazıp arabanın sürücü tarafındaki paspasın veya arka verandanın basamaklarının altına bırakın. Sizinle temasa geçeceğiz. Unutma ki seni taşıdığın ağır yükten kurtarabilecek yegane insanlar biziz. Ama sana yardım etmemizi istiyorsan bize yardım etmelisin.
Eld soyundan Callahan
Ve bu, postaneye SON gelişiniz olsun. Bu ne büyük aptallık???
Callahan bu notu bırakmak için hayatını riske atmış, Siyah On Üç' ün etkisi altında kalan Eddie'nin ise canından olmasına ramak kalmıştı. Peki aldıkları risklerin ve hayatlarını tehlikeye atmalarının karşılığı ne olmuştu? Calvin Tower batı Maine'in kırsal bölgesinde nadir ve basımı yapılmayan kitaplar arayarak kendini neşeyle dışarı atmıştı.
John Cullum'ı 5. Karayolu üzerinde takip ediyor, Roland ise yanında sessizce oturuyordu. Eddie, Cullum'ın ardından Dimity Yolu'na dönerken öfkesinin iyice arttığını hissetti.
Ellerimi ceplerime sokup dilimi ısırmam gerekecek, diye düşündü ama bu vakada eski moda önlemlerin işe yarayıp yaramayacağından emin değildi.
İKİ
Cullum'ın Ford F-150'si, 5. Karayolu'nun yaklaşık üç kilometre dışında, Dimity Yolu'ndan sağa saptı. Ayrımdaki direğin üzerinde paslı iki tabela vardı. Üsttekinde ROCKET YOLU yazıyordu. Daha da paslı olan alt-takinde ise GÖL KİYİSİNDA KULÜBELER yazısı göze çarpıyordu. Rocket Yolu, ağaçlar arasında ilerleyen genişçe bir patikadan ibaretti. Eddie, yeni dostlarının kamyonetinin kaldırdığı toz bulutu arasında dikkatle ilerliyordu. "Arabamobil" de bir Ford'du. Eddie'nin kullanma kılavuzuna veya arabanın arkasındaki krom yazıya bakmadan ismini hatırlayamayacağı sıradan bir, iki kapılı modeldi. Ama bacaklarının arasında bir at olmaksın hatta birkaç yüz tanesinin sağ ayağının hafif bir baskısıyla koşmaya hazır olduğunu bilerek tekrar araba kullanmak kendini iyi hissettirmiş, neredeyse huşu vermişti. Arkalarında bıraktıkları siren seslerinin giderek hafiflemesi de kendini iyi hissetmesini sağlayan başka bir unsurdu.
Yüksek ağaçların gölgeleri onları yutmuştu. Çam ağaçlarının keskin kokusu muhteşemdi. "Güzel bir yer," dedi Silahşor. "İnsan ömrünün kalanını burda geçirmeyi düşünebilir." Tek yorumu da bu oldu.
Cullum'ın kamyoneti, üzerlerinde rakamlar bulunan özel yolları bir bir geçmeye başlamıştı. Her rakamın altında JAFFORDS KÎRALİK KONUTLA-Rİ yazıyordu. Eddie, Roland'a Calla'da bir Jaffords tanıdıklarını, hem de çok iyi tanıdıklarını hatırlatmayı düşündü ama vazgeçti. Yaptığı sadece zaten bariz olanı göstermeye çalışmak olacaktı.
15,16 ve 17'nin önünden geçtiler. Cullum, 18'in önünde kısa bir süre duraksadı, sonra kolunu camdan çıkararak ilerlemeye devam etmelerini işaret etti. 18 Numara'nın aradıkları kulübe olmadığını çok iyi bilen Eddie, devam etmeye hazır bir halde bekliyordu zaten.
Cullum bir sonraki özel yola girdi. Eddie, onu takip etti. Arabanın tekerlekleri yolu kaplayan çam iğneleri üzerinde fısıltıya benzer sesler çıkararak dönüyordu. Mavi renk ağaçların arasında yine göz kırpıyordu. 19 Numara'lı kulübeye vardıklarında Eddie kulübenin Keywadin'den çok daha küçük, futbol sahası büyüklüğünde bir gölcüğün kenarına inşa edilmiş olduğunu gördü. Küçük kulübe, iki odalıymış gibi görünüyordu. Etrafı camla kaplı veranda gölcüğe bakıyordu. İçinde eski ama konforlu görünen iki salıncaklı iskemle ve çatıda teneke bir baca vardı. Kulübenin bir garajı veya önüne park etmiş bir araba yoktu ama Eddie arabanın daha önce park ettiği yeri görebiliyordu. Yine de yerdeki çam iğneleri yüzünden emin olmak güçtü.
Cullum kamyonetin motorunu stop etti. Eddie de aynısını yaptı. Artık sadece kayalara vuran suyun şıpırtısı, ağaçların arasında esen rüzgârın fısıltısı ve kuş sesleri duyuluyordu. Eddie sağ tarafına baktığında, Silah-şor'un uzun parmaklı ellerini kucağında kavuşturmuş, huzur içinde oturmakta olduğunu gördü.
"Ne hissediyorsun?" diye sordu, Eddie.
"Sessizlik."
"İçerde kimse var mı?"
"Sanırım evet."
"Tehlike?"
"Evet. Yanı başımda."
Eddie kaşlarını çatarak ona baktı.
"Senden bahsediyorum, Eddie. Onu öldürmek istiyorsun, değil mi?"
Eddie bir süre sonra bu gerçeği kabullenmek durumunda kaldı. Benliğinin bu gizli, vahşi ve ilkel tarafı onu bazen huzursuz etse de varlığını inkâr edemezdi. Ayrıca bu yönünü ortaya çıkarıp bileyen kimdi?
Roland başını salladı. "Yalnız yaşayan bir erkek olarak çölde tek başıma yolculuk ettiğim yılların ardından hayatıma, tek tutkusu, sadece burnunu çekmesine ve uykusunun gelmesine yol açan bir uyuşturucuyu almaya devam etmek olan, mızmız ve bencil bir genç adam girdi. Sadece kendini düşünen, buyurgan, uyumsuz, şımarık..."
"Ama yakışıklı," dedi, Eddie. "Bu kısmı unutma. Tam bir seks makinesi."
Roland, ona ciddi bir ifadeyle baktı. "Ben o günlerde seni öldürme-meyi başardıysam sen de şimdi Calvin Tower'i öldürmemeyi başarabilirsin, New York'lu, Eddie." Ve bunları söyledikten sonra kapısını açıp indi.
"Söylemesi kolay," dedi, Eddie, Cullum'ın boş arabasına ve o da indi.
ÜÇ
Cullum, Roland ve Eddie kısa aralıklarla yanına geldiğinde hâlâ direksiyon başında oturuyordu.
"Kulübe boş gibi görünüyor," dedi, John. "Ama mutfakta ışık görüyorum."
"Hı-hı," dedi, Eddie. "John, sana..."
"Sakın bir sorun daha olduğunu söyleme. Senden daha çok soru sorduğunu gördüğüm tek kişi, minik yeğenim Aidan. Üç yaşını yeni bitirdi. Sor bakalım."
"Son birkaç yıldır gaipten-gelen vakalarının en çok nerde görüldüğünü biliyor musun? Bir merkezi var mı?" Eddie bu soruyu niçin sorduğunu bilmiyordu ama birdenbire hayati, önem taşıyormuş gibi hissetmişti.
Cullum bir süre düşündü. "Turtleback Yolu. Lovell'da."
"Pek emin gibisin."
"Öyle. Vandy'de tarih profesörü olan dostum Donnie Russert'ı hatırlıyor musun? Size bahsetmiştim."
Eddie başını salladı.
"Bu vakalardan biriyle karşılaşınca konuya ilgi göstermeye başladı. Birkaç makale de yazdı, ama gerçekler ne kadar iyi belgelenmiş olsa da hiçbir saygın derginin makalelerini basmayacağını söylerdi. Batı Ma-ine'deki gaipten-gelenlerle ilgili makaleler yazmanın ona o yaşında hiç ummadığı bir şey öğrettiğini söyledi: bazı insanlar, onlara kanıt sunsamz bile söylediklerinize inanmıyor. Bir Yunan şairden alıntı yapardı. 'Gerçeklik sütununda bir delik vardır.'
"Her neyse, çalışma odasının duvarında yedi kasabayı içine alan bölgenin bir haritası vardı: Stoneham, Doğu Stoneham, Waterford, Lovell,
Sweden, Fryeburg ve Doğu Fryeburg. Rapor edilen her gaipten-gelen vakasını bir raptiyeyle işaretlemişti, anlarsın ya?"
"Anlıyorum, teşekkürler derim," dedi, Eddie.
"Ve merkezi... evet, Turtleback Yolu olduğunu söyleyebilirim. Üzerinde altı veya sekiz raptiye vardı ve kahrolası yol taş çatlasa üç buçuk kilometre uzunluğundadır. 7. Karayolu'ndan ayrılıp Kezar Gölü'nün kıyı. sından geçerek tekrar 7. Karayolu'na dönen bir yol."
Roland kulübeye bakıyordu. Sonra sol tarafına döndü, durdu ve sol elini tabancasının sandal ağacından yapılma kabzası üzerine koydu. "John," dedi. "Tanışmamız hayırlı oldu ama artık ayrılma zamanı geldi."
"Öyle mi? Emin misin?"
Roland başını salladı. "Buraya gelen adamlar aptal. Aptallıklarının kokusunu hâlâ alabiliyorum, bir yere gitmediklerini biraz da bu sebeple biliyorum. Ama sen onlar gibi değilsin."
John Cullum hafifçe gülümsedi. "Umarım değilimdir," dedi. "Ama iltifatın için teşekkür ederim." Sonra susup gri saçlı kafasını kaşıdı. "Bir il-tifatsa tabi."
"Anayola dönme ve söylediğimi kastetmediğimi düşünmeye başla. Ya da daha kötüsü, burda hiç olmadığımızı, her şeyin hayalinin bir ürünü olduğunu düşün. Temiz bir gömlek almak için bile olsa evine dönme. Orası artık güvenli değil. Başka bir yere git. Ufka en az üç bakış mesafesinde bir yere."
Cullum tek gözünü kapatarak hesaplamaya çalıştı. "Ellili yıllarda, Maine Eyalet Hapishanesinde on berbat yıl boyunca gardiyanlık yaptım," dedi. "Ama orda çok iyi bir adamla tanıştım. İsmi..."
Roland başını iki yana salladı ve sağ elinin kalan parmaklarını dudaklarına götürdü. Cullum başını salladı.
"Şey, ismini unuttum ama Vermont'ta yaşadığını biliyorum. New Hampshire eyalet sınırını geçtiğim sırada tam adresini de hatırlayacağımdan eminim."
Eddie bu konuşmada bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyor ama tam olarak ne olduğunu bulamıyordu. Sonunda paranoyak gibi davrandığına karar vererek düşünmekten vazgeçti. John Cullum dürüst bir adamdı... değil mi? "Sana yarasın," dedi ve yaşlı adamın elini sıktı. "Uzun günler ve hoş geceler dilerim."
"Ben de size dilerim, çocuklar," dedi, Cullum ve Roland ile tokalaştı. Silahşor'un eksik parmaklı elini biraz daha uzun tutmuştu. "Sence orda hayatımı kurtaran Tanrı mıydı? Kurşunlar uçuşmaya başladığında?"
"Evet," dedi Silahşor. "Öyle düşünmek istersen. Şimdi de seninle olmasını dilerim."
"Arabama gelince..."
"Ya buraya ya da bu yakınlarda bir yere bırakırım," dedi, Eddie. "Merak etme, sen bulamazsan bir başkası mutlaka bulur."
Cullum sırıttı. "Ben de tam bunları söyleyecektim."
"Vaya con Dios," dedi, Eddie.
Cullum gülümsedi. "Gaipten-gelenlere dikkat et, evlat. Bazılarının pek hoş olmadığını duydum. Buna dair raporlar geldi."
Cullum kamyonetini vitese geçirdi ve uzaklaştı. Arkasından bakan Roland, "Dan-tete," dedi.
Eddie başını salladı. Dan-tete. Küçük kurtarıcı. John Cullum'ı tarif etmek için uygundu; artık Nehir Geçiti'ndeki insanlar gibi hayatlarından çıkmıştı. Gitmişti, değil mi? Vermont'daki arkadaşından bahsetmesinde bir şey var gibiydi ama...
Paranoya.
Basit paranoya.
Eddie az önceki düşünceleri kafasından uzaklaştırdı.
DÖRT
Eddie görünürde sürücü tarafındaki paspasın altına bakabilecekleri bir araba olmadığından bir not olup olmadığını kontrol etmek için arka verandanın basamaklarının altına bakmaya karar verdi. Ama daha o yöne bir adım bile atamamışken Roland omzunu sertçe kavradı ve diğer tarafı işaret etti. Eddie'nin tek gördüğü, suya doğru inen çalılarla kaplı bir eğim ve muhtemelen bir başka kayıkhanenin çam iğneleriyle kaplı çatışıydı.
"Orda biri var," dedi, Roland dudaklarını neredeyse hiç kıpırdatmadan. "Muhtemelen iki aptalın daha akıllıca olanı. Bizi izliyor. Ellerini kaldır."
"Roland, sence bu güvenli olur mu?"
"Evet." Roland ellerini kaldırdı. Eddie, ona bunu neye dayanarak yaptığını sormayı düşündü ama sonra cevabı zaten biliyor olduğunu anladı: içgüdü. Roland'ın uzmanlık alanıydı. Roland içini çekerek ellerini omuz hizasına dek kaldırdı.
"Deepneau!" diye seslendi, Roland kayıkhaneye doğru. "Aaron De-epneau! Biz dosttuz ve zamanımız kısıtlı! Sensen açığa çık! Görüşmemiz gerek!"
Bir duraksama oldu, ardından yaşlı bir adamın sesi duyuldu. "Admız nedir, bayım?"
"Roland Deschain. Gilead'dan, Eld soyundan. Sanırım biliyorsun."
"Ya işiniz?"
"Benim işim kurşunladır!" diye seslendi, Roland. Eddie tüylerinin diken diken olduğunu hissetti.
Uzun bir sessizlik oldu. Ardından: "Calvin'i öldürdüler mi?"
"Bildiğimiz kadarıyla hayır," dedi, Eddie. "Bilmediğimiz bir şeyi biliyorsan açığa çık ve anlat."
"Sen Cal Andolini ile pazarlık ederken ortaya çıkan genç misin?"
Pazarlık sözü Eddie'nin öfkesini arttırdı. Tower'in dükkanındaki defoda olanların çarpıtılmış bir tanımıydı. "Pazarlık mı? Sana böyle mi de-di?" Sonra Aaron Deepneau'nun cevap vermesine fırsat vermeden ekledi. "Evet, ben oyum. Haydi buraya gel de konuşalım."
Cevap yoktu. Yirmi saniye geçip gitti. Eddie, Deepneau'ya tekrar seslenmek için derin bir soluk aldı. Roland, Eddie'nin kolunu tuttu ve başını iki yana salladı. Yirmi saniye daha geçti ve sonra, bir kapının gıcırtıyla açıldığını duydular. Uzun boylu, zayıfça bir adam, gözlerini bir baykuş gibi kırparak kayıkhaneden çıktı. Bir elinde, namlusundan tuttuğu büyük bir otomatik tabanca vardı. Deepneau silahı başının üzerine kaldırdı. "Boş bir Baretta," dedi. "Tek bir şarjör var ve o da yatak odasında, çoraplarımın altında. Dolu silahlar beni huzursuz eder. Tamam mı?"
Eddie gözlerini devirdi. Henry'nin diyebileceği gibi, bu ahalinin can düşmanı, kendileriydi.
"Âlâ," dedi, Roland. "Yaklaşmaya devam et."
Ve (mucizelerin ardı arkası kesilmiyordu) Deepneau onlara yaklaştı.
BEŞ
Hazırladığı kahve, Calla Bryn Sturgis'de içtiklerinden, Roland'ın Mejis'teki günlerinden bu yana içtiklerinden çok daha lezzetliydi. Ayrıca çilek de vardı. Yetiştirilmiş ve dükkândan alınmış çilekler, demişti Deepneau ama Eddie, meyvelerin tatlılığında boğulmuştu bile. Üç adam, Jaf-fords Kiralık Konutları'na ait 19 Numaralı kulübenin mutfağında oturuyor, kahve içiyor ve iri çilekleri kremayla şeker kâsesine bandırarak yiyordu. Görüşmelerinin sonunda üçü de son kurbanlarının kanına bulanmış parmaklarını dudaklarına sürmüş katillere benziyordu. Deepneau'nun boş tabancası, pencerenin önünde unutulmuştu.
Deepneau silah seslerini ve ardından gelen patlamaları duyduğu sı-rada yürüyüş yapmak için çıktığı Rocket Yolu'ndaydı. Hızla (içinde bulunduğu şartların elverdiğince) kulübeye dönmüş ve güneyden yükselen dumanları görünce kayıkhaneye geri dönmenin iyi bir fikir olacağını düşünmüştü. Olanların kaynağının o İtalyan gangster Andolini olduğundan neredeyse emindi ve...
"Kayıkhaneye dönmek derken ne kastediyorsun?" diye sordu, Eddie.
Deepneau masanın altındaki ayaklarını havaya kaldırdı. Yüzü fazlasıyla solgundu, gözlerinin altı morarmıştı ve başındaki tüye benzer saç tellerinin sayısı çok azalmıştı. Eddie, Tower'in Deepneau'ya birkaç sene önce kanser teşhisi konduğunu söylediğini hatırladı. O gün pek iyi görünmüyordu ama Eddie, çok daha kötü görünenlere rastlamıştı (özellikle Lud'da). Jake'in eski dostu Bıçakçı da onlardan biriydi.
"Aaron?" dedi, Eddie. "Neyi kastetmiş..."
"Soruyu duydum," dedi adam rahatsız olmuşçasına. "Postrestant ile bir not aldık, daha doğrusu Cal aldı. Kulübeden çıkıp yakınlarda bir başka yere saklanmamız ve dikkat çekmemeye çalışmamız söylenmiş. Callahan adında bir adam göndermiş. Tanıyor musunuz?" .
Roland ve Eddie başlarını salladılar.
"Bu Callahan... Cal'ı biraz sinirlendirdi."
Cal, Calla, Callahan... diye düşünen Eddie içini çekti.
"Cal pek çok açıdan iyi bir adamdır ama patronluk taşlanmaya gelemez. Birkaç gün kayıkhanede kaldık..." Deepneau vicdanıyla mücadele ediyormuşçasına duraksadı. "İki gün," dedi sonra. "Sadece iki gün kaldık. Sonra Cal delilik ettiğimizi, nemin artritini azdırdığını ve göğsümün hırıldadığını duyduğunu söyledi. 'Çok yakında seni Norway'deki o bok gibi hastaneye götürmek zorunda kalacağım,' dedi. 'Hem kanser, hem zatürree hastası olduğun için.' Genç adam." Çilek lekeli, çarpık parmağıyla
Dostları ilə paylaş: |