Stephen King Kara Kule Cilt7 Kule



Yüklə 2,92 Mb.
səhifə10/62
tarix03.12.2017
ölçüsü2,92 Mb.
#33720
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   62

John Cullum, Dick Beckhardt'ın cilalanmış çam masasının başına oturdu, şapkasını çıkardı ve sağ elinde bir süre tuttu. Roland ve Eddie'ye ciddi bir ifadeyle baktı. "Uzun süredir tanışmayan insanlar için birbirimizi oldukça iyi tanıyoruz," dedi. "Sizce de öyle değil mi?"

Başlarını salladılar. Eddie dışarıda rüzgârın artmasını bekledi ama dünya nefesini tutmaya devam ediyordu. Fırtınanın patladığında ortalığı cehenneme çevireceğine bahse girebilirdi.

"İnsanlar orduda da birbirini böyle tanır," dedi John. "Savaşta." Kelimeyi yine uzatarak söylemişti. "Sanırım tehlike büyüyüp risk artınca böyle oluyor."
"Evet," dedi Roland. "Biz 'silahlar yakın ilişkiler kurar,' deriz." "Öyle mi? Bana söyleyecekleriniz var, biliyorum ama siz başlamadan önce ben bir şey söyleyeceğim. Ve söyleyeceğim sizi çok memnun etmezse gidip bir domuzu öperim." "Nedir?" diye sordu Eddie.

"Şerif Eldon Royster birkaç saat önce Auburn'de dört kişiyi gözaltına aldı. Orman yollarından birinde polis barikatından geçmeye çalışırken yakalanmışlar." John piposunu ağzına götürdü, göğüs cebinden bir kibrit çıkardı ve ucunu başparmağına dayadı. Bir süre için yakmayarak öylece bekledi. "Barikatı gizlice aşmaya çalışmalarının sebebi yanlarında büyük miktarda ateşli silah bulunmasıymış. Makineli tüfekler, el bombaları ve C-4 denen maddeden varmış. İçlerinden biri, ismini sizden duyduğum bir adam... Jack Andolini'ydi, değil mi?" Ve elindeki kibriti yaktı.

Eddie, sai Beckhardt'ın iyi durumdaki Shaker sandalyelerinden birine çöktü ve yüzünü tavana kaldırarak kahkahalarla gülmeye başladı. Roland gıdıklandığında hiç kimsenin Eddie Dean gibi gülemeyeceğini düşündü. En azından Cuthbert Allgood'un yolun sonundaki açıklığa gitmesinden sonra. "Yakışıklı Jack Andolini, Maine eyaletinde bir kasabanın nezarethanesinde!" dedi Eddie. "Beni şekerle kaplayıp kahrolası bir jöleli çörek deyin! Ah keşke ağabeyim Henry hayatta olup bunu görebilseydi!" Eddie sonra Henry'nin muhtemelen gerçekten hayatta olduğunu düşündü, en azından Henry'nin bir versiyonu hayatta olmalıydı. Dean kardeşlerin o dünyada yaşadığı varsayılırsa elbette.

"Evet, insanı hoşnut eden bir düşünce," dedi John alevi hızla kararan kibritin alevini piposunun içine çekerken. Onun da memnun olduğu belliydi. Öyle sırıtıyordu ki piposundaki tütünü yakmakta zorlanıyordu.

"Of, aman aman," dedi Eddie gözlerini silerek. "Günüm aydınlandı. Hatta bütün yılım."

"Sizin için bir şeyim daha var," dedi John. "Ama şimdilik bekleyebilir." Pipo sonunda yanmıştı, arkasına yaslanarak o günün başında tanıştığı iki gezgin yabancıya baktı. Kalan kendisininkiyle bir şekilde iç içe geçmiş iki yabancı; belki iyi, belki kötü yönde, belki zenginliğe, belki de yoksulluğa doğru. "Şimdi sizin hikâyenizi dinlemek ve ne yapmamı istediğinizi öğrenmek istiyorum."

"Kaç yaşındasın, John?" diye sordu Roland.

"Bir çok şeyi hâlâ hakkıyla yapabilecek kadar gencim," diye cevap verdi John biraz soğukça. "Ya sen, dostum? Ömründe kaç kış gördün?"

Roland, ona gülümsedi... mesaj alındı, konuyu değiştirebiliriz, diyen bir gülümsemeydi. "Eddie ikimiz adına konuşacak," dedi. Buna Bridg-ton'dan dönerken karar vermişlerdi. "Benim hikâyem fazla uzun."

"Öyle mi dersin," dedi John.

"Öyle diyorum," dedi Roland. "Eddie, sana kendi hikâyesini vakti elverdiğince anlatsın, sonra ikimiz anlatmamız gerekenleri anlatalım ve sonra, eğer kabul edersen sana Moses Carver adında bir adama götürmen için bir şey verecek... ve ben de başka bir şey vereceğim."

John Cullum bunu bir süre düşündükten sonra başını salladı. Eddie'ye döndü.

Eddie derin bir soluk aldı. "Bilmen gereken ilk şey, bu adamı ilk kez Nassau, Bahamalar'dan New York'taki Kennedy Havaalanı'na giderken uçuşun ortasında, uçağın içinde gördüğüm. O zamanlar eroin bağımlısıy-dım. Ağabeyim de öyle. Kokain kuryeliği yapıyordum."

"Peki bunlar ne zaman oluyordu, evlat?" diye sordu John Cullum. "1987 yazında."

Cullum'ın yüzünde hayret ifadesi gördüler ama inanmazlık yoktu. "Yani gerçekten gelecekten geliyorsunuz! Vay be!" Kokulu pipo dumanı arasında öne eğildi. "Evlat," dedi. "Hikâyeni anlat. Ve sakın tek bir kelimesini bile atlama."
4

Eddie'nin hikâyesini anlatması neredeyse bir buçuk saat sürdü... fazla uzatmamak için epeyce kelime atlaması gerekmişti. Bitirdiğinde aşağıdaki göl üzerine gece yeni çökmüştü. Kasırga ise hâlâ patlamamış, ama uzaklaşmamıştı da. Dick Beckhardt'ın kulübesinin tepesinde gök gürültüleri ara sıra homurdanıyor, bazen de üç adamı yerlerinden sıçratacak bir şiddetle aniden çatırdıyordu. Bir şimşek doğruca gölün ortasına indi ve

tüm yüzeyini kısa bir süre için sedefli mor ışıkla aydınlattı. Bir keresinde rüzgâr şiddetlendi ve ağaçların arasında uğuldadı. Eddie o sırada artık kesinlikle geliyor, diye düşündü ama fırtına inadını sürdürerek patlamadı. Ama bölgeyi terk etmeyerek incecik bir iple asılmış, sarkan bir kılıç gibi tehdidini sürdürdü ve Eddie'ye Susannah'nın artık sona ermiş olan uzun, tuhaf hamileliğini hatırlattı. Saat yedi civarı elektrik kesildi. John, Eddie Dean anlatmaya devam ederken mutfak dolaplarında mum aradı. Eddie bu arada Nehir Geçiti'ndeki eski insanları, Lud şehrindeki delirmiş insanları, Calla Bryn Sturgis'teki dehşete düşmüş insanları, orada bir kitaptan çıkıp gelmişe benzeyen eski bir rahiple tanışmalarını anlattı. John geri dönüp masanın üzerine mumlar, krakerler, peynir ve bir şişe Red Zin-ger buzlu çay koydu. Eddie hikâyesini Stephen King'e yaptıkları ziyaretle bitirirken Silahşor'un yazarı hipnotize ederek kısa ziyaretlerini unutmasını sağlayışını, arkadaşları Susannah'yı kısa süreliğine görmelerini ve Ro-land'ın da dediği gibi dünyanın o bölümünde arayabilecek başka kimseleri olmadığı için ona telefon etmelerini anlattı. Eddie susunca Roland, Turt-leback Yolu'na giderken Chayven'li Chevin ile karşılaşmalarını anlattı. Silahşor, Chevin'e gösterdiği gümüş haçı masanın üzerine, peynir tabağının yanına koydu ve John başparmağının kalın tırnağıyla ince zincire dokundu.

Sonra uzun süren bir sessizlik oldu.

Eddie daha fazla dayanamayacağına kani olduğunda yaşlı adama hikâyelerinin ne kadarına inandığını sordu.

"Hepsine," dedi John tereddütsüzce. "New York'taki gülü korumanız gerekiyor, değil mi?"

"Evet," dedi Roland.

"Çünkü diğerleri, şu telepatik dediğiniz Kırıcılar tarafından kırılmışken Işınlar'dan birini güvende tutan o."

Eddie, Cullum'ın bunu o kadar çabuk ve kolayca kavramasına hayret etnıişti, ama belki şaşırması için bir sebep yoktu. Taze gözler net görür, derdi Susannah. Ve Cullum, Lud'daki grilerin 'temiz kovuk' dediklerindendi.

"Evet," dedi Roland. "Doğru diyorsun."

"Gül bir Işın'ı koruyor. Stephen King ise bir diğerini. En azından sizin fikriniz bu."

"Yazara göz kulak olunması gerekecek, John -her şey bir yana, çok kötü alışkanlıkları var- ama 1977 dünyasından bir kez ayrıldık mı geri dönüşümüz yok," dedi Eddie. "Bir daha gelip onu kontrol edemeyiz."

"King diğer dünyalarda yok mu?" diye sordu John.

"Olmadığından nerdeyse eminiz," dedi Roland.

"Olsa bile," diye araya girdi Eddie, "diğer dünyalarda ne yaptığının önemi yok. Burası Anahtar-Dünya. Bu ve Roland'm geldiği dünya. Bu dünya ve o ikiz."

Doğrulaması için Roland'a baktı. Roland başını salladı ve John'un ona daha önce verdiği sigaralardan birini yaktı.

"Stephen King'e göz kulak olabilirim," dedi John. "Bunu yaptığımı bilmesine de gerek yok. Tabi bu, New York'ta yapmamı istediğiniz işi yapıp dönebilmem halinde geçerli. Ne olduğuna dair bir fikrim var ama siz yine de söyleyin." Arka cebinden üzerinde Küçük Notlar yazan yeşil kapaklı, küçük, yıpranmış bir bloknot çıkardı. Yarısına kadar baktıktan sonra boş bir sayfa buldu, göğüs cebinden bir kurşun kalem çıkardı, ucunu yaladı (Eddie ürpertisini bastırdı) ve lisenin ilk günündeki bir öğrenci gibi hevesli bir beklentiyle onlara baktı.

"Şimdi canlarım," dedi. "John Amca'nıza öykünüzün geri kalanı anlatın."


5

Bu kez konuşmanın çoğunu Roland yaptı ve söyleyecekleri Ed-die'den az olmasına rağmen hepsini bitirmesi yarım saat sürdü zira büyük bir dikkatle konuşuyor, arada sırada bir sözcük konusunda yardım etmesi için Eddie'ye dönüyordu. Eddie, Gilead'lı Roland'm içinde yaşayan katili ve diplomatı daha önce görmüştü ama her kelimeyi doğru iletmeye özen gösteren haberciyi ilk kez görüyordu. Dışarıda kasırga patlamaya ya da uzaklaşmaya inatla yanaşmamayı sürdürüyordu.

Sonunda Silahşor arkasına yaslandı. Mum ışığının aydınlığında yüzü hem çok yaşlı, hem de tuhaf bir şekilde güzel görünüyordu. Eddie, ona bakarken ilk kez Rosalita Munoz'un "eklem eceli" dediğinden başka bir sorunu olabileceğinden şüphelendi. Roland kilo vermişti ve gözlerinin altındaki koyu halkalar hastalık habercisi gibi görünüyordu. Bardağındaki buzlu çayı bir yudumda bitirdi ve, "Sana söylediklerimi anladın mı?" diye sordu.

"Evet." Kısa ve öz.

"İyice anladın mı?" diye üsteledi Roland. "Soru sormayacak mısın?" "Sanmıyorum."

"O halde ne yapacağını söyle."

John iri el yazısıyla bloknotun iki sayfasını doldurmuştu. Bir ilk sayfaya, bir diğerine bakarak yazdıklarını kontrol etti ve başını salladı. Sonra homurdanarak bloknotu tekrar arka cebine koydu. Taşralı olabilir ama aptal olduğu kesinlikle söylenemez, diye düşündü Eddie. Ve karşılaşmamız şans eseri değildi, ka iyi günündeydi.

"New York'a gidilecek," dedi John. "Aaron Deepneau denen adam bulunacak. Arkadaşı işin dışında tutulacak. Deepneau boş arsadaki gülün korunmasının dünyanın neredeyse en önemli görevi olduğuna ikna edilecek."

"Nerdeyse kısmını çıkarabilirsin," dedi Eddie.

John başını salladı. Tepesinde kunduz resminin olduğu kâğıdı alarak büyük cüzdanının içine yerleştirdi. Satış sözleşmesini ona vermek, bulunmamış kapıdan geçerek Doğu Stoneham'a geldiğinden beri Eddie De-an'in yapmak zorunda kaldığı en zor iş olmuştu ve neredeyse yaşlı adabın yıpranmış cüzdanına girmeden önce kâğıdı çekip alacaktı. Calvin To-wer'm neler hissettiğini artık çok iyi anlayabiliyordu.

"Artık arsaya sahip olduğunuz için gül de size ait," dedi John. "

"Gülün sahibi Tet Şirketi," dedi Eddie. "Başkan yardımcısı olmak üzere olduğun şirket."

Bu varsayılan yeni unvan John Cullum'ı pek etkilemiş görünmüyordu. "Deepneau'nun gerekli işlemleri yaparak Tefi yasallaştırması gerekiyor. Sonra gidip şu Moses Carver denen adamı bulacağız ve bize katılmasını sağlayacağız. En zor kısım bu olacak gibi görünüyor ama elimizden gelenin en iyisini yapacağız."

"Teyze'nin haçını boynuna tak," dedi Roland. "Ve sai Carver ile görüştüğünde haçı ona göster. Onu ikna etmende sana çok yardımı olabilir. Ama önce üzerine üflemelisin. Şöyle."

Roland, Bridgton'dan dönerlerken Eddie'ye Susannah ve vaftiz babası arasındaki herhangi bir sırrı -büyük veya küçük olmasının bir önemi yoktu- bilip bilmediğini sormuştu. Eddie bir sır biliyordu ve şimdi o sırrı Susannah'nın Dick Beckhardt'ın çam masasının üzerinde duran haçtan yayılan sesinden duymak onu afallattı.

"Pimsy'yi baharda çiçeklerin dökülüşünü seyredebileceği elma ağacının altına gömdük," dedi Susannah'nın sesi. "Ve Mose Baba, bana artık ağlamamamı söyledi, çünkü Tanrı bir evcil hayvan için uzun süre yas tutmanın..."

Sözcükler burada belirsizleşiyor, önce bir mırıltıya dönüyor, sonra tamamen yok oluyordu. Ama Eddie kalanını hatırlıyordu, "...bir evcil hayvan için uzun süre yas tutmanın günah olduğunu düşünür. Mose Baba, ona Pimsy'nin mezarına ara sıra gidebileceğini ve 'Cennette mutlu ol,' diye fısıldayabileceğim ama bundan kimseye bahsetmemesini, çünkü bazılarının hayvanların cennete gitmesi fikrinden hoşlanmadığını söylemiş, Susannah da bu sırrı saklamış. Söylediği tek kişi bendim." Karanlıkta sırların paylaşıldığı geceyi hatırlayan Eddie acıyla gülümsedi.

John Cullum haça baktı, sonra irileşmiş gözlerini Roland'a çevirdi. "Nedir bu? Bir tür ses kayıt cihazı mı? Değil, değil mi?"

"Bu bir sigul," dedi Roland sabırla. "Şu Carver denen adam Ed-die'nin 'taşkafa' dediği türden biri çıkarsa onu ikna etmen için sana yardımı olabilir." Silahşor hafifçe gülümsedi. Taşkafa lafı hoşuna gidiyordu. Anlayabildiği bir sözdü. "Boynuna tak."

Ama Cullum söyleneni yapmadı, en azından hemen yapmadı. Onu tanımalarından beri ilk kez -Lavazımatçı'da ateş altında oldukları süre dahil- gerçekten kararsız göründü. "Sihirli mi?" diye sordu.

Roland, John'a kelimenin o bağlamda hiçbir faydalı anlamı olmadığını anlatmak istercesine sabırsızca omuz silkti ve tekrarladı. "Boynuna tak."

John Cullum, Talitha Teyze'nin haçı aniden kızıp elini yakabilecek-miş gibi tedirgince söyleneni yaptı. Başını eğip boynundaki haça baktı (uzun taşralı yüzünün altında bir anlığına çift çene oluştu) ve sonra yakasından içeri soktu.

"Vay be," dedi yine hafifçe.
6

Daha önce kendisine hitap edildiği şekilde konuştuğunun farkında olan Eddie Dean, "Dersinin kalanını anlat, Doğu Stoneham'lı John Cullum ve doğru ol," dedi.

Cullum o sabah yataktan kalktığı sırada dünyanın tanımadığı, görmediği basit bir bekçiydi. Ama o gece yatağa dünyadaki en önemli şahıs, Dünya'nın gerçek prensi olma potansiyeline sahip olarak girecekti. Bu fikir onu korkutuyorsa bile belli etmiyordu. Belki henüz bu gerçeği sindi-rebilmiş değildi.

Ama Eddie buna inanmıyordu. Bu, ka'nm yollarına çıkardığı adamdı- Hem güvenilir, hem cesurdu. Eddie o an Walter'in yerinde olsaydı (ya da Walter'in bazen kendine verdiği isimle Flagg) büyük ihtimalle titrerdi.

"Eh," dedi John. "Şirketi kimin yönettiği umurunuzda değil ama Tet'm Holmes'u bünyesine almasını istiyorsunuz, çünkü bir süre daha öyle görünmesi gerekmekle beraber artık diş macunu üretmek veya diş kaplamakla uğraşmayacak." "Ve ne..."

Eddie daha fazla devam etmedi. John kaba elini kaldırıp onu susturmuştu. Eddie o eli bir Texas Instruments hesap makinesi tutarken hayal etmeye çalıştı ve kolaylıkla yapabildiğini gördü. Acayipti. "Bana fırsat verirsen anlatacağım, delikanlı."

Eddie dudaklarının fermuarını çekiyormuş gibi bir hareket yaparak arkasına yaslandı.

"En önemlisi gülü korumak. Sonra yazan korumak geliyor. Ama bunların yanı sıra bu Deepneau ve Carver denen adamlarla dünyanın en güçlü şirketlerinden birini kurmamız gerekiyor. Gayrimenkul işi yapacağız ve... şey..." Yıpranmış bloknotu çıkarıp sayfaları aceleyle çevirdi. '"Yazılım geliştiricileri' ile çalışacağız, her ne iseler artık. Çünkü geleceğin teknolojisi onların elinde olacak. Üç kelimeyi aklımızda tutmamız gerekiyor." Notlarına döndü. "Microsoft. Microchips. Intel. Ne kadar büyürsek büyüyelim -ve ne kadar çabuk olursa olsun- üç ana görevimiz hiçbir zaman değişmeyecek: gülü koru, Stephen King'i koru ve her fırsatta diğer iki şirketin tekerine çomak sok. Birinin adı Sombra. Diğeri..." Çok kısa bir duraksama oldu. "Diğeri de Kuzey Merkez Pozitronik. Dediğinize göre Sombra daha ziyade emlak işinde. Pozitronik ise... eh, bilim ve teknolojik cihazlar, bu benim için bile gayet açık. Sombra bir araziye göz koyarsa önce Tet almaya çalışacak. Kuzey Merkez bir patent almaya niyetlenirse Tet önce davranıp almaya çalışacak, alamazsa da onlara bırakmamak için elinden geleni yapacak. Belki üçüncü bir şirkete yönlendirecek." Eddie başını onaylarcasına sallıyordu. Bu sonuncusunu John'a söylememişti. Yaşlı adam kendisi akıl etmişti.

"Biz Üç Dişsiz Silahşor'uz, Kıyametin Yaşlı Osurukları'yız, temiz veya kirli yöntemlerle o ikisinin yoluna taş koyacağız. Pis numaralara kesinlikle izin var." John sırıttı. "Harvard İşletme Fakültesi'ne gitmedim.

Haaa-vıd diye telaffuz etmişti. "Ama sanırım bir herifi hayalarından herkes kadar iyi tekmeleyebilirim."

"Güzel," dedi Roland. Ayağa kalkmaya davrandı. "Sanırım biz artık..."

Eddie bir elini kaldırarak onu durdurdu. Evet, Susannah ve Jake'in yanına gitmek için can atıyordu; sevdiği kadını kollarına alıp öpmek için sabırsızlanıyordu. Onu Calla Bryn Sturgis'de, Doğu Yolu'nda son görüsünün üzerinden yıllar geçmiş gibiydi. Yine de hayatı boyunca itaat edilmeye alışmış olan ve yabancıların ölüm tehlikesini göze alarak işbirliğine yanaşması son derece doğalmış gibi davranan Roland gibi kolayca gidemezdi. Eddie'nin Dick Beekhardt'm masasının diğer tarafında gördüğü bir başka araç değil, keskin zekâlı, çetinceviz... ama istedikleri şey için fazla yaşlı bir Amerikalıydı. Ve yaşlı demişken... Kemoterapi Çocuğu Aaron Deepneau için de aynı durum geçerli değil miydi?

"Arkadaşım yola çıkmak istiyor, ben de öyle," dedi Eddie. "Gidilecek kilometrelerimiz var."
"Biliyorum. Bir yara izi gibi yüzünde duruyor, evlat."

Görev ve ka'mn bir göz üzerinde süs veya diğerinde şekil bozukluğu gibi görünebilen bir iz bırakması fikri Eddie'yi büyülemişti. Dışarıda gök gürledi ve bir şimşek çaktı.

"Ama bunu neden yapıyorsun?" diye sordu Eddie. "Sebebini bilmem gerek. Yeni tanıştığın iki adamın söylediklerini niçin yapıyorsun?"

John bir süre düşündü. O an boynunda olan ve 1989'da ölene dek takacağı, yaşlı bir kadının unutulmuş bir köyde Roland'a verdiği haça dokundu. İlerideki yıllarda büyük bir karar arifesinde düşünürken (en önemli karar belki de Tefin Kuzey Merkez Pozitronik ile iş yapmak için giderek artan bir heves gösteren IBM ile bağlantısını kesmekti) veya gizli bir faaliyet hazırlarken (örneğin ölümünden önceki yıl Yeni Delhi'deki Sombra Şirketi'ne yangın bombası atılması) haça hep böyle dokunacaktı. Haç, Moses Carver'a konuşmuş ama ne kadar üflerse üflesin John Cul-lum'ın yanında bir daha asla konuşmamıştı, ama bazen haçı tutarak uykuya dalarken düşünürdü: Bu bir sigul. Bu bir sigul, bir başka dünyadan gelen bir sigul.

Sonlara doğru duyduğu pişmanlıklar içinde (birden fazla adamın hayatına mal olan kirli hamlelerden başka) en büyüğü, fırtınalı bir akşamda, Lovell kasabasındaki Turtleback Yolu'nda bir anlığına gördüğü diğer taraftaki dünyayı hiç ziyaret edememiş olmasıydı. Roland'ın sigul'u ara sıra rüyalarına güllerle dolu bir tarla ve simsiyah bir kule gönderirdi. Bazen ,1 hiçbir bedene ait olmayan, havada süzülerek hiç durmamacasına ufku tarayan korkunç iki kızıl gözün hayali gelirdi ziyaretine. Ara sıra rüyalarında bir adam, borusunu amansızca çalardı. Bu rüyalardan yanakları has-1 ret, kayıp ve sevgi gözyaşlarıyla ıslanmış halde uyanırdı. Parmaklan haçıl kavramış halde uyanır ve Discordia 'yi reddettim, hiçbir şey için pişman değilim, diye düşünürdü. Kızıl Kral'ın bedensiz gözlerine tukurdum ve bundan zevk aldım; kaderimi Silahşor'un ka-tet'( ile Beyaz'a emanet ettim bu kararımı asla sorgulamadım.

Yine de diğer dünyaya bir kerecik olsun gidebilmiş olmayı isterdi;

kapının ötesindeki dünyaya.

"Doğru olan şeyleri istiyorsunuz," dedi Roland ve Eddie'ye. "Daha açık ifade edemem. Size inanıyorum." Duraksadı. "Size inancım var. Gözlerinizde gördüklerim doğru."

Eddie tatmin olduğunu hissetti ve Cullum küçük bir çocuk gibi sırıttı.

"Ayrıca görünüşe bakılırsa bana kocaman, olağanüstü bir makinenin anahtarını veriyormuşsunuz gibi görünüyor. Kim o makineyi çalıştırıp neler yapabildiğini görmek istemez ki?"

"Korkuyor musun?" diye sordu Roland.

John Cullum soruyu bir süre düşündükten sonra başım salladı.

"Evet," dedi.

Roland başını salladı. "Güzel."


7

Kapkara, için için kaynayan göğün altında, Cullum'ın arabasıyla Turtleback Yolu'na döndüler. En yoğun sezon olmasına ve Kezar kıyısındaki kulübelerin çoğunun dolu olmasına rağmen yol boyunca tek bir araca bile rastlamadılar. Göldeki tüm tekneler çoktan kıyıya dönmüştü.

"Sizin için bir şeyim olduğunu söylemiştim," dedi John ve kamyonetinin çelik bir kutunun kabine dayandığı kasasına doğru yürüdü. Rüzgâr esmeye başlamıştı. Yaşlı adamın başındaki beyaz saçları uçuşturuyordu. Bir şifre girdi, kilidi açtı ve çelik kutunun kapağını kaldırdı. İçinden, iki gezginin çok iyi tanıdığı iki tozlu çanta çıkardı. Biri, çöl tozunun rengine bürünmüş, boylu boyunca deri şeritlerle tutturulmuş olan diğerinin yanında neredeyse yepyeni görünüyordu.

"Çıkınlarımız!" diye bağırdı Eddie. O kadar mutluydu -ve şaşkın- ki sesi bir çığlık gibi çıkmıştı. "Nasıl oldu da?..."

John'un yüzünde gelecekte olacağı kurnaz işadamının sinyallerini veren bir gülümseme belirdi: yüzeyde hoşnut, altta sinsi. "Hoş bir sürpriz, değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm. Bir göz atmak için Chip'in dükkânına geri dönmüştüm -daha doğrusu dükkândan geri kalanlara- ve ortalığa hâlâ bir kargaşa hâkimdi. İnsanlar oraya buraya koşuşturuyor, cesetlerin üzerlerini örtüyor, sarı şeritlerle olay yerini kapatıyor, fotoğraf çekiyordu. Birisi çantalarınızı bir kenara koymuştu. Pek yalnız görünüyorlardı. O yüzden ben de..." Tek omzunu silkti. "Onları alıverdim."

"Kiralık kulübelerinde Aaron Deepneau ve Calvin Tower'i ziyaret ettiğimiz zaman zarfında olmalı," dedi Eddie. "Sözde Vermont için eşyalarını toplamak üzere evine gitmenden sonra. Değil mi?" Çantasının yan tarafını okşuyordu. O pürüzsüz yüzeyi çok iyi tanıyordu; çantanın yapıldığı geyiği o vurmuş, Roland'ın bıçağıyla derisini yüzdükten sonra Susan-nah'nın da yardımıyla deri şeritlerle dikmemiş miydi? Büyük robot ayı Shardik'in Eddie'nin iç organlarını az kalsın söküp alacağı günden kısa Wr süre sonraydı. Sanki önceki yüzyılda kalmış gibiydi.

"Evet," dedi Cullum. Yaşlı adamın gülümsemesi daha da tatlı bir hal alınca Eddie'nin son şüpheleri de kayboldu. Bu dünya için doğru adamı bulmuşlardı. Doğruydu ve Gan'a çok çok teşekkürler dedi.

"Tabancanı kuşan, Eddie," dedi Roland yıpranmış sandal ağacından kabzası olan silahı ona uzatarak.

Benim. Artık benim olduğunu söylüyor. Eddie hafif bir ürperti hissetti.

"Susannah ve Jake'e gideceğimizi sanıyordum." Ama yine de tabancayı hevesle kuşandı.

Roland başını salladı. "Ama önce yapılacak bir işimiz olacağını sanıyorum. Callahan'ı öldürüp Jake'i öldürmeye çalışanlarla." Konuşurken yüz ifadesi değişmemişti ama hem Eddie Dean, hem de John Cullum kanlarının donduğunu hissetti. Bir an için Silahşor'a bakabilmek neredeyse imkânsız oldu.

Böylece -kendileri bilmiyordu ve aslında böylesi bir merhameti hak etmiyorlardı- Flaherty, taheen Lamla ve fca-fef'lerinin ölüm fermanı imzalanmış oldu.


8

Aman Tanrı'm, demek istedi Eddie ama ağzından hiç ses çıkmadı.

Cullum'ın kamyonetinin teki yanan geri lambasını takip ederek Turtle-back Yolu'nda kuzeye doğru ilerlerken giderek artan parlaklığı görmüştü. Önce zengin bir adamın evine giden yolu aydınlatan lambalardan yayıldığını, sonra projektör olabileceğini düşünmüştü. Ama sırtın göle doğru indiği sol taraflarındaki mavimsi, altın rengi parlaklık giderek artmıştı. Işığın kaynağına yaklaşırlarken (Cullum'ın kamyoneti artık neredeyse emekleme hızında ilerliyordu) Eddie yutkundu ve ana bedenden ayrılıp renk değiştirerek onlara doğru uçan parlak çemberi işaret etti: maviden altın rengine, sonra kırmızıya ve yeşile, tekrar altın rengine ve maviye. Merkezinde dört kanatlı bir böceğe benzer bir şey vardı. Cullum'ın kamyonetinin kasasının üzerinden geçip ağaçların arasına girerken onlara doğru döndü ve Eddie böceğin insan yüzüne sahip olduğunu gördü.

"Ne... ulu Tanrı'm, Roland ne..."

"Taheen," dedi Roland ve daha fazla konuşmadı. Giderek artan parlaklıkta yüzü sakin ve yorgun görünüyordu.

Başka ışık çemberleri özgür kalıp ana bedenden ayrılarak bir kuyrukluyıldız haşmetiyle yolun üzerinden uçarak geçti. Eddie sinekler, minik mücevherlerle süslü sinekkuşları ve kanatlı kurbağalar gördü. Onla-m ötesinde...

Cullum'ın kamyonetinin fren lambaları yandı; Eddie şaşkınca bakmaya öylesine dalmıştı ki Roland, onu sertçe uyarmasaydı yaşlı adama arkadan şiddetle çarpabilirdi. Eddie el frenini çekmeye veya kontağı kapamaya tenezzül etmeden Galaxie'nin vitesini Park konumuna getirdi. Sonra arabadan indi ve ağaçlarla kaplı dik yamaçtan aşağı inen yolun karanlık başlangıcına doğru yürüdü. Gözleri irileşmiş, ağzı bir karış açılmıştı. Cullum, genç adamın yanına gitti ve birlikte aşağı baktılar. Yolun iki yanında iki tabela vardı: soldakinde CARA LAUGHS, sağdakinde ise 19 yazıyordu.

"Esaslı bir şey, değil mi?" diye usulca sordu Cullum.

Üstüne bastın, diye karşılık vermek istedi Eddie, ama hâlâ konuşamı-yordu. Tek yapabildiği, nefesini vızıltıyla vermek oldu.

Işığın büyük bölümü yolun doğusundaki ağaçların arasından, Cara Laughs'a giden yolun sol tarafından geliyordu. Burada ağaçlar -çoğunlukla çamlar, ladinler ve kış sonunda bastıran bir kar fırtınası yüzünden dallan eğilmiş huş ağaçları vardı- ayrılarak birbirlerinden uzaklaşmıştı ve yüzlerce figür, kırsal bir balo salonundaymış gibi aralarında ağırbaşlılıkla, çıplak ayakları yaprakların arasına gömülerek yürüyordu. Bazılarının Ro-derick'in Evlatları olduğu belliydi, en az Chayven'li Chevin kadar deforme olmuşlardı. Derileri radyasyon yaralarıyla kaplıydı ve neredeyse hiçbirinin saçı yoktu ama içinde yürümekte oldukları ışık onlara adeta bakılması imkânsız bir güzellik veriyordu. Eddie kucağında ölü görünen bir bebek taşıyan tek gözlü bir kadın gördü. Kadın, ona hüzün dolu bir ifadeyle baktı ve dudakları kıpırdadı ama Eddie hiçbir şey duyamadı. Yumuğunu alnına götürerek dizini kırdı. Sonra gözünün kenarına dokunarak onu işaret etti. Seni görüyorum, anlamındaydı bu hareket... ya da öyle olduğunu umuyordu. Seni çok iyi görüyorum. Ölü olan veya uyuyan çocuğu taşıyan kadın harekete karşılık verdi ve sonra gözden kayboldu.


Yüklə 2,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   62




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin